Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Mucize Varlık İnsanın Harika Yapı Taşlarından Bazıları

İnsanın vücudunun tuğlaları hücrelerdir. İnsanın vücudunda bu hücrelerin  sayısı: 80-100 trilyon hücre civarndadır ve bu hücrelerin her birisinde saniyede 3.000 olay gerçekleşiyor. Hücreler vücudun hangi bölgesinde bulunuyorsa ona göre görevi gerçekleştirmektedir. Mesela: Gözdeki hücreler görmeyi, kulaktaki hücreler işitmeyi, burundaki hücreler koklamayı sağlar. Sonuçta hepsi birer hücredir ve yapı olarak birbirine benzerler, fakat vazife bakımından çok farklıdırlar. Gözdeki bir hücre koklamayı, burundaki hücre hiçbir zaman görmeyi sağlayamaz. Sanki bir hücre bir akıllı varlıkmış gibi hareket etmektedir. Buda Allahın bir mucizesidir. İnsan vücudunda bulunan damarların uzunluğu 96.500 km.dir. Yani bir insanın vücudundaki damarların uzunluğu dünyamızın çevresini 7 defadan fazla sarması demektir..

Her insan derisinin 2,5 cm2 bölümünde 19.000.000(19 milyon)hücre 60 kıl, 90 gr, yağ bezi, 570 cm uzunluğunda damar, 625 ter bezi, 19.000 duyu hücresi vardır.

Bir kan damlasının yarısında 5.000.000 ( 5 milyon) al yuvarlar, 25000 trombosit ve 10.000 ak yuvarlar.

Dünyanın hızı yaklaşık olarak saniyede 108 bin km. dir. Bu hızla hareket eden bir arabanın saniyede 390 km. yol alması gerekir. İlginç olan, dünya arabamızla hareket ederken ne  korku hissederiz ne de rahatsız oluruz.

Karınca yuvalarına bakarak o gün havanın nasıl olacağını anlamak mümkündür. Çünkü karıncalar bir meteoroluji uzmanı gibi havanın yağışlı olacağını anlayarak yuvalarının ağızlarını kaparlar.

İskandinavya’da bir cins dağ fareleri yaşar. Bunlar öyle büyük bir hızla çoğalırlar ki, kısa zamanda sayıları milyonlara çıkar. Bir anda her tarafı fare ile dolar.

Bu fareler diğerleri gibi normal hayat sürselerdi, birkaç yıl içerisinde İskandinavya’nın tamamını istila ederler. Sonra dünyaya yayılırlardı. Önlerine çıkan her şeyi kemireceklerinden, dünya insanlar ve diğer hayvanlar için yaşanmaz olurdu.

Ama Allah bununda bir kanununu koymuştur. Bu kanuna uyan dağ fareleri belli bir sayıya ulaştıktan sonra intihar ederler kendi kendilerini öldürürler.

Zaman gelince bu fareler önüne geçilmez bir duygu ile sahilin en yüksek yerine koşmakta ve kendilerini denize atmaktadırlar.

Bu toplu intiharı seyreden bir gözlemci milyonlarca farenin bir salak gibi denize döküldüğünü görmüş ve kitabında yazmış.

İnsan vücudunda sınırlı acı duyma sistemi vardır. Bir an gelir ki acı duymaz olur. Bu sınırı geçtikten sonra insan, ya bayılır ya da acı duymaktan kurtulur.

Çok çeşitli acı, bazı doku ve hücrelerin yıpranmasına sebep olsa da insanı öldürmez.

Acıların bir başka yönüde, birbirine ilave olmasıdır. Mesela: Başınız ve dişınız ağırsa, bunları en şiddetlisi diğerini te’siri altına alır. Diğerinin ağrısını duymazsınız.

Yani bizi yaradan Allah vücudumuza öyle bir sistem koymuş ki, dayanamayacağımız  acıları duymuyoruz.

Amerikanın Kaliforniya eyaletinde bir banka soyulmuş, yarım saat sonra olay yerine polisler gelmiş. Yanlarında bir bilim adamı almışlar. Polisler banka me’murları ile konuşurken bilim adamları bazı aletler kuruyor ve çalıştırıyor.

Banka me’murları televizyon kamerası filan olduğunu sanmışlar. Bilim adamları yarım saat önce bankayı soyup kaçan haydutların resmini gösterdi. Siyah zemin üstünde beyaz bir  silüet vardı.Tıpkı soyguncuların birine benziyordu ve fotografa bakan polisler birkaç saat sonra hırsızları yakalarlar. Hey yüce Rabbim bu insana ne kadar akıl vermişsin ki tahmin edilmeyen şeyleri ona verdiğin akılla buluyor.

Dünyayı karış karış gezin, her insanın parmak izini inceleseniz, birbirine benzeyenini bulamayacaksınız. Hatta dünya kurulduktan beri, yani Hz. Ademden bu yana gelmiş ve gelecek bütün insanların parmak izleri farklıdır. Parmak izi bir nevi kimlik vazifesi görmektedir. İnsanları ve onların parmaklarını yaratan Allahın  varlığının ne kadar güçlü ve sonsuz olduğunu, ne kadar geniş ve sonsuz bir hafızaya sahip tır ki: Milyonlarca yıldan beri yarattığı hiçbir parmak birbirinin ayni olmuyor. FE SUBHANALLAH Ey Yüce Rabbimiz ne kadar Kudret sahibisin!!!

