Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Hava Atmak İçin Aynaya Bakanlar, Bu Mercekten De Kendilerini Daha Görmek İçin  Baksınlar!

AYETİ KERİME “LEKAD HALENEL İNSANE Fİ AHSENİ TAKVİM” (Biz insanı en güzel biçimde yarattık)Tin Ayet:4

“MEN AREFE NEFSEHU FE KAD AREFE RABBEHU”  (kendini tanıyan Allahını tanır) Buyuruluyor… (Hadisi Şerif)

İlim adamları 1 mm de bin mikrometre olduğunu bildirdiriyor. Onlardan biri hücre 4 mikrondur diyor diğeri 5 mikron. Biz dördü bir yana brakıp beş mikronu ele alalım. O zaman milimetrenin uzunluğu bin mikron olduğuna göre 1000 mikronda 200 aded 5 vardır. Eninde de 200 le onu çarptıkmı 40.000 eder. Küp çıkarmak için yukarıyada 200 ile 40.000 ni çarptıkmı 8.000.000 eder Yani 1 milimetrede sekiz milyon hücre var. İşte mm. De ki 8 milyondan tek bir hücreden oldu bu insan Allah Allah…

Şimdi bu insanı incelemeye başlayalım: İnsanı hayrette bırakan onun mucize yapısı. Yani yukarıdaki ibareden de anlaşıyor ki, insan kendi duygu ve hücrelerini görüp Allahına zevkle itaat edip ibadetini ifa etmesi için, Allahın kendisine ihsan ettiği yapı taşları olan hücrelerde Protein, Amino asit, Elementleri, RNA, DNA, moleküllerini, Alyuvarları, Trombositleri ve Akyuvarları, ve bunlar gibi daha nice ince faaliyetleri  bilip Allahımıza zevkle ibadetimizi yapmak için bu insan onları  öğrenmek için  araştırıp bazı kitaplara müracaat etmesi icab ediyor ki sabah namazına kalkarken, aman namazım kaçmasın diye  yorganı havaya fırlatsın.

Bunların bazıları sadece rakamlarla ifade edilirse bile insanın ne kadar muhteşem bir san’at eseri olduğunu görmek mümkün. İşte insanın vücudunun binasının tuğlaları olan hücrelerinin sayıları ve onların interesant çalışmaları insanı şaşırtıyor.

Evet midedeki kabukları eriten asit midenin gömleğini de eritiyo o gömlek 2 günde bir yenileniyor. İki sıvı maddeyi biri diğerinden ayıran her böbrekte bulunan birer milyon sözgeç o sıvı maddeyi biri diğerinden ayırıyor. (böbreğin kıymetini haftada üçer defa diyaliz makinesine gidenler bilir. Kalp saniyede 5-6 litre kan pompalıyor. İdrarımızı Allah paçalarımızdan akıtmıyor özel bir mesaneye idrarı sözdürüyor, müsait yer buldunmu onu atabilitesin. Parmaklara menteşeler konulmuş büyük parmağı ötekilerden ayırmış. Kafandaki akıl-beyın hücrelerini korumak için onlara özel bir kafatası uzaktan komanda ile Allah yapmış Bütün bunlar tesadüfen olurmu? Akılsız kör sağır tabiat yapabilirmi?

Vücuttaki faaliyetlerin inceliklerini saymaya başlıyoruz:

Bir insanın toplam hücre sayısı 100 trilyon civarında

Bir insanın farklı hücre çeşitleri 210 cıvarında

Her saniyede ölen hücre sayısı 50 milyon

Toplam alyuvarlar sayısı (eritrosit)25—100 milyar arası

Toplam sinir hücre sayısı 30 milyar

Beyin kabuğundaki (korteks) sinir hücresi sayısı 10 milyar

Beyincik korteksinde ki hücre sayısı10 milyar

İnsanın bütün sinir hücrelerinin sinops sayısı 10 trilyon

Normal halde günlük ölen sinir hücresi sayısı 50.000-100.000

Bir hatırlama süresinde faal olan beyin hücresi sayısı 10 milyon la 100 milyon arası

Mide asiti üreten hücre sayısı (erkekte) yaklaşık 1 milyon (kadında) yaklaşık 820 milyon

