Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Çürümüş Kemikleri, Kim Diriltecek (Yasin 78)

“Yani, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.” (Yasin. 78-79)

            Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatı’nın üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zât göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiğini gören, biri dese: “Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen “İnanmam.” Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misal bütün hayvanat ve sair zîhayatın (canlıların) tabur-misal cesedlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini emr-i kün feyekûn ile (ol demesi ilşe olan) kaydedip yerleştiren ve her karnda, (Her çağda) hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misal zevil-hayatın enva’larını ve taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-i asliyeyi bir sayha ile Sur-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi? (İmkansız) Denilse, eblehçesine (ahmakçasına) bir divaneliktir.

            Hem Kur’an kâh oluyor ki; Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye (hazırlık)hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için bir i’dadiye suretinde, dünyadaki acaib ef’alini zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan (gördüğümüz) çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:

tâ surenin âhirine kadar… İşte şu bahiste haşir mes’elesinde Kur’an-ı Hakîm haşri isbat için yedi-sekiz surette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor.

            Evvelâ; neş’e-i ûlâyı (ilk yaradılışı)nazara verir. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-ı insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz.

Nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrâyı (ikinci yaradılışı) inkâr ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki daha ehvenidir. Hem Cenab-ı Hak, insana karşı ettiği ihsanat-ı azîmeyi (büyük iyiliği)kelimesiyle işaret edip der: “Size böyle nimet eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.” Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’ad ediyorsunuz (imkansız). Hem semavat ve arzı halkeden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz? Der: Haşirde sizi ihya edecek zât öyle bir zâttır ki, bütün kâinat ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i kün feyekûne karşı kemal-i inkıyad ile serfüru eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir zâttır. Öyle bir zâta karşı deyip, kudretine karşı taciz ile meydan okunmaz.” (S:114-115)

KIYAMETTE ARZ ÖLÜP, SİZ SAĞ OLARAK ÇIKACAKSINIZ

            “Şuundan tâ o kadar güzelce meali söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:

            Surenin başında, küffar haşri inkâr ettiklerinden Kur’an onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder. Der: “Âyâ, üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz.

O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevatı, nebatatı halkettik; yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette sema canibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı,(bitkileri) yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibadıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz; o su ile ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebatatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz (Ölümden sonra kalkışınız)da böyledir. Kıyamette arz (dünya)ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız.” (25.Söz:432) (imkansız) (imkansız)

ECDADININ İÂDETEN İHYASI, EVLÂDININ ÎCADINDAN DAHA GARİB  DEĞİLDİR !

            “İ’lem Eyyühel-Aziz! İlim ve yakîn şümulüne dâhil olan ahval-i maziye ile şek perdesi altında kalan ahval-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

            Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farzet, otur. Sonra mevcudat-ı maziye kafilesine dâhil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp da peyderpey vücuda çıkan evlâd ve ahfadın arasında bir tefavüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve ittikan ile Sâni’in masnuu olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sâni’in masnuu olacaktır. Her iki kısım da, Sâni’in ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iadeten ihyası, evlâdının icadından daha garib değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki: Vukuat-ı maziye, (geçmiş hadiseler) Sâni’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna şehadet eden bir takım mu’cizelerdir.

            Evet kâinat bostanında görünen şu mevcudat ve ecram, Hâlıklarının her şeye kadîr ve her şeye alîm olduğuna delalet eden hârikalardır.

            Kezalik (bunun gibi)nebatat ve hayvanat, enva’ıyla, efradıyla, Sâni’lerinin her şeye kadir olduğuna şehadet eden san’at hârikalarıdır. Evet kudretine nisbeten zerrat ile şümus (güneş) mütesavi olduğu gibi, yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir. Ve keza ağaçların çürümüş dağılmış yapraklarının iadeten ihyası arasında fark yoktur.”  (Mesnevi: 240 )

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Hasan Basri – Ahitname

Basra’nın güllerinden biri… Hasan-ı Basri

Ahitname

Bir gün Basra’da…

Basra’lı Şem’ûn kendi halinde bir mecusidir. Müslümanlarla içli dışlıdır ve bir sürü güzel haslet edinir. Kimseyle uğraşmaz, yalan söylemez, sözünde durur ve cömerttir. Sonra o gülyüzlü komşusunu (Hasan-ı Basri Hazretlerini) çok beğenir, uzaktan bile görse ayağa kalkar, hürmetle yol verir.

Hasan-ı Basri, Şem’ûn’un Müslüman olmasını çok ister. Hatta bazı geceler sabahlara kadar yalvarır onun ve onun gibiler için hidayet diler. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bu duaları kâbul eder ve mübareğin tebliğ için beklediği fırsatı önüne çıkarır. Nasıl mı? Anlatalım.

Şem’ûn amansız bir hastalığa yakalanır. Birkaç gün içinde mum gibi erir ki artık öleceğinin farkındadır. Hasan-ı Basri biraz süt, biraz hurma alır, komşusunun kapısını tıklatır. Şem’ûn onu görünce çok duygulanır. Ağlamakla gülmek arasında gidip gelen bir sesle ‘Ey asil komşum’ der ‘niye zahmet ettin ki?’

-Ne zahmeti, vazifemiz değil mi?

-Biliyor musun ben gidiciyim.

-Hepimiz gidiciyiz.

-Korkarım ahirette de görüşemeyeceğiz. Zira inandıklarım doğruysa aynı yerde olmayacağız.

Mübarek acı acı gülümser.

-Peki’ der, ya benim inandıklarım doğruysa?

-Yine aynı yerde olmayacağız, zira beni taptığımla yakacaklar.