Derleyip bir kısmı bilgilerimizin mahsulüdür:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Misallerle Dile Getirilen Bazı Gerçekler

Tarih ve hadiseler bize inkar edilmeyecek bir gerçeği önümüze serip gösteriyor ki: İslam ahlakına sahip olanlar, hadlerini bilirler. Kendi hatalarını kabul ederek ona göre davranırlar. Erkek evin dış idaresi ile mükellef olduğunu kabul eder, vazifesini yapmaya çalışır. Kadın da, kendi vazifesi olan evin iç işlerini yapmaya gayret ederek beyinin dış işlerine fazla karışmadığı takdirde iş düzgün gider. Ailede huzur olur.

Terbiyesini noksan alan gençlerin, nasıl yalınız geçici rahatlık peşine koştuklarını görmek için  bir örnek: Geçen gün bir arkadaş anlatıyor: Biri, ailesinden   ahlak   ve terbiyesini noksan alan bir kızla evlenmiş. Âilesinden âyrı bir dairede oturan bizim hanım kıza bu yetmemiş. Beyine:  Efendi ben senin anne ve babanı, yanımıza gelmelerini istemem. Sakın ha! Beni onların yanına götürmeye de hiç niyetlenme! Beyi de ona tamam demiş. Birkaç gün sonra beyine: Özledim hadi annemlere gidelim demiş: O da ona: Hayır madem benim anne babamın gönüllerini almak için ziyarete gitmeyeceğiz, seninkilere de gitmeyeceğiz, böylece kendimiz yaşayacağız demiş. Birkaç gün sonra bizim gelin hanım, yaptığı hatanın farkına vararak, beyim haydi babanlara gidelim diyerek, öylece o yarayı kapatmış.

Şimdi çok kimse bu soruyu benden soruyor? Dinimizce gelin, kaynata ile kaynanasına hizmet edip onlara bakmaya mecbur mudur? Hayır, dinimiz onlara bakmaya gelini mecbur etmez. Onlara bakıp onların her türlü ihtiyaçlarını giderme işini oğlana yükler. Fakat onlara bakmak gelin için bir fazilettir, sevaptır. Nasıl ki yarın, öbür gün, Allah o geline herhangi evlat bağışlarsa, doğacak evlatları, kaynana beşikte sallayıp bakar, gelin herhangi yere giderken, oh be yavrumu sağlam yere bırakıyorum der. Hiç çekinmeden kaynanasına: Anne çocuğa bakar misin! Ben gidiyorum diyerek rahat ve hiç dertsiz gider! O da bakarım evladım kızım size güle güle der onları uğurlar. Çünkü onun öz torunu olduğu için seve seve bakar, gelin hanım da rahat rahat ziyarete veya  işini görmeye gider, böylece fazla zahmet görmeden ikisi de mutlu yaşarlar.

Evet, aklı başında olanlar bunu hiç inkâr edemezler ki: Herkes âile hayatında bu gibi yardımlara muhtaçtır. Hele yeni evlenen gençler ailede karşılaşacakları çok çeşitli problemlerin çözümünü bilemezler. Anne baba gibi, hem en yakın akraba hem de tecrübeli kimselerin tecrübelerinden istifade etmeye onlar çok muhtaçtırlar. İnsan hayatında başına neler geleceğini bilemez. Bunun için, yalnızlık, yalınız Allaha mahsus olduğunu bilmeliyiz.

Geçen gün bir hoca efendi televizyonda dini program yaparken,  bir hanımefendi, telefonda hocaya: Hocam değil mi dinimiz kadını kendi doğurduğu evladına bile bakmakla yükümlü tutmuyor demişti? Hoca  efendi de ona: Evet, dinimiz kadının hakkını tam verdiğini buradan anlıyoruz ki, kendi doğurduğu evladını de bakmaya hanımı zorlamıyor. Fakat kendi evladına bakmayan hanımdan hayır beklenmez ve kendi evladını bakmak istemeyene asla sözüm yoktur demekle, hoca efendi, hanımefendiye lazım olan cevabı verdi.

Şimdi kandırılmış bazı zavallılar bilmeden İslamiyet kadınların haklarını vermemiş diyorlar. Halbuki dinimiz hanıma noksansız rahatını vermiş. Erkeği hanımdan ayırmadan meşru yollarla ikisine ilmi farz kılmış. Zaruri ihtiyacı olan kadın Allahın emirlerine isyan etmeden geçimini temin etmek için çalışabilir. Fakat bugün hanımlardan kaçta kaçı zaruretten çalışıyor? Ecnebilere benzemek için, zavallı kadını işe götürmekle onlara rahat mı verdik sanıyorsunuz? Yavrusunu evde veya çocuk yuvasında ağlarken bırakan anne, çalıştığı yerde rahat mı ediyor zannediyorsunuz? Hatta akıllı insan bunu bilmeli ki, anneye verilen o şefkat sayesinde yavrusunu öz annesine veya kayınvalidesine bıraksa bile rahat edemez Allah tarafından ona verilen evladı gözü önünde görmek ister? bununla beraber her anne nerede bulacak anneyi ki yavrusunu ona bıraksın? Bu sebepten, geçen gün batılı hanım yazarlardan biri, kadın evinde durmalı demiş ve bu yazısı ile feministleri çok kızdırmış.

Bir çocuk yuvası gizli kameraya yakalanmış. Orada para ile çocuklara bakan kadın, annesi için ağlayan çocuğa bir çatlatıyor, çocuk yine susmayınca, çocuğun ağzına biraz uyuşturucu yalatıyor ve zavallı çocuğu bekle ne zaman uyanacak. İşte batıda çıkarılan feminizm adında ki, kadın haklarını koruma kanunu bize de bulaştı. Acaba yüzde kaçımız ondan memnunuz? kadının erkekte bir hakkı vardı de şimdi hanım erkekten onu aldı da rahat mı etti? Yoksa Bu kanunun çıktığı yerdeki merhametsiz  erkekler yarı yükünü kendi sırtından kadının sırtına yükleyip, biraz hafiflemek için mi bu kanunu çıkardılar? Ne dersiniz?

