Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Bir İnsanın Önce İdeali Olacak

GAYE-İ HAYAL

Bizim uğraştığımız hakikatler kâinatta en kıymettar, kudsi hakikatlerdir. Bu dava, Allah’ın yoludur. Bu dava, Resulullah’ın davasıdır. Hangi ideali taşıyorsak, o idealin insanın bütün latifelerine nüfuz etmesi lazımdır.

İnsan şahsiyetinde fevkalade önemli olan; hayaldir. Hayal çok önemlidir. Bütün kötülüklerin ilk taayyün merkezi, hayaldir. İnsan ilk defa hayalinde fasık olur.

Hayal, kendi mahiyetimizde fevkalade ehemmiyeti olan bir yerdir. Bir mümin hayalini zapt etse, kâinatı zapt eder. Hayalinde müstakim olan ahval ve ef’alinde müstakim olur.

Hayaline sahip çıkan kâinata sahip çıkar.

Bir insanın önce ideali olacak. O ideal, kalpte bir iman, izan ve itikat olarak yerleşecek. Aynı askeriyede farklı askerler olduğu gibi, birisi piyade birisi topçu birisi jandarma… Ama birbirine bakar isimler… Askerler farklı ama hepsi de vatanın kurtarılması için çalışıyorlar.

Gaye Allah’ı bilmektir. Hadiselerin gayesi de o Allah’ı bildiriyor. Bunları okumak lazımdır.

Ölümde bir nimettir. Teceddütte azim tedbirler vardır.

Hayal: Değirmen çarkı

Dava: O çarkı döndüren su gibi

Eğer hayalde bir gaye olmazsa veya o gaye unutulsa, himmet ve hamiyet küçülüyor, sönüyor. Senin davan hayalde ihmal görse, himmetin söner. Onun için hayalimizin sıddıkiyeti ve istikameti çok mühimdir. Sahabeler hayalini dahi israf etmemiş. Hayalimize sıddıkıyet kazandırsak, o zaman himmetimiz kâinat kadar büyür. Hususan ashab-ı suffa, ahvalini, akvalini tamamen İslamiyeti merkez yapmışlar.

Hayalimiz metin oldu mu, biz de metin oluruz. Hayalin istikameti için Risale-i Nuru çok okumak lazımdır. O zaman hayalde hakikatler yoğunlaşır. Hakikatleri okuya okuya hakikate karşı muhabbet hâsıl oluyor. O muhabbetle hakikatleri kucaklar. Daha sonra ihlâs hâsıl olur.

İrade ile hayal çatışsa, karşı karşıya gelseler, hayal iradeyi bastırır. Hayal, iradeyi mahkûm edebilir. İnsanın şahsiyetinin 4/3’ü şuuraltında, 4/1’i görünüyor. Hakikatler ile yoğun meşguliyet, hakikatleri şuuraltına yerleştiriyor. O zaman kuvvetli bir şahsiyet ortaya çıkıyor.

Şiddetli bir alaka ve ciddi, yoğun bir teveccüh ile şahsiyetin kıvamı tutuyor. Uykuda dahi Risale-i Nurun hakikatlerini mütalaa ediyor.

Hayalimizi nurcu yapsak, her tarafımız nurcu olur.

Risale-i Nuru yeni tanıyanlarda ilk 3 sene şevk hâsıl olur. Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin şuurlar ötesinde bir cazibesi vardır. Bu cazibe ruhları tutuşturuyor. Müthiş derecede bir iştiyak hâsıl oluyor.

O iştiyakın tetebbuatla mütalaa ve müzakereye dönmesi lazımdır. Eğer hakikatlere yönelmezse ülfet tarzında bir hal vuku bulabilir. Bu bir vartadır. Eğer hakikatlere yönelirse hakikate muhabbet hâsıl oluyor.

Merhale: Risale-i Nurun okunması, fikir seviyesinde iyice anlamazsa…

Bir insan hakikat ve marifeti sevince tahkik mesleğine, asfiya mesleğine girmiş oluyor.

Bir mümin hakikate muhabbet etti mi onun imanı rüsuh peyda ediyor. Hakikate muhabbet etti mi, dini delille, hikmetle biliyor. Hakikat harcını yapmış oluyor. İman sütununa o harcı dökse, her geçen gün o hakikat harcı betonlaşıyor. Rüsuh peyda ediyor. ondan sonra kainat gelse yıkamaz.

Harç yapılmış, kalıplara döküleceği sırada şeytan insana vesvese ve evham ile harcı dökmesini geciktirmeye çalışıyor. Bu çeşit evhamlar o şahsın terakkisine delildir. Bu evhamlar çabuk izale olur. Çabuk geçer. Bu merhaleden sonra bütün dünyanın insanları şeytan olsalar, yine senin imanına zerre kadar şüphe atamazlar.

Marifet harcının betonlaşmasını hızlandıran iki saik:

  1. İttika: Günahlardan şiddetle kaçınmak.
  2. Ubudiyet

Evliyalar iki kısımdır:

  1. Evliya-yı aşıkin
  2. Evliya-yı arifin

Evliya-yı arifin, evliya-yı aşıkinden üstündür.  Aşıkin, asansörle çıkar gibi cazibe-i Rahmet-i Rahman ile çıkıyor. Arifin ise, merdivenden basamak basamak çıkıyor.

Aşıkin, vesilelerde hata etse bile mazurdur. Matlubuna vasıl olur. Tek gidiyor, kayak ile kayar gibi… Ama arif, kar makinesi gibi, yol açıyor. Arkasından başkaları da geliyor.

Ariflerde hem marifet hem muhabbet var. Risale-i Nurun meşrebi, meşreb-i arifindir.

Risale-i Nur, baştanbaşa keramet-i ilmiyedir.

Hz. Resulullah’ın en büyük mucizesi, Kuran-ı Kerimdir.