-Bak Şem’ûn ateş yaratıcı değil mahlûktur. Alemlerin Rabbi (Celle Celalüh) dilemezse kimseye bir şey yapamaz.

-Müslümanlar buna benzer şeyleri çok söylerler ama ateşin yakmadığı nerede görülmüş?

-Ateşin yakmadığını görsen bana inanır mısın?

-İnanırım.

Biliyor musunuz veliler hallerini bir sır gibi saklar, tanınmaktan, bilinmekten sıkılırlar. Ancak böylesi hayati kavşaklarda keramet göstermek zorunda kalırlar. Nitekim Hasan-ı Basri Hazretleri de mangaldaki ateşi avuçlar, kızgın korla kollarını sıvazlar. Şem’ûn hayretler içindedir. Büyük veli, bunlar sıradan şeylermiş gibi gülümser, ‘İstersen yanan fırına girelim’ der, ‘var mısın?’

-Yoo, hayır. Bu kadarı yeter.

-Görüyorsun işte. Senin, benim, dağların, göklerin, denizlerin yaratıcısı onu zararsız kıldı.

-Sanırım, Allah’ın büyüklüğünü kabullenmek zorundayım
.
-Al, istersen dokunabilirsin. Eğer ateş bir şeye kaadirse yaksın da görelim.

-Diyecek bir şey bulamıyorum.

-Ama benim diyecek çok şeyim var. Yapma Şem’ûn, kendine kıyma. Gel iman et ve kurtul. Altından nehirler akan köşkler, nefis şerbetler, bahçeler, huriler seni bekliyor. Bir kere kelimeyi şahadet söyle, ebedi saadete kavuş.

-Bu kadar kolay mı yani?

-Evet bu kadar kolay.

-Ama benim ömrüm günah içinde geçti.

-Benim ki de öyle ama Allah-ü teâlâ affedicidir.

-Ne desem bilmem ki, bunca yıldır mecusi olarak yaşadıktan sonra…

-Sakın ‘millet ne der?’ diye düşünme, sadece kalbinin sesini dinle.

-Kalbim seninle beraber, yalnız endişelerim var.

-Nasıl yani?

-Sahi, Rabbim beni kâbul eder mi?
-Eder.

-Bana kulum der mi?

-Der.

-Emin misin?

-Adım gibi.

-Peki kefil olur musun?

-Olurum.

-Ahitname de yazar mısın?

-Yazarım.

-Mührünü de basar mısın?

-Basarım.

-İyi öyleyse, sen şimdi bana yapmam gerekenleri söyle.

Şem’ûn oğullarını, yakınlarını çağırır. Kalabalığın huzurunda iman eder. Olacak bu ya hemen o gün ecel şerbetini içer. Onu söz konusu kâğıtla birlikte toprağa verirler.

Hasan-ı Basri Hazretleri hem şaşkın, hem sevinçlidir. Omuzlarından irice bir yük gitmiştir. Definden sonra evine gelir. Bir başına kalınca hadisenin muhasebesini yapar ve birden dehşete düşer. Büyük bir pişmanlıkla ‘yaptığını beğendin mi’ der, ‘sen kim oluyorsun da ahidname veriyorsun. Kendini kurtaracağın şüpheli, kalkıp başkalarına kefil oluyorsun. Eyvah ki ne eyvah! Aman Allah’ım ben ne yaptım!’

O gece binlerce, onbinlerce kez tövbe eder, ‘Yarabbi, ben acizin, zavallının biriyim’ der, ‘n’olur bu cüretimi affeyle!’ Hasan-ı Basri o kadar ağlar ve o kadar yalvarır ki bitap düşer. Birara içi geçer, rüyasında Şem’ûn belirir, çok neşelidir. Öylesine nurludur ki dolunayı imrendirir. Başında cennet cevahirleriyle süslenmiş bir taç vardır. Hasan-ı Basri Hazretlerine döner ‘Meğer Allah-ü teâlâ ne büyükmüş’ der, ‘merhametinin zerresi benim gibi nice asiye yetti.’

-Peki ya ahitname?

-Ona bakmadı bile, istersen geri verebilirim.

-Yalvarırım ver, n’olur ver.

-Al!

Hasan Basri Hazretleri heyecanla uyanır. Ne görse beğenirsiniz.

Kâğıt elindedir.

………….

Firûz, Meysan muharebesinde İslâm ordularına direnme hatasına düşen bir Basralıdır ve esir alınır. Diğerleriyle birlikte Medine’ye getirilir ve köle olarak Zeyd bin Sabit’e verilir. Ancak ne zincir ne kırbaç bilir, ne de incitilir. Evin bir ferdi gibi yaşar, işine bakar. Hatta Peygamber Efendimizin hanımlarından Ümmü Seleme’nin (Radıyallahu anha) cariyesi Hayre ile evlenmeye kalkar. Kimse ona ‘Hadi ordan sen kölenin birisin’ demez. Ev kurmasına yardım ederler. Ümmü Seleme Hayre ile evladı gibi ilgilenir, ceyizini yapar, evini döşer. Hatta ‘bizim evin işinden ne olsun’ der, ‘siz kendinize bakın.’ Hayre buna rağmen kutlu kapıdan ayrılmaz. Evin kızı gibi gelir gider, sıkıldıkça içini döker. Çok geçmeden nurtopu gibi bir oğulları olur. İki köle (belki de sevinçlerini paylaşmak için) üç kıtaya yayılan devletin halifesine (Hazret-i Ömer’e) çıkarlar. Mübarek onları kapıda karşılar. Yer gösterir, süt, hurma ikram eder. Şirin bebeği kucağına alır ve sever. İri gözlerine ve minik burnuna bakıp ‘Yarabbim ne güzel şeyler yaratıyorsun’ der. Firûz bir isim istediğinde düşünmeden ‘Hasan olsun’ buyurur, ‘hasana (güzele) Hasan yakışır!’