Sonra,  erkeğe göre kadın vücutça nazik yaratıldığını niye görmüyoruz da, erkekle eşittir diyoruz? Bir erkek öğrenci, felsefe dersinde kadın erkek eşitliğini hocasıyla tartışırken, öğrenci hocaya: Madem ki kadın erkekle eşitmiş, Haydi bu kız on  kere bana vursun, ben sadece bir defa ona indireyim de görün bakalım kim zarar edecektir demiş ve hocayı susturmuş. Erkekle kadın eşit olsaydı  Ona da vatan borcunu yükleyip erkek gibi askerlik  yaptırırlardı. Fakat heyhat!

Beyle  hanım iş taksimi yapıp, hanıma evin içişleri bakanlığını verip, bey efendi de, dış işlerine bakmalıdır. Bu itibarla, beyefendi işten yorgun geldiği zaman, hiç yemek yapma derdine  mecbur olmadan, sofrayı hazır bulur, hanımda o naçiz vücuduyla ağır işlerde çalışmadan kurtulur. böylece her ikisi de  rahatlamış olurlar. Tabii ki bu kaide çalışmaya mecbur olmayanlar içindir.

Bugün gelin olup evlenen çok hanım kızlar, gittikleri evdeki insanları memnun edecekleri yerde, onların hayat tatlarını bozuyorlar. Sebep başka değil aldıkları eğitim sırf maddeci bir eğitim olduğu içindir. Yaşlılara hizmet ve hürmeti onlardan sakın bekleme! Çünkü, onların sevap ve günahlara, ya inançları yok, veya çok zayıf olduğu için, yaşlılara yaptıkları hizmetleri karşılıksız görüyorlar da onlara hizmet etmeye pek yanaşmıyorlar. Acaba onlara sorsak, ileride Allah size herhangi erkek evlat ihsan etse: Siz de yaşlı olduğunuz zaman,  gelininizden hürmet mi istersiniz yoksa, sizin davrandığınız şekilde, size yan bakmalarını mı hoş görürsünüz, buna ne derler?

Yine onlardan bazıları: Adalet mi bu? İslam dini erkeğe dört kadınla evlenmeye müsaade etmiş, kadın buna nasıl dayansın, biz kadınlar da erkekler gibi insan değil miyiz ki? Bu kelimenin altında şu yatıyor. Niye Allah erkekleri kadın yaratmamış ta bizi erkek? Bütün bu yanlış düşünce ve sorular anne ve babalarından âile terbiyesi alamayanlardan geliyor.

Biz de, hem onları, hem de, din bilgilerinden mahrum kalan diğer Müslümanla’rı nazara alarak dört kadınla ne için evlenmeyi Allah müsaade etti meselesini öğrenmeleri için, birkaç noktaya işaret ederek, onların bilmedikleri yönleri izah etmeye çalışacağız.

1- İslamiyet bir kadından dörde çıkarmamıştır. Belki, İslamiyet geldiği zaman 40 kadınla evlenenler oluyordu. İslam olanlara yalınız dört kadınla nikâhlanabilirsiniz emredince, İslam dinini kabul edenler fazlasını boşamaya mecbur kalarak dörde razı oldular.

2-   İslam dini yalınız bir şehre, bir vilayete veya bir kıt’aya gelmemiştir. Bir asra da münhasır değildir. Belki Allah tarafından nazil olan Kur’ânı Kerim, öyle bir kanundur ki , hiç kimse onun bir noktasını silmek için el uzatamamıştır. Mademki öyledir, elbette hükmü her hangi bir zamana ve herhangi bir yerle sınılamayan böyle bir kanun, zayıf olan dindar bir fakiri de, şehevi duyguların baskısı altında yaşayan bir zengini de idare edebilecektir. Bu sebepten ötürü erkeklere ağır şartlarla dört kadınla evlenmeyi  müsaade etmiştir.

3- İslam dini Müslüman’lara dört kadınla evlenmeyi müsaade etmiştir. Sebebine gelince, düşmanlarla savaşmaya kadınlar değil erkekler gider, savaşta şehit olan o erkeklerin  yetim kalan yavruları ile beraber dul kalan o gencecik hanımlarına sahip çıkmak amacıyla, dört hanımla evlenmeyi müsaade etmiştir.

4-İslam dini dört kadınla evlenmeyi emretmemiştir, belki erkeğin vaziyetine göre, ihtiyacına göre, alacağı kadının ihtiyaçlarını noksansız gidermek ve adaletle davranmak şartı ile ve onlardan doğacak yavruları giydirmek beslemek şöyle dursun, onlara hem din hem de dünya için lazım olan eğitimi ve geçimini temin etmek şartı ile birden dörde kadar kadınla evlenmeye  müsaade etmiştir. Ayet-i Kerime’de:”Eğer adaletli davranacağınızdan endişeli iseniz o zaman size bir tane kâfidir” buyrulmuştur.( Nisa ayet 3)

5- İslam dini birden dörde kadar kadınla evlenmeyi, erkekleri haramdan muhafaza etmek için, müsaade etmiştir. Çünkü, her erkek şehevi duyguları tarafından farklı baskı hisseder. Bu baskıyı taşıyanların, hanımları hayız ve nifas hallerinde, yani kadınların ay başı ve çocuk doğurmadan sonra kırk gün içinde kadınlara yaklaşma yasağı zamanında, hali müsait olanları haramdan kurtarmak için, ağır şartlarla, yani alacakları hanımlara eşit muamele etmek şartı ile, dörde kadar kadınla evlenmeyi müsaade etmiştir.

