Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Vatan Gibi Diyar, Anne Gibi Yar Olmaz

Bu ata sözü boş değil: Vatan gibi diyar olmaz, Anne gibi yar olmaz. Evet şefkat kahramanı olan anne evladı için her meşakkati çekmeye razıdır. Geceleyin en tatlı uykusunu bozar. Aman evladımın karnı aç olmasın evladını doyurur, altı ıslanmasın, açar bakar temizler altını değiştirir, bir defa değil birkaç defa uykusunu bozar kalkar, aman yavrum uykuda açılıp üşümesin, kalkar örter ve yavrusuna bu hizmetleri yapmaktan zevk alır; hem de büyüyünce fazlasıyla bana öder diye böyle bir şey hiç düşünmeden bu hizmetleri evladına yapar ve yaptığı hizmetlerden zevk alır. Allah annenin kalbine öyle bir merhamet koymuş ki: Mesala büyük evladı başka bir kasabaya bir işi için gitse, oradan bana ne getirecek diye düşünecek yerde, aman oğluma İnşallah yolda bir keder olmaz da eve sağ salim gelir düşüncesini taşır. Burada bahsettiklerimin örneklerini aşağıda daha net göreceksiniz:

Mesela orta yaşlı bir kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu duyunca epey üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, anneler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşünüyordu, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini hasrat dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissediyordu.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, hanımına soruyor;”Hanım bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü beyi alamıyor. Sonunda da kadın beyine; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünüyor zavallı kadın. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremeye başlıyordu.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Ah evladım gelemiyorsan, bari bir telefon et , ‘anneciğim’ de..” İçinde böyle bir sıkıntı artmaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o anneler gününü belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Telefon da yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Kendisi büyüdüğüne güvenip, beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceğim …”
Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek se, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.
Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?
Açtı telefonu;
-Alo..
-Alo, nasılsın anneciğim?
-Sağol yavrum, sen nasılsın?
-İyiyim anneciğim.
-Ne yapıyorsun, işler nasıl?
-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.
-Öyle mi yavrucuğum.
Söylemiyordu işte ne telefonda anneler gününü kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;
-İzin aldın mı yavrum?
-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.
-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?
-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.
-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?
-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.
Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.
-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?
-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.
-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzü elinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlu zar zor annesini susturabildi.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Menfi Milliyette Hayır Yok, Yalnız Şer

Mü’minde menfi milliyetçilik, bir düşman,

O bizleri parçalayan, her anu zaman.

 

Sizler bu fikirden, çok uzak durun aman,

Odur sebep, kardeşi kardeşe kırdıran.

 

Bu fikri bize sokandır, o ana düşman,

Bunun bize faydası yoktur, akıtır kan.

 

İnanmazsan, gör vatanımızın halini,

Bununla kırdılar, milletin mecalini.

 

Halbuki, dinimizde kavmiyetçilik yok,

Kavmiyetçiliğin zararı, az değil çok .

 

Çünkü din, menfiliğin tümünü red eder,

Ondan  hayır beklenmez, ondan gelir keder.

 

Allah Kur’anıyla Mü’mini kardeş eder,

Kavmiyette fayda yok, bizi yapar bin beter.

 

Dinsiz olan Araptan dindar Kürt iyidir,

Ateist Kürtten, dindar Çingen sevgilidir.

 

Ne yazık, ana düşman onla bize vurdu,

Kavmiyetçiliğe sahip çıktırdı, kırdı.

 

Habibi Ekrem, Müminlere buyuruyor,

O güzel sesiyle, bizlere duyuruyor!

 

Kureyşinin, asla farkı  yoktur acemden,

İmanlı Acem, üstündür gafil Kureyşi’den .

 

Dış düşmanlar, bizi bıraktılar bilgisiz,

Ne yazık ki biz, ahlaksıza kaldık kinsiz.

 

Çok Müslümanı, zarara uğrattı milliyet,

Ondandır Türkiye’mizde, bugünkü zillet.

 

Allahımız, düşmanlarımızı kahretsin,

Şehit torunlarını, İslamla var etsin.

 

Düşmanlara karşı, bizleri galip kılsın,

Fırsatı, dinsizlerin ellerinden alsın.

