Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Sünneti Seniyyeyi İfa Eden Talebeye Yüz Şehid Sevabı

Fesad-ı Ümmet Zamanında Sünneti Seniyyeyi İfa Eden Nur Talebelerinin Yüz Şehidin Ecrini Sevabını Kazanmasından Biraz Bahsedeceğiz.

Muhterem Kardeşim;

Sünnet-i Seniyyeye ittiba bizim düsturlarımızdandır. Elinizde bulunması gereken “Ey Ehl-i İman! Muhakemat-ı Kuraniye’nin mizanları ve sünnet-i Seniyyenin terazileri ile a’mal ve hatıratını tart! “ başlıklı 29 maddelik ve 8 sayfalık toplamamızda  her hal-ü kârda Sünnet- Seniyenin kurtarıcı bir kal’a olduğu dersi veriliyor.”kal’ayı metin “ tabiri kullanıyor. Kim küçük de olsa bir adaba ait sünneti  işlerse, o kal’anın içinde olacağı için “En müthiş düşmanı olan şeytanların dahi yanaşamayıp bir halt edemiyecekleri “ garantisi veriliyor. Lem’alarda geçen o cümleyi aynen alıyorum:

“Ehli hakkın  öyle bir kal’ası var ki, orda tahassun ettikleri vakit, o müthiş düşmanlar yanaşamazlar,bir halt edemezler…O kal’a-i metin, o hısnı hasin ise, Şeriati Muhammediye  a.s.m  ve sünneti Ahmediyedir a.s.m. 13 Lem’a:71.

Demek ki bildiğimiz herhangi bir sünnete ittiba bizleri  şeytanın şerrinden muhafaza ediyor.  Acaba mevzu bahis sünnet nedir?  Adab ve müstehab sünnetler, küçüklüğüyle her Nur Talebesine,  fesad-ı ümmet zamanında verileceği vaat edilen yüz şehidin ecrini sevabını kazanacak mı? Yoksa bazılarının vehmettiği gibi o mükafat yalnız mümtaz bir ferde mi aittir? Herkes istifade edemez mi?  Veya bir mektupta mevzu olduğu gibi  Sünnet-i Seniyeye temessükte yüz şehidin ecrini sevabını alabilir. Evet,  en küçük adabına müraat etmek takvayı ihsas ediyor. Fakat bir insan ki en küçük adabına müraat ederken en  mühimlerini yani esasat-ı Sünnet-i Seniyeyi  ihmal ediyorsa bu insan nasıl yüz şehidin ecrini sevabını alabilir?  Hem bazı insan var ki: Sünneti seniye içinde farz ve vâcip olanlar, yani sünnete temessük ederek kurtulurken, küçük âdabına müraat edip eğer büyükleri ihmal ediyorsa kurtulamayacağı âşikârdır. “Yâni sünneti seniyenin en küçük âdabı… en büyükleri ihsas ve ifham ediyor.” Yâni büyükleri yapmayan küçükleri yapmak bu ecir ve sevaba nâil olmazmı? Şimdi bunlara Üstadımızın lisani ile cevap vereceğiz. Sevap dağıtmak iyi ki biz insanlara kalmamış! Bakınız şefkatlı Üstadımız ne diyor? Sünnetin Bilhassa küçük âdâblarına ittiba’i nazara vererek, insanın terakkiyatı neticesinde mazhar olduğu mukâfata mazhar olduğunu nasıl izah ediyor. Onun içn yalınız Üstadımızı dinleyelim

“ Hususan fesad-ı ümmet zamanında, sünneti seniyenin küçük bir adabına müraat etmek, ehemmiyetli bit takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek, Resül-i Ekrem Aleyhissalatüm vesselamı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzuru İlahi hatırasına inkilab eder. Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek içme ve yatmak âdabında Sünnet-i Seniyeye müraat ettiği dakikada, o âdi müamele ve fıtri amel sevaplı bir ibadet ve şer-i bir ibadet oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resül-i Ekrem aleyhissalatü vesselam’a ittibaını düşüniyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi olduğu tasavvur eder ve şeriat sahibi  hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakiki olan Cenab-ı Hakka kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır. İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. 11 Lem’a: 41

Görüyorsunuz, Üstadımız küçük adabı nazara veriyor. Bazı kardeşlerimiz ise Üstadın verdiği bu dersi gölgeler gibi büyüklerini işlemeyen küçüğünü işlerse, sanki hiç sünnet işlememiş olacağını düşünebiliyor. Bir Nur talebesinin küçük sünnetlere  riayet ederek büyüklerini yapmaması da düşünülemez. Çünki Nur talebesinin düsturlarında Sünnet-i Seniyeye ittiba vardır.  Mektubun başında da bunu zikrettik. İşte küçük bir âdâb veya âdi bir harekette Rasul-ü Ekrem (a.s.v.) ı düşünüyorsa, yüz şehid sevabı alır. Küçük âdâba bu kadar büyük  sevabı çok görmeyelim. Sünnetlere riayet eden çok azdır.  Üstadımız:

Rasül-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam ferman etmiş: “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini sevabını kazanabilir.” 11.Lem’a 49

Bu hadisi nakletmek suretiyle bilhassa Nur talebelerine büyük müjde vermiştir. Bildiğimiz ve en küçük sandığımız hareketlerin azîm mükâfatı bizi sünnete daha çok riayet ettirecektir, İnşâallah…

Başka insaflı kardeşimiz de , vesvese ve evhamı def için ( Garanti Belgesi ) ser-levhalı ve yine şefkatli Üstadımızdan bir nakil yaparak, bizleri Sünnete  ittibaa teşvik etmektedir. İşte Garanti Belgesi…

“Nur Şakirtlerinin gayet ağır müşkilatlar içinde kemal-i metanet ve hizmet ve irtibatlarıyla o zatın (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmek ne kadar kârlı olduğunu ve bir Sünnete bu zamanda ittibada yüz şehidi ecrini kazandığını bildiren…” 11.Şua:276

Şimdi de hiç duymadığımız ve tatbik edeni de görmediğimiz için tamamen yabancısı olduğumuz bir sünneti seniyye olan(İ’caz ve kabul-ü şer’i) yi bize misal vererek, bu kimsenin bilmediği sünneti dahi işlemenin vereceği  azîm ve yüksek netâici izah eden  üstadımızı dinleyelim:

“Ey nefis az bir ömürde hadsız amal-ı uhrevî istersen ve her bir dakika ömrünü bir ümür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen. Sünnet-i seniyyeye ittiba et. Çünkü bir muamele-i şeriyyeyi tatbik-i hareket, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevi çok meyveler veriyor. Mesela bir şeyi satın aldın. İcab ve kabul-i şer’iyyeyi tatbik ettiğin dakikada, o adi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. O tahatturu hükmü şer’i bir tasavvuru vahy verir. O dahi , Şârii düşünmekle bir teveccühü İlahî verir. O dahi bir huzur verir. Demek Sünneti Seniyyeyi tatbik-i amel etmekle bu fani ömür, baki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir.” Bununla ilgili Ayetin fermanının tercümesini dinle. “şeriat ve sünneti seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esma-i hüsnanın her bir isminin feyzi tecellisine bir mazhar-ı câmi’olmağa çalış…”24 Söz: 362.

Evet sünnet-i seniyyeyi hayatımızla tatbike çalışmaya başlarken ötekilerini öğrenmeye başlarken, bildiğimiz kısmını tatbikten başlayıp devam etmeliyiz.

“Su içerken, 1- oturmak, 2- başı örtme, 3- kıbleye dönmek, 4- besmele çekmek, 5- 3 yudumda içmek, 6- nefesi suya vermemek için bardağı yana çekmek, 7- suyu emerek içmek, 8 Kapalı kabda, yanı suyu gürerek içmek, sonunda Elhamdülil-lah demek.

Allahümme veffikna li Sünneti seniyyeti Aleyhisselam Amin.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Yaratıkların En İyisi Olan İnsan

Cenab-ı Hakkın Kudretinin mucizesi, San’atının acâibi ve varlıklarının hulasası olarak yarattığı bu insanı erkek ve dişiden meydana getirmiş. Onu,  kâinat ağacının şuûrlu meyvesi yaparak, dünyayı onunla şenlendirip bütün mahlukatı onun emrine ve hizmetine vermiştir. Kendine muhatap olarak seçtiği o sevgili kulunu, yeryüzüne halife olarak göndermiştir. Evci-âlaya (en yüksek dereceye) yükseltmek için, ona verilen aklı yerinde kullanabilirse ne mutlu. Yaratıcısını memnun etmek ve Allah’ın Kuvvet ve Kudretini fark etmek için ona verilen acz ve fakrını, unutmayıp onlara değer verebilmesi onun için en büyük kârdır. İnsan, ona verilen o akıl nimetini, ancak Allah’ı memnun yolunda kafasına aldığı iyi bilgiler sayesinde onu kötüye kullanmaktan kurtulabilir . Çünkü o akıl vasıtası ile insan mahlukatın üstüne çıkarılmıştır ve o aklın ona yönelttiği soruları:

Sen nesin?

Nereden geldin?

Ne için geldin?

Seni buraya kim gönderdi?

En son nereye gideceksin? Sorularının cevabını bulabildi ise, imtihanların en büyüğünü vermiş olur. Böylece insanlığa layık bir kıymet kazanmış olur.