En küçük hücre olan spermlerin boyu 3-5 μm

Beyindeki glia hücrelerinin boyo 5 μm

En büyük hücre olan yumurta hücresinin çapı 100-120 μm

Bir Karaciğer hücresinin ortalama büyüklüğü 30-50 μm

Bir alyuvarların çapı 7 μm

Bir böbrek hücresinin çekirdeğinin çapı 6,2 μm

Metafazda dizilmiş kromosomların toplam genişliği 4,5 μm

Omurilikteki ganglion hücresinin çekirdeğinin çapı 1,2 μm

Bir mitokondrinin çapı 0,5 – 1,2 μm

Bir lizosomun ( parçalayıcı enzim taşıyan organel) çapı) 0,2- 0,5 μm

Bir mikrovilli (bağırsak hücresindeki çıkıntıların) kalınlığı takriben 100 nm

Bir ribosomun çapı 12-20 nm

Hücre zarının toplam kalınlığı 8,0 nm

Bir aminoasit molekülünün boyu 0,8- 1,1 nm

Bir atomun capı 0,1- 0,5 nm

Anüs ürtü epitelyum hücresinin ömrü 19,2 gün

Üst deri (epidermis) hücresinin ömrü 1,4 gün

Kalın barsak örtü epiteli hücresinin ömrü 10 gün

İncebarsak mukoza hücresinin ömrü 1,4 gün

Sonbarsak (rektum) mukoza hücresinin ömrü 6,2 gün

İdrar torbası (mesane) epiteli hücresinin ömrü 66,5 gün

Dudak epidermis hücrsinin ömrü 14,7 gün

Ayak tabanı epidermis hücresinin ömrü 19,1 gün

Nefes borusunun (trake) düşeyen epitalhücresinin ömrü 46,6 gün

Akciğer alveol hücresi ömrü 8,1 gün

Midenin giriş bölgesi (cardia) düşeyen epitelyum hücresinin ömrü 9,1 gün

Midenin çıkış bölgesinin (pylorus) döşeyen epitelyum hücresinin ömrü 1,8 -1,9 gün

Kulak içini düşeyen epitelyum hücresi ömrü 34,5 gün

Alyuvarların ömrü 120 gün

Nötrofil akyuvarın ömrü 4-5 gün

Eonosofil  akyuvarın ömrü 10 gün

Lenfositlerin ömrü 5 günden başlar senelerce sürer

Monsit akyuvarın ömrü aylarca

Karaciğer hücresinin ömrü 222 gün

Böbrek epiteli hücresinin ömrü 286 gün

Tiroid epiteli hücresinin ömrü 287 gün

Kemik hücresinin ömrü 25-30 yıl

Sinir hücresinin ömrü ömürboyu çalışırlar

Bölünecek sayılarını  artıramayan hücreler yumurta hücresi, beyin ve sinir hücreleri, kıl soğancığı hücresi, ter bezi hücreler ve saire….

Not: 1 μm (mikrometre)= 1/1.000.000. (10-6) mm

1 nm (nanometre)= 1/1000 μm= 1/1.000.000 (10-6)

Mm

Bu vücüdu besleyip idare edecek basit toprak, ışık, hidrojen, oksijen ve bu insanın faydası için ve onu zararlı maddelerden korumak için dünyamız üstüne 3.500 k.m kalınlığında atmosfer ve daha sayamayacağımız faydalı şeyleri bize ihsan eden Allahın Kudret ve Kuvvetini düşündükmü bize farz olan ibadetlerimizi çok az göreceğiz.

İbadet yapmayıp ben Müslüman değilmiyim diyenlere Allah hidayet versin.

Kimisini derleyen bir kısmını kendinden olan bu yazıyı kardeşlerime paylaşan

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İbadetsiz Yaşamanın Mazareti Olurmu?

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) -mealen- şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hak, altmış yıl yaşayacak kadar ömür verdiği kişinin mazeret gösterme imkânını bütün bütün ortadan kaldırmış ve ona bahanelerin ardına sığınma fırsatı bırakmamıştır.”

Evvela; Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bu beyanıyla, vasatî ömre işarette bulunmaktadır.

Sâniyen; İmam Buhârî Hazretleri bu hadisi naklederken, Fâtır Sûresi’nin 37. ayetini o bâbın unvanı (bölüm başlığı) olarak zikretmiştir. Demek ki, hem altmış yaşın hem de “mazeret” meselesinin bu ayet-i kerime ışığında şerh edilmesi gerekmektedir. Söz konusu ilahî beyanda -mealen- şöyle denmektedir:

“Onlar orada imdad istemek için ‘Ey Yüce Rabb’imiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!’ diye feryad ederler. Fakat onlara şöyle cevap verilir: ‘Biz, size, bir kimsenin ibret alıp gerçeği görecek kadar düşünebileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse tadın azabı! Çünkü zâlimleri kurtaracak yoktur!” (Fâtır Sûresi, 35/37)

Abdullah İbni Abbas hazretlerine ve müfessirlerin pek çoğuna göre; bu beyan-ı İlahî, “Biz sizi altmış sene yaşatmadık mı?” demektir. Çünkü burada mevzubahis olan vasatî ömürdür; hadis-i şerifler zaviyesinden ortalama yaşın alt sınırı ise altmış senedir.

Bazı âlimler ayette geçen “nezir” (uyarıcı) kelimesini akıl, ihtiyarlık ve yakınların ölümü şeklinde te’vil etmişlerdir. Dahası, tekvinî ayetlerin bir parçası olan her hâdise de insana “Sen gidicisin” demektedir. Bükülen beller, tutmayan dizler, ağaran saçlar, titreyen eller, göremeyen gözler, duyamayan kulaklar, ağrılar, sızılar, çeşit çeşit hastalıklar ve türlü türlü rahatsızlıklar birer nezirdir; bunların hepsi bir yönüyle ölümü ve ahireti hatırlatır.

Ayrıca, her insanın önüne ömür boyu başka hatırlatıcılar da çıkar; camide imam-vaiz “ölüm var” der, ezan-namaz hesabı akla getirir; eş-dost ebedî beraberlik isteğini izhar eder ve insanın nazarlarını sermedî bir âleme çeker.

Dolayısıyla, düşünüp ibret almak ve gerçeği bulmak için bütün bu uyarıcılar birer fırsattır. Altmış sene yaşayan bir insan, bunların hepsi tarafından değişik şekillerde ve defalarca ikaz edilmiştir. Bu itibarla da, şayet bir kimse onca uyarıcıya karşı kulaklarını tıkamış ve gözlerini yummuşsa, artık onun mahşerde herhangi bir geçerli mazeret ileri sürmesi mümkün değildir.

