Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Peygemberimizin Cevher Sözlerinden Bazıları

Hz. Ali’nin ve Hz. Ebu Hureyre’nin bildirdiklerine göre Peygamberimiz(a.s.m) şöyle buyurdu:

“Ümmetim on beş kötülüğü işlerlerse başlarına belalar iner” Ey Allah’ın Rasûlü onlar nelerdir? Denildi. Buyurdular ki:

Ganimet, mal, kredi, sermaye belli kişiler arasında devrettiği zaman,
Emanet, ganimet sayılıp emanete riayet kalmadığı zaman,
Zekat angarya ve zorla alınan bir haraç gibi sayıldığı zaman,
Erkekler hanımına itaat edip, annesine saygısız davrandığı zaman,
Din dışındaki ilimler ve bilgiler öğrenildiği zaman,
Kişi arkadaşına karşı iyi olup,  babasına sıkıntı çektirdiği zaman,
Cami ve Mescitlerde Allah ve Rasûlünün istemediği sesler yükseldiği zaman,
İslam yolundan ayrılan kimselerin kabile başına başkan oldukları zaman,
Aşağılık kimselerin topluluğun başına idareci olarak geçtikleri zaman.
Bir kimseye şerrinden korkulduğu için ikram edildiği zaman,
Lüks ve isrâf olan ipekli elbiseler giyildiği zaman,
Şarkıcı ve sanatçı denilen kadınlar ortaya çıktıkları ve meşhur oldukları zaman,
Her türlü çalgı aletleri çıkıp alınıp satıldığı zaman,
İçkinin her türlüsü kullanıldığı zaman,
Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri önceki atalarına lanet okudukları zaman

İşte bu durumda kızıl rüzgarını gözetleyin, depremleri gözetleyin, topluca yere batmaları bekleyin, kılık değiştirme olaylarını bekleyin, taşlanma olaylarını gözetleyin ipi kopan kolyenin tanelerinin birer birer dağılıp takip etmesi gibi değişik alametleri bekleyin.” (bk. Tirmizî, Fiten, 38)

Bunlardan bazılarını kısaca açıklamakta fayda görüyoruz:

“Kişinin hanımına itaat etmesi, arkadaşına ikramda bulunması” belli bir kayıtla anlaşılması gerekir. Yani, hanımının meşru olmayan veya tamamen heves ve kapris dolu isteklerini yerine getirmesi erkeğe hayır getirmez. Ayrıca kötü arkadaş çevresine ikramda bulunması, kendisini adım adım felakete götürür.

Mescitlerde seslerin yükselmesinin 
kötü bir özellik olarak sayılması “her kafadan bir ses çıkması, mescitlerdeki cemaatin, cemaat ruhundan uzaklaşıp, kuru bir kalabalık haline gelmesi” olabilir. Veya, hoca efendilerin mikrofonların da desteğiyle bağıra bağıra anlattığı halde, cemaate tesiri olmaması, anlaşılabilir.

Rezil ve aşağılık kişilerin önderliğinden bahsediliyor. Buradaki “önder” kavramı, köydeki muhtardan, Cumhurbaşkanlığına kadar şümulü olan bir kavramdır. “Bir milletin efendisi onlara hizmet edendir.” hadisinden hareketle, bulunduğu makamın hakkını veren idarecilerimizi tenzih etmekle beraber, pekçok başsız başların iş başında olduğu; pek çok hain insanın, hamiyet süsüyle bu aziz millete hıyanet ettiği de bir vakıadır. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, Hadis No:1515)

En sonunda tarih düşmanlığı nazara veriliyor. Ülkemizde geçmiş namına ne varsa kötülendiği, batının her türlü rezaletinin medeniyet sayıldığı kara bir dönem yaşanmıştır. Köklerinden uzaklaştırılmış bir nesil, göklere yükselecek sanılmıştır. Hâlbuki köksüz bir ağaç kurumaya mahkûm olduğu gibi, tarihine sırt çevirmiş bir millet de çökmeye mahkûmdur. Nitekim bu hata son zamanlarda kısmen anlaşılmış, Osmanlıya “barbar”, Abdülhamid’e “kızıl sultan”, Vahdettin’e “vatan haini”denilmesi gibi tarih düşmanlığından bir derece vazgeçilmiştir.