 

Bundan sonra, bu insan ona verilen o akıl vasıtasıyla, bu mu’cizevari makineye bir kullanma kılavuzu ve bir hayat programı olarak, Allah tarafından gönderilen insanların en şereflisi olan Peygamberimiz (a.s.m.) vasıtasıyla,  600 sahifelik bir kitap Kur’ân-ı Kerimi, kendi  hayatına bir kanun bir tarifname olarak kabul eder. Harfiyyen o kanunun emirlerine uyarak hayat sürer.

 

İşte bu insan kendisine verilen vücut makinesini mahvetmemek için, o emsaline rastlanmayan Kanunda gösterilen prensiplere uyarsa, hem dünya hayatını hem de âhiret hayatını cennet hayatına dönüştürme imkânı elde edebilir. Aksi takdirde nefsin ve şeytanın hile ve oyunlarına uyup kendine güvenerek, Allah’ın kanuna uymazsa, dünya hayatında ona verilen gençliği, yalancı fantezi şeylerle kendini aldatırsa genç yaşta acısını fark etmese bile, yaş ilerlerken önündeki ölüm endişesi, kalan günlerini yaşanmaz bir hale getireceği şüphesizdir. Yalınız bu zararla kalmaz, öteki  hayatta  o nazik vücudunu cehennem gibi sonu olmayan bir acı azap içerisinde yakmağa yönelik, acısı bitmeyen bir halde, ıstırabı tariften uzak bir hayat geçirmek onu bekler.

 

Acaba! Bu insan kendisini incelemek için niye aynaya bakmıyor?  Çünkü dikkatle baksa  görecek ki, Allah onu, milyonlarca mahluktan üstün bir seviye olan “Ahsen-i takvimde”  (En iyi bir surette)  yaratmış. Yine bu insan ona özel bir suret vereni bulmak için düşünmeli, ki Allahın “Musavvir” İsmini bulsun. Çünkü, kendi yüzündeki özel ve güzel mührünü düşünmeden kıymet ve değerini bilemiyor? Okumalı ki kendini fark edip, kıymet ve değerini anlasın. Çünkü, ustası bilinmeyen bir eser kıymetsiz kalır. Halbuki bu insan kendini inceleyerek bakabilse görecek ki:  Hz Adem a.s. dan  bugüne kadar hiç kimsenin yüz mührü biri diğerinin ayni değil. Hatta insanın parmak izleri dahi benzemiyor.

 

Bazıları ahmaklık yapıp 1.300.000 çeşit mahlukun üstünde bir meziyette yaratıldığını görmeden, Allah’ına lazım olan teşekkürü yapmadan, kendisinden daha güzel birini görünce, bak Allah adâletsizlik yapıp, ötekini güzel yaratırken, beni çirkin yaratmış diyebiliyor. Halbuki Allah o efendiyi de hayvan değil insan yaratmış, onu sayılamayacak kadar çok çeşit hislerle duygularla teçhiz ederek, milyarlar insandan farklı ona bir sima verdiğini görmeden aşağıya bakıp kendinden daha çirkinini  görüp düşünmeden öyle diyebiliyor.

 

Bu insan kendi Yaratıcısını bulup ona inanmak için, yalınız yüzündeki farklı simayı görüp onu düşünebilse yeter. Ancak insana verilen o farklı sima sayesinde miras ve nikâh meseleleri devam edebiliyor. Hiç karıştırmadan, bu kız kardeşim, bu hanımım, bu halam, bu teyzem, bu yengem v.s  diyebiliyor. Yalınız bu hadise için bile Allah’ımıza  gece gündüz şükretsek azdır. Bize verilen göz, kulak, burun gibi azaların yerleri öteki insanlarla ayni yerde ve benzer bir şekilde olduğu halde, insanlar benzemiyor. Azalar ayni yerde olması da, Allah kendi işine kimseyi karıştırmayıp, fiilinde muhtar olduğunu gösteriyor. Hatta milyarlarca insanın o ufacık yüzüne farklı mührü koyabilmek, ancak ve ancak Allah’ın işidir deyip, hayretinden secdeye varması gerekmezmi? Bununla beraber insan gururundan gözleri devamlı yukarı baktığından, kendisinden daha güzel, daha akıllı veya daha zengin birini görünce şikâyete başlıyor.