Hepimiz ibret alacak kadar yaşıyoruz

Haddizatında, büluğ çağına erdikten sonra ölen her insan için, ibret alacak kadar yaşama süresi gerçekleşmiş demektir. Bir insan yirmi, otuz, kırk, elli… yaşında da ölse, artık o “Düşünüp gerçeği görebileceğin kadar ömür vermedik mi?” itabının muhatabı sayılır. Çünkü şuurluca bir saat bile yaşamak Yüce Yaratıcı’nın varlığına ve hilkatin esasına uyanmak için yeterlidir; dolayısıyla, şuurlu bir saat geçiren insanın bilhassa küfür mevzuunda hiçbir mazereti kalmamıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ insanların çoğuna büluğdan sonra uzun süre yaşama imkânı vermektedir. Hâlık-ı Kâinat, bazı canlıları sadece bir saat, hatta çok daha kısa süre yaşatmakta, onları bir anlığına bir kısım isimlerinin tecellilerine mazhar etmekte ve sonra hayatlarına son vermektedir. Ömrü bir hafta, bir ay ya da bir yıl olan canlılar vardır. Fakat Cenâb-ı Hak, insanı sadece bir saatliğine halk etmemiştir; ona normal şartlarda altmış senelik bir ömür bağışlamıştır.

Şu halde büluğu idrak ettikten sonra ölen herkes, düşünüp ne yapacağına karar verecek zamanı bulmuş sayılır. Altmış sene yaşamış bir insan ise, ahiretini kurtarması için duyup görmesi gereken her şeyle karşılaşmış, hakikatleri düşünüp anlaması için gereken vakti fazlasıyla elde etmiş ve ebedî saadeti kazanma yolunda pek çok fırsat yakalamış demektir.

Evet, onca sene eğitimini, istikbalini, evini barkını, çoluk çocuğunu ve iaşesini düşünen; yaşamanın, kazanmanın, rahat etmenin, caka yapmanın ve çalımın ne olduğunu bilen; dünyevî menfaatleriyle alâkalı iyiyi kötüyü ayırt edebilen ve kafasına koyduğu bir meseleyi senelerce takip edip onu sona erdirebilen; yani yüzlerce, binlerce, milyonlarca hususu düşünüp onlarla ilgili kararlar verebilen bir insanın ulûhiyet hakikatini ve âhiretini de düşünmüş olması gerekmez mi? Dahası, bu kimse, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu duymuşsa, Kur’an’dan haberdâr olmuşsa; ölümün keşif kolları sayılan hastalıklarla tanışmışsa ve ihtiyarlık pek çok dille kendisine “yolcusun” demişse, artık onun bütün bütün ahirete teveccüh etmiş, eksiklerini gidermiş ve öteler için zâd ü zahîre hazırlamış olması lazım gelmez mi?

İşte, bu hakikate karşı kapalı yaşayan ve ömrünü gafletle tüketen bir insanın acı âkıbetle karşılaşınca pişmanlık duyması, yeniden dünyaya gelmek gibi olmayacak isteklerde bulunması ve dünya hayatındaki hataları için mazeretler döktürmesi ona hiçbir şey kazandırmayacaktır. Onun mazeretleri dikkate alınmayacak ve bahanelerin arkasına saklanmasına fırsat verilmeyecektir.

Bu açıdan, mealini verdiğim ayet-i kerime ve manası sorulan hadis-i şerif, kendini gaflete salan kimseler için bir tevbîhi de ihtiva etmektedir; bunlar, özellikle belli yaşın üzerindeki kimselere bir ikaz mahiyetindedir. Onlara, “Bunca sene hak ve hakikat hesabına pek çok şeye şahit oldunuz, dahası bir sürü meşguliyeti de arkada bıraktınız; artık hiçbir mazeretiniz kalmadı. Şu halde, iyi bir mü’min olmak için daha ne duruyorsunuz?” demektir. Aynı zamanda, ömrün sonunda iyilikleri, ibadetleri, sâlih amelleri daha da artırmaya ve geçmişteki eksikleri bir ölçüde de olsa telâfi etmeye bir teşviktir. Öyleyse, yaşlılıkta dine ve diyanete daha bir candan sarılmak inanmışlığın gereğidir.

ÖZETLE

1- Allah Teâlâ, her mahlûka bir hayat süresi tayin etmiştir. “Ümmetimin vasatî ömrü altmış-yetmiş yıldır; bunu aşabilenler azınlıktadır.” hadis-i şerifi de bu hususa dikkat çekmektedir.

2- Her hâdise de insana “sen gidicisin” demektedir. Bükülen beller, tutmayan dizler, ağaran saçlar ve türlü türlü rahatsızlıklar, ağrılar, sızılar.. bir yönüyle bize ölümü ve ahireti hatırlatır.

3- Altmış sene yaşamış bir insan, ahiretini kurtarması için duyup görmesi gereken her şeyle karşılaşmış ve hakikatleri anlaması için gereken vakti fazlasıyla elde etmiş demektir.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İhlasın Sırlarını İhtiva Ettiği İçin Bu Yazı Çok Mühimdir!