Sütüm olsa da…

O yıllarda hayat herkes için zordur. Ama sıfırdan başlayanlar için (Firûz ve Hayre için) daha zordur. Üç beş dirhem yevmiye için karı koca bahçelere koşar, akşamlara kadar hurma toplarlar. Hasad zamanları oğullarını Ümmü Seleme’ye (radıyallahü anh) bırakırlar. Ümmü Seleme Validemiz, Hasan’ı bağrına basar. Her istediğini verir, her dediğini yapar. Bu sevimli yavrunun ağlamasına dayanamaz. Hatta ‘N’olurdu’ der, ‘onu bir emzirebilseydim’ Öyle hulusi kalp ile dua ederki yaşlı olmasına rağmen göğüsleri süt dolar. Güzel çocuğu doyurur, ayağında sallayıp uyutur. Kalbinin yumuşadığı anlarda elini açar ve ‘Ya Rabbi’ der, ‘Sen bu çocuğu âleme imam kıl. Ona uyanlar selâmet bulsun, azabdan kurtulsun.’

O yıl da ramazan bereketi ile gelir. Zeyd bin Sabit, Firûz’u, Ümmü Seleme’de Hayre’yi azad eder. Bu şefkat iklimi garip kölelerin kalbini yumuşatır ve kendi istekleriyle Müslüman olurlar.

Ümmü Seleme’nin terbiyesinden geçen Hasan farklı bir çocuk olur. Edipleri imrendirecek fasihlikte bir arapça konuşur ve akranlarının çelik çomak oynadıkları günlerde Kur’an-ı kerimi ezberler. En hoşlandığı şey cuma günleri Mescid-i Nebi’ye gidip Hazret-i Osman’ı dinlemektir. Zira bu gülyüzlü Halifeyi çok sever, hep onunla birlikte olmak ister. Nitekim şehit edildiğinde de yanıbaşındadır. Hasan yüzlerce sahabe ile görüşür ve onlardan ilim devşirir ki onbeş, onaltı yaşına geldiğinde benzeri az bulunan bir âlimdir.

Acaib bir merasim

Aradan yıllar uzun yıllar geçer. Hasan-ı Basri babasının memleketine yerleşir. Burada Abdullah bin Abbas, Enes bin Malik, Abdurrahman bin Semûre (Radıyallahu anhüm) gibi sahabilerin eteğine yapışır ve onlardan hisse kapar. Bir ara Sicistan seferine katılır, bir ara Horasan’a uzanır. Ondan sonra Basra’ya dönüp inci ticaretine başlar. Küçük kârlara razı olmasına rağmen büyük paralar kazanır ve hatırı sayılır bir servet sahibi olur. Ticaret bahanesiyle çok yer gezer. Bir seferinde yolu Kayseri’ye düşer. Burada acayip bir merasime şahit olur. Meydana altın direkli bir çadır kurar, kıymetli halılar, atlas yastıklar ve gümüş şamdanlar arasına bir tabut oturturlar. Askerler, çiftçiler, tüccarlar, hekimler, müneccimler çadırın etrafında dolanır, saçlarını başlarını yolarlar. Birara vezir, Hasan-ı Basri’nin kulağına eğilir ve olup biteni izah eder. ‘Kayser’imizin genç bir oğlu vardı’ der, ‘hem boylu poslu, hem de çok yakışıklıydı. Bir sürü lisan bilirdi ve bir çok fenlerde mahirdi. Hepimizden iyi ata binerdi. Attığını vurur, vurduğunu devirirdi. Ancak bir gün hastalanıverdi. Nice bilge hekimlerin yaptığı ilaçlar fayda vermedi. Görüyorsun işte, ölüme çare mi var?’

Bu hadise Hasan-ı Basri’ye çok tesir eder. Ani bir kararla Basra’ya döner ve elindekini avucundakini fukaraya dağıtır. Zahiri ilimlerde zaten hatırı sayılır bir alimdir. Ancak dahasını yapmalı, yaratıkları bırakıp yaratana koşmalı, bir gönül ehlinin önünde diz çöküp sırlara kapı aralamalıdır.

İlk icazetname

Hasan-ı Basri, Muhsin Ali Hazretleri’nin terbiyesinden geçer ve kısa sürede yetişir. Hocası ondan halka vaaz vermesini ister. İşte, bir gün kürsüdeyken kapıdan bir yabancı girer. Hasan-ı Basri mescidin nurlandığını hisseder. Bu ne heybettir Ya Rabbi, bu ne güzelliktir… Yoksa bu zat… Evet, yanılmadığını anlar. Meçhul misafir Hazret-i Ali’nin (Kerremallahü vecheh) ta kendisidir. Hasan-i Basri , Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’dan sonra ‘ilim şehrinin kapısı’ ile şereflenir. Hazreti Ali Efendimiz, bu genç vaizi çok sever. Kimseye yapmadığını yapar, ona tasavvuf ile ilgili sırları fısıldar. Dahası nurlu elleri ile bir ‘icazet’ yazar ve talipleri yetiştirmekle vazifelendirir. İşte tasavvufta hilafetnâme (izin belgesi) verme usülü Hazret-i Ali’den kalma bir gelenektir.