Emirdağ I

Eşyanın mevcudiyeti 3 şekilde malum olur:

  1. Hariçte
  2. Zihinde
  3. Lisanda
  1. Eşyada hariçte mevcudiyeti hakikidir. Vardır, açıktır, alenidir.
  1. Hayal âleminde sehpanın varlığı zihinde malumlaşıyor. Zihindeki bu malumiyet ilmidir.
  1. Bir de zihindeki o malumun lisandan dökülmesi ile lâfzî mevcudiyeti ortaya çıkar. İlim hariçte varlığı olan eşyanın mücerret bir şekilde zihinde sübut bulması demektir. Hariçte bildiğimiz eşyayı zihin seviyesinde ne nispette tasnif etsek, değerlendirsek o, ilim oluyor.   Hariçte vakalar var. Vakalardan prensiplere gidiyorsun. İşte bu ilimdir. Bu düstur…

Mana âleminde de caridir. Hadiselerden düsturlara, kanunlara geçmek çok zordur. Bu iş asfiyalara mahsustur.

Edison kâinatın müçtehidi… Elektrik kâinatta daha önce de vardır. Fakat kimse çıkaramamıştı. Edison geldi çıkardı ve formüle etti, kanunlaştırdı. İlmi düsturlar içerisinde hazırladı.

Kâinattaki İlahi hakikatleri ilmi düsturlar halinde tasnif edip ortaya çıkaranlar ise, asfiyalardır, arif-i billahlardır.

İşte ilim budur. Risale-i Nuru çok okumak insana bu istidadı veriyor.

Mesela; laboratuarda su üreteceksin. Suyu görmek başka, onu üretmek başkadır. Formülü bilmek lazımdır. Yani evliyalar suyu görüyor, alıyor, içiyor. Ama evliyalar suyu üretemiyorlar. Suyu üretenler, Velayet-i Kübranın asfiyalarıdır.   Asfiya; dağın zirvesidir. Evliyalar, müşahede ediyorlar. Asfiyalar ise, formül çıkartıyorlar.

Mesela; Hiroşima da bomba patladı, gördün. Asfiya diyor: “Görmeye lüzum yok. Bomba cebinde”

Hadiselerden – Kanunlara

Vakalardan – Prensiplere

Müdakkik: Bir meseleyi tedkik eden. Delil ile giden

Muhakkik: Delilleri inceleyen, hükümlere giden

Risale-i Nur bu manada hep formüldür. O formülü anlamak da bir üst disiplin istiyor. Risale-i Nurun şahs-ı manevisi içinde usulü hakikate muvazzaf, izah ve şerhe istidatlı bazı nur talebeleri de muhakkiklerdir.

Risaletin müdakkiklerine imreniniz.

Risale-i Nur, meşreb-i asfiyadır.

Arifler ekserisi müdakkiktir. Ariflerin üst tabakası muhakkiklerdir.

Asfiyalar demir leblebi gibidir. Şeytan onu yutamaz. Batıl fikirler onlara yanaşamaz.

Keramet ve keşfiyat, bizim mesleğimizde zayıf damardır. Ayrıca ihlâsa manidir. Evliyalar, kerameti hayız kanı gibi telakki etmişler.

Arif-i Billâh: Dışı sahra-yı kesrette

           İçi umman-ı vahdette

İç ikliminde, Cenab-ı Hakkı bir an-ı seyyale unutmuyor.

Asfiyalar marifet-i İlâhiyede kulaç ata ata iç iklimlerinde başka bir şeye yer kalmıyor.

“Ben başka maksattayım. Başka noktalar benim kalbimi doldurmuş. Başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış”

“Bir an Allah’tan gafil olursam, şeytana arkadaş olurum”

“Avlamak” demek, hakikati çıkarıp formüle etmek demek, kanun çıkarmak demektir.

İnsanın hakikati, Vacip Tealaya nasıl delil oluyor?

Asfiyaların tefekkürü 2 çeşittir:

  1. Enfüsi
  2. Afakî

Enfüsi tefekkürü ile ne diyor?

  1. İnsan, hayatı ile Allah’a delildir. Hayat vahdaniyetin en vazıh delilidir. Allah’ın kudretine en parlak delidir. Cansız zerrelerden teşekkül etmişsin. Fakat hayat sahibisin. İşte apaçık kudret görünüyor. Cenab-ı Hakkın HAYY ismine mazhar olmuşsun.
  1. Hissiyatın: Cenab-ı Hak, hayatı hissiyatla süslüyor. Hayat bir kubbe ise, his o kubbenin çinisi, motifidir.

İnsanda sonsuz sayıda his var. Ve o hislerin ışığı sonsuza gidiyor. Bir kısmına şuur taalluk ediyor. Bir kısmına etmiyor. Korku, muhabbet, endişe ve saire…

Muhabbet hissi neyi seversek ebedi tevehhüm edip öyle seviyoruz. Her his insanın semasında bir yıldız gibi… İdrak güneş gibi… Cenab-ı Hak his ile bezemiş.

Bir robota hareket verdin. Ama nükte kabiliyetini yerleştirebilir misin? Nasıl gülme kabiliyeti vereceksin?

Her hissin simadaki tezahürleri farklı farklıdır. Hasret, iştiyak… Bilinen, bilinmeyen çok hisler var. Münteşir ve gayr-i münteşir…

Hisler, tarihlerin ötesine gidiyor. Peygamberler tarihini okuyorsun, gayr-i ihtiyari 3000 sene önceye gidiyorsun. Gözlerinden yaşlar akıyor.

Sağ göz sol göze göre manen 2 derece daha kuvvetlidir. Peygamber Efendimiz onun için sağ gözüne bir sürme, sol gözüne 2 sürme çekiyor.

İnsanı hayvanlardan ayıran bir hususiyet de yoğun hislerle memzuç olmasıdır. Vefa hissi insanlar arasında kurbiyeti temin eden bir derya-yı manevidir. Bu asırda ahd-ı vefa suyunu çekmiş. Araya korkunç bir uçurum girmiş. Vefa hissi öyle bir his ki, vakalar, hadiseler gelse yine onu unutmuyor.

Biz Risale-i Nura ahd ettik.