1-“ Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var- kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tâbi’ ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.(Emirdağ Lâhikası sh:74)

2-“ Sonra bizim hizmetimiz itibariyle bizde zaîf damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmağa müştak olan manevî makam sahibi olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlasa ve hiçbir şeye âlet olmamağa bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlasın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaîf damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlub oldular.”(Emirdağ Lâikası sh:244)

3-“ Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiç bir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur’daki hakikî ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakikî zedelenmesin! ” diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum. Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur’un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat’î kanaat getirmişim.” (Emirdağ Lâhikası sh:75)

Meselâ: Bu bîçare Said’dir.

4-“ Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususî nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki; ihmalimden tokat yedim. Çünki hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise, onun aksi ile tokat yerdim. Sair hâlis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i Kur’aniyenin kerametindendir.

Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. ( Lem’alar sh:41)

5-Bu mevzuumuzun bir hülâsası şu neticeye bakar.

Tarikat mesleğinde esasa alınan bir şahsın merciiyeti yerine, Risale-i Nur’da kitap esas alınmış ve onun üzerine tahşidat yapılmıştır. Ancak Risale-i Nur’un keyfiyet hususiyetlerine hâiz has dairedeki müdebbir şakirdler,  hizmet-i Nuriyenin tedbir ü idaresinde ve meşveret-i şer’iyye ile ve Risale-i Nur’un ta’limatı dairesinde düsturlara ciddî sadakat şartıyla vazifedarlardır. 

6-Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi sözlerin, tarikat sahasında ve şeyhîn müstakim olduğu kat’i bilinmek şartıyla, şahsa ittiba mânâsının bir hakikat payı vardır. Fakat velayet-i kübra denen  Cadde-i Kübra-yı  Kur’aniye mesleğinde,  Hakaik-ı Esasat-ı Şer’iyye ve  desâtir-i Sünnet-i Seniyye hâkimdir. Hakikî ittiba, “”  âyetinin beyan ettiği mezkûr ahkâm-ı Kuraniyeye yapılır. Şahıslar bu hakikata mazhariyetleri, muhafız ve tatbikçilikçileri olmaları sebebiyle metbuiyet hakkını kazanıyorlar.

Hakikat-ı halde tebaiyet ve metbuiyetin esasında, Rububiyete karşı ubudiyet sırrı vardır. Yani bütün mahlukat, Rububiyet-i İlahiyenin irade sıfatından gelen şeriat-ı fıtriyesine iztıraren ve ef’al-i ihtiyariye cihetiyle de bütün insanlar, kelâm sıfatından gelen şeriat-ı meşhuresine ihtiyaren itaat ve ittiba ile mükelleftirler.

Ancak şu var ki; beşer âleminde diyanet ve siyaset sahaları olarak ikiye ayrılan ve vesilelikten başka hakikî müessiriyeti ve hâkimiyeti olmayan tebaiyet ve metbuiyetin diyanet kısmında ilk ve umumî ve umum zamanlarda hükümran olan ve ittiba-ı Kuranı ta’lim eden Hazret-i Muhammede (ASM) ittibadır.

Bu hakikatı Hazret-i Üstad şöyle buyurur:

KUL İN KÜNTÜM TÜHİBBUNELLAHE FETTEBİUNİ YUHBİBKÜMULLAH …  âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”(Lem’alar sh:57)

“Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir”(Lem’alar sh:58)

İşte bunun gibi pek çok âyât ve ehadisin beyaniyle Resulullah’a  itaat ve ittiba etmek, Allah’a itaat etmenin en berrak âyinesidir.

Sonra Resulullah’ın yoluna en emin ve berrak âyine olan  Sahabelere hürmet ve ittiba gelir.

Evet  enbiyadan sonra nev’-i beşerin en efdali Sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır …ki, Sure-i Feth’in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’anın medh ve senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.”(Sözler sh:489)

Bir rivayette de şöyle buyuruluyor: ESHABİ KEN NÜCUMİ . FEBİEYYİHÜM İKTEDEYTÜM İHTEDEYTÜM…Yani : “Ashabım yıldızlar gibidirler. Artık herhangisine iktida etseniz, (itikad, amel ve âhlakta ) tâbi olsanız hidayete ermiş olursunuz. “(1) Kur’an (9:100) ve (59:10) âyetleri de Ashaba tebaiyeti tahsin eder. ”

Ashabdan sonra da Ashab hayatını tesbit ederek ehl-i sünnet yolunu gösteren ma’lum hak mezheb imanlarına; yani bir mezhebe ittiba gerekiyor. Mevzumuzla alâkalı bir sual:

“Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.”(Mektubat sh:280)

Mezkûr tebaiyet ve metbuiyet, umum İslâm dünyasına taalluk eden şer’î bir vazifedir.