Hz. Peygamberin bir başka hadisi, bu maddeyi biraz daha açmaktadır:

“İnsanlara aldatıcı seneler gelecek. O senelerde, yalancı doğru kabul edilecek, doğru yalancı sayılacak. Haine emin denilecek, emin kişiye hain damgası basılacak. O yıllarda memleket meselelerinde değersiz kişiler konuşacak.”
 (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4036)

Hadis’te anlatılan bu olumsuz özellikler görüldüğünde üç neticesinden bahsediliyor:

1. Kızıl bir rüzgâr. Evet, böyle bir rüzgâr 70 yıl boyunca kuzeyden dünyanın her tarafına esti. Avrupa’nın yarısını, ülkemiz halkının epey bir kısmını, koca Çini ve daha pek çok ülkeyi etkisi altına aldı.

2. Hasf, çöküntü demektir. Bu özellikleri gösteren bir toplulukta elbette bir çökme olacaktır. Ülkemizde de yaşanan maddi- manevi çöküntülere bir zaviyeden bakılabilir. Toplumun pek çok kesiminde aile mefhumu çökmüştür, Ahlaki değerler çökmüştür, namus mefhumu çökmüştür, millet için fedakarlık çökmüştür….

3. Mesh, insanın hayvana çevrilmesidir. Kur’an’ı Kerim’de bazı toplulukların maymun ve domuz haline çevrildiği anlatılır. Bu çevrilme, maddeten olması mümkün olduğu gibi, ma’nen olması da mümkündür.

Ma’lum maymun taklitçi bir hayvandır. Domuz ise, hayvanlar içinde eşini kıskanmayan tek hayvan… Bu açıdan bakıldığında dinsiz eğitimin te’siriyle bu mübarek vatanda maymun tabiatında nice batı taklitçileri, domuz tabiatında nice namus mefhumunu yitiren insanlar görülecektir. Kıblemiz güneyde Ka’bedir. Ama taklitçi ortamda yetişenlerin bir kısmının kıblesi Kuzeyde Moskova, bir kısmının Batı’da Paris veya Washington’dur.

Kanuni Sultan Süleyman, zamanın Fransa kralına yazdığı bir mektubla Fransa’da dansı yasaklatırken, şimdi bazı liselerimizin yıl sonu eğlencelerine kadar bu İslam dışı âdetin girmesi cidden üzücü ve ehl-i hamiyeti düşündürücüdür.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Risale-i Nurlarlara Hizmetin Harika Düstürları

Hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.”(Şualar sh:317)

38- “Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden , kendilerini herkesten ziyade bîçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşf ü keramet ve ezvak u envâr, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.”(Şualar sh:332)

39- “Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.”(Kastamonu Lâhikası sh:251)

Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i Nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz;  ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir. O yeter” derler…”(Kastamonu Lâhikası sh:263)

Bu gelen mektubta, mürşidlik makamına hâiz olan evliya ve müçtehidlere bedel, Hazret-i Üstad’la hizmet arkadaşlığını tercih etmenin takdir edilmesiyle Risale-i Nur nazara verilmektedir. Şöyle ki:

“Feyzi kardeşim! Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın.

Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar.

Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki:

Risale-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.”(Kastamonu Lâhikası sh:83)

Demek Nur mesleğinde hakikî mürşid, hakaik-ı Kur’aniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Gerçi bu hakaika mazhar olan zât da, bu mazhariyeti cihetiyle mürşiddir. Fakat mazhar olduğu hakaik-ı Kur’aniye kitaba intikal ettiğinden, bu eserleri irşad vazifesinde merci olur.

Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-in Nur’un heyet-i mecmuası…..”(Kastamonu Lâhikası sh:10)

40- “Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: “Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur’anî bir dükkânın dellâlıyım.” diyorsun. Halbuki “Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza … Çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-ı hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik.” lisan-ı halleri diyor.

Elcevab: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz…..”(Mektubat sh:354)

deyip devam eden izahlarda Risale-i Nur’un bir mürşid makamında irşad vazifesini gördüğü beyan edilir. Ezcümle, birkaç kısa ifadeler şöyledir:

Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.”(Mektubat sh:355)

       “Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler.”(Mektubat sh:356)

Sözler ve Kur’andan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza…”(Mektubat sh:357)

“Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur’an-ı Hakîm’in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz’ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş.”(Mektubat sh:357)

“Hasan Efendi’nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş.Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).”(Mektubat sh:358)

“Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ı n (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.” diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.”(Mektubat sh:358)

Elhâsıl: Bunlar gibi pek çok beyan ve ifadelerle Hazret-i Üstad, Risale-i Nur’u hakiki bir mürşid ve müceddid olduğunu beyan edip nazara vermiştir….(Bak:Mehdiyetin Hakikatı Toplaması)

41- Risale-i Nur mesleğinde mürşidlik tavrı ile ortaya çıkmayı yasaklayan düsturlardan birisi de fena fil  ihvan düsturudur. Risale-i Nur dairesinde ilim ve fazilette derecesi yüksek olan şahıslar vardır, fakat bu meziyetleri ile şahıs, bir temayüz ve teşahhusiyet istemez. Zira hakiki fazilet; tezavu, mahviyyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerle kazanılır. Münazarat eserindeki şu gelen sual ve cevabında bu husu çok sari ifade edilmiştir:

“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

Cevab: Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız….(Münazarat sh:18)

Demek hürmet verilir, istenilmez.. .