Ahd-ı vefa: Manen düşsem, yıkılsam, cehennemde ebedi kalacağımı da bilsem, Risale-i Nurun kudsiyet sancağını taşıyacağım. Zerre kadar kemalatım kalmasa yine bu bayrağı götüreceğim. Kâinatta hiç kimse bu davayı omuzlamasa hiçbir nur talebesi kalmasa, ben bayrağı bırakmayacağım. İnşaAllah

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

Doğruluk Üzere Kurulan İslam Dini

Allah tarafından bütün insanları kurtarmak için gönderilen Peygamberimiz Hz Muhammed aleyhissatu vesselam’ın en mühim sıfatı sıdktır. (Doğruluktur) Yani, O Hazretin A.S.M. Muhammedül-Emin sıfatını onun düşmanları olan müşrikler dahi kabul edip tasdik etmişlerdir. Çünkü “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”(Hûd 112) Ayeti kerimeye masadak olacak Aleyhissalatu vesselamı, Emin sıfatına sahip olmak için, Allah celle şanuhu daha önce onu hazırlamış. Bir gün Peygamberimizden A.S.M. Sahabe-i Kiram sormuşlar mümin korkak olur mu? Olabilir buyurmuş. yine sormuşlar mümin cimri olur mu? Cevaben yine olabilir buyurmuş. Yine sormuşlar mümin yalancı olur mu? Bu sefer hayır asla olamaz buyurmuş Peygamberimiz A.S.M..  Kur’ani Kerimin ölçülerine göre de, iki yüzlü olan münafık  kâfirden daha kötü olduğunu. “Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar” (Nisâ 145) ayeti kerime ile ifade buyrulmuştur. Yani,  kendini yalanla gizlemeye çalışanların hali, kâfirden daha şiddetli olduğunu Allahın bu ayeti kerimesinden anlamış oluyoruz. Peygamberimiz A.S.M. Bir hadisi şerifinde: “Münafığın alâmeti üçtür” buyurmuş ve şöyle sıralamış: “1)Söylediği  zaman yalan söyler. 2) verdiği sözde durmaz. 3) Emanete hıyanet eder.” Evet bu sayılan münafıklığın alametlerinnin üçünde de yalan ve sahtekârlık var. Çünkü başkasını kandırmaktan meydana gelen bir sıfatın ismini taşıyor. Münafık “iman edenlerle karşılaştıklarında: “bizde inandık” derler kendi şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında: Emin olun biz sizinle beraberiz, biz ancak alay ediyoruz.”derler.(Bakara 14)  Burada kâfirden kötü olan münafığın sebebini sizde görüyorsunuz ki: Doğruluğun zıddı olan yalancılıktır. Yalancıların bu yalanı sebeptır ki, cehennemin en alt tabakasında onlar yanacaklar.

Biz yukarıda ki ölçüler aynasında, bugün halkımız ne hale geldiğini görüyoruz. Vatandaşımız Müslüman geçinip, imanı o kadar zayıflamış ki, hiç çekinmeden yalan söyleyebiliyor. Bu hale düşen bugünkü Müslümanların yardımına koşmamız icap ediyor. Onlara karşı elimizden geldiği kadar vazifemizi yaptıktan sonra, Allah yardımcıları olsun demekten başka çaremiz yok.

Bugün bir ustada herhangi bir iş yaptıracaksan, dinimizin emrine göre o ustaya karşı sui zan’la değil hüsn’ü zanla davranman lazım, ama, senin o davranışının peşinde aldanmaman için de tedbiri elinden bırakmayacaksın. Müslüman görünen o esnaf ve tüccara karşı ademi itimat etmeye mecbur kalıyorsun. Çünkü insanların çoğu itimatsız olunca, nadir olan dürüst kimseyle de karşılaşsan, sütten yanan yoğurda üfler misali ile, aman buda ötekiler gibi aldatmasın diye dikkatli olma mecburiyetindesin. Cemiyetimiz o hale gelmiş ki, ona itimat edip onunla samimi olduğun kimse,  sana kan koyuverdikten sonra, ötekilere nasıl itimat edeceksin. Yine bütün bunların ana sebebi, İmansızlık veya imanlarının zayıflığından geldiği için, yazılarımızın çoğunu bu istikamete yazdık.

Bizim dinimiz bizdeki şefkat duygularımızı geliştirdiği için öteden beri güzel adetlerimizden olan “Karzı hasen” denilen Müslüman kardeşin yardımında bulunup, ona borç para vermek. Şimdi param yok ileride öderim diyenin işini de, öder ümidi ile yapmak, veya verir ümidiyle veresiye mal satmak, bizim güzel adetlerimizdendir. Fakat Kur’ani Kerim her asırda yaşayana cevap verdiği için, insanları bu hale düşmekten korumak maksadıyla, Kur’anda ki en uzun ayet olan Müdayene, yani ( borçlanma ayeti) ile (Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın; aranızda doğrulukta tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. yazı bilen kişi de kendisine Allahın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin.)(Yani hile Katmasın)(Bakara 282) bize, alıp satarken veya borç para verirken, şahitler huzurunda o muameleyi yapmayı emrediyor. Bazı Müslüman’lar, geçmişteki güzel adetlerini devam etmek için, alış veriş yaparken, müşterilere itimat ederek, hiç kayıt yapmadan mal veya para veriyorlar, fakat sonra bu sebepten dolayı adamın canı yanıyor ve karşıdaki adamla da araları açılıyor.

İşte batıdan gelen maddecilik yüzünden, ve imanın zafa uğraması sebebinden, insanların çoğu İslamdaki iktisat emrine uymayarak çok israf yaptıklarından ötürü, mala kanatla değil hırsla saldırıyorlar. Bu zavallılar emek vermeden kısa zamanda çok para kazanma hevesi ile mala hırsla saldırıyorlar. Acaba ödeye biliyor muyum yoksa ödeyemem mi düşünmeden ve dinimizde yalan çok kütü olduğunu nazara almadan, sermayesiz borçla iş yapmaya girer. Neticede Allaha karşı ağır hesap verme vebalinin dışında, aylarca yıllarca Müslüman’la küs durma cür’etine, bugun  Müslüman geçinenler Vatandaşlar düşebiliyorlar. Bu sahtekarlığa girebilmenin sebebi de: Öldükten sonra dirilip, burada yaşadığı hayatından inceden inceye Allaha hesap verme inancı, ya yok veya çok zayıf olduğundan ötürü, inancının icabını yapmıyorlar bu hale düşüyor.