Müstakim bir mürşide tebaiyet ise şer’î bir mecburiyet değil, belki ihtiyarî ve vicdanî bir tercih olup Şeriatçe tahsin edilir. Ancak sahih rivayetlerle bildirilen âhirzaman fitnesine karşı ıslah ve irşad ile vazifedar olan Mehdiyi tanımak ve ittiba etmekte ahkâm-ı şer’iyece mecburiyet yoksa da, ferdin o fitneden selâmetle kaçması için mânen ve diyaneten lüzum vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu mes’ele ile alâkalı şu izahı verir:

“Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak “Mehdi” manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi’ olurdu.”(Sözler sh:343)

Demek Mehdi ve Deccal, feraset-i imaniye ile bilinir. Yani hakikî mânâda bu şahısları tanımak için, Mehdi’nin irşadatından istifade ve tebaiyet etmek gerekiyor: Aksi halde Deccaliyet cereyanın te’siri ile gaflete düşmek tehlikesi olacağından, Mehdiyet cereyanının  te’sirinde olmak  diyaneten lâzımdır.   “Asrın imamını ve cemaatını tanımayan, câhiliye ölümü ile ölür.” diye hadis rivayetiyle verilen haber, bu mânâda ikazdır.(Bknz: İslam Prensipleri Ansiklopedisi – Mehdiyet, Süfyan, Deccaliyet, Ahirzaman maddeleri…)

7- Şahsi makama değil, hizmete bakmak düsturunu ders veren bir muhavere:

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes’elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” (Haşiye)

(Haşiye): Çünki sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur’un kıymetdar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. 

Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.”(Kastamonu Lâhikası sh:88-89)

Derlediği bu yazıdan çok istifade eden, Abdülkadir Haktanır bunu sizlerle paylaştığı için, çok memnuniyet  hisseder.

Editör: Bizler de NurNet olarak böyle kıymettar bir çalışmayı yayınlamaktan dolayı Abdulkadir Haktanır abimize teşekkür ve saygılarımızı sunarız.

www.NurNet.org

Allahın Nimetlerine Teşekkürünü Unutma

İnsanlığa layık istikamette düşünen insanda, ufak da olsa yapılan herhangi iyiliğe karşı minnettarlık ve teşekkür ile cevap vermek hissi uyanır. iyilik yapana karşı  borçlu olduğunu düşünür.  “Bir kahvenin  40 yıl hatırı var” atasözünü, herkes işitmiştir, yine her insan ihtiyacı olan bir malı veya eşyayı elde etmek için, önce onun karşılığı olan parayı hazırlar, sonra onun peşine düşer. Evet,  bu ölçülere göre, Bir  insana  yapılan en ufak bir iyiliğe karşı bile, iyilik yapana minnettarlık hisseder.

Meselâ, bir otobüs veya minibüste,  biri sana hürmet ederek,   yerini verse, adamın yaptığı iyiliğe karşılık,  ona minnettar olursun. Onu her gördüğünde, en azından gülümseyerek yüzüne bakmak, insaniyetin icaplarından olduğunu bilirsin. Bunu bilirsin de, Allahın sana verdiği sonsuz nimetlerine karşılık ufak tefek ibadetini yapmaktan niye kaçarsın.  Ufak tefek ibadetler dedim. Evet öyledir:

 1- Evet! Fakir’i İslam dini beş şartla değil,  yalnız iki şartla mükellef  tutar: Fakir olan o Müslüman beş vakit namazını kılması için abdestle beraber, yirmi dört saatten yalnız bir saati ayırması kâfi gelir. Ona ilaveten senenin on iki ayından bir ay, yalnız gündüz oruç tutmasını emreder o kadar. Şehadet getirmekle beraber üç şart olur, amma şehadet zahmetli bir iş olmadığından onu saymıyoruz

2- Zengin olana daha iki şart ilave edilir 4 olur yani malının zekatını verecek, %50 değil yalınız % 2,5 malının  zekatını fakire verecek ve ömründe yalnız bir defa hacca gidecek o kadar. Yani yukarıda dediğim gibi şehadet getirmekle İslamın şartları beştir, ama o ötekiler gibi zahmet değil. Yani kısa geçici hayat için zamanın çoğunu yani yirmi üç saatini harca, Sonu olmayan ebedi cenneti kazanmak için tek bir saati harcamayı Allah yeterli buluyor. Yalnız bunu bilmemiz lazım ki yaşadığımız bu zamanda taklidi imanla olmuyor, tahkiki imana  sahip olma şartı var.

 Aslında Allahın verdiği o kadar çok nimetlere karşı hayatımız boyunca ibadet etsek, Allah tarafından bize verilen tek göz nimetinin bile şükrünü ödeyemeyeceğimizi bilmeliyiz .

Bir kimyager hesaplamış insanın vücudunda ki maddi varlığını: İnsanın vücudundaki yağdan 7 kalıp sabun oluyormuş, insanda mevcut demirden 1 çivi oluyormuş, Kirecinden küçük bir tavuk çömezini kireçlemeğe yetiyormuş, mevcut fosforu ile bir kaç kibrit tanesini yakabiliyormuş, potasyum’ uy la da  ufak bir topu patlatabiliyormuş. Bunlar kaç para eder,100 lira edermi?

Fakat bir kimseye bana gözlerini ver sana İstanbul’u vereceğim desek  cevabı, hayır olur değil mi? Aklını ver karşılığında bütün dünyayı sana vereceğim desem, veren olan olur mu ne derseniz. Evet hayır demekten başka cevap alamazsınız.  yine razı olamayacağını  kesin biliriz değil mi?.