Hakikî faziletin ulvi derecesini tazammun  eden fena fi-l ihvan düsturu  gayet sarih olarak Risale-i Nur’da beyan edilmiştir. Bir çok nümunesi şöyledir:

“DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur.

Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.”(Lem’alar sh:162)

Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu’kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder. Risale-i Nur şakirdleri ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın “fena fi-ş şeyh” ve “fena fi-r resul” ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de “fena fi-l ihvan” yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.”(Kastamonu Lâhikası sh:184)

“Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Ben nasıl  meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.”(Barla Lâhikası sh:124)

Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’î kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?

Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der: Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani’ var:

Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafîdir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.

İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahib olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.”(Emirdağ Lâhikası-1 sh:227)

Netice:

Mezkûr beyan ve ifadelerde ve Risale-i Nur’un daha pek çok ders ve ikazlarında açıkca görülüyor ki:

Bu asrın hakikî son mürşidi  Risale-i Nur’dur. Şahıslar,  Risale-i Nur’dan ders yapmak, ona bağlanmaya ve okumaya teşvik etmek, muhtaçlara tebliğ ve neşretmek gibi vazifelerle Nur’a, yani  Hakaik-ı Kur’aniyeye hizmetkârlık yaparlar.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Üstad Bediüzzamanın Hayatından Önemli Meseleler

** Bediüzzaman hazretleri Nurs köyünde doğmuştur…

** Annesinin adı Nuriye hanım babasının Sofi Mirza’dır…

** Küçüklüğünden beri haksızlığa tahammül edemediğini, kendisinin başarısını çekemeyen medrese arkadaşlarının, ona saldırmaları karşısında cesaretle karşı koyduğunu…

** O zamanki medreseler arasında cesaretli yiğit, gözünü budaktan sakınmayan biri olarak nam saldığını…

** Babası Sofi Mirza yabancı tarlalardan geçerken hayvanların ağzını o tarlaların mahsulünü yememeleri için bağladığını…

** Annesi Nuriye Hanımın onu abdestsiz emzirmediğini ve temiz olduğu zaman teheccüd namazını terk etmediğini…

** Medresede bir gece hocalarının büyük talebelere, Bediüzzamanın da içinde bulunduğu bir guruba meşhurlarını göstererek, “Bunlardan gibi biri dini yeniden canlandıracak ama hangisi olduğunu bilmiyorum” demiş…

** Çok küçük yaşlardan zekât sadaka almadığını ve minnet altına girmediği gibi bu güzel haberi kendisi için başkaları diyorlar…

** Bir gece rüyasında Efendimiz a.s.m. gördüğünü ve Efendimiz ona Kur’an-ı çağa göre açıkla ve insanlara anlat demiş…

** Medrese şartlarına göre 20 senede ancak bitirilebilen kitapları 3 ayda bitirdiğini hocalar bildiriyorlar…

** Abisi molla Abdullah onu 80 kitaptan imtihan ettiğini ve aldığı cevaplardan sonra O’na talebe olduğunu öğreniyoruz…

** Medrese hocasının kendisi için “Zeka ile hafızanın bir insanda bu kadar aşırı bir şekilde toplanması çok nadirdir dediği” haber bizi şaşırtıyor…

** Siirt âlimleriyle yaptığı münazarada onların hepsini mağlup ettiğini ve sonra “Said-i meşhur” yani Meşkur Said dendiğini öğreniyoruz…

** Yediği yemeğin taneciklerini , yardımlaşmayı sevdiği için yemediğini ve cumhuriyetçi oldukları için karıncalara verdiğini öğreniyoruz…

** 13 yaşında iken o yörenin en zalimi olan Mustafa paşa yaptığı haksızlıklardan vazgeçirmeye ve namaz kılmaya çağırmasıyla meşhur olmuş…