 

Yine çok mühim bir hadiseden bahsedeceğim: Bu insanlar düşünmeli ki, erkek ve dişiden nesli devam eden bu çiftlerin, erkek ve dişi eşit sayıda yaratılmamasının dengesini acaba elinde kim tutuyor? Herhangi kıtada %80 kız  % 20 erkek olmuyor ve aksine de % 80 erkek ve % 20 kız da olmuyor.  Baba erkek istiyor kız oluyor. Anne kız istiyor hiç olmuyor. Birine 5 oğlan ötekine 1 kız verirken. Yine de çok mühim olan bu denge devam ediyor. Aklını yerinde kullananların nazarında, Allah her şeyi hikmetle yaratan bir Azamet-i Zişân olduğunu anlar ve asla şüphe etmeden  ona inanır. Bununla beraber, aklını kullanmayanlar maalesef, bu akıl almaz dengeyi  bütün bu hikmetli hadiseleri akılsız, kör, sağır tabiata ve tesadüfe  verebiliyorlar.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bu Necip Milletin Evladını Sev, Yolunu Bıraktı İse Acı Ve Yardımına Koş

Yermeye değil her haliyle övmeye değer, şerefli ve necip bir milletin evladıyız. Mademki öyleyiz ve bütün dünya bizi öyle biliyor. Öyle ise ne pahasına olursa olsun tekrar o şerefe sahip olmak için gayret sarf etmemiz icab ediyor. Yoksa gizli düşmanlarımız sefaletten kurtulmayalım diye uğraşıyorlar, yalınız manen değil maddeten de yerimizde sayıp terakki etmeyelim diye gece gündüz uğraşıyorlar. İlk önce imansız bırakmak için, çok türlü entrikalarla gayelerine ulaşmak maksadıyla halkımızı gayesiz bırakmak emelindedirler. Ondan sonra günlük zaruri ihtiyacımızdan başka hiçbir şey düşünmemek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Biz bu yazılarımızla bazı hakikatleri açıklamaya çalışırken, Allah’ın kanunu olan dini ölçülere ters düşmeden mantıki ölçüleri elden bırakmamaya gayret ediyoruz. Bugün vatandaşımızın ana problemi, sağlam bir amaçtan uzak bir gaye sahibi olmamasıdır. Bu problemi çözmesi için de, vatandaşımın ilk önce kitap okuma meraklısı olması lazımdır. Bu yolda ilerlerken  yalnız  sınıf geçme peşinde değil, her şeyi değerlendirebilmek için, din ile dünyası hakkında sağlam  bilgi sahibi olması icap eder. Çünkü dinimiz insana ilmi tahsil müddetini beşikten mezara kadar uzun bir müddet içerisinde tayin etmiştir. Halbuki, memleketimizde, kariyer sahibi olma peşinde koşan bazı ehli dünyanın dışında, kitap okuma meraklıları, yok denecek kadar azınlıktalar. Bana inanmazsanız, bakın  kaç Müslüman’ın evinde kütüphane var. Kitap okumaya merakları yok ki kitap alıp kütüphane kursunlar.

Öyle ya: Hiç muayenehane açmadan herhangi kimseyi tedavi etmeden ben doktorum diyen beyefendi, doktor olduğunu hiç kimseye yutturamazken. hiç kimsenin saçını kesip sakalını tıraş etmeyen kimsenin de berberlik iddiasında bulunması, boşa gider. Aynen bunlar gibi, memleketimizde beş vakitte ezan okunurken bizimki hiç kılını kıpırdatmazsa? Veya başka, dini vecibelerden herhangi bir alamet kendisinde görünmezse, bu vatandaş dinden ne kadar nasiplenmiş siz söyleyin. Hatta, bazıları dıştan gelen fikirlerin tesiri altında bırakıldığı için, en ufak bir şüphe götürmeyen imanın ana prensiplerinden bazısını inkâr edebiliyor.

Şimdi, şehit dedelerin torunları olan bir kısım vatandaşlarım, ne kadar zararda olduklarını sizin anlayışınıza havale ediyorum. Bahsini ettiğim kimseler, az olmakla beraber, onlardaki bazı hallerden ben çok rahatsız oluyorum. Çünkü gönül isterdi ki onlar da ötekiler gibi, içlerinden gelen vicdani ses ve arzularını yerine getirmek için çaba sarf etsinler. Sağdan soldan sık sık aldığım müjdeli haber gibi, onlar da öyle sevinçli haberlerle beni sevindirsinler. Her ne kadar yalan dünyaya çeken şebekeler onları çekmeye son hızıyla çalışıyorlarsa da; aklını kullanan tahsilli, tahsilsiz, memur ve işçilerimiz her gün küme küme içlerinden gelen sese kulak vererek, zaruri ihtiyaçları olan hak  dinlerine sarılıyorlar.