Şimdi  bu kıymetli azaları hangi pazarda aldığımızı bize sorsalar, hiç düşündünüz mü ne deriz? Cevap yok değil mi? Şimdi bunca  nimetlerin şükrü nasıl ifa edilir sorusuna karşı? Cevaben deriz ki: Allah’ımıza karşı şükürden âciz olduğumuzun idraki içerisindeyiz. Bununla beraber, Allah’ımıza karşı şükrümüzü eda etmek için, ancak sünnet dairesinde bize emredilen ibadetleri yaparsak o zaman vazifemizi yerine getirmiş oluruz.

Fakat ne yazık ki elimizde iken hiçbir ni’metin kıymetini bilemiyoruz ki şükrünü eda edelim. Biz her an ve zaman bunu  düşünmemiz lazım ki, Allah’ımız bizi çok sevdiği için, bizden ufak tefek bazı ibadetler istiyor. Yani sonsuz bir mutluluğun karşısında  bizden çok az ibadet istiyor. Biz bunu fark etmeyip, Allah’ın bizim hiçbir ibadetimize ihtiyacı yokken, onları bizim faydamız için bizden istediğini anlamayıp, keşke bu ibadetleri bizden istemeseydi dersek, biliyor musunuz bu neye benzer ve bununla ne yapmış oluyoruz?

Mesela, doktor hastalığımızın teşhisini koyduktan sonra bize: Fenn-i tıbba göre  şifa bulmanız için şu şu ilaçları, şöyle şöyle içmeniz lazım diye tavsiyede bulunsa: Biz de bu ilaçları bize ne için tavsiye ettiğini fark edemezsek bu ilaçları içmemiz için senin ne ihtiyacın var diye doktora karşılık versek, ayıp etmiş olmuyor muyuz? Doktorun bizim menfaatimiz için ilaçları tavsiye ettiğini düşünmesek akılsızlık yapmış olmuyor muyuz?

Aslında biz ibadet ederken, Allah’ımızın huzurunda ihtiyaçlarımızı O’ndan dilemek için duruyoruz. Artı çevremizi saran birçok düşmanların şerrinden kurtulmak için O’na sığınıyoruz ve ibadetimizle Ona sığındığımızı ilan ederek O’na bildiriyoruz. Şimdi bu sığınmak akıllı insan için, öyle lezzetli bir haldir ki, bunun tarifinden âciziz. Bu itibarla Allah bizim bütün dertlerimizi bildiği için o ufak tefek ibadetleri bize emretmiş. Üstelik sayısız ihtiyaçlarımızı kendimiz te’min edemediğimizi bildiği için Allah, bizi onların endişesinden kurtarıp rahatlamamız için, ibadetleri yapıp ona dua edip Ondan yalvarmamız için bize emretmiş. Tıpkı yavru dertlerini gidermek için annesinin boynuna sarılması gibi.

Şunu da bilmeliyiz ki, Allah’ımız bize verdiği ni’metin cinsinden bizden şükür istiyor. Mesela; aptal, çocuk ve kâfir olmadığımız içi, Allah bizden namaz kılmamızı emretmiş. Biz Namaz ibadetini yapmadan bütün gün Allaha şükür desek, şükrünü eda etmiş olmuyoruz. Tabii ki, ni’metleri bize ihsan eden Rabbimize, Ya Rab sana şükür diyeceğiz. Ama namazımızı ihmal etmemek şartı ile. Fakir isek Şehadet getirdikten sonra,Namaz kılmamız orucumuzu da tutacağız o kadar. Şimdi bu vazifeleri yapıp, İslam’ın icaplarını yerine getirdik mi, Allah bize ihsan etiği bütün nimetler, yani Namaz, oruç  ve malımızın zekatını verdik mi ve haccımızı yaptık mı? Zenginliğin en büyüğü olan İslam dinine mensup olduğumuz için,  şükretmiş olacağız. Böylece ahirette  Allah’ın bizlere vaad ettiği lütuflar istikametinde ilerleyip, Allahın rızasını kazanmaya çalışacağız.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

İslam Dini İçtimai Hayata Değer Verir

Gerçi cemiyetler fertlerden teşekkül eder ama, İslamiyet yalnız kendi menfaatini düşünen toplumdan uzak bir hayatı tasvip etmiyor. Çünkü İslamiyet  cemiyet üzere tesis edilen beynelmilel bütün insanları içine alabilecek kapasitede hak bir dindir. Aynı  zamanda bütün semavi dinleri içine alan müstesna bir inanç müessesesidir. Bu dinin müntesipleri egoizmden ve bencillikten uzak hayatiyetlerinin tadını, eş, dost, akraba ve komşuları ile birlikte alarak, yalnızlıktan uzak, toplumla beraber  yaşamaktan mutluluk duyarlar. Bu  sebeptendir ki, kâinatın Yaratıcısı Allah Kur’an-ı Kerimde “Ya eyyuhennasu” (Ey insanlar) ve “Ya eyyuhellezine amenu” (Ey iman edenler) gibi ayeti kerimelerle insanlar toplumunu karşısına alarak yönelttiği hitaplarla  fertleri değil toplumu nazara almıştır.