O günden sonra Hasan-ı Basri’nin hizmeti büyük olur. İnsanlar fevç fevç sohbetine gelirler. Talebeleri ülkeler beldeler ötesini nurlandırırlar ki bunların arasında Malik bin dinar, Utbe-i Gulâm, Ebû Haşim-i Mekki, Habib-i Acemi gibi pırlantalar vardır. Bu yol ölümünden sonra da devam eder İbrahim Edhem ve Mûiniddin-i Çeşti gibi zirveler halkaya eklenirler. Hasan-ı Basri hazretleri hurma dalından dokunmuş bir yataktan başka bir şey bırakmaz. Ölüm halleri belirdiğinde ‘ömrümün hesabından çok korkuyorum’ diye ağlar. Birara dalar, soluğu duyulmaz olur. Talebeleri hafifçe sarsarlar. Mübarek gözlerini aralar ‘beni cennet bahçelerinden, nefis pınarlardan, güzel konaklardan uyandırdınız’ buyururlar.

Son olarak ‘Bir kimse ölüm anında sıdk ile kelimeyi şehadet getirirse cennete gider’ hadisi şerifini nakleder ve tane tane şehadet söylerler. Basra, Basra olalı böyle bir cenaze merasimi görmez. Talebeleri onu Salihiyye denilen yere defnederler.

İçinde tutsana!

Adamın biri Hasan-ı Basri hazretlerine gelir. ‘Biliyor musunuz der, filanca sizin hakkınızda olmayacak şeyler söylüyor?

-Nerden biliyorsun?

-Kulaklarımla duydum.

-Nerede?

-Fitnecinin evinde

-Orada ne arıyordun?

-Ziyafete gitmiştim.

-Peki neler ikram etti?

-Çorba, börek, pilav, tatlı, dolmalar, köfteler, meyveler, şerbetler… Bir sürü şeyler işte.

Bütün bunları içinde tutuyorsun da o üç beş kelimeyi niye tutamıyorsun?

Kaynak: HUZURA DOĞRU,

Dergiden Alıp sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sabrın Meyvesi

Peygamberimiz (a.s.m.) in hadisi şeriflerinde “Sabır imanın yarısıdır.”  “Sabrı olmayanın imanı da yoktur.” Sabır problemlerin- müşküllerin anahtarıdır” onlar onunla çözülür (Sabrın meyvesi-sağlık) buyurması, insanda sabrın ne kadar büyük ve ehemmiyetli bir haslet olduğunu bu hadisi şerifler bize gösteriyor. Ayni zamanda sabırlı kimselerde bunun meyvesini apaçık görüyoruz.

Örnek mi istersin? Günahlardan korunabilmek, sevapları işleyebilmek, Allah’tan gelen hastalık ve dertlerin ağırlığını taşıyabilmek, ancak imanın mükemmel bir dalı olan sabrı elde etmekle mümkündür. Kötü ahlaklı komşunun kötülüklerine karşı bile, hiç bela yapmadan geçinebilmek sabır lazım. Anne ve babaya itaat etmek için sabır lazım. Eşlerin biri diğerine kızıp yuvayı bozmamak için yine  sabır lazım. Bütün dertlere  dayanabilmek için  sabır lazım.  Bu sabrın en mükemmeli, imanı olgun kimselerde bulunur. Hülâsa insanın, dünya ve ahiretini cennet yapan sabırdır.

Evet! Karşımızda ebedi cennet gibi bizi mutlu edecek bir mekânı kazanmak, burada ki acıların kötü tesirinden kurtulabilmek, burada da rahat ve huzur içinde yaşayabilmek, ancak sahip olmaya gayret edeceğimiz o sağlam iman neticesinde elde edilen sabırla mümkün olur.

Bu kötü zamanda, bu iman cevheri nasıl kazanılır ve nasıl muhafaza edilir sorusuna karşı deriz ki: İnsan, bu zamanda sağlam bir imana sahip olmak için, ancak sağlam delillere dayandırma çarelerini elde ettikten sonra o cevhere sahip olup, kendini kurtarabilir. Evet! “Bu zamanda en büyük bir ihsan-nimet bir vazife, kendi imanını kurtarmak ve başkasının imanına kuvvet verecek bir surette taviz vermeden sabırla çalışmaktır.” İki hayatımızı cennet yapan imanı ve imanın güzel bir meyvesi olan sabır gibi güzel hasletlere sahip olmamız için de iş ile dua etmezi elden bırakmamamız lazım olduğu gibi, Yüce Mevla‘ya gün gece ağız ile de dua edelim. Rahman ve Rahim olan Allah’ımıza yalvaralım. Ancak bize Ondan yardım yetişirse, dünya ve ahiretimizi cennet yaparız İnşaAllah.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Türk Hanımına Yakışırmı Frenkleri Taklit

Hanım kızlarımızda ne bu nahoş hal,

Onların yaptığını yapmaz hiçbir aptal,

Şehit torununa yakışmaz bu izmihlal,

Kız kardeşim yap ne yap nineni örnek al.

 

Hurilerden üstünlük senin hakkın iken,

Çekinmeden erkeklere olursun diken,

Cennet mutluluğunu yaşamak var iken,

Cehenneme odun olmak kötü nefsinden.

 

Örnek alamadın Fatimetüz-Zehrayı,

Ahlakta örnek Âişe-i Sıddıkayı,

İslama fedakâr Haticetül Kübrayı,

Aklını kullan fark et ak ile karayı.

 

Nedir sokakta ki yürüyüşün tak tak tak

Bacım sakın sokağa çıkma yarım çıplak,

Çıkarsan sende kalmaz zerre kadar ahlak,

Günahlardan çok korun ki yüzün olur ak.

 

Düne ka nesliniz di milletin şerefi,

Ahlak idi hanım kızın ana hedefi,

Siz idiniz  mü’minin evinin sedefi,

Mü’minenin gayesidir günahın def’i

 

Niye kandınız olmaya değersiz meta,

Kendinizi hain reklamcılara sata,

O güzelim ahlakı kendinizden ata,

Tüm olumsuzluları kendinize kata.