Sağlam iman sahibi olan Müslüman’a gelince: Onda bu işler çok farklı olarak kendini gösterir. Diyelim ki sanatkârdır, birine bir iş yaparken, yaptığı işi kendisi beğenmeden müşteriye teslim etmez. Bir yerden bir paramı isteyecek, verebileceği günden daha geç bir gün söyler ki sonra mahcup olmasın, Parayı harcarken de, çok   dikkatli davranır.Allah (..Ancak israf etmeyin, çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez) (A’raf 31) da ki Ayeti kerim ile, İktisadi Emredıp İsraf yapmayı yasaklıyor. Sağlam imana sahip bu zat, evinde azami iktisatla yaşamaya çalışır. Hele borçlu iken ekmeğini tuzla, pul biber’e banarak yer ve bunu yaparken de yaptığından eziklik hissetmez belki şeref duyar. Bunda şeref mi olur dersen? Tabii ki şereftir.  Çünkü Müslüman kendisi için yaşamaz dini için yaşar. Hatta! İnsanın en kıymetli malı olan canını bile dini uğruna verirken, o dininin şerefini korumakla her zaman kendini mükellef hisseder. Nasıl ki o her zaman onun kardeşleri olan diğer müminlerin sevinçleri ile sevinir müferrah olur,  onlara herhangi keder isabet etse, kederlerinden de hisse alır. Onların rahatlıklarından rahat olur, kederlerinden de acı çeker. Aynen bunun gibi, mü’min kendisinin yaptığı bütün hareketler, ister iyi olsun ister kötü, beraber yaşadığı Müslüman cemaata  da mal olacağını bilir, ona göre davranır. Hatta farkında olmayarak ta olsa yaptığı herhangi hata cemaata mal olacağını bildiği için çok rahatsız olur. Hele yalana katiyen tenezzül etmez . Çünkü, İşaratül İcazda, bak nasıl mükemmel bir ifade var :

“Mü’min için: Yol iki görünüyor: Ya sükût etmektir: Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır. Yani: (Ya susmalı, veya konuşursan, doğruyu konuşmalı) Çünkü İslamiyet’in esası, sıdktır. (doğruluktur) İmanın esası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici, sıdktır.  Terakkiyatın mihveri, sıdktır. Ahlak-ı âliyenin (yüksek alakın) hayatı, sıdktır. Âlemi İslam’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-i kamalata isal eden, sıdktır. Ashabı kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren, ( üstün çıkaran) sıdktır. Muhammed-i Hâşimi Aleyhissalatu Vesselam’ı mertebe-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır. (Doğruluktur)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İhlâsı Kazandıran Şartlar

İhlâs İslâmiyetin bir esâsıdır. Rızâ-i ilâhi cihetinde Kur’ân’ın ders verdiği hükümler ve kudsî hakîkatlere ait harekât ve a’mâl ihlâstan sudûr etse ve insanın hâl dili mânen Kur’ân’ın ayetlerini okusa ve Onun manaları onda görünse o vakit insan İslâmiyetin bir esâsı olan ihlâsın, hakîki mânâsını ve şartlarını bulmuş olur.

İhlâs, kullukta harîka sadâkat ve fevkalâde metânettir. Hizmet-i Kur’ânîyeyi ve vazifemizi tam yapamasakta, kuvve-i mânevîyemize ve hizmetimize noksanlık gelmeden devam edebiliriz inşaallah. Yeterki samimiyetin manası olan ihlaslı olma peşinde ciddi çabalamak.

İhlâs, güzel ahlâkın esası ve rûhudur. Hizmet-i dînîyenin mukâbilinde dünyada bir şey istenilmemesidir.

İhlâslı insan, aldatmayan, özü-sözü bir olan, ilmiyle a’mel eden kişidir. İnsan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi rezâilden halâs olur; tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulur. “O vakit, âzamî ihlâs ki, hiçbirşeye âlet olmayacak; hem vazîfe-i İlâhiyeye karışmamak için kader-i İlâhî.”(Emirdağ S: 848) cihetiyle hakkımızda verilen hükme teslim olmaktır.

“İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamalı.” (Lem’alar, S: 323) Bedîüzzamân bu cümlede ihlâsı kazandıran amellerin ön şartlarını belirliyor. İhlâs Risâlesi’nden de biliyoruz ki haksızlar dahi haksız dâvâsında ihlâslı olabiliyor. “Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.” (Lem’alar S:393) cümlesi bunu gösteriyor.

Buradaki kazanılan kuvvet haksız bir dâvâdaki kuvvettir. Bu kuvvette Allah razı değildir. Allah’ın razı olacağı kuvvet emr-i ilâhi ile hak dâvâda yapılan hareket olmalıdır. Bu nedenle de yine Bedîüzzamân “Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.” (Lem’alar S: 393)demiştir. Yirminci Lem’a’da ise şu ifâdeler de önceki cümleyi izah etmektedir. “Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.”(Lem’alar, S: 374) Önemli olan emr-i ilâhiyeyi yerine getirmekte ihlâslı olabilmektir.

On Yedinci Lem’a’da ise gelen cümleler meselemize güzel bir izah olur.”Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rızâ-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır.”(Lem’alar, S: 321

Öyleyse şöyle diyebiliriz. Biz amellerimizde ve harekâtımızda ihlâsı kazanmak için öncelikle o hareketimizi sırf emr-i ilâhi olduğu için yaparız. Başka ön şartları Allah’ın emrinin önüne koymayız. Yaptığımız hareketin ve amelin neticesinde ise Allah’ın rızâsını beklemek ve O’nu razı etmek niyeti ile yapacağız. Neticesinde ne dünyevî ve ne de uhrevî bir şart koşmayacağız.

Bu meselenin bir diğer ciheti de vazîfe-i ilâhiyeye karışmamaktır. Biz sadece ve sadece emr-i ilâhiye için a’mâl yaparız ve neticesinde ise Allah’ın rızâsını ararız. Allah o amelimizi ve hareketimizi kabul eder veya etmez, razı olur veya olmaz, cennete koyar veya koymaz noktalarını düşünmeden o a’mâli yapmak durumundayız. Çünkü bu noktaları düşünmek ve karışmak bir nev’i Rabbimizi tecrübe etmek olur. Bu hâl ubûdiyete uygun değildir. Çünkü biz kuluz Allah ise Rab’dır. Biz mahkûmuz Allah ise hâkimdir. Bizim, Rabbimizi imtihan eder duruma düşüp itham etmeye hakkımız yoktur.