Böylece mensup olduğumuz İslam dini insanlarla kaynaşmaya toplumla beraber yaşamaya o kadar önem vermiştir ki, Müslümanların biri diğeri ile görüşüp tanışmaları için, biri diğerine dertlerini anlatmak için, sık sık bir araya gelmelerini ister. Geçim derdi ile mecburi meşgul olanların dışında kalanlar, beş defa günde camiye o güzel sesli Ezanlarla davet edip gelmelerini emreder. Hatta ve hatta evde iki rekât kınlan namaz, iki rekâtın sevabını kazandırırsa,  o iki rekât camide kılınırsa yirmi yedi rekât  namaz kılmış gibi sevap kazanılacağını bize Hadisi şerif ile Peygamberimiz a.s.m. bildiriyor. Teravih namazlarını kılmak için Müslümanların camilere koşmaları, başka değil cemaatin önemindendir. Hele  Cuma ve bayram namazını kılmak için dinimiz her Müslüman’ı camiye gitmelerini mecbur etmesi yine cemaatin öneminden başka değildir. Peygamberimiz (a.s.m.) “Hazreti Cebrail aleyhisselam bana komşu hakkında o kadar aralıksız  tavsiyede bulundu ki Allah komşuyu varis (mirasçi) kılacağını zannettim” ( Kütübü sitte 206) yine:“ Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” gibi düsturlar, yukarı da bahsettiğimiz cemaatin ehemmiyetine parmak basar.

İşte bu sebeptendir ki, muhterem ve mübarek ecdad, Yaratıcı tarafından önümüze serilen bu muazzam prensipleri kendi hayatlarına en büyük enerji kabul ettikleri  için ve kuvvetlerini Allahın kanununa itaatten aldıkları için, milletini memnun edebildi. Hatta o kuvvetle en büyük düşman karşısında bile asırlarca ayakta dimdik durabildi. Yalınız dostları değil, muannit bazılarının dışında düşmanların da çoğunun kalbini feth ederek onlarında içlerindeki buzları eriterek hak olan kendi safına dahil edebildiler. Onlar bugünkü gibi başkasının yaptığı makineya kullanma kılavuzu yapmamışlar, belki san’atın Ustasının yaptığı kataloga harfiyen, imceden inceye uymak sureti ile dünyaya meydan okuyabildiler ve milletini o hale getirmişler ki, Memleketlerini muhafaza için ve İslami yaymak için savaşırken, onların düşmanları bu dünyada yaşamak isteyip burayı sevdikleri  kadar, onlar öbür âleme gitmek için ölüp şehit olmak için her engeli göze alarak, ölmeyi   çok sever hale gelmişlerdi. Biz bunun için ne kadar Allaha şükür edip Elhamdülillah deyip   şükretsek azdır ki, onların bize aşıladıkları o terbiye sayesinde  memleketimizde cereyan eden kötü hadiseler karşısında milletimizin çoğu içine girmeden kenardan seyrediyor. Ecdadın bıraktığı o güzel âdâtı hasene denilen güzel adetler karşısında milletimiz kışkırtıcı medyaya uymayarak provakatorların oyunlarına çok şükür ki gelmiyorlar. Her ne kadar bir asra yakın uzun bir zamanda gençlerimizin eğitildiği layık sistemdeki dersle, yani maneviyattan mahrum bir eğitimle kaldığı halde, anarşist yapmak için istismar edilen çok azınlıktadır. Yani, fıtratları bozuk olan anarşistler % 1 bile bir yekun teşkil etmezler. her ne kadar sık sık halkı kışkırtmağa çalıştıysalar da şükür milletimiz onların peşine gitmedi. Her ne kadar bazı olumsuz idarecilerin ellerinde bütün imkânlar olduğu halde, yalnız bir azınlığın   dışında, milletimiz onların oyunlarına gelmeyerek, toplumun menfaatini  muhafaza etmek için, halkın içinde kalan o zayıf iman sayesinde bütün zahmetlere göğüs gerebilmiştir. Muhterem ve mübarek ecdad bütün hareketi ile, mevzuumuz olan yalnız fertleri memnun etmek değil idare ettiği milletin çoğunu memnun edebilmiştir.

Bugün vatandaşlarımızın bir kısmı bencil olmasının da sebebi az önce bahsettiğim gibi dini düsturlardan habersiz kalıp batıdaki egoizmi, kendine prensip edinerek, keyif ve hoşuna giden lüks hayatın peşine koşarken başkası açlıktan ölse de bana diyebilenler memletimizde varsa? Onları çok görmeyin çünkü bir asra yakın uzun bir zamandır halkımız manevi eğitimden mahrum kaldığı sebepten başka bulamazsınız. Dinden aldığımız terbiyenin zevkini almak için bu azınlığa bazen göz atmak lazım ki,  başkasını kendinden iyi görse hasedinden çatlar. Aynı apartmanda beraber yaşadığı kimseleri tanımaz, onlarla karşılaşırsa ilgilenmez. Merdivenlerden inerken çıkarken onların hâl hatırlarını sormak şöyle dursun selâm bile vermez. Halbuki, her Müslüman, Müslüman olanlara selam vermesi dinimizin bir emri olduğu için, Müslüman, din kardeşine selam vermeğe kendini borçlu bilir, İslam dinine sahip olan kimse, Müslüman kardeşi ile görüştüğü zaman selam verir, hal ve hatırını sorar. Onunla ilgilenir. Herhangi derdi var ise yardımına koşar, ziyaretine gider, evine oturmaya, çay içmeye, hatta bazen da yemeğe davet eder. Başkasına yemek yedirmenin ehemmiyetinden ve çok sevap olmasındandır herhalde, dedelerinden kalan bazı güzel adetlere bağlı kalabilen âilelerde, herhangi sebeple evinde yemek yesen, yemek esnasında, ye kardeşim bereketimiz artması için yemeniz lazım der.  Yani Müslüman arkadaşı veya komşusu ile muhabbet bağları kurar, sevinç ve kederinden hisse almak için ölümlerine ve düğünlerine katılır. Hatta evlenme,  sünnet ve ölüm merasimlerine iştirak edip toplanan kalabalığın derecesine göre,vuku bulan, ölüm ve düğün sahibinin kıymeti artar.