 

Türk kızına hiç uyar mı vicdansız kalmak,

Ne cesaret çekinmeden günahla dolmak,

Müslüman Türk kızı bu çirkin  hali almak,

Geçici dünya için manadan boş kalmak.

 

 

Ne olur bir an önce kurtul bu halinden,

Bunla  kurtulursun halkın kilu kâlinden,

Ancak bu seni kurtarır nahoş izmihlalden,

Bu gayretle sen kaybetmezsin değerinden.

 

Rabbim kızlarımızı  kurtar  nahoş halden,

Duamız kurtulsunlar cehennem ateşinden,

Allahım bu fakir bunu dilerim Senden,

Te’sir etmek senden yalınız dua benden

 

Ya Rab yalvarırım bu duamı kabul et,

Bugün Müslüman için yok bundan büyük dert,

Genç kızların çoğu hak ediyorlar nefret,

Bunlardan kötü ahlakı Rabbim Sen def’et.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bu Zamanda Büyük Bir Farz Olan İnsanlara İyiliği Emretmek Ve Kötülükten Men’etmek Hasleti

Şanı Yüce Allah’ımız Kur’âni Kerim’inde biz mü’minlere; “Ey iman edenler, kendilerinizi ve âilelerinizi ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrim 6)   Peygamberimiz (a.s.m.) de Hadisi Şerifinde:”Ey Mü’minler! Yalvar yakar olmanıza rağmen, dualarınız kabul olmayacak durumlara düşmeden evvel “Marufu” (iyiliği) emir ve kötülükten men’ediniz” buyurmaktadır. (Kütübü Sitte  cilt 2 sahife 381) Evet ibadetlerin en makbulu cihaddır. (Allah rızası için savaşmaktır) Bizim için o cihadın yerini tutacak ibadet “Emri maruf nehyi anil münker’dir” Yani Allahın yap dediklerini sözümüz geçtiği yere emredip yaptırmak ve Allahın yasak ettiği şeylerden insanları men edip yaptırmamaya gayret etmektir. Bu vazifeyi yaparkan bile tesirini Allahtan olmasına inanmaktır.  İşte yukarıdaki yazılar ve  kaynaklar bize yalınız kendi menfaatini düşünmeyi yasaklayıp, bencil olmaktan kurtulmayı emrediyor. Kendimizi ve âilemizi Allah’ın emirlerine uydurmaya çalıştıktan sonra, sözümüzün geçtiği kimseleri de hakka davet etmeye gayret edeceğiz. Biz kendimizi kurtarmadan başkasını kurtaramayacağımıza göre, işe başlarken, ilk önce kendimizi günahlardan korumaya gayret edeceğiz, sonra sevaplı işleri yapma çabasında olacağız. Daha sonra yakınlarımıza Allah’a karşı gelmeyip, Allahın emir ve yasakları hususunda Allaha itaat etmelerini emir ve tavsiyede bulunacağız.

Evet! Ustası bilinmeyen sanat eserinin kıymeti bilinmez. Bu itibarla eserin kıymetini bilmek için ustasını öğrenmeğe ihtiyaç vardır.

Bu kaideye göre, Gözümüz önünde herkesi hayrette bırakan Allahın bu kadar sanatlı eserlerini tabiata havale edenleri acıyarak karşılıyoruz, yardımlarına koşmak, onların imdadına yetişmek ne kadar lüzumlu olduğu anlaşılır.

Rabbimiz  İnsanları ölü atomlardan yaratıp bütün mahlukat  üstüne çıkarmıştır. Bilhassa biz Müslümanları Allah (c.ş) imanla müşerref kılarak çok sevip çok acıdığı için, geçici dünya hayatına aldanmamaya gayret edip dikkatli olmamızı istiyor. Bize, yaradılış sırrını öğrenmemizi emrediyor. Bu zamanda Ancak büyük bir gayret neticesinde ahiret hayatına ait tehlikelerden kendimizi ve yakınlarımızı kurtarabiliriz. Bu sebepte  bize düşen hakikati net görmek için gözlerimizi açmalıyız.

Şimdi, Allah’ımız bize, yalnız kendimizi düşünen bir bencil olmaktan kurtulup, hısım akrabaya eş dosta da yardım etmeyi emrediyor.

Biz dünya hayatı ile ilgili yardımlar ile âhiretle ilgili yardımların farkını daha iyi anlamak için bir iki misal verelim:

Bir düşünün! Fakir komşunuzun hasta olduğunu işittiğiniz zaman, hemen onun ziyaretine gider, ziyaret vazifesini yaptıktan sonra oradan ayrılırken, hastanın âilesine, böyle durulmaz, ben arabayı getirinceye kadar siz hastayı hazırlayın doktora gidelim dediğinizde, onlar bunu memnunlukla karşılarlar. Biraz sonra siz araba ile gelip adamı doktora götürür, orada muayene ettirir, muayene parasını öder ilaçlarını da kendi paranızla aldıktan sonra, adamın cebine bir miktar harçlık parası koysanız, bu hareketinize komşunuz ne kadar sevineceğini bir yana,  Siz kendi şefkatinizin icabını yerine getirip, Müslüman’a yakışır bir vazife yaptığınız için ne  kadar sevinirsiniz değilmi?

İkinci misâl: Sen evden sokağa çıktığın sırada, karşıdan son hızla bir arabanın geldiğini ve komşunun iki yaşındaki çocuğunu yolun tam ortasında olduğunu görsen, koşarak çocuğu ezilmekten kurtarsan, çocuğu ölümden kurtarmaya sebep oldum düşüncesi ile ne kadar sevinirsin değil mi?