** Mustafa paşa kendi âlimleri ile bir münazara yapıp, onları yenerse bunu kabul edeceğini kabul edeceğini söylemesi üzerine yapılan münazara da Bediüzzaman galip gelmesi ile herkesi hayrette bırakmış…

** Mardinden kendisini gütüren askerlere namaz vakti geldiğinde ellerinin çözülmesini istediğini, bu istek kabul edilmeyince, Bismillah deyip ellerinde ki kelepçe çözüldügünü… bunu nasıl yaptın sorulduğunda, “Bu namazın kerametidir demiş…

** 23 yaşındayken Bitlis valisi Ömer paşanın konağında 2 sene kalan Bediüzzaman Hz. Valinin 6 kızına hiç bakmamakla hangisi büyüğü hangisi küçüğü olduğunu bilmemekle ne kadar kuvvetli bir imana sahip olduğunu gösteriyor…

** Matematiğe dair bir kitap yazdığını ve 27 dereceden denklem çözmeleri yapabildiğini öğreniyoruz…

** Bu sıralarda üstün dehasından ötürü “Bediüzzaman” yani Zamanın eşsizi lakabını aldığını görünce Harika biri olduğunu gösteriyoruz.

** Bediüzzaman ezberlediği 80-90 kitabı 3 ayda bir defa ezberden tekrar ettiğini öğreniyoruz…

** Devrin Padişahı Abdülhamid’e doğuda Üniversite açılması için teklif verdiğini öğreniyoruz…

** İngiliz Avam kamarasında olan ve onlar Müslümanların elindeki Kur’an-ı Kerimi alırsak onları yenebiliriz demeleri üzere “Kur’anın Sönmez ve söndürülmez bir Nur olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edecim” dediği, bu sırada 18 yaşında olduğunu hayretle öğreniyoruz…

** 1907 de İstanbulun kaldığı otelin dış duvarına büyük harflerle”Burada her soruya cevap verilir ama biz hiç kimseden soru sormuyoruz yazdığını ve gelen bütün ilim adamlarına mukni cevap verdiğini o zamanın gazeteleri baş yazılarla ilan ediyorlar…

** Kendisini çekemeyenler Tımarhaneye gönderiyorlar ve Üstad Oradaki Doktora: “Doktor bey, hasta doktora derdini anlatırsa tedavisi daha kolay olur” demesi üzere Doktor konuşmasına izin veriyor ve bir miktar konuştuktan sonra Doktor rapor yazıyor: “Eğer bu adamda zerre kadar  delilik varsa  Dünyada hiçbir akıllı adam yoktur” diyor…

***Yahudilerın  İstanbul temsilcisi Karosu ile görüştüğünü ve Karosu konuşmayı kesip yarıda bırakmış ve demiş “Eğer yanında biraz daha kalsa idim beni de müslüman edecekti” demiş…

** Tifliste karşılaştığı Rus polisine, O anda Müslümanların hali çok kötü durumda olduğu halde, Polise: Dünyaya Müslümanlar hakim olacağını söylüyor…

** 1915 li yıllarda doğuda talebeleri ile Ruslarla savaştığını, Rusların Bediüzzaman ve Talebelerini görünce “Keçe külahlılar geliyor” diyerek kaçtıklarını, onun cesaretini gösteriyor…

** İstanbul Kağıthane semtinde 2 arkadaşı ile yaptığı kayık gezintisinde, çevrede yüzlerce hanım olmasına rağmen bir kez olsun onlara bakmadığını ve sebebini soranlara “Lüzumsuz geçici zevklerin akıbeti elemler teessüfler olmasından istemiyorum” demiş…

** 1922 yılında Ankaraya geldiğini ve Millet Meclisinin kendisini resmi tören ile karşılaması büyük bir meseledir…

** Ankarada Mustafa Kemal ile görüştüğünü…

** Mecliste yaptığı konuşmadan sonra 60 millet vekilinin namaza başladığına o konuşma sebep olmuş…

** Gençliğinde 10 sene kaldığı İstanbul’da bir defa olsun her hangi kadına bakmadığını öğreniyoruz…

** Talebelerinin anlattığına göre her gece mutlaka teheccüde kalktığını ve her gece 4-5 saat dua ettiğini duyunca hayret ediyoruz…

