Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Dert ve Sıkıntılar

“Hayret ederim müminin Allah’ın takdiri karşısındaki teslimiyetine. Ona üzücü bir musibet verse, sabreder kazanır. Sevindirici bir nimet lütfetse, şükreder yine kazanır!”
Daha doğrusu kaderine teslim olan bir mümin, başına gelen her hali memnuniyetle karşıladığından rahatlık gelse de kazanır, sıkıntı gelse de kazanır. Kazaya rıza hali, onu bu makama, bu rahata yükseltir. Demek O’ndan gelen nârı da hoş, nuru da hoştur. Ayrıca şurası bir gerçektir ki, insan hayatı boyunca maruz kaldığı sıkıntı ve musibetlere ne kadar dayanır, sabır ve teslimiyetle mukabele ederse o nispette olgunlaşır, Allah yanında makamı yükselir. Efendimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyor: “Sıkıntı ve musibetlere sabreden insanlar Allah yanında öyle yüce makamlara mazhar olurlar ki, ibadetleriyle o makamlara çıkamazlar!.”

Nitekim bu konuyu bir misalle izah eden Lokman Hekim de şöyle der: “Nasıl madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri meydana çıkarsa, Allah’ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri teslimiyet ve sabırla karşılayarak olgunlaşırlar, Allah’in saf, temiz kulları olduklarını meydana çıkarmış olurlar. “
Başa gelen musibet ve sıkıntıları ikiye ayıran alimlerimiz derler ki: Kulun maruz kaldığı musibetler bazen makamının yükselmesi için olur. Bazen de işlemiş olduğu günahın cezasının ahirete tehir edilmeyip burada verilmesinden dolayı olur. Her iki hal de kulun lehinedir. Kul bu inceliği bilmelidir. Bu konuda yaşanmış bir vaka var. Şöyle ki:

– Sahabeden bir zat cahiliye devrinde tanıdığı bir kadınla karşılaşır, yolda ayrılıp da giderken kadına doğru bakarak yürüdüğünden ayağı çukura girip düşer, kolu kırılır. Doğruca Resulüllah’ın huzuruna gelen sahabi durumu aynen anlatınca Efendimiz (A.S.M.) şöyle açıklamada bulunur:

“Allah, bir kulunu severse, onun işlemiş olduğu günahının cezasını burada takdir eder, âhirete tehir etmez! Böylece kul burada cezasını çektiğinden âhirette kurtulur.” Anlaşılan kolun kırılması, geriye doğru ısrarla bakmanın bir cezası olarak yorumlanmıştır.

Başa gelen sıkıntı ve üzücü o olaylar ister makamın yükselmesi için gelsin, isterse günahın cezası olarak musallat olsun, sonuçta sabreden kazanır. Hatta kaybediyor gibi görünürken kazanır. Allah’ın takdirine rıza inancı işte insanı böylesine teslimiyetli hale getirir. Bu inanç sıkıntılara dayanma gücü verir. Evet, tahkiki imanlı insanlar kolay kolay yıkılmaz, hep ayakta dururlar. Başkalarının boğulduğu yerlerde onların ayakları bile ıslanmaz.

Yani kadere iman eden gam ve kederden emin olur. Yani Allah’ın her yaptığında hayırlar vardır. Bunlar bize nasıl teselli veriyor.
Dünyevi musibetlerden neden bu kadar korkuyoruz? Aslında korkulacak musibet dine gelen musibettir. Dinin emrini yaşama imkânından mahrum kalmak, Risâle-i Nûr’dan mahrum kalmak büyük musibetdir. Bu musibetin insana kazandıracak bir şeyi yoktur. Bu musibetten Allah’a sığınmalıdır. Dünyevi musibetler ise zahmetini burada bırakır, rahmetini âhirete seninle gönderir. Onun kazancı kat’idir. Bundan dolayıdır ki, büyük âlim Sehl’e şikâyette bulunan bir adam: “Evime hırsız girmiş, ne var ne yok hepsini de çalıp gitmiş!” dedi. Sehl ise şöyle cevap verdi:
“Hiç üzülme, bunlar dünyevi musibetler. Ya kafana şeytan girse idi de, kalbindeki imanını çalsa idi ne yapardın? Âhirete imanını çaldırmış olarak gitmekten daha büyük musibet var mı?” Bediüzzaman ise, Lem’alar eserinde bu hususu şöyle izah etmektedir:

“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’ın 9,10,11. Sayfalarda musibetler hakkında bakın ne müjdeli söler söylüyor. Diyor ki :
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.”
Buna göre hayat, vazifesini yapmasın mı? Musibet, hastalık gelmesin mi? Sonra diyor ki: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor.”