 

İman ile İslam, canımıza can olsun,

Ana düşmanlarımız, beladan kahr olsun,

 

Büyük Allah bu millete, yardımcı olsun,

Düşmanların şerleri, başlarına vursun.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İman Etmek Bütün Bütün Başkadır

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ, Risale-i Nur Külliyatının mevzuunu iman ilimleri, Risale-i Nur hizmetinin sahasını da iman hizmeti olarak tesbit etmiş ve bu tespitin altını kalın hatlarla çizmiştir. Bu ise mutad bir şekil değildir. İman mevzuunun kendi başına bir ilim, hattâ ilimler topluluğu olarak incelenmesi ve Risale-i Nur gibi geniş bir hizmetin yegâne sahasını teşkil etmesi, pek çokları tarafından yadırganmıştır ve hâlâ da yadırganmaya devam etmektedir. Bu yadırganmanın nedeni ise, imanın bir ara yaşama olarak görülmesinden, “daha ileri mertebede” birtakım mevzulara geçiş için bir basamak olarak telâkki edilmesinden başka birşey değildir.

Halbuki Bediüzzaman’ın eserlerinde iman, Allah’ın varlık ve birliği ile bazı inanç konularını ispat etmek ve bunlara inanmakla olup biten bir hal değildir. İmanda, herşeyden önce, bir “MARİFET YANİ TANIMA” işi vardır ki, başlı başına bu bile bir ömrü kapladıktan sonra, hâlâ keşfedilmeyi bekleyen esrarıyla insanları cezbesi altında tutacak bir hayatiyete sahiptir.

İslâm ilimlerinde “MARİFETULLAH” adıyla anılan bu tanıma faaliyeti, kâinatın bütününü tanımaktan daha ötede bir iş olarak görülebilir; çünkü varlık âleminde olup biten ne varsa, O’nun isimlerinden birer şuadır, o kadar. İlâhî isimlerden birisi şaşaalı parıltısıyla gökleri, bir başkası baharı, daha başkası anneler ile yavrular arasındaki rahimiyetin tecellisi olan şefkat alışverişlerini göz kamaştıran bir güzelliğe büründürüyorsa, gönlünü o şuaların kaynağına çeviren bir insan kendisini hangi enginlikte deryalarla karşı karşıya bulur?

İnsan, maddî ve manevî hisleri ve kabiliyetleriyle, kainattaki her türlü güzelliğin bütün inceliklerini tek tek ayırt etmek ve İlâhî isimlerin onlardaki tecellilerini çözmek, sonra da o tecellileri hem diliyle, hem haliyle bizzat aksettirmek üzere düzenlenmiş bir varlıktır. Gelip geçici dünya hayatında bundan başka hangi gayesi insanın önüne bir ideal olarak koyacak olsanız, ona yakışmadığını hemen fark edersiniz. Bütün dünyanın hakimiyeti gibi erişilemeyecek şeyler de bu hükme dahildir; çünkü bütün bunlar fânidir, yoksa insanın başta hayalgücü olmak üzere bütün kabiliyetleri, o erişilemeyen şeylerin de erişemeyeceği yerlere, sonsuzluklara uzanmaktadır.

Kaldı ki, bu dünyaya gelen herhangi bir akıl sahibi varlık, tıpkı Bediüzzaman’ın Yedinci Şuada macerasını yazdığı “kâinattan yaratıcısını soran seyyah” gibi, gözünü açıp da etrafa baktığı anda, kendisini bir muhteşem memlekette bulur ve bu memleketin sahibini tanımak ister. Zaten her şeyiyle O’nu tanımak ve O’nun eserlerindeki üstünlüklerini zevk etmek üzere yaratılmıştır.         İnsan; bu merak içine düştükten sonra, ömrü de aradığını tanımakla geçer. Bununla beraber, sağlıklı bir tanıma tahsiline girişmeden önce, imanın sağlam zeminlere oturtulması mecburiyeti vardır. Ve iman mevzuu, daha bu safhada iken, günümüzde her yandan gelen sarsıntılarla, mâsum görünüşlü münafikane saldırılarla, en sağlam bir aklı bile tereddüde düşürecek vehim ve vesveselerle karşı karşıyadır. Mesela kime sorarsanız “Bir Allah var” der.