** 1926 de başlayıp ve 28 sene çileli hayatı sürmekle Risale-i Nurları telif etmesi ile o çileleri bereketlendirmesi…

** Barlada kaldığı 8,5  sene  zarfında Risale-i Nurların dörtte üçünü telif etmiş Elhamdülillah…

** Üstadımız ilk yazdığı Risale “Haşir Risalesidir”  denilen onuncu söz olduğunu… İçinde 300 kadar mucize ve bir o kadar da isim geçtiğini Peygamberimizin a.s.m. anlatan 19. Mektubu telif ederken Üstadımızın yanında Kur’anı Kerimden başka hiçbir kitap olmadığını ve bu özelliğin tüm Risale-i Nurlar yazılırken de geçerli olduğu ispatlanmıştır…

** Zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Üstadın Sarığını çıkarması ve şapka takması istemesi üzere eliyle boynunu göstererek “Bu sarık bu başla beraber çıkar” demiş Üstadımız Hz…

** Üstadımız 19 defa din düşmanları tarafından zehirlendiğini ve bir defasında çok şiddetli bir zehirin etkisi ile 1 hafta aç ve susuz ve halsız bir şekilde hastalandığını, fakat bu durumda bile bir defa dahi bile Namazını terk etmemiştir Üstadımız Hz…

** Üstadımızın Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz Hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” diyebilmiştir…

**Üstadımıza leke sürmek isteyenler bir sarhoşa Said’in hizmetçisi buradan bir rakı aldı diye bir kağıda yazıp sarhoştan imzalatmak istemişler,fakat sarhoş adam: “Tövbeler olsun bu yalanı kim imza eder” demiş…

** Üstadımız hapishanede kaldığı zaman, en azılı katiller ve caniler de namaza başladıklarını öğreniyoruz…

** Kendisini defalarca hapseden ve defalarca zehirleyen, eza ve cefa veren insanlara hakkını helal edecek kadar alicenap biri idi Üstadımız Hazretleri…

** Üstadımız Mektübat’da “Rıza-i küfür küfür olduğu gibi zulme rıza dahi zulümdür demiş…

** Günde 1,5-2 saat uyuduğunu ve geceleyin ibadet ile geçirmiştir…

** Üstad hazretlerinin “Tembellik, hastalık, yoğunluk ve havalecilik nefsin desisesidir” ve bu huyları hiç sevmediğini hayatında göstermiş…

** Üstad Hazretleri ”Evlatlarım, Risale-i Nur dinsizlerin komunistlerin masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Kat’iyyen merak etmeyiniz. Yeter ki siz Risale-i Nura sadık kalın demiştir…

** Üstadımız Risale-i Nurları telifi zamanında “Eğer mümkün olsa idi Risale-i Nurun 1 sayfasının yazılması için 10 altın verecektim diyebilmiştir…

** Bir gün Üstadımız Barladan geçerken, “Bu zamanda niye ihtiyaç varsa Risale-i Nurda mutlaka ona cevap bulacaksınız” demiştir…

** Nur Üstadımız biz Risale-i Nur okuyarak iman tazeliyoruz demiştir…

** Üstadımızın odasında karyolasının yanında 4 metre uzunluğunda 1 metre eninde dua çerçevesi olduğunu ve her gece o mübareklere dua ettiğini Ağabeyler anlatır…

** Üstad hazretleri  Emirdağ’ına 3 km. kalsa bile namaz vakti gelince hemen arabayı durdurup namazını evvel vaktinde kılarmış…

** Üstad hazretleri Risale-i Nurları evrad makamında da okuyabilirsiniz demiş…

**Üstad Hazretleri ihtiyaç duyduğumda 200 bazen 400 ayeti kerime imdadıma geliyor demiş…

** İki rekât teheccüd ve duha namazlarını kar kış demeden kılarak asla terk etmezmiş…

** Üstad hazretlerinin Mektübat adlı eserinde” Mevcudiyetimizin hamisi olan islamiyetten elini gevşetme; dört el ile sarıl, yoksa mahv olursun demiş…

** Nurlu Üstadımız”İslamın tek bir hakikatı için binler başım olsa feda etmeye hazırım” demiş…

** 23 mart 1960 Çarşamba  günü İslam Dünyasında bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesinin idrak edildiği gece, Bediüzzaman Urfada ipek palas otelinin 27 numaralı odasında Rahmeti Rahmana kavuştuğunu biliyormuydunuz?