Çünkü sen hayvan değil insansın. Allah tarafından kalbine konulan o şefkat ve merhametten gelen hayırseverlik duygusunu kullanma

Bunun neticesinde bağlı olduğun hak din sayesinde, kalbindeki şefkat duygusu çiçek açıp meyve verdiğinden şüphe etmeyip sevincinizden kalbiniz kahkaha atıp gülecek.

Böylece bencillikten kurtulup, Müslüman’a yakışır bir hal almış olacaksın. Halbuki görünüşte hastalıktan iyileşen komşun ve ecelden kurtulan çocuk için sen sebep olmasaydın da, onlar bir saat, veya birkaç gün sonra, ölmeleri mümkündür. Nihayet yüz sene yaşasalar da yine ölümle karşı karşıya kalmaları kaçınılmaz bir hadisedir.

Şimdi dönelim Allah’ımızın ve Peygamberimizin (a.s.m.) emirlerine:

Ayeti Kerimeler ve Hadisi Şerifler, yalnız kendimizi kurtarmak için bize emretmiyorlar. Belki içimize yerleştirilen o şefkat ile insanlığın asıl yaradılış gayeleri olan akraba ve eş dostun öbür hayatlarını kaybetmemeleri için, bize onların da yardımlarına koşmamızı emrediyor.

Biz akraba ve çevremizdekilere karşı bu insanî vazifeyi yaparken, önce  sonu olmayan bir hayatta, sonu olmayan bir azaptan, onları kurtarmak için gayret ettiğimizin idraki içerisinde olmamız icap ediyor. Hatta bu gayretin neticesi yalınız bu kadarla da kalmıyor, onlara karşı iyiliği emir kötülükten men etme vazifesini yaparken, ebedi cenneti kazanmalarına yardım etmek gibi kârlı bir neticeyi de elde etmelerine sebep olduğumuzun idraki içerisinde olmalıyız.

Evet! Şehit olmak, yani Allah yolunda can vermek farzdır, o farz bu zamanda farz üstüne bir farzdır. O farz yalınız Düşmanla savaşmak demek değildir. Günahlardan kurtulmak için savaşmak ve buna benzer daha birçok işlerle o farz yerine getirilir. Onun en büyüğü de herhangi kimsenin imanının kurtulması için ister kitap ister nasihatle yardımına koşmaktır

Bugün, böyle büyük bir vazifeyi bize yaptırmamak için,  düşmanlarımız, türlü türlü hile ve desiseler ile bizi engellemeye çalışıyorlar. Hâlbuki bu vazifeyi yapmakla mükellef olan bizler, bu vazifeyi terk edersek, halkımızın büyük tehlikelere düşeceklerini bilmeliyiz. Bu zamanda “emri ma’ruf nehyi anil münker” (iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmaya çalışmak) vazifesi bu gün çok büyük önem kazanmış olduğunu asla unutmayalım.

Oysa memleketimiz düne kadar bunun tam aksine idi. İnsanlar tarafından yapılması farz olanlar yasaklanıyordu, yasak ve haram işler, çok türlü sebeplerle emredilip teşvik ediliyordu. Ne kadar şükretsek azdır ki kendini evliya olduğunu bilmeyenlerin duaları yüzünden memleketimizde ki idarecilerin rengi değişti. Elhamdülillah.

Hem günahlardan korunmak, hem de kendimizi yalnızlıktan kurtarmak için, kendimize hayat arkadaşı bulup bir hanımla evlenmeyi Allah bize helâl kılmış. Hayat arkadaşımız olan hanımımızın ahireti ile de ciddi ilgilenmeyecek miyiz? Allah tarafından hanımımıza emredilen farzlardan ve yapmaması için kendisine yasaklanan günahlardan, hanımımız olan hayat arkadaşımızın yardımına koşmayacak mıyız. Çünkü hanımın günahlarından biz erkekler de sorumluyuz. Çünkü Allah Kur’anı kerimde: “Erkekler kadınlar üzere hakim dururlar, çünkü bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmış. ila ahir” (Nisa,34) Helâlimiz olan hanımımızı tatlı dil ile ikaz etmeliyiz, “Ehlinizi ateşten koruyun” (Tahrim ,6) emriyle biz erkekler için kastedilen ilk kişi eşimizdir. Kendimiz gibi onu da koruma görevi Allah tarafından bize emredilmiştir.

Biz vazifemizi bilip onunla ebediyete kadar uzanan hayat arkadaşlığımızın devam etmesi için son derece gayretli olmalıyız. Hasta olsa tedavisine nasıl koşuyorsak, aynı onun gibi cehennemlik olmasına da engel olmaya çalışacağız.

Evet! Allah tarafından bize verilen bu vazifeyi güzel sözle tatlı dil ile yapıp onu ikna etsek, hem onu, hem de kendimizi ateşten kurtarmak için, büyük bir vazife yapmış oluruz.

Peki bu görevi hafife alıp, onu gerektiği şekilde yapmazsak, bu ihmalin daha sonra bize ne kadar pahalıya patlayacağını tahmin etmek bile mümkün değildir. Yani hem kendimizi, hem de hayat arkadaşımız olan hanımımızı “yakıtı insan ve taş” olan cehennem ateşinde yakarsak, nasıl bir mes’uliyet altına kalacağımız şüphesizdir. Bize düşen ancak korumakta ihmal göstermemek, bundan başka hangi sebebi gösterebilirsiniz?