İşte maalesef geç anladığımız veya bazımızın hâlâ anlamamakta direndiği bir hakikat de, bu dünyanın lezzet yeri, zevk yeri değil, hizmet yeri, ubudiyet yeri olduğudur. O zaman musibet başka bir şekil alıyor, bakın. . .

“Musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor. Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar.” Demek sıcak dua ettirmek ve samimi yalvartmak için bize bu musibet verilmiş. Yoksa dertsiz dua, soğuk olur, musibetzede kardeşim.

Allah insana taşıyamayacağı yükü yüklemez. Allah bize yetecek kadar sabır vermiş. Biz ise bu sabrımızı geçmişe ve geleceğe sarfederek o ana yetecek sabrı tüketiyoruz. Bakın bu hususta Üstad ne diyor:

“Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar.” Demek Allah’dan sabrı, yerinde ve israfsız kullanmayı da istemeliyiz.

Yarabbi, hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva, borçlularımıza eda, hepimize sabr-ı cemil nasib-i müyesser eyle, hizmet-i imaniyede istihdam ederek, ihlas ile yaşat, iman ile canımızı al. Âmin.
Başına türlü türlü belâlar geliyor, bunların elemini sana hafif gösteren, senin kuvvetli imanındır.

Mâdem ki bunları Allâh veriyor, öyle ise senin üzülmemen gerekir. Çünkü başına gelen belâlar Allâh’dan geliyor. Seni güldüren ve evvelce sayamıyacağın derecede lütûflarda bulunan O idi. Bu gün belâlar verip de ağlatan yine O’dur.

Binâenaleyh üzülmemen lâzımdır. Sabredip, neticeyi beklemek gerekir. Muhakkak ki, bu olan senin iyiliğinedir, bunu şu anda biz bilemeyiz. Fakat, bu belânın Allâh’dan geldiğini bilmekliğin, sabretmekliğin, en büyük belâyı sana hafifleştirir.

Âyet- i Kerimeler ne diyor: “Çok hoşlandığınız şeylerden başka, hoşlanmadığınız şeyler de vardır. İşte bunlarda da bir iyilik vardır.” “Sizin hayır gördüğünüz şeylerin ardında şer’; şer gördüğünüz şeylerin ardında da hayır takılıdır. Takdîr’i Allâh’a bırakın”

Dekkâk Hazretleri (200 tarihinin büyük velisi) uyuza tutulmuş, üzülüyormuş. Hamama gitmiş ve içinden bir mâna gelmiş: “Bu uyuz kimden geldi? Allâh’dan.” Öyle ise bu benim dostumdandır” deyip, hem kaşınmış, hem de öpmüş. Hamamdan çıkınca, uyuzun geçtiğini görmüş. Dekkâk Hazretleri der ki: “- Hastalıklar ve belâlar tevhidi korur.” Yâni, belâlar tevhidin muhafazasına memurdur. Yine Dekkâk Hazretleri der ki:

“Kudret ve kader makasları etini paramparça etse, senin yine şükredip o işin ardında Allâh’ı görmen ve O’ndan olduğunu bilmen lâzımdır.”

Ebu Hureyre (R.A.) naklediyor:

“Biz Resûlullâh’dan işittik, O; mü’mine bir gam, keder ve musibet gelmesi, onun günâhlarının temizlenmesi içindir .”

Yine Hz. Ayşe (R.anhâ) Validemizden naklen bir hadisde:

“- Bir mü’mine bir diken batınca, duyduğu ezâya mukâbil Allâh sevâp yazar.”

Bir başka Hadis-i Şerifde de: “- Allâh bir kuluna hayır murâd edince, ona musîbet verir.” buyurulmuştur.