İslamiyete  adanmış her türlü  eziyet ve zulum altında imanın izzeti ile yaşanmış 83 yıllık bir ümrün sonu… Bir otel odasında… Evsiz barksız… Geriye dünya namına hiçbir varlık ve mal bırakmadan…Rahat yüzü görmeden…Ama her an Allah (c.c ile Resulullah a.s.m. ile ve onların sevdikleri ile birlikte… İman hizmeti yolunda her türlü hapis, sürgün ve işkencelere  katlanarak karanlığı dağıtan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bizlere yüreğimizi ısıtan bir müjde bırakıp gitti. Oda şudur:

“ÜMİTVAR OLUNUZ! ŞU İSTİKBAL İNKİLABATI İÇİNDE EN YÜKSEK GÜR SADA, İSLAMIN SADASI OLACAKTIR…”

İNNA LİLLAH VE İNNA İLEYHİ RACİUN

Allah hepimizi Onun has şakirtlerinden eylesin. Ve ahirette şefatçımız olmasını nasip ve müyesser eylesin   AMİN

Çok mühim bu Nurları sizinle paylaşma arzusunda olan:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Pratiğiyle Pekiştirilmeyen İslami Bilgilerin, Faydası Azdır

Mademki mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanların da en mükemmeli ve ahlâkça en faziletlisi, Peygamberimiz aleyhissalatu vesselâm ve ondan sonra diğer peygamberler (a.s.) ve sahabelerdır. Biz Müslümanları çok seven Allah’ımız, mahlukatın yaratılmasına sebep olan Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselâmı, nümune-i imtisal olmak için O Zatı (a.s.m.) bizlere gönderdi.  Kur’ân-ı Kerimde meâlen; “ Muhakkak ki Sen en büyük bir ahlâk üzerindesin ” (Kalem 4) buyurmuştur. Yine İslâm ahlakında terakki etmemiz için “Habibim Ahmed Resulum Ya Muhammed, de ki. Eğer Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allahta sizi sevsin.”(Âl-i İmran 31) Çünkü, Allahu Azimüşşan O Zatta (a.s.m.) İslâma ait güzelliklerin tamamını cem etmiş. Bu sebepten, bize numune-i imtisal olup, örnek almak için, O’nu (a.s.m.) bize göndermiş.

Bunu da bilmemiz lazım ki Onun ümmeti olan bizler, imanımızı yenilemek maksadı ile tekrar tekrar, Peygamberimi’ze (a.s.m.) şehadet getirirken, “Resuluhu ve Âbduhu” demeyip, hak ettiği kulluğunu, Peygamberliğin önüne çıkararak, Âbduhu ve Resuluhu diyoruz. Öyle ise onun sünnetini yaşamakla, o Zatın (a.s.m.) yolunu tam takip edip kullukta dahi ilerlememiz lazım ki, O’na hakiki ümmet olalım.

Çünkü O Mübarek Zat (a.s.m.) Hz. Âişe’den izin isteyerek, yataktan kalkıp teheccüd namazını kılmaya durmuş. Namaz esnasında ağlayarak seccadesini ıslattığını gören Aişe validemiz, “Ya Resülallah, Allah seni âlemlere Rahmet olarak göndermedi mi?” Deyince, O Zat (a.s.m.) da cevaben “Ya Âişe ben Allahıma karşı şükreden kul olmayayım mı?” demiş.

Bir defa düşünün! Hz. Ebu hureyreden rivayet: Aleyhissalatu vesselelam arpa ekmeğinden başka yememiştir. Hatta  hiçbir zaman da arpa ununu elekle elememiştir. Gıdasını arpa ekmeğinden ve hurmadan alarak, hasır üstünde oturup hurma lifleri ile dolu yatakta yatan, O Zatın (a.s.m.) nasıl şükretmesi lazım? Biz ise yaşadığımız bu lüks hayat için ne kadar çok şükretmemiz gerektiği kendiliğinden anlaşılmazmı?

Hz. Peygamberle (a.s.m.) on yıl evlilik hayatı yaşamış olan Hz. Aişe radıyallahu anhanın, Aleyhissalatu vesselam için, şöyle dediği rivayet olunur.

“Aleyhissalâtu vesselâm! İnsanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmazdı. Kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Affeder ve bağışlardı. İnsanların en naziği, iyi huylusu ve güler yüzlüsü idi. Allah yolunda cihad dışında ne bir hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el kaldırmış değildi.”

Hz. Ali kerremallahu vecheh, Peygamberimizi (a.s.m.)  şöyle tarif ediyor ve diyor: Hz. Muhammed (a.s.m.),

“Daima güleryüzlüydü. Yumuşak huyluydu. Esirgemesi, bağışlaması boldu. Katı kalpli değildi. Kimseyle çekişmezdi. Kimseye bağırıp çağırmazdı. Kötü söz söylemezdi. Kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Ümit bekleyeni umutsuzluğa düşürmezdi. Bir şey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç kimsenin hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan sözü söylemezdi. İlim ve sabrı kendisinde toplamıştı. Hiçbir şey kendisini kızdırmazdı.”