Evet erkeğin hayat arkadaşı olan hanımının maddi ahlaksızlığı rahatsız ettiği gibi evinde kurulan sofra ile de ilgilecektir. Hatta erkeğin hanımıyla geçimine dikkat etmeyip vazifesini ihmal ederek, hanımıyla sık sık kavga gürültü yapsa o zaman Allah’ın onlara vereceği evlatlarına karşı kötü örnek olup onlara terbiye gibi büyük vazife terk edilirse, evlatlarına kötü örnek olmuş olurlar. Hatta o biricik evlatlarını Allah’ın emirlerine göre yetiştirmezlerse, evlatlarını cehennem ateşinde yanmaları için, onları birer parça odun yapmaktan başka bir şey değildir, baba olan beyefendinin evlatlara karşı vazifeyi ihmali ve lakaytlığı kesinlikle terk etmeleri lazım olacaktır.

Zaten anne baba için evlatlarını Allahın rızası dairesinde yetiştirmek, onların en başta gelen görevleri arasında olduğu unutulmamalıdır. Bu zamanda Müslüman anne ve babanın evlatlarını Allahın emirlerine göre yetiştirmeleri, onlar için, en mühim ve en zor bir iştir. Yanlış anlamayın dünya hayatında mutlu olmaları için yetiştirmeye uğraşmayalım mı diyeceksiniz. Hayır onları iki kanatlı kuş gibi yapacağız. Müslüman tembel olamaz, dünyası içinde ötekilerden daha iyi işini yapan biri olacak. Fakat ahirette sonu olmayan bir mutluluğu kazanmaları için de çok gayret edecekler.

Allah’ımızdan ve Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamdan biz âile reislerine emir olunan bu vazife, âiledeki tüm erkeklere ve hanımlara ve kız evlatlara karşı yapılması emredilmiştir. Yaradılışları itibariyle hanımlar daha nazik ve onlar aldanmaya daha müsait bir varlık oldukları için, onlara karşı vazifemizi yerine getirmek bizim için daha mühimdir. Yaşadığımız zaman, çok kötü bir zaman olduğu için, altını çizerek diyorum ki, ister âile reisi, ister yanında işçi çalıştıran patron, isterse öğretim üyeleri, idarelerinde bulunan bayan ve kızların şeref ve haysiyetlerini korumak için sarf ettikleri gayretin karşılığını onlara Allah bol Rahmeti ile kat kat ödeyeceğinden hiç şüphe etmesinler. Çünkü her ne kadar kadın ve erkek bir bütünün iki parçasıdır ama, kadınlarımız bu necip milletimizin yarısı olmasından öte, onlar bu milletin annesi iken, onların fıtratlarına aykırı olarak çıkarılan kanunlardan ötürü, çok istismara uğradılar. Kadınların ekseriyetle günaha daha kolay aldanabilir bir varlık oldukları için, onların yaptıkları günah, yalınız kendilerine ait kalmaz. Onlarda sözü geçen beyefendilerde onlara karşı vazifeyi yapmadıysalar o günaha onlarda hissedardırlar

Mesela bir kadın açık saçıklıkla günaha girse erkeklerden de bir çoğunu o günaha sokmaya sebep olur. Bu itham değil, inkâr edilmez bir gerçektir. Hanımlar bunu da bilmeli ki hiçbir zaman erkekler, kadınlar kadar oyuna gelip istismar edilip aldanamazlar.

Bundan ötürü, bir rivayete göre :  “Cehennem azabını hak eden kadına, Allah kuvvet verip, kendinden ma’da, daha dört erkeği de sürükleyerek cehenneme götürecektir. Başta babasını. Sonra beyini. Sonra ağabeyini. Daha sonra, eğer varsa büyük oğlunu da, cehenneme götürebilecek. Çünkü onlar, ona karşı vazifelerini yapmadıkları için o cehennemlik hanımlar bunları da cehenneme götürecekler.” Hanımlara sahip çıkmaları lazım olan erkekler vazifelerini yaparlarsa, kadınlar Allaha karşı  şikâyet ve isyandan kurtulup hayatlarından memnun olmaları için,  Allahın onlara annelik gibi yüce bir mertebeye yükselttiğini bilip  vazifelerini yapsalar yetecektir. Onlar ancak bu şekilde isyandan kurtulup  Allah’a  şükretmeye yanaşırlar. Ah! Bu isyan ve istismar kapıları kapanabilse!.. İdarecilerimizin gayreti ile istismarcılara son verme gayreti başladı elhamdülillah. Allah bu istismarcılığın sona erdirilmesi için idarecilerin yardımcılarını Allah bizlere ihsan buyursun. Amin…

Asla inkâr edemiyoruz ki, bizim asil düşmanlarımız olan imana düşman olanlar her taraftan inancımıza saldırıyorlar. Bu sebepten bu kötü devirde, bizler hiç çekinmeden iyiliği emretmeye, kötülükten menetmeğe çalışacağız. Bunun neticesinde, şehit dedelerin torunlarından tek birinin kalbini düşman fikirlerinden aldığı manevi yaralardan kurtarabilsek, ne mutlu bize.

Şimdi bir Müslüman’da var olan imanın ehemmiyetini ve din kardeşinin imanının en büyük yarası olan, şüphelerden kurtarmanın önemini daha iyi anlamak için, size bir olay anlatacağım.

Ankara da yaşayan eski Nur talebelerinden Said Özdemir Ağabey diyor ki: “Isparta da Üstadı ziyaret etmiştim. O sabah Başbakan Adnan Menderesin bindiği uçak, Londra yakınlarında düşmüş. O feci kazada 23 ölü ve birçok yaralı olmuşken, Menderes sağ kurtulmuş ve Menderes Türkiye’ye geri geldiğinde Ona, benzeri görülmemiş muhteşem bir karşılama töreni İstanbulda düzenleniyor. On binlerce insan hava alanından Taksime kadar, yolları doldurup sevinç ve sevgi gösterisinde bulunuluyor.