6- Evlenmekten ana maksat, neslin çoğalmasıdır. O esnada ki keyf ise, Halik tarafından nesli devam ettirmek için çiftlere verilen peşin bir ücrettir. Bu dünyada insanlar ücretsiz iş yapmadıklarını bilen Allah, onlara ücretlerini verip nesli çoğaltmak için evlenmeye sevk etmiştir. Kadınların evlat doğurma dönemi erken tükendiği için, erkeklerin birden fazla hanımla evlenmelerine müsaade edilmiştir.

7- Dört kadınla evlenme tenkidi, Müslümanlardan değil, yolunu sapmış olanlar la imansızlardan geliyor.  Halbuki bunlar her gün gayrimeşru yollarla kendilerini tatmine çalışırlar. Hatta bunlar kendilerine hanımın derdini ve doğacak çocuk yükünü üzerlerini almamak için bir hanımla bile evlenmiyorlar. Belki boğazlarına kadar harama batık bir hayat sürüyorlar. İşte bu tenkit fikri Batılılardan bizi lekelemek için gelmiştir. “Aids” hastalığı, dinini yaşayan  Müslüman devletlerde değil, ecnebilerde çoğalıyor. “Aids” hastalığından korkan bizim zavallıların şikayeti de dört hanımla evlenenlerden değil gayri meşru zevklerin peşine koşanlardan geliyor. Bu sebeptendir ki  Dispanserlerde büyük büyük yazılarla aman kendi hanımınızı yeterli bulup dışarı çıkmayın, diyorlar.

8- Bugüne kadar hiçbir anayasa veya kanun, insanların tamamına faydalı olamamıştır. Çıkan kanunlara bakılır, çoğunluğa faydalı ise o iyidir. Bu itibarla mademki İslam dininin hükmü kıyamete kadar devam edecektir. O zaman bir tarafı tamir ederken diğer tarafı harap etmemeğe dikkat ederek, toleranslı olmayı elden bırakmamıştır. Madem böyledir, Allah’ın Kanunu olan Kur’an-ı Kerim’in hükmü her zaman ve dünyanın her yerinde yaşayan insanlar için geçerlidir ve geçerli olacaktır.

9- Bunu herkes bilmesi lazım ki, bir mucidin, veya bir san’atkârın yaptığı  san’atta, ancak o eseri yapanın kanunları geçerlidir. Yani bir mucit icat ettiği makineye bağladığı katalog geçerlidir. Bunun haricinde biri başka herhangi dalda çok mahir biri de olsa onun sözü  o makinede geçerli olamaz. Başkasının yapısı olan, bu aciz insanın yaptığı kanun hakkında hüküm böyle olursa? Ezelden ebede kadar her şey kabza-i tasarrufunda bulunan şanı yüce Allah’ın yaptığı işlerde Allah’tan başka kimin hükmü geçebilir. İnsan için yapılan kanunlardan hangisi Onun Kanunundan daha doğrudur veya doğru olabilir? Onun yaptığı işi O’ndan daha iyi kim bilebilir? İsterseniz deneyin? Mercedes’i yapan mühendisin arabaya astığı kullanma kılavuzunu hükümsüz sayın. Sonra arabayı sürerken, frene basacak yerde gaza basın de görelim halinizi. Sanırım bu kadarla, bu sorunun cevabını aldınız.

İşte bu mevzuda son sözüm. Dinimizde müsaade olunduğu halde Allahın en sevmediği şey boşanmak olduğunu nazara alarak evliler biri diğerini kırmamak için dikkatli olacaklar. Bundan ötürüdür ki, İslam ölçülerine göre nikâh  sözleşmesi yapılırken ömrün sonuna kadar desen kabul olmaz. Peki nasıl olacak?  Sonu olmayan bir hayata göre dini nikâh olunur. Onun için, dini bütün olan Müslümanlar, aman o uzun hayatta arkadaşımı kaybetmeyeyim diyerek bir diğerinin ufak tefek söz ve davranışlarına  tepki göstermesinler.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Dünyadaki İşimiz Ve Ehemmiyetli Vazifemiz

1- “İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş.” 23.S: 329

DÜNYADA Kİ  İŞİMİZ…

2- “Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.” İşârat-ül İ’caz: 13

EN ELZEM İŞLER, TAKDİM EDİLECEK

3- “Programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler, takdim edilecektir.” 20.S: 266

İMAN EDEN VE İYİ İŞLER İŞLEYEN MÜ’MİNLER, CENNETLERDE DE DAİMÎ BİR ŞEKİLDE KALACAKLARDIR

4- Yani: “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret (müjde)ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman; bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir derler. Birbirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar o Cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır.”

İşârat-ül İ’caz: 139

İNSANA EN LÂZIM İŞ, EN MÜHİM VAZİFE:

5- “Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.” 3. L: 16

ALLAH İÇİN İŞLEYİNİZ

6- “Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî’nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” 3.L: 17

VAZİFELERİN EN MÜHİMMİ:

7- “Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün “Ölüm haktır”   davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin (şimdi altiyüz bin)şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir. ” 22.L: 173

DÜNYA ÂHİRETE İŞ VE HİZMET İÇİN KURULMUŞ BİR FABRİKA

8- “Dünya da umûr-u diniyeye ve a’mal-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlası kaybolur.” Ms.: 227

LÜZUMLU  VAZİFELER  ÇOKTUR

9- “Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahibsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem “La yukellifullahu nefsen illa vus ahaha” sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. ” 16. M: 71

EN MÜHİM İŞ

10- “Bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.

Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli  olan imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma keffaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin, -mü’min olsun kâfir olsun, sıddık olsun zındık olsun- karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünki imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azab içinde azabdır.” 16.M: 63

SENİN  İŞİN, YEYİP İÇİP ŞÜKRETMEKTİR ...

11- “Nimetler, Mün’im-i Kerim’in taahhüdü altındadır. Senin işin onun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur.” Ms: 122

BİR  VAZİFEN  VAR:

12- “İnsan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.” 25.L: 206

 

DÜNYAYA  AİT İŞLER, KIRILMAĞA MAHKÛM ŞİŞELER HÜKMÜNDEDİR ...

13- “Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.” M: 33

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Vazifemiz Tebliğdir, Tesir Allah’tandır

Kalben arzu edip fıtraten yetişmek istediğiniz hissen şu hizmetin tekmili, tahakkuk ve tecellisi için olması lazım gelen şartların tahakkuku noktasındaki kalbi istidadınızı, hakikat noktasında şimdi şu ders tam tarif edilecek. İltibas edilen yani, karıştırılan nokta şu: Bizim vazifemiz, sadece ve sadece tebliğdir. Şimdi bir Müslüman dini tebliğdeki hizmetinin yerini ve hizmet mükellefiyeti noktasındaki çizgiyi çok iyi tespit etmesi gerektir. Sana terettüp eden görev, ciddi mükellefiyet, tebliğ ma’nâsıdır. İltibas nereden oluyor? İltibas şurada. Tebliğ çizgisini taşıyorsun, te’sir sahasına giriyorsun. İşte orada iltibas oluyor. Risâle-i Nûrda  bu çok önemlidir.

Sizinki yalnız tebliğdir, te’sir değildir. Te’sir, yalnız ve tamamen Allahtandır.

Onun için, Cenab-ı Allah te’siri Peygamberlere a.s. dahi vermemiş. Peygamberler a.s.   de  hak namına hakikatı tebliğ edecektir. Bir elçidir, bir habercidir. Şimdi mesela bir beldeye bundan yirmi sene önce geliyorsun. Bu beldede yirmi sene önce on kişi idi. Yirmisene sonra yine on kişi, artma yok. Fakat sonra üç kişi ölmüş, on kişi yediye düşmüş. Eksilme var. İşte bizim tebliğimiz bu yedi kişiye olacak. O yirmiyi arayıp, ne olduğunu sormayacağız. Olanlarla iktifa edeceğiz.  Standart  nasıl başladıysak öyle bitireceğiz. Bu ma’nâda  nefsimizin de desisesi karışıyor. Yalınız Biz hareketimizle cemaatin çoğalması için çalışacağız, Çoğaltma Allahın işi.

Bir zaman Şerafettin Kartal ağabeyimiz Kayseride 4 sene dershanede 4 kişi ile devam etmiş. Cemaatten biri, ne zaman 5 olacağız diyormuş. Onların o Sabri olmasa idi şimdi 400 olmazdı.    Şimdi bizim, tebliğ noktasından kendi kendimizi sorgulamamız gerekir. Acaba sen, sana terettüp eden tebliğ vazifesini, nefs-ül emirde istendiği ölçüde, kıvamda ve yoğunlukta yaptın mı? Sen sana terettüp eden görevi gerçek ma’nâda ifa ettin mi? Vazifemiz tebliğdir, te’sir ve muvaffakıyet değildir. Te’sir Allahtandır. Hâdi (Hidayet veren) Allahtır. Cenab-ı Allah Peygamberlere a.s. dahi hidayet edicilik vermemiş. Bir Peygamber dilediğini Cennete götüremiyor. Dilediğini Cennete taşıyamaz. İşte Nuh a.s. kendi öz evladı, sular kabarıyor, Hz. Nuh: “Oğlum bin gemiye” ”Baba binmem, dağlar çok yüksektir, dağlara çıkarım”. Nuh’un a.s. oğlu “Dağlara kaçarım” diyor. Babası, “Oğul bugün Allahın rahmetinden kaçılacak gün mü? Gel gemiye bin”. Binmedi, sular aldı götürdü. Hz. İbrahim a.s. babasına, Resulullah öz amcasına hidayet edemiyor. Çünkü, Hâdi doğrudan doğruya Allahtır. Hidayeti Allah bahşediyor. Bakın, Cenab-ı Allah hidayeti Peygamberlere a.s. vermemiş. Bilal-i Habeşi r.a. mescidin içinde durmadan dönerken, Hz. Ömer onun o halini görüp, gelip Peygamberimize a.s.m. “Bilali mescidin içinde döner halde gördüm. Aynı raksa kalkar gibi” Efendimiz “Peki sen hikmetini sordun mu?” “Ya Resulallah sormadım”. Çağırıyor Bilali, “Sen mescidde şöyle şöyle yapmışsın”. Bilali Habeşi r.a. de itiraf ediyor. “Evet ya Resulallah, ben mescidde düşündüm, “Cenab-ı Allah sana her şeyi vermiş. Ama bir şeyi vermemiş. Hidayeti. Benim gibi bir köleye hidayet ulaşır mıydı, ulaşmaz mıydı? Ben Cenab-ı Allahın Hâdi isminin tecelliyatını düşündüm. Cûş-u hurûşa geldim. Zevkimden şevkimden pervaz etmeye, dönmeye başladım”. Peygamberimiz a.s. istihsan etmiş. Evet Allah hidayeti peygamberlere dahi vermemiş.