Kime sorarsanız Müslümandır. Lâkin insanların hayat tarzlarını incelemeye başladığınızda, Allah’ın mülkünün sebeplere, tabiata, birtakım dünya adamlarına veya müesseselerine bölüştürülmüş olduğunu görürsünüz. Haşa Allah’a kalan ise, insanların henüz el atamadığı göklerden ibarettir; orada, günlük hayatımıza karışmamak şartıyla uluhiyetini devam ettirebilir ve bu haliyle, tıpkı bir meşrutî kral gibi, sonsuz hürmete de muhatap olabilir!

Ne var ki, birçoklarının iman olarak gördüğü bu tarz, Kur’ân’ın “şirk”  olarak lânetlediği şeyin tâ kendisidir. Bediüzzaman da, “Herkes Allah’ı bilir; bu kadar derse ihtiyacımız yok” şeklindeki itirazlara verdiği cevapta, bu itikadı “Hiçbir cihetle Allah’a iman hakikati onda yoktur” diyerek şiddetle reddetmektedir: Aynı mektubunda devam ederek

“Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur.” Diyor.

Bediüzzaman, bahsin devamında, böyle bir inanışın, sadece “inkâr etmemek” safhasında kaldığına işaret eder. Halbuki, iman etmek, inkârın yokluğundan ibaret bir hadise değil, başlı başına bir fiildir. Şöyle diyor:

“Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur , kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâ­lik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzip edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sı­fat­larıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik et­mek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına de­lil­dir.”  Emirdağ Lahikası

“Kur’ân’ın ders verdiği gibi” cümlesi, Risale-i Nur’un iman bahislerini hülasa eden güzel bir tariftir. Bu tarif, Risale-i Nur’un rahmet ve muhabbet hakikatlerine ağırlık vermesi kadar, herşeyi her an her haliyle kuşatan bir rububiyeti ders vermesi yönünden de gerçeği aksettirmektedir. Bu iman tarifinde, ne insanın, ne de daha küçük veya büyük herhangi bir varlığın, en gizli ve en küçük bir hal ve hareketinde bile Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dışında hareket etme ihtimali yoktur. Ama iyi ki yoktur. Aksi takdirde, en gizli arzularımızı açıp en derin arzularımızı arzedecek kimi bulurduk? Bizi her yönden saran tehlikelere karşı sığınacak kim olurdu? Sırlarınının küçücük bir kısmını bile hâlâ çözemediğimiz bedenimizin, onun ötesinde de manevî varlığımızın en girift ayrıntılarında O!nun hükmü geçmeseydi, hayat bu kadar rahat ve bu kadar tatlı bir şekilde yaşanır mıydı?

Kur’ân’ın irşadları ışığında Risale-i Nur’un ders verdiği iman, bir dostun her yerde ve her zaman varlığını kendisiyle beraber hissetmeyi, bunu gözüyle görmüşçesine bir kesinlikle bilmeyi ve bütün sıcaklığıyla yaşamayı netice veren bir imandır. O esrarlı üslûbun insanı ilk satırlarından itibaren içine aldığı âlemlerde işte böyle bir imanın sıcaklığı hissedildiği içindir ki, insanlar, bu nur eserlerini okudukça hayran kalmışlar, okumakla doymamışlar, defalarca okumak suretiyle bir saadeti tekrar tekrar tatmak ve her okuyuşta o satırlar arasında yeni parıltılar keşfetmek arzusuna tutulmuşlardır. Risale-i Nur’un iman ilimlerini kapladığını ve iman ilimlerinin de insan için hava veya su demek olduğunu dikkate almayan gafiller ise, bu eserlerin niçin tekrar tekrar okunduğuna akıl erdirememişler ve binlerce, yüz binlerce, belki de milyonlarca insanın, bu eserlerin telifinden beri onları her gün ve gece tekrarlayıp durmasını şaşkınlıkla karşılamışlardır.