İşçilerini dindar görmek isteyen patronda çalışanlar şöyle dursun, dininden nasibini almayan patronda çalışan bacılarımın da, patronuna posta koyup, beni cinsime layık ve yakışır kıyafet ile kabul edersen çalışırım yoksa çıkar giderim diyenler ise, ya mesleğinin erbabı olduğu için, patronu işten atamıyor. Veya şartları kabul etmeye mecbur oluyor. Veya çıkıp gittiği başka yerde fazla ücretle ve daha rahat iş bulduklarının güzel haberlerini her gün işitiyoruz. Bu kardeşlerim Fatih devrindeki kızları çok geride bırakıyorlar. Bunlar “Batırılan geminin mallarıdır” kendini kurtarmayı başarana ne mutlu, tebrikler onlara.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Mutluluğu Yanlış Yerde Arayanların Acınacak Halleri

Allah insanı bütün mahlukat üstüne müstesna bir varlık olarak yarattığı  için, farklı yaratılışından ötürü, o, en güzel ve süslü şeyleri sever ve insanlığa layık bir mutluluğu temin etmek için gece gündüz çabalar. Fakat ne yazık ki bu insan  kâinatın şuurlu ve şerefli bir meyvesi iken, mutluluk bakımından bir serçe kuşuna bile yetişemiyor. Serçenin hiçbir derdi yok. Hatta serçe her gün ağırlığının 5-6 misli kadar yiyebilirken, insanların bir kısmı karnını zor doyurabiliyor. Böyle olunca, bu zavallı insan neden düşünemiyor ki, Allah her şeyi hikmetle yaratmış. Her şeye taşıyabileceği kadar yük yüklemiş. Zavallı insan neden anlayamıyor ki, onun mutlu olma yeri burası değildir.

Peki bunu insandan maada kim düşünecek ki? Niye inek, kedi, kuş, hatta bütün canlı mahlûklar kendilerine mahsus elbiseleri ile doğuyorlar da bu zavallı insan en şerefli mahluk iken, çırılçıplak doğuyor. Ötekilerin elbise alma dertleri yok. Yalınız elbise  değil, belki, onlar ne bakkala, ne terziye, ne kasaba, ne berbere, ne inşaatçıya ne de buz dolabına veya herhangi vasıtaya ihtiyaçları var. Acaba biz bunları hiç mi düşünmeyelim? Her ne kadar bahsettiğim mahlukat da yaradılış itibariyle birer mucizedir, amma insana nispeten onlar âdi birer mahlukturlar. Fakat bununla beraber, onlar   hiçbir şeyin fakiri değiller, onların bütün zaruri ihtiyaçları temin edilmiş. “Âdi” dedim çünkü keçi her şeyi ya beyaz veya siyah görüyor.  Fakat insanın gözlerindeki refleks öyle ayarlanmış ki bütün renkleri birden görebiliyor.

Mahlukatın başka ihtiyaçlarını biz görüp bilmesek de onların yiyeceklerine bir göz atarsak göreceğiz ki, onlar çok rahatlıkla muhtaç oldukları şeyleri bulup yiyebiliyorlar. Canavarlar hadlerini tecavüz ettikleri için biraz zahmet çekseler de, masum hayvanlar zahmet çekmeden ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar.  Fakat bu şerefli mahluk olan insan, bu dünyaya gözünü açtıktan, ta ölümüne kadar, fakir, aciz,  her şeye muhtaç bir vaziyette yaşıyor. İlk adımını bu dünyaya atarken tüm hayat şartlarına cahil. Çünkü, o, mahlukata, komutan olarak gönderiliyor da ondan. Burada imtihan vermeye geldiğinden ötürü cahil ve her şeye muhtaç olarak geliyor. Allah onu tecrübe ediyor, acaba hırsızlık yapıp çaldığı parayla mı elbise alacak, yoksa kimsenin hakkına girmeden, alnının teriyle kazandığı parayla mı elbisesini temin edecek. Yani Müslüman her şeyi aman bu, dinime ters düşmesin diye düşünmeden yapamaz, ne yiyebilir ne içebilir ne de giyebilir. Çünkü İslam kanunları, her şeyine dikkat emri ile  onun önüne çıkıyor.

Ben doğduğum yer olan Sırbistan da 15-16 yaşlarında iken, Recep ayında bizden 10 küsur kilometre uzak olan Buyanovsa isimli bir kasabaya pazara gittim. Bu vesile ile orada bulunan akrabalardan bir ablamızı da öğle vaktinde ziyaret ettim. O esnada sofra kurulmuş bana buyurun  yemeğe dediler, ben de siz buyurun, ben oruçluyum deyince, sofrada olanlardan biri, bana bakarak Allah Allah dedi!  Devam etti: İşyerimde Hıristiyan Yovan’la dükkanlarımız yan yanadır. Bana, bu senin halin Yovanın bana söylediği sözleri doğru çıkarıyor.

Peki Yovan bana ne dedi sorarsanız ? Anlatayım; bir gün Yovan bana: Arkadaş ben senin gibi her gün Müslüman olurum. Çünkü ben rakı içiyorum sen de içiyorsun, ben fötör giyiyorum sen de giyiyorsun, ben kiliseye gitmiyorum sen de camiye gitmiyorsun, aramızda ne fark var ki? Ben Hodonovsa köyündeki imam Nuhi Efendi gibi olamam, yoksa senin gibi Müslüman olmaya da gerek yok dedi.