Risale-i Nur hizmeti neşr-i esrar-ı Kur’aniyedir. Risale-i Nur hizmeti tebliğ esası üzerine kurulmuştur. Risale-i Nur hizmeti sahabe mesleğinin bu asra bakan bir in’ikasıdır, yansımasıdır. Şimdi biz çizginin bu tarafını tahlil edelim. Hepimizin hatası, perişaniyeti var. Ona göre konuşalım. Bakın çizginin bu tarafı tebliğ, öbür tarafı te’sir. Te’sir Allahtandır. Şimdi insan evvela te’siri düşünürse, meşreb ve mesleğini te’sir üzerine kurarsa, o zaman o insanın tebliğinde müessiriyet şart görünür. Oda insanda yoktur. İnsan tam olarak fiziki coğrafyaya benziyor. Bir yerden bir yere gidiyorsunuz, bakıyorsunuz, orada mükemmel bir bağ, bahçe var. Cenab-ı Hakkın Müzeyyin ismi, Musavvir ismi, Rezzak ismi, Rububiyet, kemal-i şaşaa ile zuhur etmiş. Bağlar bahçeler yemyeşil. Başka bir yere giriyorsunuz kıraç, çöl. Ot dahi bitmemiş. Şimdi şu taraf çöl, bu taraf münbit bir arazi.

Meselâ Peygamberimiz a.s. Mekkede fazla itibar görmedi. Neden hicret etti?  Çünkü, manen münbit toprakları yoktu. Medine daha müsait. İslamiyetin yeşermesi, inbisat ve inkişafı Medinede oldu. Dolayısıyla Resulullahın hicreti gösteriyor ki, bir da’vâ adamı, çöl gibi bir beldeden daha münbit bir beldeye hizmet namına göç edebilir. Ve bu sünnettir. Ama sebat ederek tebliğde mecbur ve mezun olmak, sebat etmek de var. Cenab-ı Hak o sebatın neticesini sonuçta ikram edebilir. Meselâ bulunduğun pozisyondan ayrılamıyorsun. Hicrete muktedir değilsin. Amma bulunduğum belde çöl gibi olsa dahi azmimle, gayretimle, hamiyetimle, tevecühhümle hizmetteki yoğunluk ve saffetimle devam edeceğim. Cenab-ı Hak çölleri bağlara bağistanlara çevirir.

Hz. İsa a.s. bir havarisini bir beldeye gönderiyor. Havari orada  din-i Hakkı tebliğ ediyor. Uzun bir müddet geçiyor. Fakat sünnetullah kanunlarına göre münbit bir yer değilmiş. İnsanları lakayt. Halbuki havarinin dünyası tebliğ. Da’vâsı, hissiyat-ı insaniye ve da’vâ ruhu olarak temerküz etmiş. Havarinin bütün dünyası tebliğ olduğu halde, insanlarda intibah ve kalblerde inşirah yok. Karar veriyor, “Bu belde hizmete müsait değil. Burayı terk edeceğim”. Fakat tam şehri terk edeceği zaman, birden Hz. İsanın a.s. ruhaniyeti, karşısında temessül ediyor.  Tarihi bir cümleyi duyuyor: ”Kovadis, nereye, dön geri, Kovadis! “ Hakikaten o  havari hemen geriye dönüyor. Daha büyük bir azim ve gayretle çalışıyor.

Cenâb-ı Hak onun bu çalışmasına semere veriyor. Din-i hak o beldede inkişaf etmeye beşlıyor. Şimdi biz birinci çizgi, yani tebliğ üzerinde isek, durup biraz düşünmemiz lazım. Kırk sene evvel bu beldede yirmi kişi vardı. Şu ana geldik, miktar, kemiyet gibi keyfiyet de artmadı ise, da’vâ aşkı ile biz yine vazifemizi yaparız, vazife-i İlâhiyeye karışmayız. Fakat bize sorarlar “Gel bakalım, vazifeni yaptın mı, yapmadın mı?” Tamam te’sir Cenâb-ı Hakkındır. Fakat tebliğ noktasında o havarideki gibi sabır, azim ve gayreti gösterdik mi? Kendimizi bu noktada biraz sarsalım, murakabe edelim değil mi?  Demek tebliğin şartları ve tebliğe terettüp eden hususiyetler var.  Bakın bu mes’elede derinliğe girmeden başlıklar altında kısaca konuşursak:

Tebliğin birinci şartı: ihlâsdır, hulusiyettir ve bu da’vâ-yı Kur’âniyede saffet ve samimiyettir.  Şimdi bir Nûr Talebesi olarak herkesin kendisini muhasebe ve murakabe etmesi lazımdır. Yani “Ben bu da’vâ-yı Kur’âniyede ne derece ve ne ölçüde hâlisim, hasbi ve samimiyim?“  Üstad Risâle-i Nûrun muhtelif yerlerinde  “İhlâs en büyük kuvvettir” diyor. Âhirzamandayız, Peygamberimiz a.s.m. hadislerde buyuruyor ki: “Âhirzaman hadisatı gibi dehşetli bir umur, bu zeminde yaşanmamış” Hakikat noktasında en dehşetli, en korkunç, en tehlikeli ve en karanlık bir asırda yaşıyoruz. Şimdi bu asırda insanların genelde lakayd, ölmüş hallerine bakıyoruz. Sanki kalbi taşlaşmış, idraki betonlaşmış, ruhu çölleşmiştir. Ma’nevîyat tarlası çöle dönmüş. Adamın beton gibi kalbine, gel de tohum at. Betonu evvela deleceksin. Beton neyle delinir? Elmas uçlu matkap lazım. İşte Üstadın tavsiye ettiği “Sırr-ı ihlâs, matkabın ucundaki elmas gibidir” Şimdi sen matkabının ucuna elmas takabilirsen, o zaman sen tebliğin şartlarından birini yerine getirmiş olursun. Sonra tebliğin alt yapılarından birisi ilimdir. İlmin esası da bilmekden fazla, tanımak yani ma’rifetullahtır. Elhamdülillah bu noktada Nûr Talebelerinin fazla bir sıkıntısı yoktur. Çünkü Risâle-i Nûr en yüksek hakikat-ı Kur’âniyede verdiği hakikât derslerini anlayarak okusak en yüksek silahla mücehhez olacağız.  Yalnız bilmek, anlamak da kâfi değildir.