Tâbi’înden biri, bir arkadaşıyla Basra’yı gezerken bir mağaraya gelmişler. Burada yaralarından cerâhât akan bir adam görüyorlar. Bunlardan biri hasta adama: “Seni burada kimse görmüyor, Basra’ya git ki hekimlere görünüp iyileşirsin” diyor.

Bu sözü işiten hasta adam da: “Yâ Rabbî! Hangi günâh işledim ki, bu adamları buraya gönderdin, tövbeler olsun” diyor.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Alim ve ilm-i talib

– Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah kimin hakkında hayır murad ederse, onu dinde âlim kılar.”

– Hz. Muaviye radıyallahu anh, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’ın şöyle söylediğini anlatıyor: “Hayır bir alışkanlıktır, şer de düşmanlıktır; Allah kimin hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih (âlim) kılar.”

– Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdular: “İlim talebi her müslümana farzdır. İlmi, ona layık olmayan kimseye öğretmek, domuzun boynuna mücevherat, inci, altın takmak gibidir.”

“Bunu Hubeyş anlatıyor: “Safvân İbnu Assâl el-Murâdi’ye geldim. Bana: “Ne maksatla yanıma geldin?” dedi.

“İlmi ortaya çıkarayım diye!” dedim. Bunun üzerine bana şunu söyledi:

“Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’dan işittim. Buyurmuşlardı ki:

“İlim talep etmek üzere yola çıkan hiç kimse yoktur ki, melekler, onun bu yaptığından memnun olarak, ona kanatlarını germemiş olsunlar!”

– Ebu Ümâme radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Yok edilmezden önce şu (dini) ilmi öğrenmeniz gerekir. Onun yok edilmesi kaldırılmasıdır.”

Aleyhissalatu vesselâm, sonra orta parmağı ile şehadet parmağını şöyle birleştirerek: “Alim ve talebe sevapta ortaktırlar, diğer insanIarda (öğretici ve öğrenici olmayanlarda) hayır yoktur!” buyurdular.

– Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bir gün, hücrelerinden birinden çıkıp mescide girmişti. Mescidde ise iki halka vardı. Birinde halk, Kur’ân okuyor, Allah’a dua ediyordu. Diğerindekiler ilim öğrenip ilim öğretmekle meşguldü. Aleyhissalâtu vesselâm: “Her ikisi de hayır üzeredir: Şunlar Kur’ân okuyorlar, Allah’a dua ediyorlar, Allah (taleplerini) dilerse onlara verir, dilemezse vermez. Bunlar ise öğrenip öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim!” buyurdular ve ilim halkasına oturdular.”

                                                                                              İLMİ TEBLİĞ

– Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Allah benim sözümü işitip belleyen, sonra da onu benden (başkasına) ulaştıran kimsenin yüzünü Kıyamet günü ağartsın. Zira nice ilim taşıyıcılar vardır ki, alim değildir. Nice ilim taşıyıcıları ilmi, kendinden daha alim olana taşırlar.”

– Yine Hz. Enes anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayrın anahtarları, şerrin de sürgüleridir. Allah’ın, ellerine hayırın anahtarlarını koyduğu kimselere ne mutlu! Şerr’in anahtarlarını Allah’ın ellerine koyduğu kimselere ne yazık!”

– Sehl İbnu Sa’d radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“(Size getirdiğim) bu hayır, birkısım hazineler mesabesindedir. Bu hazinelerin anahtarları vardır. Allah’ın, hayır için bir anahtar, şerre karşı da sürgü kıldığı kimseye ne mutlu. Allah’ın şerre anahtar, hayra sürgü kıldığı kimseye de ne yazık!”

                                                                                                                                             HALKA HAYRI ÖĞRETMEK

– Muaz İbnu Enes’in babası anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim bir ilim öğretirse ona bu ilimle amel edenlerin sevabı vardır. Bu amel edenin ücretini eksiltmez.”

– Ebu Katâde babasından naklediyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kişinin (öldükten sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: “Kendisine dua eden salih bir evlad, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i cariye, kendinden sonra amel edilen bir ilim.”

– Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Mü’min kişiye, hayatta iken yaptığı amel ve iyiliklerden, öldükten sonra ulaşanlar, öğretip neşrettiği bir ilim, geride bıraktığı salih bir evlad, miras bıraktığı bir mushaf (kitap), inşa ettiği bir mescid, yolcular için yaptırdığı bir bina, akıttığı bir su, hayatta ve sağlıklı iken verdiği bir sadakadır. Ölümünden sonra kişiye işte bunlar ulaşır.”

– Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Sadakanın en üstünü, kişinin bir ilim öğrenip sonra da onu müslüman kardeşine öğretmesidir.”

                                                                                                                                                      TEVAZU

 – Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: “Çok sıcak bir günde Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Baki’u’l-Garkad cihetine geçti. Arkasında yürüyen kimseler vardı. Bir ara ayak seslerini işitince bu ona ağır geldi ve içine bir kibir düşer endişesiyle yere oturdu, halkın kendisini geçmesini bekledi.”

– Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm yolda yürüyünce Ashab, onun önünde yürürler. Aleyhissalâtu vesselâm’ın sırtını meleklere bırakırlardı.”

                                                                                                                                                                İLİM TALEBİNE TEŞVİK

 “Biz, Ebu Hureyre radıyallahu anh’a hastalanınca geçmiş olsun ziyaretinde bulunduk, ziyaretçiler odayı doldurmuştuk, öyle ki, ayaklarını kendine çekti ve: “Bir keresinde Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’ın yanına girmiş, odasını doldurmuştuk, o da yanı üzerine yatıyordu. Bizi görünce ayaklarını kendine çekerek topladı ve şöyle buyurdu:

“Haberiniz olsun, benden sonra, ilim talep etmek üzere, (size her taraftan) insanlar gelecekler. Onlara merhaba deyin, selam verin ve ilim öğretin!”

Hasan Basri hazretleri sözlerine devamla dedi ki: “Allah’a yemin olsun! Biz öyle insanlarla karşılaştık ki, (kendilerine ilim talep etmek üzere uğradığımız zaman) bize, ne merhaba dediler, ne selam verdiler ne de ilim öğrettiler. Ancak kendilerine ilim için gittiğimiz zaman bir şeyler öğrenir idiysek de bize kaba davranırlardı.”

                                                                                                                                                                İLİMLE AMEL

– İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

Cühelâ takımıyla münakaşa veya ülemâya karşı böbürlenme veya halkın dikkatini kendine çekme gayesiyle ilim talep eden ateştedir.”

– Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“İlmi, alimlere karşı böbürlenmek, cühelâ ile münakaşa etmek veya mevki-makam elde etmek için öğrenmeyin. Kim bunu yaparsa ona ateş gerekir, ateş!”

– İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Ümmetimden birkısım insanlar, dini ilimleri öğrenecekler. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyacaklar ve şöyle diyecekler: “Ümerâya gidip, onların dünyalıklarından alırız, dinimizi de onların şerrinden uzak tutarız.” Halbuki bu mümkün değildir, tıpkı katad (denen dikenli ağaçtan) dikenden başka bir şey elde edilemediği gibi. Aynen öyle de, ümerânın yakınlığından sadece… elde edilir.”

Muhammed İbnu’s-Sabbâh: “Aleyhissalâtu vesselâm sanki hataları kastetmiştir” der.”

– Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh demiştir ki: “Eğer ilim ehli, ilmi koruyup, onu layık olanlara vermiş olsalardı, ilim sayesinde devirlerinin insanlarına efendi olacaklardı. Ne var ki onlar ilmi, dünyalıklarından menfaat sağlamak için ehl-i dünya için harcadılar. Dünya ehli de âlimleri aşağıladı. Halbuki ben, Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın şöyle söylediğini işittim: “Kimin tasası sadece ahiret oIursa, dünya tasalarına Allah kifâyet eder. Kim de dünya tasalarına kendini kaptırırsa, dünyanın hangi vadisinde helak olduğuna Allah aldırmayacaktır.”

– Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın şöyle söylediğini işittim: “İlmi, ulemâya karşı böbürlenmek için veya cühelâ ile münakaşa için veya insanların dikkatini kendinize çekmek için öğrenmeyin. Kim böyle yaparsa yeri ateştir.”

– Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim âlimlere karşı böbürlenmek, cahillerle münakaşa etmek ve halkın dikkatini üzerine çekmek maksadıyla ilim öğrenirse Allah onu cehenneme sokar.”

İLMİ GİZLEME

– Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Bu ümmetin sonradan gelenleri önce gelenlerine lânet ettiği vakit, kim bir hadisi söylemez, ketmederse, Allah’ın indirdiğini ketmetmiş (gizlemiş) olur.”

– Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim bir ilimden sorulur, o da bunu gizlerse, Kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir.”

– Ebu Sa’îdi’I-Hudrî anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim insanların dini işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah, Kıyamet günü onu ateşten bir gem ile gemler.”

Paylaşan : Abdülkadir Haktanır

Ey kendi kıymetini bilmeyen insan

Kendine gel! Hadisi şerifte: “Men arefe nefsehu fe kad arefe Rabbehu.”

Yani : (Kendini tanıyan Allahını tanır.) Bu mucize varlık, Ahseni takvimde yaradılan insan,  Kainatın küçültülmüşü olan bu İNSAN, Niye aklını kullanıp Allahın kanunlarına uymazda? Felsefe yapar, fikir üretir. Bana göre böyle olmalı şöyle olmalı der zavallı.

Ki ilim adamlarına göre bir Avrupa Proseroruna göre: İnsanın hücresi 4 mikrondur bir direrine göre 5 mikrondur. bir m.m karede 1000 mikron olduğuna göre 4 dü bırakıp 5 şi alsak m.m uzunluğunda 200 hücre. 1 hücrede 1.000.000. protein. 8000 amino asit. 5 element ve 40.000 atom. ayni hücrede 25.000 DNA molekül bir o kadarda RNA molekül. İlim adamlarına göre insanın vücudunda bu moleküllerin yaptıkları iş yazılabilse: 1000 cilt kitap biner sahife olur. Yarım damla kanda 2 milyon al yuvarlar 240.000 trombosit 10.000 ak yovarlar. Nevzat Tarhan Hocamızın kitabında okudum: beynimizde 160.000.000. mevcut. Bu hücrelerin vücudumuzun diger hücrelerine emir veriyorlar. Ki 2  binden başlayarak bazıları 10.000 hücreye kadar vücuttaki her hücreye emir veriyorlar.

Bakıyoruz parmaklarımıza  menteşeler takılmış. çekiç orak çapayı tutabilmek için büyük parmağımızı müsait bir şekilde ötekilerden Allah’ımız ayırmış, sakin kendi ayrılmış demeyin. Yoksa gürültüye gidersiniz. Bir iğne kendi kendine olmadığına göre bu kȃinatta sayısız varlıklar kendi kendine nasıl olabilir?

Dünyamız kendi ekseninde dönmese idi ne olurdu? Ya her zaman gece olurdu, veya gündüz olurdu. Güneşin etrafında ölçülü dönmese idi ya her zaman: bahar, yakış, ya sonbahar veya devamlı yaz olurdu, Hadisi şerifte: “Cehennemlik hanıma Allah öyle kuvvet verecek ki 4 erkeği de kendisi ile cehenneme götürecek. Başta babasını, eğer varsa ağabeyini, beyini, ve eğer varsa büyük oğlunu da. Yani: Bu erkekler o hanımdan mes’ul olacaklar o hanım dinini yaşamaya bunlar teşvik edecekler.

Ne yapalım. Şehit torunları bu millet. 80 sene civarında dinsizlik sistemini yaşamış. Zavallılar kendileri din terbiyesi alamamışlar ki evlatlarına versinler. Türkiyede  24 sene Kur’ani Kerim okumak yasak imiş. Şimdi: Maden 10 lira yerine 100 lira hiç kimseden alamıyorsun. Bu vatandaşlar  akıllarını kullanarak Kur’anin emirleririne uyup günahlı işleri terkedip cenneti hak etmeleri lazım.