Bediüzzaman Said Nursî, talebeleriyle yazışmalarında, Nur Risalelerinin bu özelliğine zaman zaman dikkati çekmiş ve onlardan, iman ilimlerini başka ilim dallarıyla karıştırmamalarını istemiş ve şöyle demiştir:

“Ümit ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devâsı içinde var demeyeceğim; fakat mühlik dertlerin ağleb devâsı yani helâke yol açan dertlerin çoğunun devâsı, yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi, envâr-ı imandan ve mârifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde yani dinleyenlerde iştiyak olduğu zaman okuyunuz.”

“Onuncu Sözün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir yani iman ilimlerindendir”

“ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir.”

“Mektubunuzda Risale-i Nur’un mizanlarını her okudukça daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet, kardeşim, o risaleler Kur’ân’dan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Hergün ihtiyaç, gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha gelen zatlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh yani meyve nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tagaddîdir yani gıdadır” diyor.

Not: ne için Risale- Nurları tekrar tekrar okuduğumuzu daha önce yazmıştım Bakabilirsiniz.

Abdülkadir Haktanır

Sakinleden Kuleönlü Mustafa Hulusi Ağabeyin Hayatından

Evet bir ara 25.000.000 k.m kareye İslam kültürü buradan ulaşmış iken, memleketimizde dine karşı yapılan inkılaplarla Türkiye’miz de 24 sene Kur’anı kerim yasak olmasıyla Kur’an’ı kerim harfleri yasaklanınca, halk bir gecede kara cahil bırakılması ile, Dînî ilimleri öğrenme kaynaklarının kuruduğu, âlim ve mürşitlerin bir şey öğretmekten korktuğu, yani bu milletin iman ve Kur’ân mevzuunda câhil kaldığı bir dönemde Kur’ân-ı Kerîm’den istihrâc ve istinbât edilen Risale-i Nurlar, bazı köylerimize kadar ulaşıp oralara birer Hızır çeşmesi ve irfan pınarı oldu. İlhâmat-ı Kur’âniye ve sünuhât-ı Kur’âniye olan bu mübarek eserler, birer üniversite gibi, insanımızı pek çok yönden geliştirdi.

İşte kendini “Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş on sene okumadığım hâlde, yalnız Risale-i Nurları yazıp ciddiyetle okudum.” diye tarif eden Kuleönü Köyü’nden Mustafa Hulûsi Sarıbıçak: “Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise, bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip ‘Risale okuyuver’ diyorlar.” diyor.

İşte onun, Bediüzzaman Hazretleri’ne yazdığı mektuptan bir parça:

“Ey benim muhterem Üstadım!
Âciz talebenizin ruhu küre-i arz içerisinde bazen şarka, bazen garba, bezen şimâle, bazen semâya giderdi. ‘Acaba yardım ne taraftan erişecek?’ diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel arardı. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, ‘Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktaptır, hem Zülkarneyn’dir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselam’ın vekilidir; yani müjdecisidir.’ denildi. Bunun üzerine Üstad-ı Muhteremin nezdine vardım. Risaleleri yazmamız için bize emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İstidâdım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, Risalelerden hakkıyla istifade ve istifâza edemiyordum.
Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebeniz maddî ve mânevî on beş yaşından beri, mâzide birikmiş olan küflü yaralarını tedâvî etti. Elhamdülillah. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:

‘Menâmda (rüyada), kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acîb fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim, diye ona sahip oldum.’
Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:

‘Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ Süleyman isminde bir genç vardı. Sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binâen, tahmine göre yüz kadar genç, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zât geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Daha sonra, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum; o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki, ‘Bu mübarek zât, Saîd Nursî’dir.’ Ben de ‘Bu hârika iş aktablarda bulunur.’ dedim, uyandım.”
Kuleönülü Mustafa Hulûsi Bey, mektubunun sonunda, gördüğü rüyaları bir bilge gibi şöyle tâbir ediyor:

“Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise, Üstad-ı Muhteremindir. Fabrikanın içerisinde bulunan acîb ve garip bedi’ âletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını yapan Risale-i Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi’ âletler ise, Risale-i Nur’un düsturları, hakikatleri ve imânî meselelerdir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli ve sarsılmaz îmanları bulacaklardır. Fabrika hareketleri ise, Risaleleri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilayet ise, velâyet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur’dur.

Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim: “Rüyamda, İstanbul’a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur. Dükkânların içinde -sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul’dan yaya olarak avdet ettim.

Allahu a’lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de Risaleler ve Mektubatü’n-Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin burhanlarını, satışa çıkaran ve her Risale bir dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nurânidir. O sergide, îmanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir.

İkinci gördüğüm rüyanın tabiri, Allahu a’lem şöyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, Allah’a mânevî asker olan gençlerin Isparta Vilâyeti’ndeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zât ise, Üstad-ı Muhterem Said Nursî’dir. Ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, Risaleleri okuyup, lezzetini anlayan -benim gibi ve arkadaşlarım gibi- “Hel min mezîd?” (Daha var mı?) diyenlerdir.

Evet Üstad-ı Muhterem, insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin îmanî Risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i’caz-ı Kur’ân esrarına ve imanın envârına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunmamın sebebi ise, gençlere ihsan-ı İlâhî, ikrâm-ı İlâhî ve Üstad-ı Muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir inşaallah. Benim aklım bu kadar eriyor, bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslâh ve tâbirini rica ederim.

Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölü’nün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said bulunuyor. Bu esnada eline büyük kırmızı kaplı bir kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hâriçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı -yani okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara, “Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiç bir imam okumamıştır.” diyerek, o kitâbeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin.

Bu rüyayı da bildiğim kadar tâbir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediye’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). O çadır ise Isparta Vilâyeti’dir. O hutbe ise, Risaletü’n-Nur ve Mektubâtü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânî’dir. Risaleler Makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.

Bu rüyaların tesiri altında Risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allah’ın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur’ân’a talebe oldu. Bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, melûn şeytanın ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennem’in dibine atıyordu. Risaleleri okuyorken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. ‘Bu koca Bedi’, lülü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?’ diye birbirimize çok defa söylüyorduk. Lisânına baksan, bir şey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarıma dehşet veriyor, nur seriyor, diye tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, ‘Risaletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur, okuyanlara bir iksîr-i azamdır.’ diye hükmettik.

Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşımın yaralarını, Risaleler tedâvî ediyor. Hattâ, bazen bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz, bir Risale okursam evhamını kaldırır, giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallak-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden râzı olsun. Âmin.
Cenab-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder ve her zamana lâyık çareleri icad eder ve her yaraya muvafık ilâcı ihsan eder. Öyle de bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla Risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim; lâyuâd velâ yuhsâ Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kur’ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin. Âmin.

Eğer sesim erişseydi, olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: ‘Risaleleri ciddi okumak ve yazmak yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir.’ Medresede okumaktan maksad, evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen Ümmet-i Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.

Herbir Risale, tek başına bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi bir genç, bir Risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, inkıyad, itaat dairesine geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir Risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânâsıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa ‘Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz.’ diyor.”

Bu mektubu yazan Mustafa Hulusî Bey’in Üstad’la görüşmesi şöyle oluyor:

Üstad Hazretleri yeğeni Abdurrahman’ın vefatı dolayısıyla üzgündür ve bu sebeple Barla’nın dere ve dağlarını yalnız olarak gezmekte, Kur’ân’dan gelen nurların tesellisiyle dayanmaya çalışmaktadır. Bu gezilerden birinden Barla’ya döndüğünde, Kuleönü’nden Mustafa isminde bir gencin kendisine abdest ve namaza dâir birkaç meseleyi sormak için geldiğini öğrenir. O dönem misafir kabul etmediği hâlde, ileride Risale-i Nur’a yapacağı kıymetli hizmeti ve ruhundaki ihlâsı -Allah’ın izniyle- okuyarak, onu kabul eder.