Mehdi hakikaten tekniğe meydan okumuştu. Nurların Anadoluya dağıtılıp tebliğ edilmesi, teksir edilmesi faaliyetinin heyecanı vardı. Yazmanın ve dağıtmanın heyecanı vardı. Şimdi maalesef ekseriyetle bu heyecan kalktı. Çünkü Risâle-i Nûrların hem hatt-ı Kur’an baskısı, hem Latincesi heryerde açıkça satılıyor. Külliyat tamamen yazılıp CD ler halinde internete kadar girdi. Demek Risâle-i Nûrun neşriyatının o heyecanı da kalktı.    Sonra medrese-i Yusufiye devri de kalktı. Halbuki oraya ölü giren, diri çıkıyordu. Hapishanenin medrese-i Yusufiye adı ile anılmasının ayrı bir heyecanı, ayrı bir kudsiyeti ve keyfiyeti vardı. Girmeyen bilmez.

Şimdi dini faaliyetlerde bir Mekke dönemi vardır, bir de Medine dönemi. Elbet fedâkârlık, gayret, saffet ve samimiyet enteresan bir şeydir. İşte bakın Mekke döneminde Resulullahın a.s.m. Ashabı içerisinde bir tane münafık yoktu. Ama Medine döneminde Mescid-i Nebeviyenin içinde münafık peyda oldu. Zenginlik ve gına gelince ruhlara lakaytlık geliyor. İmkanlar genişleyince tembellik meydana geliyor. İşte bir Nur Talebesi nuru tanıdığı ilk haftaları, belki altı ayında dünyası Mekke dünyası gibidir. Onun hayatıa şevkle doludur. Her şey ona lezzet veriyor. Medresede halının üzerine uzanıp yatsa beş yıldızlı otelden fazla zevk alır. Medresenin çorbasına talim etmek dünyanın en lezzetli değişilmez halidir.

Şimdi bu sohbetimizde ifade ediliyor ki, iltibas edilen yani karıştırılan nokta şuradadır: Kulun vazifesi nedir? Vazife-i İlahiye nedir? Bizim vazifemiz sadece tebliğdir. Bir Nur Talebesinin dini tebliğ ederken hizmetinin yerini, mükellefiyet noktasındaki çizgiyi çok iyi tespit etmesi gerekir. İltibas nereden oluyor? Tebliğ çizgisini neden aşıyorsun, te’sir sahasına giriyorsun ve bu halde vazife-i İlahiyeye karışıyorsun. İşte iltibas orada oluyor. Halbuki kulun vazifesi sadece tebliğdir, te’sir değildir vesselam. Te’sir tamamen Allahtandır. Bu te’sir Peygamberlere a.s. dahi verilmemiş. Peygamberler a.s. de bir elçidir, bir habercidir. Hak namına tebliğ edecektir, o kadar.

Şimdi bir beldede bakıyoruz, seneler sonra has cemaat azalmışsa, bizim vazifemiz kalan mevcut cemaata, nefsimiz başta olmak üzere yine tebliğdir. Unutmayalım, Risâle-i Nûr müşteri aramaz. Bizim hizmetimizde kemiyetin ehemmiyeti yoktur. Ama yukaride dediğim gibi, biz cemaatın çoğalmasına gayret edeceğiz, çoğaltmak Allahın işidir. İşte bu tebliğ noktasında kendimizi sorgulamamız gerek. Bana terettüp eden tebliğ vazifesini nefs-ül emirde istendiği ölçüde, kıvamda ve yoğunlukta yapabiliyor muyum, yapabildim mi? Âhirette yalınız bundan murakabe edileceğiz. Amma netice noktasından ki, netice Allahındır, orada bize murakabe, muhasebe yoktur. Yani sen sana terettüp eden vazifeyi gerçek ma’nâda yaptın mı, tebliğ vazifeni yapmış oluyorsun.

Tekrar edelim, vazifemiz tebliğdir, te’sir değildir, çünkü te’sir Allahtandır. Hâdi (Hidayet veren) Allahtır. Peygamberler a.s. dahi dilediğini hidayete götüremiyor, dilediği adamı Cennete sokamıyor. Biraz evvel söylediğimiz gibi, İşte Nuh a.s. mın oğlu sular kabarırken “Oğlum bin gemiye” diyen babasına, “Baba dağlar çok yüksek, dağlara kaçarım.” diyor. “Oğlum bu gün Allahın rahmetinden kaçılacak gün mü, gel gemiye bin” diyor. Israra rağmen çocuk gemiye girmedi, sular aldı götürdü. Hz. İbrahim’in a.s. babası da iman etmedi. Çünkü Hâdi, doğrudan doğruya Allahtır. Kul ister, Cenab-ı Allah da ikram eder, Hâdi isminden istimdat eder.

Ya Allah, Ya Hâdi, bizleri de hidayetinle istikamette muhafaza et, ihlâs ile yaşat, iman ile öldür. Âmin. . .