1001 hadis kitabının ilk hadisi  “Ameller niyetlere göredir” ile başlıyor buna sözümüz yok. Fakat ecnebiler bizim herhangi bir adetimizi kabul etmeyi kendilerine tenezzül sayarlar. Biz Müslümanlar da, kazağımızı tişörtümüzü alırken önünde veya arkasında Katoliklerin veya Hıristiyanların ismi yazılı olanları almayalım, bize yakışanı alıp giymeli, her şeyi kendimiz için helal mı haram mı araştırıp öğrenmeli. Kendi örf ve adetimize uyup uymadığını araştırmalı, ondan sonra onlardan istifade yönüne gitmeliyiz. Yani Müslüman her zaman, her ihtiyacını bu titizlikle temin etme alışkanlığıyla yaşaması lazım.

Evet, her insan bilhassa Müslüman hassas olacak, seviyesini koruyarak hayatına devam edecek. Çünkü Allah onu kâinatta mümtaz bir şekilde yaratmış. Bakın ne kadar hassastır? En mutlu anındaki şen şakrak vaziyetinde iken bile, aniden gelen bir haber onu kahredebiliyor. Sevinçli ise, o sevinçli halini bozup acılaştırabiliyor. Onun mutluluğunu zir u zeber edip bozabiliyor. Ama neden?

Bu insan sıcacık bir yuva kurmak için ona verilen cüz’i iradesini kullanarak meşru bir tarzda bir hanım kıza gönül veriyor, o da razı olduktan sonra nişanlanıyorlar ve tam düğün yapacakları sırada hanım kız vaz geçiyor. Bizim delikanlı kahrından çatlar hale geliyor. Ama neden?

Yine bir hanımla bir bey meşru dairede evlenmeye karar veriyorlar 3-4 ay hazırlıktan sonra eşi dostu davet ediyorlar ziyafetler yemekler içmekler tam gelin alınacağı saatte damadın babası vefat ediyor, bütün hısım akraba kahrolduğu gibi, zavallı damatla gelin hanımın tatlılarına zehir dökülür gibi bir hal alıyorlar, kahroluyorlar. Ama neden?

Sonra askerliğini Kurban Bayramından bir hafta önce tamamlayan Mehmetçiğin, sevinci ikiye katlandığı ümidiyle, aylar önce gel teskere gel dediği teskeresini alır, üstünü başını yıkar ve babasının gönderdiği gıcır gıcır elbiselerini giyer, otobüste daha önce ayırdığı yerine oturur, otobüs harekêt eder, gideceği kasabaya 12 kilometre kala otobüs kaza yapar, bizim asker geçici evine gitmeye hazırlanırken, ahiret evine gider, bütün akrabalarını kahreder. Bu da neden?

Nedeni var mı? İnsan için burası mutluluk evi olmadığından ötürüdür ki , insanın başına böyle haller gelebiliyor ve geliyor. Her ne kadar  akıl ve ilim bir derece geleceği görüyor seda yine de insan  “Meçhulu mutlaka müteveccih” tır. (Önünde ne ile karşılaşacağını bilmeyen bir mahluktur.) Hayatında geçirdiğinin bir kısmını biliyor fakat önünde ne ile karşılaşacağını bilmediği için, karşılaştığı üzücü hadiseler onu kahrediyor. O gülmek istiyor, şen şakrak yaşamak istiyor, sevinmek istiyor, hulasa mutlu olmak istiyor. Fakat nerede?

Zavallı! Kasapta şeker arar gibi, mutluluğu yanlış yerde arıyor. O mu’cize olan vücut makinesinin katalogunu okumadan yaşadığı için, mutluluğu yanlış yerde arıyor. Okumuş olsa da o mübarek kanunu kesin olarak hayatına tatbik etme kararına varmadığı için böyle sıkıntıların altında eziliyor. Yani, imansızları ve imanı zayıf olanları böyle acı hadiseler çok sarsar. Çünkü onlar burada imtihana geldiklerinin idraki içerisinde olmadıklarından ötürüdür ki, onların hoşuna gitmeyen herhangi bir halle karşılaştıkları zaman mahvoluyorlar. Çünkü onların ahirete imanları yok veya zayıf olduğu için mutluluğu burada arıyorlar. Aradıklarını bulamadıkları için eziliyorlar. Mutluluk şöyle dursun,  önlerine dikilen ölümün sıkıntısından biraz da olsa kurtulmak için, onlara verilen en büyük nimet olan akıl onları sıkıyor. O ölüm endişesi, bazen da o imansıza en zaruri işlerini bıraktırıp uyuşturucu bulmaya koşturuyor. Böylece ömrünün sonuna kadar, kendini aldatmaya çalışıyor.