Demek o düğün ve ölüm sahibi daha önce hal ve hareketi ile oralarda toplanan halkın kalplerini fethe dip o milletin gönüllerini sevindirmiş ki, o millet bu düğün veya ölüm sahibinin kalbini memnun etmeye gelmişler.

Herhalde sizlerde şahit olmuşsunuz, bazı defa olur ki, bu gibi toplantılara gelmeleri mecbur olan bazı yakın akrabalarından başka kimse gelmediğini görürsünüz . Tabii ki gelmeyecek, çünkü onun hiç kimseye iyiliği dokunmamış hiç kimsenin sevinçli ve yahut üzücü toplantılarında bulunmamış ki bu duruma düşmüş.  Bu ve bu gibilerin bu hale düşmelerinin sebebi başka değil, tektir. Oda, devletin batılılaşmak için bütün kuvveti ile halkı zorlamasıdır. En acı tarafta batıdan ilim teknik değil, halkımıza batının sefahet ve “Egoizmi” (bencilliğini) alıp aşılamasıdır. İnanmazsanız bakın evlenme çağına gelmiş şehit dedelerin torunları olan hanım kızlarımız nasıl toplum hayatından koparılıp, kaynana ve kaynataya hizmet etmemek için, çoğu bekâr kalıyor. Ayrı dairesi olan, veya geliri sağlam, dairesinin kîrasını rahat ödeyebilen eş bulamayınca evlenmiyorlar. Bu hanım kızlar, bütün hayatları bal ayındaki hayatları gibi gideceğini zannediyorlar. ileride kaynata ve kaynanaya ne kadar muhtaç olacaklarını bilmiyorlar. Bilenlerin nasihatlerini de dinlemiyorlar. düşünemiyorlar ki, eğer ömrleri, varsa onlarda kaynana olabilir ve gelininin yardımına muhtaç olur. Hatta Allah göstermesin yatalak hasta da olabilir. O bu günden bilmesi lazım ki, ekmeden biçmek olmaz. O bu gün beyinin hısım akrabalarına  sahip çıkmazsa yarın onun gelini de ona sahip çıkmayacaktır. Bu hanım kızların yanlış hareketlerinin ana sebebi şudur: Ya öleceklerini bugünden düşünemeyip, bu dünyadaki iyi ve kötü hareketlerin mükâfat ve cezasını orada göreceğini inanmıyorlar veya çok zayıf bir inançla yaşıyorlar ki, yalınız bu günü düşünüyor, ileride neler başına geleceğini, bi,lemiyor. İki hayatını cennet yapmak için kendisine verilen o aklı batıdan gelen manasız maddecilik ve yalınız kendi menfaatini düşünmek fikridir, bu geçici hayatta da mesut olamıyor.

Batıdaki egoizmi daha güzel anlamak için, İswiçrede çalışan yeğenim anlatıyor: “İswiçrelilerden bir baba, ayri yerde yaşayan oğlunu ziyarete gidiyor oraya vardıktan biraz sonra oğlunun hanımı yemek yemeleri için sofrayı kurmaya hazırlanıyor  ve hanımcağız oğlunu ekmek almaya gönderiyor. Oğluda evden çıkıp sokakta aklına geliyor , aşağıdan bağırıyor (Dede! eğer sende bizde yemek yiyeceksen para ver de sanada ekmek alayım) ”

İşte batının ahlak sermayeleri ki, yalınız kendi menfaatini düşünür, başkasında bir iyilik görse, ah! O niye benim değil hasedinden çatlar. Bunu Hz musa zamanındaki bir hadiseyi anlatarak tamamlıyorum.

Hazreti Musa zamanında çok fakir biri var imiş. Gitmiş Hazreti Musa’ya, ya Musa! Sen her gün Allah’la bin bir kelam konuşmağa gittiğin zaman,  Allah’ı yalvar, bana odun taşıyıp ekmek paramı çıkarmak için, bari bir merkebim olmasını nasip etsin. Hazreti Musa da Allahın huzuruna varınca, Ya Rabbi sana her şey malum biri bir emanet etmişti. Allah ta, Hazreti Musa’ya, evet biliyorum, sen o adama söyle? Bir merkebi olan komşusu için dua etsin ki, onun iki merkebi olsun da ondan sonra ona, odun taşıyıp para kazanması için bir merkebi olmasını  nasip  ederim demiş. Hazreti Musa da, Allahın emanet ettiğini sahibine söyleyince; oda onu kabul etmeyip, ben öteden beri onun merkebinin telef olmasını istiyorum. Bana bir tane bile vermese, onun iki tane olmasını istemem der, içindeki kötü düşünceleri meydana atar. İşte toplum hayattan uzak yalınız kendi hayatını düşünen bencil insanların hali ile, yukarıda bahsettiğim İslam ahlakına sahip Müslüman kimsenin hayat farklarını kıyas edebilirsin.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org