Hz. Ali bu sözleri, Resûlullah’la yaşanmış otuz küsur yılın şahitliğinde söylemiş olduğu sözlerdi. Biz Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselam’ın ümmeti olduğumuz için, Ondan (a.s.m.) şefaat ümit etmek için, acaba O’nun (a.s.m.) yolunu takip edip sünnet-i seniyesini yaşamamız lazım değil mi?

Pratiğe sergilenen güzel ahlâk, insanın iyi olmasının başta gelen alâmetlerindendir. Çünkü “Lisanül hal entaka min lisanil-mekal” (İnsanin hali dilinden daha konuşkandır) arap ata sözü insanın işi, ağzının nasihatinden fazla te’sirıni gösterir demektir. Bediüzzaman hazretlerinin “Eğer biz ahlak-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimile izhar etsek, (İslam ahlakının ve iman hakikatlerinin mükemmelliğini işimizle göstersek) o zaman sair dinlerin tâbileri ve milletleri elbette cemâatlerle İslâma  girecekler. Belki de küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri dehalet edecekler. (dahil olacaklar.)” sözü ne kadar manidardır değil mi? Ziya Paşanın da; “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” mısrası, iddiamızı teyid ediyor. Evet biz güzel ahlakın özelliklerini ortaya koymak için, ilk önce kalbimize gözümüz ve kulağımızla bir şeyler almağa çalışırken, söylediklerini pratiğe koyanların sözlerini almaya çalışacağız.

Manen ilerlemiş zatlarla beraber bulunmanın farkları:

Ben icazet (diploma) aldıktan sora ruhen terakki eden zatların yanlarında kalmasa idim, kapkara cahil kalacaktım. Yani ilmini pratiğe dökmüş kimselerin yanında oturup, onlardan teori ile pratik dersini beraber almasa idim kapkara cahil kalırdım diyen büyük âlim Ataullah Efendidir. İşte âilesinden sağlam terbiye alan bir ilkokul öğrencisinin nasıl bir toplantıdaki insanları şaşırttığını görelim.

Toplantıdakilerden birisi zenginlerden meşhur bir adamı sitayişle överken çevredekiler ona haklısın dedikleri halde altı yaşındaki çocuk ortaya atılmış, hayır ben onu sevmiyorum, o adam iyi birisi değil. Ona ne için sorduklarında? O da, ben  işittim ki, o adam içki içiyormuş içki içen iyi birisi olabilir mi demiş? Aynı çocuk bir gün öğretmenler salonunda, öğretmenini sigara içerken görmüş. Öğretmeni sınıfa gelince, çocuk parmak kaldırıp, öğretmeni, ne istiyorsun sorunca, öğretmenine: Öğretmenim bu sınıftan ayrılmak istiyorum demiş. Öğretmeni nedenini sorunca, ben seni sigara içerken gördüm, korkarım ki senin o kötü tiryakiliğini bana da öğretirsin de ondan. İşte sağlam terbiye alan çocuk nasıl yaşlı adamların yanlışlarını bulup onları uyarabiliyor. Hatta, öğretmenine de nasihat edip ders verebiliyor.

Teoriyi pratiğe dökmenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılması için, Asr-ı saadetten bir örnek vereyim: Peygamberimize (a.s.m.) Kur’an-ı Kerim ilk nâzil olmaya başladığı devirlerde, islâmiyeti yaymak için çevredeki kasaba ve köylerde yaşayanlara Kur’an’ı Kerim okumak icap ediyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) da bunu gerçekleştirmek için ara sıra sahabeleri toplayıp, Kur’an-ı Kerim’i daha fazla ezber bilenleri oralara gönderiyordu. Bunu gerçekleştirmek için, yine bir gün sahabeleri topladı. Onları dinledikten sonra yaşlılardan bir sahabi daha çok ezber bildiği meydana çıktı. Peygamberimiz (a.s.m.) ona, şu tarafa git de onlara Kur’an Kerimi oku buyurdu, daha sonra genç sahabelerden biri itiraz edip Peygamberimiz (a.s.m.) a; Ya Resûlallah ben gencim, ondan daha fazla ezberleyebilirdim. Fakat ben bildiğimle amel etmeden, yani bildiğimi pratiğe dökmeden daha başka sure ezberlemiyorum deyince: Bu sefer Peygamberimiz (a.s.m.) ona; madem sen pratiğe o kadar önem veriyorsun, haydi sen git diyerek onu gönderdi. İşte asr-ı saadetten verdiğimiz bu örnek, bize  bilgilerimizi pratiğe dökmenin ne kadar mühim olduğunu gösteriyor.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Hadislerle Bazı Faziletli Zikirler