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Allahın Varlığına İnanmanın Faydaları

Allah-ü Azimüş’şan Kur’an-ı Kerîminde “Ben cinnileri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. (zariyat 56)” Bu Ayeti Kerime yaradılış sırrını açıkça bildirdikten sonra, diğer Ayet-i Kerimelerle de, bu  dünyaya geliş sebebimizi bize bildirir. İmanın değerini daha iyi anlamamız için Allah’ın elçisi olan Peygamberimiz aleyhissalatü vesselâmın şu iki Hadis-i Şerifine nazarı dikkatinizi çekmek istiyorum :

(1) Aleyhissalatu vesselâm ferman etmiş: “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu  kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır.” yani, bahsedilen hayvanları sadaka vermekten daha hayırlı bir iş yapmış olursun” . (Şua’lar)

2) ” Senin sebep olmanla, tek bir adam Allahın hidayetine ermesi? Senin için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha  hayırlıdır.

 (Beyanul ilmi, Abd-il Birr 1/147 Taberani Tilmiziden Nakil )

3)Aleyhissalatu vesselam Ebu Sa’d’a “Vallahi senin sebep olmanla bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden daha hayırlıdır” buyurmuştur.

  [Ebu Davud ilim 10,(3661) Buhari Ashabu Nebi 9.

Bediüzzaman hazretleri, yukarıdaki Ayet-i Kerimeye şöyle güzel bir ma’na veriyor: “insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Halik-ı kâinatı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir” .

Yine, imanla yaşayıp, o cevherle ölme gayretinde olanların, nasıl bir dâ’vaya bağlı olduklarını Bediüzzaman Hazretleri bize bildirirken, şöyle bir ifade kullanıyor: “Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme  (bütün dünyaya hükmetme) dâvasından daha ehemmiyetli bir dâva, herkesin ve bilhassa Müslüman’ların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki; her adamın, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ tereddüt (hiç çekinmeden) sarf edecektir.” (Asâ-yı Mûsâ ) Nasıl sarf etmesin ki karşılığında bu dünya büyüklüğünde bir çiftliği kazanma imkânını elde etmiş oluyor. Üstelik, o çiftlikte sonsuz bir zamanda mutlu yaşama ümidini elde etmiş oluyor. Orada yaşarken de, Ruh hiffetinde (hafifliğinde) ve kuvvetinde, hayal sür’atinde seyahat edebilmeyi,  Allah’a iman edip Müslüman gibi yaşama gayretinde olanlara  va’ad etmiştir.

Halbuki  İmanın kıymet ve ehemmiyeti, bu geçici dünyada dahi insanı rahat eder ve kendi kendine der: Ölüm benim için, bütün dünyadaki sıkıntı ve dertlerden kurtarmaya ve ahirette; başta Peygamberimiz a.s.m ve bütün sevdiklerim ile görüşmeye bir sebeptir ve âhirette insana kazandıracağı zenginlik, öyle bir zenginliktir ki, onun güzelliğini ne göz görmüş ne de insanların hatırından geçmiştir.

İster  burada Mü’mine verilen huzur ve rahatlık, ister ahirette ihsan olarak Allah tarafından Müslüman’a verilecek en tatlı meyve, Bu dünyada Allaha iman ve Onun rızası için yapılan amelin karşılığıdır. Allah’ımız bizleri rızasından mahrum etmesin.

Allahın rızasını ve Ona isyan etmenin zararlarını bir misal ile anlatmağa  çalışacağım:

    Bir âilede biri kanser hastalığına tutulduğu kesin belli olursa, o âilenin tüm efradı nasıl onun derdi ile dertlenip kötü bir duruma düşeceklerini aklı olan herkes anlar. Peki anlatır mısınız âilede namaz kılmayan biri mevcutsa, âile efradı ondan bin defa daha fazla rahatsız olmaları icap etmez mi? Çünkü kanser hastalığı hastanın yalınız buradaki meşekkatli birkaç senesini mahv eder, imanında küçük bir şüphe olduğu için Allahın emirlerine, yani namaz ve oruç ibadetlere yaklaşmayan adam, sonu gelmeyen bir zamanda cehennemde yanmayı hak edecektir. Eğer kafasında şüphesi yoksa ve bir kısmını kılıp çoğunu kılmadığı namazların günahlarını temizleyinceye kadar o müthiş cehennem ateşinde yanacaktır.(Eğer Allah af etmezse) Kanserli hastanın uğradığı zarar nerede, İbadete yaklaşmayanın zararı nerede?!!

          Allah imanı ibadetsiz kabul etmediği gibi, ibadeti dahi imansızın asla kabul olmaz.

Allah göstermesin, mevzuumuz olan imanda insanın en ufak bir şüphesi olsa, âhirette müminlere verilecek o tükenmez zenginlikler elinden gideceği gibi, cehennem gibi şiddetli bir azap çekmek cezasına da duçar olma tehlikesi ile de baş başa kalır.

        Evet! İnsan İslamiyet hane-i mübarek’ine ancak iman kapısından girebilir. O iman cevheri de, insanın mantığının tasdikinden geçip kalbinde sağlam yerleşmezse, onu her iki hayatta mutlu eden o kıymetli hasletleri kaybetmekle karşı karşıya kalabilir. Çünkü, o iman sebebi ile insanın her tarafından ahlâk ve fazilet kaynamaya başlar. Güzel ahlaklı olmak, cömert olmak, zengin iken gururdan kurtulup alçak gönüllü olmak, fakir iken kanaatkâr olmak, hayırsever olmak, hastalıklara acılara sabırlı olmak mı istersin? Bunlara benzer bütün güzel  hasletlerin kaynağı imandadır. Öldükten sonra yeni bir hayatın varlığıyla orada karşılaşılacağına, oranın ceza ve mutluluğuna  inanmak, inanmaktan geçer.

Bu inanç insanda ne kadar pekiştirilip sağlamlaşırsa, sahibinin bütün  hal ve hareketlerinde de o kadar mükemmellikler görünmeye başlar.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org