Çünkü insanların önünde iki yol var. Cennet ve Cehennem bunların her ikisi sonsuz, Cennet Müminlere sonsuz bir mutluluk. Cehennemde ise Kȃfirlere sonsuz azap ateşte yanmak var. İmanlı günahkȃr müminler ise, günahlarını temizleyinceye kada ateşte yanacaklar.

Soru: Bu kainat boşluğunun tamamı buğday taneleri ile dolu olsa? BİR TAVUK BU BUĞDAYLARDAN SENEDE BİR TANE ALSA, BU BUĞDAYLA MI BİTER YOKSA EBEDİ OLAN O HAYATLARMI BİTER? TABİİ Kİ GELİR GÜN BU BUĞDAYLAR BİTER EBEDİ HAYAT BİTMEZ. ONA GÖRE DAVRANALIM!!!

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Hayırlı arkadaş edinin

Hazreti Ali buyuruyor ki: “Hayırlı arkadaş edinin, çünkü onlar hem dünyada hem de ahirette işinize yarar ve size yardımcı olur. Garip insan, arkadaşı olmayan insandır.”

İnsan, içtimai bir varlıktır ve bütün insanlar birbirine muhtaçtır. Bir ekmeğin sofraya gelebilmesi için kaç kişiye ihtiyaç duyuluyor!.. Tarla sahibine, ekene, biçene, harmanlayana, değirmenciye, fırıncıya, nakliyeciye ve bakkala-markete… Toplu yaşamak zorunda olduğumuzdan, arkadaş edinmek mecburiyetindeyiz.

Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Cenab-ı Hak bir kuluna hayır murad ettiği zaman ona hayırlı arkadaşlar nasip eder.” Evet; garip insan, arkadaşı olmayan insandır.” Arkadaş seçerken çok dikkatli olmalıyız… İnsanların çoğu, arkadaşından şikâyet eder; “Bana, bunu yapacağını hiç tahmin etmemiştim. Ben olsaydım ona bunu yapar mıydım” gibi. Menfaate dayalı dostluklar, menfaat bitince sona erer…

Arkadaş seçimindeki pişmanlık, dünyadan daha çok ahirette meydana gelir. Bizim kıyamet günü insanların arasında rezil ve rüsva olmamıza ve neticede cehennemde yanmamıza sebep olur. Bunun için ne kadar pişmanlık duyacağımız ve üzüleceğimiz kıyamet günü daha iyi anlaşılır. Bunu ayet-i kerimeden öğreniyoruz. (Furkan suresi 29) Meâlen buyuruluyor ki: “Keşke ben falancayı arkadaş edinmeseydim.” “İnsan, arkadaşının dini üzeredir.”, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözleri meşhurdur.

Hazret-i Ömer buyuruyor ki: “Salih, iyi bir arkadaşın yüzüne bakmak bile insanın üzüntülerini giderir ve onu ferahlandırır. Her şey para değildir. Birinin parası ne kadar çok olsa yine de, sıkıntılı zamanında onu teselli edecek, hasta olunca onu ziyaret edecek ve acısını paylaşacak birini arar, bulunca da çok huzur bulur. Para bunu temin edebilir mi?

Arkadaş üç kısımdır: Birincisi gıda gibidir. (Hava, su ve diğer yiyecekler gibi) onsuz olmaz. İkincisi ilaç gibidir, insan hasta olunca lazım olur, başka zamanlarda aranmaz. Üçüncüsü ise; hastalık gibidir, hiçbir zaman talep edilmez. Dört türlü arkadaş vardır: Birincisi ve en kıymetlisi, hem dünyada hem de ahirette faydası olandır. Dünya işlerinde ona yardım eder, ahirette de şefâat eder. Bu hem gölgesi, hem de meyvesi olan bir ağaç gibidir. Dünya hayatı gölge gibidir. İkincisi, dünyada bir yardımı olmaz, fakat ahirette faydası çok olur. Bu da meyvesi olup da, gölgesi olmayan ağaca benzer. Üçüncüsü, dünyada yardım eder ama, ahirette faydası olmaz. Bu da gölgesi olan meyvesiz ağaç gibidir. Dördüncüsü, ne dünyada ne de ahirette hiçbir faydası olmaz. Gölgesi ve meyvesi olmayan kupkuru ağaçtan farksızdır. Böylelerinden uzak durmalıyız…