Şu gelen noktalar da bu meselemize bakmaktadır: “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın Rubûbiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubûdiyete münâfidir. Madem hakîkat budur; insan kendi vazîfesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazîfesine karışmamalı. Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazîfeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.”( Lem’ala, S: 320)

İhlâs bir nev’î kalbin a’mâlidir. Allah’ın kullarından beklediği en önemli davranıştır. Allah insanın niyetine ve o niyeti kendi rızâsı için yapılıp yapılmadığına bakar. Allah’ın rızası ise ilâhi emirlerinin sadece emrettiği için yapılmasına bakar. Allah’ın emri için yapılan bir hareketin neticesini ise kul Allah’ın rızâsına bırakır. Emr-i ilâhi için yapılan fiilin neticesi rızâ-i haktır.

İhlâsı kazandıran hareketimizin bir diğer şartı da yapılan fiillerimizin Allah’ın vazîfesine bina etmeden yapmamızdır. Ya’ni vazîfe-i ilâhiyeye karışmamak. Esasında bizler kul olarak bu cümledeki noktalara tamamıyla uygun hareket edebilirsek kulluğumuzun en önemli vazîfesini yerine getiriyor oluyoruz.

Mesela, iblisin hayatında bu noktalardan müthiş bir kırılma ve isyan görüyoruz. Böylece kovulmuş ve lanetlenmiş bir konuma düşüyor İblis. Yüce Rabbimiz hikmeti gereği insandan beklediği neticeler var. Bu nedenle Hz.Adem (as)’i yaratıyor ve tâlim-i esmâ ile o neticelerin inkişâfını istiyor. Böylece Hz.Adem(as)’e bütün eşyânın ismini öğretiyor. Dahâ sonra ise meleklere ve İblise Âdem’e secde emrini veriyor. Meselenin teferruatı çok ancak konumuza bakan ciheti şöyledir.

İblis Yüce Allah’ın emri karşısında kendince maslahat ve üstünlük arıyor. Ben ateşten Âdem ise topraktan yaratıldı ben ondan üstünüm diyor. Bir nev’î tekebbür ve enâniyet ile bir secde gerekecekse o secde bana yapılmalı şeklinde hatalı bir duruş yapıyor. Ya’ni emr-i ilâhiyenin önüne şartlar koyuyor ve o şartlarında emr-i ilâhiyeden üstün olduğunu düşünüyor. İşte bu hareket onu lanetlenmekten ve kovulmaktan kurtaramıyor.

Kulluğun gereği emr-i ilâhiyenin yanında üstünlük ve maslahat aramadan teslim olmak ve inkîyad etmektir. Bu hareket ihlâsın ilk aşamasıdır. Çünkü ortada Allah’ın emri için yapılan bir hareket vardır. Neticesinde ise ön şart aranmaz ve aranmamalıdır. Bu hâl kulluğun gereği ve duruşudur. Neticede ise sadece yapılan a’mâlin kabul edilir umudu kula yetmelidir. Yoksa mutlaka kabul edilir ve edilmelidir şeklinde kesin bir beklenti ise vazîfe-i ilâhiyeye karışmak olur. Bu ise yine ihlâsı kazanmanın yolunu kapatabilir.

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

Asrımızı Nurlatan Zat

 

Allah onu, kötü devirde gönderdi,

Halkın imanını, kurtarmaktı derdi,

Necat bulmak isteyenlere el verdi,

Kurtulmak isteyenlere, gelin dedi.

 

Evet, Üstadıma bu asırda yok eş,

Çok kimseyi nurlattı, değil dört beş,

Nurlar yayıldı, ila ciheti şeş,

Nursuz kaldı ancak, okumayan serkeş.

 

Dünyayı gez, bulamazsın böylesini,

O çok zor şartlarda, yükseltti sesini,

Çünkü insanlık tutmuş, yolun tersini,

Tahkiki imanla bu zat, geçti hepsini.

 

Rabbin bir lütfu, fesadı ümmet vaktinde,

Günahlara Nurlar, iyi çekiyor perde,

Bunların faydalı, ǎlime de cahilede,

Çünkü bunlar, iyi geliyor her derde.

 

İnsan için iman, çok kıymetli haslet,

Ölüm her insan için, en büyük dert,

Orada sağlam iman, büyük servet,

Nurlar imanı takviye ediyor, evet.

 

Her ne kadar dini kitap, yazanlar çok,

Fakat bu zamanda onlara, gözler tok,

İnanmazsan onlardan, biraz kafana sok,

İmansız olana onların, faydası yok.

 

Mevlam! Sana ne kadar şükretsek azdır,

Çünkü hazinende faydalı, her şey vardır,

Rabim bu millete, Nurları Sen tanıttır,

Fitne devrinin, kâbusunu bizden kaldır.

 

Rabbim! Sana karşı şükrümüzü artır,

Mevlam! Bu vatanda dindarları çoğaltır,

Allahım! Kavi kalplileri de, Sen kandır,

O gafilleri, lütfunla Sen uyandır.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

 

Sohbetlerin Tarz Ve Çeşitleri

Risale-i Nur’un sohbeti hem ilimdir, hem marifettir, hem huzurdur, hem zikirdir. Sohbet-i Resulullah iksir-i manevîdir. Hayt-ı nuranîdir. Risale-i Nur’un yolu da sohbet yoludur.!

Sohbete inbisatın iki cephesi var: 1) Mütekellime 2) Muhataba bakar.

Mütekellime lazım olan fikirde derinliktir.

1) Bir nur talebesinin konuştuğu mesail (meseleler)  bütün fikriyatından massedilecek. Nur talebesinin fikriyatı deryalar kadar derin, semalar kadar engin olmak gerektir. Fikirde ufuk olacak.

Ehl-i hakikat zahirde mütevazıdir. Hakikatte ise…

İdrak ufku geniş olacak. Bu noktadan Âlim, hadiseler, vakalar daha ortaya çıkmadan meseleleri kavrayandır. Cahil ise ancak gözü ile görünce anlar.

Mevcudat ve mahlûkatın mahiyetine taalluk eden ilimler hakikat çarşısında muteber değil. Hızır (a.s) malumatı mülk alemiyle ilgili. Musa (a.s) daire-i imkân ile meşgul değil, daire-i vücub ile meşgul. Tenezzül etmiyor ki daire-i imkana baksın. Onun için bazı şeylerin hakikatini Hızır (a.s) bildiği halde, Musa (a.s) bilmiyor.

İdrakte ufkun hedefi lâhut âlemi olmalı. İnsanın büyüklüğünün sırrı buradadır.

2) Muhatap cephesiyle inbisat: Sohbete muhatap olan bütün şubelerini bu hakikatlere açmak. İdrak, şuur, hayal, fikir, sır, hafi (letaif-i aşere) hepsini hakikatlerle doldurmak. İnsanın hakikate karşı hazırlamalı, sergilemeli. Eğer hakikate teveccüh etmezse, hazır olmasa o adama peygamber dahi konuşsa anlamaz.

Gelin mehrini almadan evden çıkmaz, nazlanır. Hakikatte öyle, gelin gibi dikkatini vermezsen nazlanır. Onun için, zihni, kalbi vs. bütün manev şubeleri sohbete hazırlamak, dikkat, teveccüh, iç âlemin mamur olması çok önemli.

Her asırda kalp adamı yetişir, gönül adamı yetişir. Lakin yukarıdaki manalarda fikir adamı, idrak adamı zor yetişiyor. Ama hem idrak hem kalp bir araya geldi mi asfiya oluyor, meşreb-i arifin.

Bir insan kâmil olur. Fakat her kâmil mükemmil olamaz. Asıl mükemmil Cenab-ı Hak’tır. Mecazi olarak insanda olabilir. Başkalarının kemâlatını arttırıyor. Mesela Risale-i Nur mükemmil. Abdulkadir-i Geylani mükemmil. (tamamlayan) Tarikat imamları mükemmildir. Mükemmillik manasının zirvesi, Peygamber Efendimizdir. Bir anda kemalata erdiriyor. Mükemmillik manasını en üst derecede ahir zamanda gelecek Mehdi’dir.

Ruhta kemalin tezahürü şevktir, sürurdur, muhabbettir, şefkattir, hilimdir, ünsiyettir.

İnsanın iç iklimi mamur bir ülke olmalı. Risale-i Nur’dan aldığımız en büyük netice kendimize bakıyor. İç iklimimizdeki mamur sarayın 4 kapısı ve 4 sütunu vardır. O kapılardan birisi; ilimdir. İkincisi; hilmdir. Üçüncüsü; yakîndir. Dördüncüsü; gayrettir.

Gayret kapısını açmayan o saraya giremez. İbadete gayret, ilme gayret.

Sütunlardan birisi; sadakattir. Sadakat amud-u nurani gibi kayyumiyet manasını deruhte ediyor.

İkinci sütun; tevekküldür. Kaderden ne gelse sine-i sadrını açıyor. Rububiyetteki tasarrufa bilâ kaydüşşart (hiçbir sebep olmadan) teslimiyettir tevekkül. Sırr-ı kaderden gelen insana müteveccihen gelen musibet ve bela oklarına siper tahtası oluyor. Makam-ı tevekkül de nur = nar

Rıza orda karargâh oluyor. Musibet fırtınaları ruhunda çalkantı yapmıyor. Ruhtaki inşirah ve sürurun nokta-i kemali tevekkül makamına çıktıktan sonra başlar. Tevekkül sahibi olmayan birinin süruru vakalara bağlıdır. Gelir-gider. Fakat makam-ı tevekküldeki bir zatın süruru ebedidir. Şevkin esası makam-ı tevekküle dayanıyor.

Üçüncü sütun; ünstür (alışkanlık).

Dördüncü sütun; yakîndir.

RİYA

Bir müminin hayat-ı manevisinde en büyük afat riyadır. Bir nur talebesinde riya olsa o, makbuliyet ve kabuliyete çıkamıyor. Onun için riya nefsin ve şeytanın en son desisesidir. Riyanın gizli bir cephesi salahat kapısından giriliyor. Şeytan, dalaletten çekiyor. Zahiren salahat (Allahın emirlerine uymak)mertebelerine çıkarıyor ta ki, nefsine itimat etsin, ucba düşsün. İhlâsın zıddı, riyadır.

Hizmet rehberini sıksan ondan damlayacak tek bir damla ihlâstır. “Allah rızası” bu mana insanda rüsuh ilim ve fennin derinliğine dalmak) peyda edecek. Riyanın sebeplerinden birisi za’f-ı imandır. Evliyaların son imtihanı da rayiha-yı riya var mı, yok mu?

Hakikat âleminde bir mürşid-i kâmilin en mümeyyiz vasıflarından birisi riyadan tecerrüttür. Bir velayet kanadı var birde nübüvvet kanadı var. Velayet kanadında riya daha kolay girer. İlâ-yı kelimetullah ile tavzif olunan, hidayetin matiyesi (bineği)olan zatlar, yani nur talebelerinin hane-i hayallerine “in erciye alellah” hakikati tamamen yerleşirse, ona riya yaklaşmaz. Hizmetinde hasbiyet, ivazsızlık varsa riyadan kurtulur. Onun için nur talebesi hasbi olacak, ivazsız, garazsız konuşacak. Rıza-yı Bârî için. Hizmet dünyasının ayineleri pak olması zaruridir. Renkler girse, karıştırıyor.

Riyadan kendini kurtaran bir ehl-i hakikatin sözü gayet müessir olur. Bizim hizmetimizde kakuliyet ve makbuliyet çok önemlidir.

Cenab-ı Hakkın 4 deryası var.

1) Rahmet deryası

2) Nusret deryası

3) Kudret deryası

4) İrfan deryası

Hakikat ve hikmet bizden liyakat istiyor. Ümmet-i merhumenin kurtuluşu bizim liyakatimize bakıyor.

Risale-i Nur’da hizmet O’nun rızası. Onun rızası varsa okumak hizmettir, medreseye adam getirmek hizmettir vs. O’nun rızası yoksa her şey zevahirdir.