1-   Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor: Bir seferde Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Cemaat, yüksek sesle tekbir almaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:  “Ey insanlar! Kendinize acıyın; siz ne sağıra duâ ediyorsunuz; ne de bir gâibe! Muhakkak siz işiten yakın bir zâta duâ ediyorsunuz ki, o sizinle beraberdir.” Ebû Mûsâ: “Ben onun arkasındaydım ve ‘lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur’ diyordum. Bunun üzerine de: “Ey Abdullah bin Kays! Sana cennet definelerinden bir define göstereyim mi?” dedi. Ben: “Hay hay yâ Rasûlallah!” dedim. ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur’ de!” buyurdu. (Müslim,Zikir44,hadisno:2704)

2- “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.” (Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677)

2-   Diğer rivâyet şöyledir: “Gerçekten Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer.” (Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677)

3-“Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber’ demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir.” (Müslim, Zikir 10)

4-“Bir kimse günde yüz defa, ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu, ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan başka ilâh yoktur. O’nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)’ derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere ‘Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)’ derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur.” (Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691)

5-“İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah’a makbuldürler. (Bunlar:) ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah’ı tenzih ederim)’ (kelimeleridir).” (Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694)

6- “Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah’ı tenzih ederim, hamd Allah’a mahsustur ve Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)’ demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür.” (Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695)

7- Mus’ab bin Sa’d (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: ‘Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanındaydık. “Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?” diye sordu: “Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir” buyurdu. (Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed’ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu’t-Tesbîh)

8- Muhâcirlerin fakirleri Rasûlullah (s.a.s.)’a gelerek: ‘Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve devamlı nimetleri alıp gittiler’ demişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): “Neymiş o” diye sordu. Muhâcirler: ‘(Ne olacak,) Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor; bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama,) Onlar sadaka veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle âzâd ediyor, biz edemiyoruz’ dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir; sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha fazîletli olamaz; meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsun!” buyurdu. Muhâcirler: ‘Hay hay yâ Rasûlallah!’ dediler. Rasûlullah: “Her namazdan sonra otuz üç kere tesbih (sübhânallah), tahmid (el-hamdu lillâh) ve tekbir (Allahu ekber zikri) edersiniz.” Bunun üzerine fakir muhâcirler Rasûlullah (s.a.s.)’a dönerek: ‘Mal, mülk sahibi din kardeşlerimiz bizim yaptığımızı işitmiş; bunun mislini onlar da yaptılar’ dediler. Rasûlullah: “(Ne yapalım,) Bu, Allah’ın bir fazl u keremidir; onu dilediğine verir” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 142, hadis no: 595)

9- “Bir kimse her namazın sonunda Allah’a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur.” (Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597)

10- “Bir kimse, on defa ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun şerîki/ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd de O’na mahsustur. O her şeye kaadirdir)’ derse, İsmâil oğullarından dört kişi âzâd etmiş gibi olur.” (Müslim, Zikir 30, hadis no: 2693)

11- “Ebu’d-Derdâ (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) bir gün sordu: “Size amellerinizin en hayırlısını, sizin derecenizi en çok artıracak, Melîkiniz nezdinde en temiz, sizin için altın ve gümüş bağışlamanızdan daha hayırlı, sizin için düşmanınızla karşılaşıp onların boyunlarını vurmanızdan, onlar da sizin boyunlarınızı vurmalarından da hayırlı amelinizi haber vereyim mi?” “Bu nedir ey Allah’ın Rasûlü?” dediler. “Allah’ı zikretmektir!” buyurdu. (İmam Mâlik, Muvattâ, Kur’an 24)

12- İmam Mâlik’e bu haber ulaşmış, Hz. İsa İbn Meryem (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın zikri dışında çok kelâm etmeyin, kalpleriniz katılaşır. Çünkü katı kalp Allah’tan uzaktır, fakat bunu bilemezsiniz. Kendiniz efendiler imişcesine insanların günahlarına bakmayın, bilâkis kullar olarak kendi günahlarınıza bakınız. Çünkü insanlar(ın bir kısmı), belâya mâruzdur. Bir kısmı da âfiyete mazhardır. Belâ (imtihan) sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz âfiyete de hamd edin.” (İmam Mâlik, Muvattâ, Kelâm 8 (2, 986)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org