Halbuki Müslüman bu dünyaya imtihana geldiğini kabul ederek yaşar, hayatında ona isabet edip başına gelen bütün memnun edici ve kahredici haller, rasgele gelmediğini bilir. Onun inancına göre, hadiselerin arkasında, geçmiş ve geleceği insandan daha iyi bilen bir Allah var. Çünkü, hayatının sevinçleri onu nasıl çok sevindirmiyorsa, kahredici haller de onu fazla üzmez. Müslüman’ın nazarında buradaki mutluluklarla kahredici haller, geçici oldukları için onu fazla etkilemez. Sevinçli ve kahredici hallerin sonları, belki bu gün belki yarın gelecektir düşüncesiyle yaşar. O, Allah’ına karşı ibadetlerini ümit ve korku arasında yapar. Çünkü ona vaad edilen sonsuz bir mutluluğun peşindedir. Her şeyde teenni-i hikmetle hareket eder. Kendini mükemmelliğin zirvesine çıkaran O yüce Yaratıcının varlığı kadar hiçbir şey onu memnun etmez, o O’ndan ümidini kesmeden  hayatına devam etmeye çalışır.

İşte o, mutluluğun ve bayramların en büyüğüne gözünü dikmiştir. Hayatının bütün hal ve hareketlerinde, ister çalışırken, isterse istirahat ederken, O büyük Allah’ı unutmamaya çalışır. O, ötekiler gibi, şeytanın ve nefsinin esiri olmaz. O şahıs için günahlı şeyler yakıcı ateşten beterdir. O kendi kuvvetine güvenmez, yaptığı bütün ibadetlerinin neticesinde el açıp Allah’ına yalvarırken  hiç unutmadan, nefis, şeytan ve insan şeytanlarının şerrinden Allah’ına sığınır, O’nun Kuvvet ve Kudretine güvenir ve O’na dayanır.

Yolunu sapmış kimseler, yaptıkları günahların sıkıntısından kurtulup sırtından atmak için, ne yapayım benim kaderim böyle imiş diyorlar.  Halbuki Allah’a itâat edenlerin Kader’den şikâyetleri yok, onların dedikleri şu: Ey bizi yoktan yaratan Yüce Allah’ımız! Biz âcizler, sana yüz binlerce hamd ve şükür edelim ki, bizi bütün mahlukat üstünde şerefli bir mahluk yarattın ve imtihan etmek için bir taraftan şeytan ve nefsimizi bize musallat ettin. Öbür yandan da hayrı şerri fark edebilecek bir aklı bize lütuf olarak verdin. Çok şükür imtihanımız esnasında aklın galibiyeti ile zafer peşinde koşuyoruz  ve emrettiğin o çok az olan mükellefiyetleri yerine getirmeye çalışıyoruz. Yürüdüğümüz bu doğru yolda ki  hayatımızı sonuna kadar  sürdürmemiz için senden yardım diliyoruz derler.

Beş defa günde abdest alıp namaz kılmak ve öteki ibadetleri yapmak onların de nefislerinin hoşuna gitmiyor.  Şeytan ve nefis bunları da sıkıştırıyor ama, onlar kurtuluş yolu olan İslamiyet’e sımsıkı sarılmışlardır. Onlar kendilerini yoktan yaratan Allah’ı memnun edip O’nun rızasını kazanmaya çalışırlar.

 

Kader meselesinin bu husustaki manası ise: Bizi imtihana tabi tutan Allah’ımız irademizi, O’nun rızasını aramakta mı, dalalette mi kullanacağımızı daha önce bilmesi demektir. Bunu açıklamak için bir misal vereyim: Biri, Ankara’dan İstanbul’a gelen otobüsün yolda nerede kaza yapacağını ve nerelerde lastiği patlayacağını bilse, şoförün yolda dikkatli olmasına engel olmadığı gibi, Allah’ın Kaderi dahi insanın iradesini elinden almış değildir. İnsanın iradesi elinden alınmış olsa, o zaman hiç kimse yaptığından mesul olmaz.  Biz “Nefis her şeyden edna (aşağı) vazife her şeyden âlâ (yüksek)” diyerek, buraya ne için geldiğimizi unutmadan, ümit ve korku arasında hayatımızı devam etmeye gayret edersek, Allah bizlere yardımcı olur İnşaallah.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Allah Korkusu ile Yaşayanla, Lakayt Kalan Anne Babanın Evlatlarından Beklenen Farklı Netice

Burada İslam kültürü ile mükemmel yetişebilen anne babanın evlatlarına karşı nasıl davranıp onları nasıl terbiye edeceklerinden bahsedeceğiz. Anne babanın evlatlarına karşı sözlerinin ve işlerinin tesiri, o âile reislerinin Allah’tan korkup takva ile yaşamalarına bağlıdır. Anne ile babanın helal lokma ve Allah korkusu ile yaşama hususunda dikkat etmeleri derecesine göre, çocuğun bütün hayatında mükemmel netice beklenebilir ve evlattan beklenen o netice alınabilir. İslam’ı yaşamakta titizlik gösterenlerin evlatları, nasıl dine daha fazla sahip çıkacaklarını daha iyi anlamak için canlı bir numune olarak Bediüzzaman Hazretlerini verelim.