Paylaşan kardeşiniz: Abdülkadir Haktanır

Musibetlerin bir kısmı gafleti dağıtır

“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zâhirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.” (2.Lem’a:11)HASTALIK GAFLETİ KALDIRIR ÂHİRETİ DÜŞÜNDÜRÜR ÖLÜMÜ HATIRLATIR

“Ey hastalıktan şekva eden bîçare adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymetdar bir hediye-i İlahiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir. Madem ecel vakti muayyen değil; Cenab-ı Hak, insanı yeis-i mutlak ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf u reca ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki; yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor. Ezcümle, arkadaşlarımızdan -Allah rahmet etsin- iki genç vardı. Biri İlâma’lı Sabri, diğeri İslâmköy’lü Vezirzade Mustafa. Bu iki zât, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve feraizi terkeden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymetdar bir hizmette ve âhirete nâfi’ bir vaziyette bulundular. İnşâallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhatı için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibariyle beddua olmuş. İnşâallah o duam, sıhhat-ı uhreviye için kabul olunmuştur.İşte bu iki zât, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip, gaflet ve sefahete atılsaydılar; ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı; o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.Madem hastalıkların böyle menfaati var, ondan şekva değil tevekkül, sabır ile, belki şükredip, rahmet-i İlahiyeye itimad etmektir.” (25.Lem’a:212)

HASTALIK, GAFLETİ KALDIRIR İŞTİHAYI KESER

“Ey hasta kardeşler! Siz gayet nafi’ ve her derde deva ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz. Evet dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden güya âdeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, manevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o manevî vücuduna birden şifa verip; yaralardan kurtarıp, hakikî şifa verdiğini pek çok risalelerde kat’î isbat etmişiz.      Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise, feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini meneder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından tövbe ve istiğfar ile, dua ve niyaz ile istimal ediniz. Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaret-üz zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn…” (25.Lem’a:220)

İNTİBAH-İ RUHÎ İLE GAFLETİN DAĞILMASI

18-“Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena ağlattırıcı lehvalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine, mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiç bir teselli, bir meded göremedim. Çünki zaman-ı mazi tarafı bir mezar-ı ekber ve müstakbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm. Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım. Sonra, zeval ve fenaya baktım. Gördüm ki: Sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir. Ve esma-i hüsnanın çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip, âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır. Ve cemal-i rububiyetin hikmetdarane bir tezahüratıdır ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.Sonra altı cihete baktım, gördüm ki: Sırr-ı tevhid ile o kadar nuranidir ki, göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki zaman-ı istikbale inkılab edip binler mecalis-i münevvere ve mecma-i ahbab, binler menazır-ı nuraniye gördüm. Ve hakeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakikî yüzlerine baktım; sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.” (2.Şua:16)

GAFLET SARHOŞLUĞU ELİM ELEMLERİ VE DEHŞETLİ MANEVÎ AZABLARI

MUVAKKATEN HİSSETTİRMEZ

“Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir. Çünki insan, Cenab-ı Hakk’ı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz’î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker. Evet şu elîm elemi ve dehşetli manevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalalet ibtal-i his nev’inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünki Cenab-ı Hakk’a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz’î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müdhiş görünen kabir kapısına bakıyor. Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev’-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvali onu daima iz’ac eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kaht u galası, fena ve zevali, ona gayet müz’iç ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tazib eder.” (32.Söz:632)

EHL-İ DALÂLETİN MA’NEVÎ BİR CEHENNEMİ KALBİNDE HİSSETMEMEK

PEK KALIN GAFLET SERSEMLİĞİNDENDİR

“Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalalet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez” (13Söz:143)

EHL-İ HİDAYETİ DAHİ GAFLET BASMASI

” Bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalalet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.” (Hutbe-i Şamiye:15)

.DÜNYANIN EN PARLAK VE SÜRURLU HÂLETİNİN YUSUF ALEYHİSSELÂMA

GAFLET VERMEMESİ

” Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun. İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yusuf’un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.” (M:283)

Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır