Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Her İnsanın Hayatı İçin Altın Prensipler

* Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmazlar. Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-i imaniyenin her şeyin fevkinde olduğunu kabul ederler ve bu zamanda her şeyden ziyade onlara ihtiyaç olduğuna inanırlar. Bu nedenle “Dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakaik-i imaniyeye olan ihtiyaçlarını susturmuyor” bilirler.

* Hizmette nefsi öne sürer, ücrette unuturlar. İbadet, tefekkür zamanlarda nefse iş vermek ve onu unutmamayı, hizmetlerden sonra ise nefsi unutmayı unutmazlar. Hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında nefse iş verirler. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulmasının kemal olduğunu bilirler.

*Sarsılmaz metanet sahibidirler. Kendilerinin “Böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalıştıklarını” bilirler. Bu nedenle “Elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir” diye metanetle davranırlar.

* Sadâkat, sebat ve sıkı irtibat içinde olurlar. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle gayet kudsi, ehemmiyetli ve kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette iş bölümü tarzında çalışırlar. Fevkalâde sadâkat ve sebat ve mürfitâne irtibat ve ihlâsta terakki etmeye çalışırlar.

* Sadakatle sabır gösterirler. Hizmetlerini bir imtihan vesilesi görürler. Musibetlerden sarsılmazlar. “Vazifelerimizde bütün âlem-i İslamı alâkadar edecek bir keyfiyet ve kıymet vardır “ derler ve sabır gösterirler.

* Manevi fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olurlar. Çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunurlar. Çünkü manevi fırtınalar olduğunu ve devam ettiğini bilirler. Bazı dessaslara karşı dikkatli ve müteyakkız davranırlar.
* İman hizmetkârlığını gizlemezler. Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennemin de lüzumsuz olmadığını; ihfânın riyadan olduğunu bilirler. Hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz yere setretmezler. Setretmenin çirkin bir davranış olduğuna inanırlar.

* Mümkün oldukça namahreme bakmazlar. “”Haram-ı nazar, nisyan verir.” Hakikatine göre hareket ederler ve “Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme.” tavsiyesine azami derecede hassas davranırlar. Harama nazarın unutkanlık hastalığını tezayüt ettirdiğini bilirler.

*İmana hizmetlerini hiç bir şeye alet etmezler. Çünkü Nurda öyle bir hakikat bulmuşlardır ki; hiçbir şeye alet olmaz, hiç bir garaz ve maksat içine giremez, hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermez, hiçbir düşman ona bahane bulup çürütemez bilirler ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışırlar.

* Şer’i meşvereti esas tutarlar. Meşveret-i şer’iye ile reylerini teşettütten muhafaza ederler. Devamlı kardeşleri ile meşverete muhtaç olduklarını bilirler. Meşveretle ne lazımsa yapılacağını bilir ve ihtiyatla, telâşsız, velvele vermeden çalışırlar.

* Başkalarının da imanını kurtarmayı vazife bilirler. Vazifelerinin yalnız kendi imanlarını kurtarmak olmadığını bilip; belki başkalarının da imanını muhafaza etmeye mükellef olduklarını bilirler. Onun da hizmete ciddi devam ile olacağına inanırlar.

* Namaz tesbihatını terk etmemeye çalışırlar. “Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür.” bilirler ve tesbihatı  terk etmezler.

* Risale-i Nur derslerini terk etmezler. Bahar, yaz meşgaleleri ve gecelerin kısa olması bir derece neşeli kış derslerine benzemediği için fütur gelebilir. Dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için yalnız kendi nefislerine dinletilse yeteceğini bilirler ve terk etmezler. Hem o dersleri dinleyenlerin yalnız insanlar olmadığını bilirler.

* Başka mesleklere düşmanlık değil, kendi mesleğine muhabbet ederler.”Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye haklarının olduğunu; fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir ” demeye haklarının olmadığını bilirler. İnsafsız nazarlarını ve düşkün fikirlerini hakem yapmazlar.

* Fiilleri sözlerini tasdik eder. Ne söylediyseler yaşamaya ve ne yaşadılarsa söylemeye çalışırlar. Çünkü,” Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” hakikatine sadâkatle inanırlar.

* Kemiyete değil, keyfiyete bakarlar. “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir.” sırrına muttalidirler. Hem,” Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan birtek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.” diye inanırlar.

* Şahsa değil şahs-ı meneviyeye dayanır ve ehemmiyet verirler. “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir. Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiği”  hakikatlerine inanırlar.

* Sünnete azami derecede dikkat ederek yaşarlar. “Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” prensiplerine bağlıdırlar.

* Güzel görüp güzel düşünürler. Çünkü” Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” hayatlarında pozitif bir davranıştır.

*Müsbet hareket ederler. Çünkü “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” derler ve sabrederler.

Dipnot:
Risale-i Nur Külliyatı ve Hizmet Rehberinden yararlanan Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Nasıl Hulusi Ağabey Üstadın Birinci Talebesi Olmuş

Ahmed Özer, Kırklar serisinin birinci kitabı olarak, Üstad Hazretleri’nin en birinci talebesi Hacı Hulûsi Efendi hakkında “Nurların Birinci Talebesi Hulûsi Yahyagil” isimli yeni bir çalışma yapmış. Bu çalışma daha öncekinin üzerine pek çok ilaveler yapılarak ortaya konulmuş.

Bilhassa 173. sayfadan 417. sayfaya kadar devam eden Üçüncü Bölüm “Huzur Sohbetleri” yepyeni ve çoğumuzun hiç bilmediği mevzularla dolu…

Hulûsi Ağabeyimiz’in, oğlu Necmeddin Yahyagil şöyle anlatıyor: “Meşakkatlı bir hayat geçirmesine rağmen 13 yaşında başladığı namazı, ömrünün sonuna kadar bir defa olsun terk etmemiş. Bir çok muharebeye katılmış. Çanakkale Harbi’nde emrine verilen 89 kişilik bölüğüyle başarılar kazanmış. Rus cephesinde çarpışmış. Bakü’de  bulunmuş. O yokluk günlerinde, çetin kış şartlarında hem düşmana karşı savaşmışlar hem de oruç tutmuşlar. Anlatırdı; günlük ‘altı zeytinlik’ kumanyaları varmış. Bunlardan üç tanesini sahurda, üç tanesini de iftar açarken yerlermiş.

Sakarya, Çanakkale ve Rus harplerinden madalya ve beratlar kazanmıştı. İzmir’in kurtuluşunda şehre ilk giren bölüklerden birinin başında olduğunu söylerdi. ‘Padişahım çok yaşa !’ diye bağırarak şehre girdik, derdi. Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Korkusuz, pervasız biriydi. Subaylar ondan çok korkarlar, erler ise kendisini çok severlerdi. Komutan olduğu yerlerde, askere okunacak hutbeyi kendisi yazar verirdi. (…) Zekâsı çok kuvvetliydi. Dünya malına kıymet vermezdi. Dünya ile maddî bir bağlantısı yoktu. Hayatında bir tek hediye kabul etmemişti. Dünyada hiçbir şey almadığı gibi, ben küçukken dedemden kalan evi de sattı. Öldüğünde üzerlerindekilerden başka bir eşyası, malı yoktu. Maddî hiçbir miras bırakmadı bize. İşi gücü ibadetti. Uyku nedir bilmezdi…

Emekli olduktan sonra Elazığ’a geldiğinde evde aynı odada kaldık. Gece yarıları uyanışımda, onu ya namaz kılarken veya Risale yazarken bulurdum. Delâil-i Hayrat ve Kur’an-ı Kerim’den başka kitap yoktu. Abdestsiz gezmezdi katiyen… (…) Babam ve arkadaşları içeride Risale yazarken Oğlu diyor kapıda bekçilik yapardım. Dinin baskı altında tutulduğu günlerdi o günler. Bana ‘Sen bu hizmetin kapıcısısın’ derdi. O beni sevindirmeye yeterdi. Öldükten sonra dükkanıma geldi. Geldiğini başkasına söyledikten sonra gelmez oldu.”

Hacı Hulûsî Ağabeyimiz diyor ki: “Bir gün rüyamda alay komutanına tekmil verecektim. Baktım ki, Üstad alay komutanının makamında oturuyor. Bana dedi ki: ‘Her gün seninle iki defa görüşeceğim.’ Bu rüyanin tevilini Üstad’a sorduğumda buyurdular ki: ‘ Ona dedim her gün sabahları seni, yanımda hazır edeceğim, akşamları da ben senin derslerine geleceğim.’ Bundan dolayıdır ki, zaman zaman akşam derslerinde uyanık olmamızı, aramızda hürmet gösterilmesi icap eden birinin varlığını söylemişimdir ki, işte o zât, Üstad’dir. Her akşam dersimizi teşrif eder. (…) Birinci Söz’deki ‘temsil’de seyahat eden mutevâzi zât, tamamen Üstad’ımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları nasıl ‘Bismillah’ tesiriyle, yeraltında sert taşı toprağı delip geçiyorsa, aynen onun gibi ‘Bismillah’ ile mevki-i intişara konulan ‘Sözler’ de hârika bir tarzda arza yayılıyor. (…) Yirmibeşinci Lem’a: Maddî ve mânevî bütün hastalıklara mükemmel devâdır. (…) İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu (Hastalar) Lemâsı’nda gizli işaretler bulunduğuna hükmeyledim. Basîretli ve nurlu arkadaşların, daha gizli hakikatler çıkardıklarını ümit ediyorum.”

Zahirde Hulusi Yahyagil ağabey Üstad’la 2-3 fefa görüşmüş ama birinci talebesi olmuş

Çiçek bahçesinden sizlere bir buket sunmaya çalışan: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Nur Talebelerinin Vasıfları

-İhlâs kaideleriyle hareket ederler. Çünkü “vasıta-i halâs ve vesile-i necatın ancak ihlâs ile olacağını bilirler.”

-İktisadı esas tutarlar. Çünkü “kanaat eden iktisat eder, iktisat eden bereket bulur” hakikatine uyarlar.

-Tamah göstermezler. “Hırs ve tamah yerine “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.”( Zâriyât Sûresi, 51:58.) âyet-i celilesi delâletiyle Kur’ân’a, kütüb-ü İlâhiyeye imanları tamdır.”Ayrıca;” Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.” hakikatini de bilirler.

-Riyadan sakınırlar. Çünkü riyanın bir tasannu, gösteriş, hayrı şer edeceğini ve gizli şirk olduğunu bilirler.

-Tasannua girmezler. Çünkü “Dalkavukluk ve tasannunun, alçakça bir yalancılık.” olduğunu bilirler.

-İnsanların hürmet ve ikramlarını arzu etmezler. Çünkü bu zamanda verilen hürmet ve ikramların çok pahalı olduğunu bilirler. Hem Üstadlarının;” Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz.” dersini bilirler ve tatbik ederler.

-Şan şöhret peşinde koşmazlar. “Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıt ve münafi” olduğunu bilirler. Üstadları gibi,”Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz “derler.

-Enaniyeti büyük tehlikelerden biri olarak bilirler. Çünkü bu asrın enaniyet asrı olduğunu bilirler ve ondan yılandan, akrepten kaçar gibi kaçarlar.

-Tevazu ve mahviyet sahibidirler. Meslekleri gereği ehl-i imana karşı tevazu ve mahviyet gösterirler. Ancak;” Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur.” şecaatine de azami olarak dikkat ederler.

-Dine hizmet ettim diye gururlanmazlar. Çünkü “Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.” Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder.” (Buhari, Cihad: 182,) hadisindeki emri bilir ve gurura girmekten korkarlar.

-Tezellüle girmeden hizmet ederler. “Kur’ân’ın tilmizi ise, mütevazi, heyyin, yani âsan ve leyyin, yani yumuşaktır. Fakat, Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez.” Ve “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir.” prensiplerine sadakatle bağlıdır.

-Uhuvvetkârâne tesanüd eder ve kardeşlerini tenkit etmezler. Üstadın “Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var.” düsturuna uyarlar

-Tesanüdü en önemli bağ bilir ve muhafaza etmeye çalışırlar. Ancak;” “Lâkin ittihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizâc-ı efkâr, mârifetin şua-ı elektrikiyle olur.” düsturu ile cehaletin kalkmasına ve ittihadın sağlanmasına azami gayret ederler.

Birbirlerine ihlâsla muhabbet beslerler. İhlâsı kazanmanın çok mühim olduğunu ve bir zerre ihlâslı amelin batmanlarla halis olmayana tercih edileceğini bilirler. İhlâsı kazanmak için sadece Allah rızası için çalışılacağını ve emr-i İlâhi ile hareket edip neticesinin ise rıza-i Hak olduğuna inanırlar.

* İman hizmetinde korku duygusu taşımazlar. Üstadın” Hem gizli düşmanlar bu zayıf damarımızdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tamah ve şan ve şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü insanın en zayıf damarı olan “korku” cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.”sözlerini kendilerine rehber ederler.

* İnsanî zaafların iman hizmetine mani olmasına fırsat vermezler. Bu cihetle hastalık damarından gelen zaruretten, derd-i maişet cihetinden gelen gerekçelerden, şanüşeref noktasından asırlara nam salma hastalığından ve manevi makamlara sahip olma arzularından ve zaaflarından imana hizmet için kaçınırlar.

* Risale-i Nur’a perde olmaktan azami olarak kaçınırlar. Risale-i Nurların Kur’an’ın malı olduğunu, kendilerinin sadece o Nurun kusurlu bir hadimi ve dellâlı olduklarını bilirler.

* Kendi nefsini ittiham edip, kardeşlerine taraftar olurlar. Hakperestlik ve insaf düsturuna riayet ederek, hak muhalifin elinde de olsa ona taraftar olurlar ve kendi haklı da çıksa ondan hoşlanmaz ve sevinmezler. Hakkın hatırı için nefsin hatırını kırarlar.

* Kendileri haklı da olsa, kardeşlerini tenkit etmezler. İnsanın hatadan halî olamayacağını, tevbe kapısının açık olduğunu, nefis ve şeytanın onları kardeşlerine karşı itiraza haklı da olsa sevk etmesine fırsat vermezler. Böyle bir durumda,” Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz.” derler ve nefislerini sustururlar.

* Birbirine gücenmez ve küsmezler. Hem birbirlerine gücenme, küsme ve tenkit etmekten ehli nifakın istifade edeceğini bilirler ve büyük zarar olacağı için bu cihetten zaaf göstermezler.

* Birbirine tarafgirane bakarlar. Aralarındaki hakiki ve uhrevî kardeşliği, gücenme ve tarafgirliğin kaldırmayacağını bilirler. Kardeşleri için ruhlarını feda edebilecek bir imana sahiptirler.

* Birbirinin kusuruna bakmazlar ve affedici davranırlar. Risale-i Nurun hatırı için aralarındaki tefâni sırrı, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile hareket ederler.

* Birbirinin kusurunu örtmeye çalışırlar. Kendilerindeki ihlâs ve sadakat ve metanetin şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebep olduğunu ve Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvetin büyük bir hasene olduğunu bilirler.

* Kendi kusurunu görmeye çalışırlar. Bu zamanda tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyetin ehl-i hakikate lazım ve elzem olduğunu bilirler ve daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektiği gerçeğine göre hareket ederler.

* Birbirine su-i zan etmezler. Gözleri ile görseler dahi kardeşleri aleyhinde su-i zan yapmazlar ve perdeyi yırtmazlar. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ederler.

* Birbiriyle münakaşa etmezler. Münakaşadan casus kulakların istifade edeceğini bilirler. Üstadlarının “Sakın sakın münakaşa etmeyiniz” tavsiyesine ve “Haklı olsa, haksız olsa, münakaşa eden haksızdır” prensibine uyarlar.

* Birbirine güvenir ve yardım ederler. Çünkü , avam olan ehl-i imana, dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir şahs-ı manevi olarak kuvve-i maneviye olurlar.

* Birbirlerine minnettarlık duyma yerine, dua ve tebrik ederler. Nimetin kendilerine ulaşmasında iktiran sırrını bilirler ve en evvel ben muhtaçtım onun için önce bana ihsan edildi derler ve minnettarlık yerinde birbirlerini tebrik ve dud ederler.

* Cemaat içinde şahsi cesaretini kullanmazlar. Mesleklerinde ihlâs-ı tammeden sonra en büyük esasın sebat ve metanet olduğunu bilirler. Bu nedenle Risale-i Nur dairesine girenler, şahsi cesaretlerini kullanmazlar. Şahsi cesaretin cam parçası hükmünde değersiz olduğunu anlarlar ve buna bedel hakikatperestlik sıddıkıyetindeki fedakârlık elmasına çevirmeye çalışırlar.
* Birbirini enaniyet ve sadakatsizlikle ittiham etmezer. Nefs-i emarenin kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasından kendilerini aldatmasına fırsat vermezler. Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelenmezler. Maddi ve manevi makamlara talip olmazlar.

* Birbirine tesellici ve numune-i imtisal olurlar. Hastalıkta, musibette, maddi ve manevi sıkıntılarda tesellici olurlar. Başa ne gelirse gelsin hoş görmeye çalışırlar ve sabrederler. Birbirlerini şefkatli bir kardeş ve ders müzakeresinde zeki bir muhatap kabul ederler. Güzel seciyelerde birbirlerine in’ikas eden bir ayine olmaya çalışırlar.

* Birbirinin kuvve-i maneviyesini takviye ederler. Bu zamanda en elzem işin, telaş etmemek ve meyus olmamak ve birbirinin kuvve-i maneviyesini takviye etmek olduğunu bilirler ve korkutmadan tevekkülle musibetleri karşılamaya çalışırlar.

* Risale-i Nurlara sadakat, sebat ve metanetle bağlanırlar. Çünkü bu sadakat, sebat ve metanetin kendilerine çok büyük kâr ve kazanç sağlayacağını bilirler. Bu büyük kâr ve kazancın çok kıymetli bir fiyat olduğunu bilir ve bu fiyata mukabil Üstadlarının kendilerinden tam ve halis bir sadâkat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat istediğini de bilirler.

*İhlâsla hizmetin neticelerine kanaat gösterirler. Mesleklerinin kanaat, daima şükür ve metanet ve sebat olduğunu inanırlar; ihlâs dairesinde hizmetlerinin neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellef olduklarını bilirler.

* Vazife güzarlığa kalkmaz; tembelliğe düşmezler. Ehl-i dalaletin kendilerindeki tembellik, tenperverlik ve vazifedarlık damarlarından istifade edeceğini bilirler. İşimize sekte vurmak ve hizmetimize fütur vermek için çalışanların desiselerine karşı vazifelerinin kudsiye, hizmetlerinin uviye, bir saatlerinin bir gün ibadet yerine geçecek kıymette olduğunu bilirler ve bunu kaçırmamaya çalışırlar.

* Keramet ve keşfiyat aramazlar. Â’mal-i uhreviye ile dünyevî maksatların aranmayacağını, zevkler ve keşfiyatların aranmasının ihlâsı bozacağını bilirler. Dünyada muvakkat zevkler ve kerametlerin tam nefsini öldürmeyen insanlara bir maksat olacağını ve uhrevi ameline bir maksat teşkil edip böylece ihlâsın kırılacağını bilirler.

* İman hizmetini her şeyin üstünde tutarlar. Hatta kendilerine hizmet-i imaniyede kutbiyet de verilse sırr-ı ihlâs için hizmetkârlığı tercih ederler. Sadece Allah rızası için halisen, muhlisen çalışırlar,”Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.

* Dünyanın ücret yeri değil, hizmet yeri olduğunu bilirler. Â’mal-i salihanın ücretinin ve nurlarının berzahta ve ahirette olduğunu bilirler. Bu dünya için onları istemezler ve ihlâsı kırmazlar. O meyvelerin istenilmeyeceğini, onlara niyet edilmeyeceğini; istenilmeden verilse teşvik için verildiğini düşünürler ve şükrederler.

* Dünya rahatına ehemmiyet vermez ve onu istemezler. Mecazi nefs-i emmare ve kör hissiyatın hizmetten kaçarak rahata düşkün olduğunu bilirler. Ancak nefse, hizmet vaktinde iş vererek dünya rahatında ona iş vermezler. Üstad ve ağabeylerinin hem malını, hem istirahatını, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetine feda ettiğini okurlar. Böylece Üstadları gibi,”Sen ey nefsim, neden fedakârlıkta en geride kalmak istersin?” derler.

* Diğer dindarlarla münakaşaya girmezler. Çünkü Üstadın“Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davranınız.” tavsiyesine uyarlar. Dindarlarla yapılan münakaşalardan ehl-i ilhadın istifade edeceğini ve bize büyük zarar vereceğini bilirler.

* Sair âlimlerin eserlerine karşı tavır almazlar. Bu tür iddialara karşı Üstadın,”Hâşâ,yüz defa hâşâ! Risale-i Nur ve şakirtlerinin bir üstadı olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.” düsturuna uyarak bununla mukabele ederler.

*Vazifelerinin hizmet; neticenin ise Allah’a ait olduğunu bilirler. Kendi vazifelerini yapıp, Cenaba-ı Hakkın vazifesine karışmazlar. İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir derler ve kendilerine ait olmayan vazifeye harekâtlarını bina etmezler, Hâlık’larına karşı tecrübe vaziyeti almazlar.

*Dine hizmette nefislerine hisse vermezler. Bu manada “İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat’î ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin ve muhtaç müteredditlere kanaat-i kat’iye gelsin.” dersini bilirler ve imtisal ederler.

* Kusur ve rekabete karşı saffet ve ihlâsı kullanırlar. “İnsan kusursuz ve rakipsiz olmaz” olduğunu bilirler. Her müşkülâta galebe ederek, bu ehemmiyetli ve dehşetli zamanda metanetle galebe ederler. Saffet ve ihlâslarını bozmazlar ve hizmetlerine fütur getirmezler.

*Risale-i Nur’a hizmeti en birinci vazife bilirler. İman hakikatlerine hizmeti bu zamanda en birinci hizmet, sair şeyleri ikinci, üçüncü, dördüncü derecede bilirler. Risale-i Nurlarla hakaik-i imaniyeye hizmet etmeyi en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksut-u bizzat kabul ederler.

* Hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır gösterirler. Çünkü bu ağır şartlar altında her bir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve iman hizmetindeki mücahede-i maneviye hasiyetiyle yüz saat kadar kıymettar kabul ederler ve meşakkatli sıkıntılara sabır ve tahammül gösterirler.

* Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmazlar. Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-i imaniyenin her şeyin fevkinde olduğunu kabul ederler ve bu zamanda her şeyden ziyade onlara ihtiyaç olduğuna inanırlar. Bu nedenle “Dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakaik-i imaniyeye olan ihtiyaçlarını susturmuyor” bilirler.

* Hizmette nefsi öne sürer, ücrette unuturlar. İbadet, tefekkür zamanlarda nefse iş vermek ve onu unutmamayı, hizmetlerden sonra ise nefsi unutmayı unutmazlar. Hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında nefse iş verirler. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulmasının kemal olduğunu bilirler.

*Sarsılmaz metanet sahibidirler. Kendilerinin “Böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalıştıklarını” bilirler. Bu nedenle “Elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir” diye metanetle davranırlar.

* Sadâkat, sebat ve sıkı irtibat içinde olurlar. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle gayet kudsi, ehemmiyetli ve kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette iş bölümü tarzında çalışırlar. Fevkalâde sadâkat ve sebat ve mürfitâne irtibat ve ihlâsta terakki etmeye çalışırlar.

* Sadakatle sabır gösterirler. Hizmetlerini bir imtihan vesilesi görürler. Musibetlerden sarsılmazlar. “Vazifelerimizde bütün âlem-i İslamı alâkadar edecek bir keyfiyet ve kıymet vardır “ derler ve sabır gösterirler.

* Manevi fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olurlar. Çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunurlar. Çünkü manevi fırtınalar olduğunu ve devam ettiğini bilirler. Bazı dessaslara karşı dikkatli ve müteyakkız davranırlar.

* İman hizmetkârlığını gizlemezler. Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennemin de lüzumsuz olmadığını; ihfânın riyadan olduğunu bilirler. Hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz yere setretmezler. Setretmenin çirkin bir davranış olduğuna inanırlar.

* Mümkün oldukça namahreme bakmazlar. “”Haram-ı nazar, nisyan verir.” Hakikatine göre hareket ederler ve “Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme.” tavsiyesine azami derecede hassas davranırlar. Harama nazarın unutkanlık hastalığını tezayüt ettirdiğini bilirler.

*İmana hizmetlerini hiç bir şeye alet etmezler. Çünkü Nurda öyle bir hakikat bulmuşlardır ki; hiçbir şeye alet olmaz, hiç bir garaz ve maksat içine giremez, hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermez, hiçbir düşman ona bahane bulup çürütemez bilirler ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışırlar.

* Şer’i meşvereti esas tutarlar. Meşveret-i şer’iye ile reylerini teşettütten muhafaza ederler. Devamlı kardeşleri ile meşverete muhtaç olduklarını bilirler. Meşveretle ne lazımsa yapılacağını bilir ve ihtiyatla, telâşsız, velvele vermeden çalışırlar.

* Başkalarının da imanını kurtarmayı vazife bilirler. Vazifelerinin yalnız kendi imanlarını kurtarmak olmadığını bilip; belki başkalarının da imanını muhafaza etmeye mükellef olduklarını bilirler. Onun da hizmete ciddi devam ile olacağına inanırlar.

* Namaz tesbihatını terk etmemeye çalışırlar. “Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür.” bilirler ve tesbihatı terk etmezler.

* Risale-i Nur derslerini terk etmezler. Bahar, yaz meşgaleleri ve gecelerin kısa olması bir derece neşeli kış derslerine benzemediği için fütur gelebilir. Dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için yalnız kendi nefislerine dinletilse yeteceğini bilirler ve terk etmezler. Hem o dersleri dinleyenlerin yalnız insanlar olmadığını bilirler.

* Başka mesleklere düşmanlık değil, kendi mesleğine muhabbet ederler.”Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye haklarının olduğunu; fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir ” demeye haklarının olmadığını bilirler. İnsafsız nazarlarını ve düşkün fikirlerini hakem yapmazlar.

* Fiilleri sözlerini tasdik eder. Ne söylediyseler yaşamaya ve ne yaşadılarsa söylemeye çalışırlar. Çünkü,” Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” hakikatine sadâkatle inanırlar.

* Kemiyete değil, keyfiyete bakarlar. “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir.” sırrına muttalidirler. Hem,” Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan birtek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.” diye inanırlar.

* Şahsa değil şahs-ı meneviyeye dayanır ve ehemmiyet verirler. “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Şahıs ne kadar daharika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir. Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiği” hakikatlerine inanırlar.

* Sünnete azami derecede dikkat ederek yaşarlar. “Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” prensiplerine bağlıdırlar.

* Güzel görüp güzel düşünürler. Çünkü” Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” hayatlarında pozitif bir davranıştır.

*Müsbet hareket ederler. Çünkü “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” derler ve sabrederler.

Dipnot:
1.Risale-i Nur Külliyatı
2.Hizmet Rehberinden yararlanılmıştır.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kul Ne Demektir?

Acaba şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz? Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendi­lerimiz, başka mâbudlarımız yok mu? Acaba şu anda tüm hayatı­mızda sadece Allah’ı mı dinliyoruz? Acaba hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümle­rinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz? Bu ko­nuda sıhhatli bir karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir. İbâdet, itaat demektir. İtaat etmek de Allahın emir ve arzularını ye­rine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz etmeksizin onun is­teklerine boyun bükmek demektir. Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başla­yınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:

“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını ken­dine kul ettiğinden ötürüdür” dedi.” (Şuarâ 22)

Evet âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edin­mişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gel­mektedir. Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur: “Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bu­lunduğunu size haber vereyim mi” de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğutlara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)

Dikkat ediyor musunuz? Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryü­zünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâğut” buyuruyor. Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şey­tan-ların kulu olanlar. Allah’tan başkalarının emirle­rine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor. İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder: Allah’a is­yan edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve başkanlıktır.
“Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı ina­nacağız? ” deyip onları yalancı saydılar.
(Mü’minûn 47)

Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre; Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Al­lah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konu­mundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz al­tındayken, o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz öylemi ha? Bu olacak şey midir?” diyorlardı.

Bu konuda son olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuya­lım inşallah: Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etme­yin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? ” (Yâsîn 60,61)

Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz edili­yor. Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?” Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir? Biz biliyo­ruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez. Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler. Ama anlıyo­ruz ki burada kaste­dilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşine gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demek­tir.

Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara namaz kılmak demek de­ğil; bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların emirlerini dinle­mek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzen­lemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demek­tir.

Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka efendiler belirleyip onların emirle­rine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu duruma düşmemizi iste­meyen, hayatımızın tümünde sadece Allahımızı dinlememizi, hayatımızın tü­münde sadece kendisine kul olmamızı istiyor Rabbimiz,

Evet Muhterem Kardeşlerim! Yolundan sapan insanın tapanakları yalnız şeytan değildir. Kadın, Nefsini tatmin eden haller, Para, Apartman dairesi. Araba ve bunlara benzeyen şeyler. Bunları şerlerinden kurtulmak için, insan bu zamanın ihtiyacına cevap verecek kitap okumalı ve yakini imana sahip olmalı ondan sonra: hesap gününe gözü ile görür gibi inanır ve namazını gümrükten mal kaçırır gibi kılmaz, tadili erkan ile kılar ve bilir ki bin defa süb süb süb demetten bir defa SÜBHANALLAH demek daha sevaptır. Allaha bizi Kendine hakiki KUL Habibine hakiki ümmet etsin. O yolda hulus-i kalp ile devam etmek bizlere nasip ve müyesser eylesin.Vesselam.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kibirden Kurtulup Mütevazi Olmak,  İnsanlığın En Yüksek Mertebesidir

Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ indindeki (katındaki) izzeti bilindiği ve sonsuz lutf-u ilâhîye mazhar olduğu halde sahâbe-i kirâmdan duâ isteyecek kadar mütevâzî davranabilmiştir. Hz. Ömer şöyle anlatır; Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘den umre yapmak için izin istedim. İzin verdi ve:

“– Bizi duadan unutma, sevgili kardeşim!” buyurdu.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in bu sözüne karşılık bana dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23)

Fahr-i Kâinât Efendimiz evindeyken elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder (İbn-i Sa’d, I, 366) ve koyununu sağardı. (Heysemî, IX, 20) Yine eşyâsını O kendisi taşır, hiç kimseye yük olmak istemezdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-‘in anlattığı şu hâtırâsı bunun pek güzel bir misâlidir:

“…Birgün Efendimiz ile berâber çarşıya gitmiştim. Peygamberimiz oradan elbise satın aldı. Hemen koşarak onları elinden almak istedim. Bunun üzerine:

«Bir kimsenin, eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.» buyurdu.” (Heysemî, V, 122)

Enes -radıyallâhu anh-‘ın anlattığına göre Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- hastaları ziyâret eder, cenâze teşyîinde bulunur ve herkesin binek olarak kullandığı şeyleri kullanmaktan çekinmezdi. Meselâ merkebe binmekten kaçınmazdı. Nitekim Hayber’in fethedildiği, Kureyza oğullarına sefer yapıldığı günlerde yuları hurma lifinden olan bir merkebi binek olarak kullanmıştı. (Hâkim, II, 506) Bineceği hiçbir hayvan olmazsa yaya olarak yürüdüğü de çoktu ve bu onun için gâyet normal bir hâldi. Câbir -radıyallâhu anh anlatıyor: “Hastaydım, Resûlullâh beni ziyâret etti. Hiçbir şeye binmeden yürüyerek gelmişti.” (Buhârî, Merdâ, 15) sözleriyle onun bu mütevâzî davranışını anlatmaktadır.

Mescid-i Nebevî inşâ edilirken herkes gibi kerpiç taşıyan, hendek kazımında herkes açlıktan karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, 2 ashâbı arasında onlardan fark edilmeyecek şekilde yaşar ve kendini onlardan üstün görmezdi. Abdullah bin Büsr -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise anlatır:

“Fahr-i Cihân Efendimiz’in dört kişinin taşıyabildiği «Garrâ» adlı bir yemek kazanı vardı. Kuşluk vakti girip kuşluk namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu kabı getirdiler. Ashâb-ı kirâm etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî, hayâtında hiçbir zaman bu kadar yüce bir tevâzû görmemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla:

– Bu nasıl oturuş, diye sordu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

«– Allâh Teâlâ beni inatçı bir zorba değil, şerefli bir kul olarak yarattı.» buyurdu. ” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17)

Fuzûlî, Allâh Resûlü’ne ezelde bahşedilen büyüklüğün, bir kul gibi davranmasıyla aslâ yok olmayacağını bir temsille şöyle dile getirir:

Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz

Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz.

Allâh Resûlü bir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında ashâbına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashâbından biri; “Yâ Resûlallâh, onu ben keseyim.” dedi. Başka biri; “Yâ Resûlallâh, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi. Bir başkası da; “Yâ Resûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de:

“– O hâlde odunu toplamak da bana âit olsun.” buyurdu. Sahâbîler; “Yâ Resûlallâh! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok.” dedilerse de Peygamberimiz :

“– Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allâh Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu. (Kastallânî, I, 385)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, hem devlet başkanlığı hem de ordu kumandanlığı gibi pâyeleri şahsında topladığı halde, eşine rastlanmaz bir tevâzû örneği sergilemiştir. Bu azim ve gayretleri, Allâh Teâlâ’nın inâyeti ile buluşunca kendisine büyük fetihler müyesser olmuştur. Ancak bunların hiçbiri Fahr-i Kâinât Efendimiz ‘in tevâzûunu en küçük bir şekilde zedelememiştir. Efendimiz’in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme’ye girişi en büyük tevâzû örneklerindendir . Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvir ederler:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allâh’ım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1) 3

Peygamber Efendimiz, bunca zaferlere rağmen insanlara karşı mütevâzî davranmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır. Meselâ ashâbından birisi deve üzerinde giderken o, sâde bir insan gibi yaya olarak yürüyebilmiştir.

Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, muhacir ve Ensâr’dan bâzı kişilerle birlikte Muaz bin Cebel’i Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muaz -radıyallâhu anh- binek üzerinde gidiyor, Resûl-i Ekrem Efendimiz ise yanı sıra yaya yürüyor ve kendisine bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Muâz:

– Yâ Resûlallâh! Ben binekteyim, sen ise yaya yürüyorsun! Ben de inip seninle ve ashâbınla birlikte yürüsem olmaz mı, diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgul eden esas meselenin ne olduğunu açık bir şekilde gösteren şu cevâbı verdi:

“– Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allâh yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.” (Diyârbekrî, II, 142)

Nâmık Kemâl, tevâzûun en büyük yücelik, halka hizmetin de efendilik olduğunu ve bunların en güzel örneklerinin Peygamberimiz’in hayâtında bulunduğunu şöyle dile getirir:

Tevâzû ayn-ı rif’at, hizmet-i millet siyâdettir

Olunsun hulk-i Peygamber’le istişhat lâzımsa.

Yine Server-i âlem Efendimiz, bu derin tevâzuu sebebiyle yolculuk esnâsında arkadan gider, yürümekte güçlük çeken kimseleri terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94)

Böylesine derin bir tevâzuun özünde, dünyâdaki makâm ve mevkîlerin bir kıymet ifâde etmemesi vardır. Onun gözünde hayât ancak âhiret hayâtı idi ve yarışanların bunun için yarışması gerekiyordu.

Bütün bu rivâyetlerde gördüğümüz misâller onun yüksek tevâzûundan bize akseden pırıltılardır. O ise anlattığımızdan daha yükseklerde, daha ötelerdedir. Çünkü tevâzû onun şiârıdır. Ümmetin vazifesi de onun izini tâkip etmek ve münevver yolunda yürümek olmalıdır. Bu hakîkati Mevlânâ hazretleri, çevresindekilere tatbîkî olarak ne güzel anlatmıştır:

Hz. Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya gelen bir papaz, maiyyeti ile birlikte yolda giderken hazrete rast gelir. Hürmet ederek huzûrunda eğilir. Mevlânâ da aynı hürmetle mukâbele eder. Papaz başını kaldırdığı zaman Mevlânâ’yı aynı ihtirâm vaziyetinde bulur. Nihâyet bu tevâzu karşısında hayrân kalıp Müslüman olur. Mevlânâ eve döndüğü zaman oğlu Sultan Veled’e şu müthiş sözü söyler:

– Bir râhip tevâzû faziletini elimizden almak istedi. Allâh’a şükür ki bu yolda biz onu mağlûb ettik. Çünkü tevâzu ve hilim, Âlemlerin Efendisi’ne mensup olanların şiârıdır.

Faydalı yazıları derleyip kardeşlerle paylaşmaktan mutlu olan Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org