Bediüzzaman Hazretlerinin kısa zamanda bu kadar bilgilere nasıl sahip olduğunu öğrenmek için, oranın hocaları bir gün karar verip Bediüzzaman hazretlerinin baba evine gitmişler. Evde babası Sofu Mirza Efendi yokmuş. Annesi Nuriye Hanım misafirleri kabul edip, dışarıda ağaçlar altında hocaların oturmaları için bir şeyler serdirip hocaları oralarda oturtmuş. O esnada hocalar annesine: Valide, siz bu evladı nasıl büyüttünüz ki bu kadar kısa zamanda bu kadar terakki etti? Bediüzzaman Hazretlerinin validesi de cevaben demiş ki: Ben evladım Saidi hiçbir defa abdestsiz emzirmedim. buna şunu da ilave edeyim ki, temiz olduğum zaman Teheccüd namazımı da Allah’ıma şükür terk etmedim. Biraz sonra babası Sofu Mirza Efendi  öküzlerle tarladan gelirken,  öküzler el alemin tarlalarından otlamamaları için  öküzlerin ağızlarına sepetçikler takmış olduğunu hocalar görünce Bediüzzamanın kısa zamanda terakkisinin sırrını  anlamışlar.

Işık karanlığın derecesine göre kendini gösterdiği için, biraz da dine lakayt kalıp helal mı haram mı bakmadan yutup, maddecilikte boğulanların evlatlarına bakalım. Onlar geleceği nerede gördüklerini ve neye ehemmiyet verip evlatlarını nasıl yetiştirdiklerine bir göz atalım.

-Bu efendilere Allah kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük olan evlat ihsan ettiğinin farkında olmayıp, onu tabii bir olay olarak değerlendirirler. Hatta babanın evlada ilk vazifesi olan Allahın memnun olacağı bir isim takma hadisesine de ehemmiyet vermeyip kendi keyfine göre isim takar, onun o ismi anne baba tarafından çocuğa öyle olması için  dua mahiyetinde olduğunu kendileri bilmedikleri gibi bilenlerden de öğrenmeye de ihtiyaç duymazlar. Onlar  çocuğun istikbalini yalınız bu kısa dünya hayatında gördükleri için, maddi eğitime çok önem verirler. Daha okul çağına gelmeden, çocuğu ana okuluna gönderirler, geçimlerinden ayırarak okula ve servise para verirler. Evlatlarının yaşı ilerledikçe, kaliteli tahsil görmesi için pahalı olduğuna bakmadan, özel ve güzel bir koleje kaydederler. Hele çocuk okulu başarabildi ise, o anne babanın sevincinden ve gururundan geçilmez. Sonra kurslarda, özel profesörlerin  yanlarında hazırlayıp  kaliteli bir meslek veya herkesin kazanamayacağı bir fakülteyi kazandırmaya çalışırlar. Bu saydığım ilerlemelere biz de taraftarız, fakat bu çocuklarda, dine sahip çıkan Müslüman’ın yavrusunda olduğu gibi, maneviyat olmadığı için, bu anne babanın dert ve  sıkıntıları  bundan sonra başlıyor.

Çünkü, gençlerde akıl değil; duygular hakim olduğu için,  herhangi bir fakültede tahsile başlayan bu çocuğun günah ve sevaptan haberi olmadığı için, ders çalışmaları konusunda anne babanın tavsiyelerine pek kulak vermez, okulda dersten fazla kız arkadaşlarıyla konuşma gülüşme ve şehevi duygularını tatmine çalışırlar, onlarla gayri meşru hayat geçirmeye başlarlar veya evlenmek maksadıyla hayat arkadaşı olacak birini kendine seçerler. Biri diğerine söz verip düğüne kadar nikahsız bir hayatla okullarını bitirmeye çalışırlar, okulları bittikten sonra düğünü yaparlar, anne ve babalarından uzak, yalınız menfaatlerini düşünen, egoist bir hayat yaşamaya başlarlar.

Bunları insanlığa düşmanlığımdan değil acıdığımdan sayıyorum, kendi derdimi anlatıyorum.  Yoksa  biz başka kimseye düşmanlıktan fazla, varsa içimizdeki düşmanlığa düşmanız. Muhabbete, sevmeye, sevgiye, kendimizi feda edecek derecesinde, kalpten bağlanırız. Çünkü biz Allah’ın bütün yaratıklarını, bilhassa en şerefli mahluk olan insanı çok seviyoruz, din düşmanlarını ve Allah’ın yokluğunu ispat etmeye çalışanlar müstesna.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org