İnsanı hayrette bırakacak samimi ifadelerle yazılan bu mektup bir hârika… Ben, lise veya üniversitede okuyanların veya buralardan mezun olmuşların ‘Risalelerin dili ağır, okuyamıyorum, okusam da anlayamıyorum.’ diyenlerine, Kuleönülü Sarıbıçak Mustafa Hulûsî’nin yukarıdaki mektubunu okuyarak şunları söylüyorum: “Bu ağabeyimiz nereden mezun? Acaba ilkokuldan sonra hangi tahsili yaptı? Şu ifadeler bize neyi anlatıyor? Risaleleri okuyup yazmasa ve anlamasa idi bu mektubu nasıl yazabilirdi? Şimdi lûgatler var…

Ayrıca her sayfanın altına kelimelerin mânâları yazılmış Risaleler var… Biz hâlâ niçin olgun bir Türkçe ile yazılmış. Nur Risalelerini okumaktan ve meseleleri idrakten kendimizi mahrum etmeye çalışıyoruz. Bir eseri yazıldığı hâliyle okuyup anlamak kadar büyük bir zevk olabilir mi? Bu gaflet neden? Benim fark edebildiğim bir husus var: Başka eserler çok okununca ülfet ve ünsiyet verebiliyor. Ama Risaleler okundukça, ülfet ve ünsiyet perdelerini parça parça edip kendilerini daha taze ve yepyeni güzelliklerle arz ediyorlar. Ülfet ve ünsiyet gafletine düşenler, onu okumaya ve tekrar tekrar müzakereye yanaşmayanlardır. İsteyen bu tespitimi, çok okuyarak tecrübe edebilir. Yeter ki, tam olarak kendimizi Risalelere verebilelim…”

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İstidat Ve Kabiliyetlerimiz Hakkında Bâzı Bilgiler

İstidad ve kabiliyetlerimizin müsaadesi, feyiz ve faydalanmak için bir şartıdır. Mesela bir tanker su getirdik, içinde otuz ton su var. Ama musluğun kabiliyeti bir parmak ise, su o kadar akar. İşte kabiliyetler, fiilleri böyle kayıtlar ve kısıtlar. İstidatların, kabiliyetlerin kaydına başka bir misal: Kavak ağacı yaşken işlersin, kuruyunca çatlar. Söğüt de öyledir, çünkü o ağaçlarda kabiliyet yok. Onun için mobilya ustasının işine ya abanoz veya kestane ağacı yarar. Şimdi o ustanın atölyesine işlenmek üzere ormandan bir kavak gelse ve “Efendim ben irademle geldim, benden bir büfe yapmanızı rica ediyorum. Mobilyacı kavağın istidatını ve kabiliyetini bilir ve der ki: “İradeni tebrik ediyorum. İraden ve azmin hoş amma, senden olursa ancak üzüm kasası olur, istiyor musun?” İşte istidatlar böyledir. Fakat her istidatın da, kemale gotürecek bir seyr-i sülûku vardır.

Sonra, herkesin mes’uliyeti Allah’ın ona vermiş olduğu istidatla ölçülür. Yaradılıştaki kapasite nisbetinde mes’ul olur. Ancak bizler elimizden geldiği kadar istidatlarımızı inkişaf ettirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü, istidatlarda inkişaf ederek yükselme kabiliyeti vardır, fakat her mahluk, her müstaid bu azami mertebeye çıkamaz. Mesela, mevcud mimarların hepsini bir torbaya koy, sık içinden bir tane Mimar Sinan çıkar mı? Maamafih herkes az çok kendi istidat ve kapasitesini bilir.

Ey Risâle-i Nûr Talebeleri, mazhar olduğumuz istidat tezgahlarında, bu istidadlarımızı ve bu kabiliyetlerimizi inkişaf ettiremezsek çok mes’ul oluruz. Aşağıda münderiç misalleri görünce bunu çok iyi anlamamız lazım. Bakın ne dersler alıyoruz. Hem de, ümidini kesme, insandaki bu kabiliyetler tâ sekerata kadar tekâmül ederler. Kazandığımız tahkiki imanımızla, ikan ve iz’an  inkişaf ettikçe, bu hakikatleri kabul ve tasdik kabiliyetimizle kapasitesitemiz  de o kadar artacaktır.

Şimdi bu “Ehemmiyetli istidad” mevzuunda toplanmış, Üstadımızdan yapılan nakillleri okuyarak dersimizi pekiştirelim ve birbirimize duaları artıralım.

Bakın Üstadımız ne diyor:

İNSANA ÇOK EHEMMİYETLİ İSTİDATLAR VERİLMİŞ, TEHDİTLER EDİLMİŞ

“İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş.”  23. Söz: 329

RUHUMUZDA EKİLEN VE RAKAMLARA SIĞMAYAN İSTİDATLAR VAR.