Risale-i Nur hizmetinin ruh-u manevisi kulluktur. Ubudiyet-i külliyedir. Şükür ve takdis ile birlikte geniş, ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyet UBUDİYET-İ KÜLLİYE.

( Hasenat-ı ebrar, seyyiatı mukarribîn gibidir rayiha-yı riya )

Demek ne kadar meratib-i külliye var. Nev-i beşerin meleklere rüçhaniyeti. (üstünlüğü) Rayiha-yı riyadan kaçınıyor. Onlar kâinatın manevi kayyumu, bereket direği. Cemiyet hayatını tutan nur talebeleri cemiyetin kayyumu nur talebeleridir. Ayrıca nur talebelerinin kayyumu da var.

Başta, her şeyini bu hizmete hasreden zatlar. İçtimai hayata atılan nur talebelerini manen takviye edenler. Risale-i Nur hizmetinde 2 ana kablo var. Ve her iki kabloda iki kablo var:

  1. Sırr-ı Velayet
  2. Abdulkadir-i Geylani(R.A)
  3. Şah-ı Velayet Hz. Ali (R.A)
  4. Sırr-ı Nübüvvet
  5. Mehdiyy-i Muntazır
  6. Resulullah (S.A.V)

Bütün bunların üstünde ULÛHİYETTİR.

Riyayı tardedecek (kovacak) en büyük kemalat tahkiki iman, Risale-i Nur’u çok okumaktır.

VEFA

Dostlar arasında hatt-ı muvasalayı temin eden bir derya-yı manevidir. Vefa, hasbi ve ivazsız bağını koparmayan bir dostluk ilişkisidir. Vefanın en mümeyyiz vasfı unutmamaktır. Zamanla dostluğunuz bozulsa da, seni tahkir de etse, unutmamaktır. (Şamlı Hafız Tevfik- Üstad) (Tevfik, Allah’ın azamet ve kibriyasına kasem ederim, bana cennetten bir davet vuku bulsa seni yanıma almadan gitmeyeceğim)

(Eşref Sencer- Arap Musa) “Benim bu dünyada bir tek efendim var”

“ Vefa, gayr-ı in’idama çekildi, tufan-ı gadr feverana başladı”    Muhakemat- s.87  !

Muamma-yı mecmua-yı uzama

Sinan Onur: “ Sen Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini tanıyor musun?

Benim dostlarım hep zanlarıyla bana baktılar. Ben içimde bir manayı terennüm ediyorum. Ona yaklaşamadılar. !!!

MANEVİYAT ÂLEMİNDE BEDİÜZZAMAN KİMDİR? MADDİYAT ÂLEMİNDE HİZMETİ NEDİR?

“ Bu asrımızda 1) Dava-yı Kur’an, 2) Sırr-ı Veraset-i Nübüvvet, 3)Tebliğ-i risalet-i Ahmediye, 4) Vazife-i hizmet-i imaniye Bediüzzaman’ındır”

Dava-yı Kur’aniyede bu asırda en son mimar-ı İslam; Bediüzzaman. İşte bu vazifelerden dolayı 1300 seneden beri beklenen insan; Bediüzzaman.

İRADE

1) İnsanda iradeyi yaşatan idealdir. Bir insandan ideali alırsanız o insan ölür. İdeal ne nispetle büyük ve ulvî ise irade o nispette sahip çıkıyor. En müessir irade sahabelerdedir. Çünkü idealleri dava-yı Resulullah.

İradenin müşevviği, tahrikçisi idealdir. Davaya sahip çıkmayan bir nur talebesine davanın kutsiyetini anlatacaksın idealindeki dava nedir? Nasıldır?

Semavîdir bu dava. Enbiyanın davasıdır. Bu dava meşrep-i sahabedir. Meslek-i enbiyadır.

Davası olmayan bir insan çözülmeye başlar. Tatmin ön plana geçer, sefahate düşer. Fakat bütün dünyevî lezzetlerin bir işba noktası vardır. Bu noktadan itibaren ülfet başlıyor. Bunalıma ve ya intihara düşüyor, meczup oluyor. Demek ki, insanı yaşatan ideallerdir.

Risale-i Nur’un kutsiyetini ne nispette anlasak irademiz o nispette hakikatleri tutacak. İdeal, iradeyi kamçılıyor. İradeyi yakan, ateşlendiren tahrik eden idealdir. İdeal; fikirde, idrakte, hayalde, kalpte ve ruhta ne nispette yerleşse irade o nispette kuvvet buluyor.

2) İrademizi müspet yöne çevirmek için ikinci bir mürebbi, ittikadır. Günahlardan kaçınma ve sürekli ibadet iradeyi kılıç gibi keskinleştiriyor. Onun için insan ibadete kendini zorlayacak. Nefsin desisesini kırmak lazımdır. Salahatin irade üzerinde çok hâkim fonksiyonu vardır.

3) İradeye tesir eden diğer bir amil de telkin ve tekrardır. Telkin, tekid, nasihat iradeyi şekillendiriyor. Telkin inkişaf ede ede meleke haline geliyor. Risale-i Nur’un çok tekrarı da bir nevi telkindir.

4) İradeye tesir eden saiklerden (dürtücü şeylerden) biri de tahteşşuurdur. İnsanın şuuraltı dünyasını depolaması iradeye çok kuvvetli bir yardım tesis eder. Şuuraltını Risale-i Nur’la doldurmak.

5) İradeye tesir eden diğer bir saik tecerrüttür. Afakî bağları azaltmak itikaf ve kamplar bu manada.

6) Azim, cehd ve gayret de çok önemlidir.

7) Çevre, muhit çok mühim, iradeyi felç eden sefahat, taife-i nisadır. İdrakte gabavet meydana getiriyor. İdrak kararınca irade tercih edemez hale geliyor. Onun için çevre çok mühimdir.

8) Çevre ile müteallik olarak meşgul olunan iş, meslek de mühim.

15–30 yaş arasında irade üzerindeki en menfi tesir taife-i nisadan geliyor.

Konsantre olmak çok mühimdir. Tam teveccüh. Akıl, ruh, kalp, hissiyat hepsi Risale-i Nur’la meşgul oldu mu konsantre oluyor.

Evvel, Ahir, Zahir, Batın bu dört isim Allah’ın El-Muhit ismini meydana getiriyor.

Bütün peygamberlerin nasihatlerinin özeti “kendine bir ayine ara” GÖNÜL DOSTU

Lillah için muhabbetle sen ve ben yoktur. Birbirinde erimek vardır.

“Ben, ben dedimse o sensin yine ben, bana benlik yine senden” Ahmet Feyzi

Makam-ı rıza-ya erişen emr-i İlahi’de eriyor.

Şems, sırr-ı velayet cihetiyle sır âleminde bir sultan, Bediüzzaman sırr-ı risalet cihetiyle sır âleminde bir sultan.

Bu asırda   hakikat âleminde en son imam

Nurlar âleminde en son imam

                   Sırlar âleminde en son imam

                   Sadakat âleminde en son imam

                   İhlâs âleminde en son imam

                   Himmet âleminde en son imam

                   Fedakârlık âleminde en son imam

                   Metanet âleminde en son imam

                   Vefa âleminde en son imam

                   Uhuvvet âleminde en son imam

                   Tevekkül âleminde en son imam

                   Mahviyet âleminde en son imam

Muamma-yı Esrar-ı Ahfa, Muamma-yı Mecma-yı Ahfa

Kuvvetli zayıfla beraber yürüyendir.

Gencin Şeyhe söylediği; “ bir çorbanı içmek için 124 bin peygamberi şefaatçi mi etmek lazım”

Mevlana; “Bizim sohbetimize iştirak edenlerin his ve halet-i ruhiyelerine öyle riayet ederim ki; onlara şiir bile söylerim. Hâlbuki şiir benim neyime!”

Hüsn-ü kabul, teveccüh-ü nas, hüsn-ü tesir tebliğe lazım değil, dahil de değil.

Tebliğin iki cephesi var. 1) Maddi ve şekli, 2) Manevi cephe

Tebliğde iki isim tecelli ediyor. 1) Hadi, 2) Mudil

Hidayet ancak Allah’a mahsus peygamberlere bile vermemiş.

Mühim bir mesel-i içtimaiye-i Nuriye!

Nasıl ki çok yiyen bir insana uyku çöker. Risale-i Nur’u okusak da tam anlayamayız. Kendi dersimize çalışsak yine anlamayız. Aynen öyle de bir de içtimai rehavet var. Bu rehavetin menbaı meyl-i rahattır. Örf, gelenek, alışkanlık, moda vs. içtimai rehaveti arttırıyor. İşte kendini dava-yı Kur’aniye ye adamış bir nur talebesinin en büyük düşmanı budur.

Bir hizmet biriminde hayat-ı içtimaiyyeye giren bir nur talebesinin en büyük düşmanı meyl-i rahattır. Meyl-i rahat bataklık zemin gibidir. Kımıldadıkça batarsın. Meyl-i rahatın bir cephesi sıla-i rahme dayanıyor. Annen, baban, kardeşin… İçtimai rehavet insandaki ruh-u manevi olan dava ruhunu öldürüyor. İçtimai rehavetin en korkuncu siyasete müteveccih.

ÇARE

İçtimai rehaveti dağıtacak sadık nur talebeleridir. 1) Sırr-ı ihlâs, 2) Sırr-ı uhuvvet, 3) Sadakat

Bu üç sıfata sahip olanlar sadık nur talebeleridir. Bu içtimai rehaveti dağıtacak şifreler var. Bunlar 5 tanedir. Bu 5 nokta nur talebelerinin hizmetteki vasfını belirliyor.

1) Nur talebesi mukiz olacak. Etrafını ikaz edecek. Fakat ikaz çok dardır. Fakat bu ikinci bir noktaya muhtaçtır. Nasıl ikaz edecek?

2) Muzih (izah eden) olacak. İzahta ikaz vardır. Aynı yaşta nur talebesi birbirini ikaz etmemeli, gücenir.

3) Nur talebesi müşevvik olacak. Çamura batan arabayı itmek gibi. Ha babam! Bu mim dahi bir mime muhtaç: 1. 2. Mükemmil.

Her mizac ikazı kaldırmaz. Hatta izahı da kaldırmaz. Onun için ikinci mimi kullanacağız

Bir insanın manevi terbiyesinin iki cephesi var. 1) İkaz, 2) Teşvik

Teşvik bir nur talebesini kâmil yapıyor. Mukize muhatap olan bir nur talebesi Himalayalar gibidir.( Zübeyir Ağabey )  Teşvikten mükemmellik doğuyor.

4) Müşfik olmak. Şefkat, rıfk ile muamele etmek. Risale-i Nur hizmeti asabiyet ve tahakküm kaldırmıyor. Bizim bağımız himmet bağıdır. Hamiyet bağıdır. Cemaat içinde uhuvvet ve tesanütü sağlayan müşfik olmaktır. Bu dahi ikinci bir mime muhtaç. Müşfik olmak münsif olmayı dahi gerektiriyor. Bu ikisi de birbirini tamamlıyor.

Hata ve kusuru örtmekte gece gibi ol. Kusur ya şahsîdir, ya da hizmete taalluk eder. Şahsî kusurlar affedilmeli.

5) Müdavim olmak. İfratkârane müdavemet hizmeti pekiştiriyor. Buda bir mime muhtaç. Mukavim olmalıdır. Kâinat dahi yıkılsa o sarsılmıyor. Mukavim olmak müdavim olmaya bağlı. İçtimai rehaveti kesen faktörlerden biri müdavemettir.

6) Müzaherettir. Bu mim de bir mime muhtaç. Muin olmak. Bu iki mana meşreben hıllet manasını temin ediyor. Muin ve müzahir olmanın sıfatları: 1) En yakın dost; akrabadan daha yakın. Babadan, anadan…2) En fedakâr arkadaş. Ey ehl-i hamiyet kulağın çınlasın. 3) En güzel takdir edici yoldaş. 4) En civanmert kardeş olmak iktiza eder.

İşte bu mimler içtimai rehaveti dağıtır. Şu mimler nur talebesinin amelde, ahlakta ve aksiyonda çerçevesini çiziyor.

Toplayıp nakleden: Abdülkadir Haktanır