“Evet Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var. İşte bunların herbirisi haşr-i cismanînin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.”İşârat-ül İ’caz: 55

TANELERİN NEŞV-Ü NEMÂ BULMASI İÇİN, BİR SUYA MUHTAÇTIR!

“Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi… Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.” Tuluat: 86-87

İSTİDAD-I HAYATIMIZI, HAYVAN GİBİ LEZZET-İ MADDİYEYE SARFETMEYELİM!

“Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nazik letaif ve maneviyat ve şu hassas âza ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesat-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:

Biri: Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’nin bütün nimetlerinin her bir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip, şükür ve ibadetini etmelisiniz.

İkincisi: Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz. İşte bu iki esas üzerine kemalât-ı insaniye neşv ü nema bulur. Bununla insan, insan olur. İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna bak:

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarfetmeyiniz. Yoksa sermayece en a’lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.”

Sözler: 126-127

RUH-U BEŞERDE EKİLEN TOHUMLARIN NEŞV-Ü NEMÂ BULMASI …

“Sual: Diyorsun ki teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?

Cevab: Cenab-ı Hak verdiği cüz’-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin a.s. gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.” İşârat-ül İ’caz: 163-164

KALB ÇEKİRDEĞİNİN İSLÂMİYETLE İSKA EDİLİP İMANLA İNTİBAHA GELMESİ

“Kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor.

Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor. İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek  kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.” Mesnevi Habbe: 117

HAZRET-İ ÂDEM (A.S.) CENNET’TE KALSAYDI, İSTİDAD-I BEŞERİYE

İNKİŞAF ETMEZDİ !

“BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?

Elcevab: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla Cennet’ten ihraç edildi. Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem’e idhalleri, haktır ve adalettir.” 12. Mektub: 42

İSTİDADLARIN İNKİŞAFI İÇİN ŞEYTAN’IN ÎCADINDAKİ HİKMETİ …

“Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehennem’e girmeleri, gayet müdhiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemil-i Alelıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bil-Hakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor? Şu mes’eleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.

Elcevab: Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber bir çok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır. Evet bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidadda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nev’inde, binler enva’ hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terketmek, hikmet ve adalete münafîdir. Çendan şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz. Nasılki bin ve on çekirdeği bulunan bir zât, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse; ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir. Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette haşerat nev’inden sayılacak derecede süfli ehl-i dalaletin küfre girmesiyle insan nev’ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i İlahiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.”

  1. Lem’a: 71

FÂNİ MAL, NASIL BEKÂ BULUR ?

“Çünki Kayyum-u Bâki olan Zât-ı Zülcelal’e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil, bâkiye inkılab eder, bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fena bulur, çürür. Fakat âlem-i bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah’ta ziyadar, munis birer manzara olurlar.”

  1. Söz: 27

FÂNİ ÖMRÜN BÂKİLEŞMESİ …

“Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” 4. Söz: 21

FÂNİ ÖMRÜMÜZÜ, BÂKİ ŞEYLERE SARFEDERSEK, BÂKİ KALIR !

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdud, ömrünün günleri ma’dud ve her şeyin fânidir. Öyle ise, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarfetme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarfet ki, bâki kalsın. Evet yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farzedelim. Bu çekirdekler iska edilip muhafaza edilirse, ilâ-mâşâallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezalik senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyu ile iska ve âhirete sarfedilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin. Binaenaleyh semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, Hutame’ye (cehenneme) hatab (odun)olmaya lâyıktır.” Mesnevi: 182-183

FÂNİ, KISA ÖMRÜNÜZÜ, BÂKİ UZUN YAPMAK İSTER MİSİNİZ ?

“Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî’nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” 3. Lem’a: 17

NETİCE: İNSANIN İSTİDADLARI HADSİZ OLUP, ÂHİRETTE İSTİDADLARI

SÜNBÜLLENMEYE DEVAM EDECEK …

“Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinayeti dahi azîmdir. Sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise ağuş-u nazdaranesini açmış gözlüyor.” 29. Söz: 52510,1

 

Kardeşler ile paylaşmak için derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org