Bu durumu öğrenen Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor;

“Acaba Menderes bu halden dolayı gururlanıyor mu? Bu nedir ki? İman hakikatini anlamış bir mü’mini, hakikat-ı kâinat alkışlıyor…”

İşte! Bu hakikat davamızı ne güzel destekliyor. “yakıtı insan ve taş” olan cehennemden kurtarma gayreti ile, mü’minin kafa ve kalbinden şüphelerin temizlenmesine yardım etmek, onun yerine iman hakikatlerini yerleştirmeye çalışmaktan daha büyük ve daha karlı iş mi  olabilir?!

İnsanların hidayete ermeleri ve kalplerinin nurlanması, Allah’ın rahmet elinde olduğundan şüphemiz yok. Oraya elimizi sokup  onu düzeltmeye  takatimiz yetmediğini de biliyoruz. Fakat bu dünyada her şeyi sebeplere bağlayan Allah c.c., sevap kazanmamız için, bizden, insanların kurtulmalarına yardım edip sebep olmamızı istiyor. Bunu başarabilmenin çaresi de, önce Allah’ımızı sıfatlarıyla tanıyıp,  sağlam imana sahip bir vaziyette kendimizi yetiştirmektir.

Bunun ehemmiyetindendir ki, birinin Allah’ın yoluna gelmesi için, sebep kim olursa olsun, biz onunla çok sevineceğiz ve ona taraftar olmamız lazım olduğunu bileceğiz. Müslümanlarla beraber olmak, onları sevmek şöyle dursun, Peygamberimiz a.s.m fitneli ahır zamanda zındıkayı (ateistleri) defetmek için, İsevilerin (Hıristiyanların) ruhanî kısmı ile bile birleşmemiz zamanı olduğunu,  Yirminci Lem’adan Peygamberimizin (a.s.m.) Hadisi Şerifini öğreniyoruz.

Yalınız Allah’ın emri olan iyiliği emredip kötülükten men’ederken, herhangi kimseye iman hakikatlerini anlatırken görüştüğümüz kimse, günahkâr biri de olsa, bizim ona karşı tavrımız, ona küsüp onu darıltmak değil yanımızdan kovmak değil, belki kusurları için ona tövbeyi öğretmek onu o kütü durumdan kurtarmak için çabalamaktır. Bizden kaçıp yanımıza gelmeyenlerin yanlarına gitmek fedakârlığı bizden bekleniyor. Biz manen yara almış kardeşlerimize  karşı, ilim ve hilım (yumuşaklık) prensiplerine dayanarak, kırıcı olmaktan uzak bir şekilde onlara davranacağız.

Evet! Kusuru olmayan pek yok ama, varsa da biz öncelikle, bizim gibi günahkâr ve kusurlu kimselerle uğraşacağız. Biz “sahili selamet olan darüs-selama Ümmeti Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkarmaya çalışan hademeler”  olduğumuz için, kardeşlerin nefislerini  kendi nefislerine tercih eden Sahabeler (r.a.) gibi yapacağız, onlar nasıl davrandıysalar bizde kardeşlere karşı öyle davranacağız.

Pekiyi, Sahabeler nasıldılar diye sorulursa?

Muhterem Elmalı Hamdi Yazır’ın tefsirinde şöyle anlatır: Bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) in yanına biri geldi ve “Ya Resûlallah bana zaruret isabet etti”, dedi yani çok aç olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Aleyhissalatû vesselâm ilk önce kendi mübarek hanesinden sordu, yiyecek bir şey olmadığını öğrenince, sahabelere! Karnını doyurmak için bu misafire sahip çıkacak yok mu diye sordu: Ebu Talha “Evet ben alırım Ya Resülallah” diyerek alıp evine götürdü. Hanımına: “Resülullahın misafirine bir şeyler yedirmek için evde ne var” diye sordu? O da “Vallahi evde kızı doyuracak kadar yiyecekten başka yok” deyince; Ebu Talha, hanımına: “Kızı uyutursun, mevcut yiyeceği Resulullah’ın misafirine yedirelim dedi.” ve kızı uyutmak için mumu söndürdüler kendileri de yemeyip Resılullahın (a.s.m.) misafirine yedirdiler. Misafir karnını doyurduktan sonra,  Peygamberimiz (a.s.m.) ın yanına vardığında, adam ya Resulallah a.s.m. evine vardığım adamdan Allah son derece memnun oldu buyurur. (Buhari,Müslim,Tirmizi, Nesai)

Sahabi Ebu Talha r.a. bu fedakârlığı yapınca: Allahu Teâla onların hakkında bu Âyeti kerimeyi indirdi ”Kendilerinde bir açlık, yani bir ihtiyaç olsa bile (onları) (muhtaç olan) kendilerine tercih ederler” (Haşir Ayet 9). Kaynak: (Buhârî,Tefsiru sureti 59/6, 44/2-4, Eddahi, 61…).

Yine fedakârlıkla ilgili. Elmalı tefsirinde şöyle anlatıyor: Yermük Savaşında şehitlerin arasında yaralanıp can vermeye uğraşanların arasında su testisi ile onların yardımına koşan Sahabe r.a, anlatıyor: Kendilerine verilen bir yudum suyu bile içmeyip başkasına veren Sahabeleri r.a, göstererek, fedakar olmamız için bize örnek gösteriyor. Şöyleki:

Yermük Savaşı bitmiş. Ölenler ölmüş kalan yaralılar acılarından “of of” sesleri çıkarıp,  biraz su veren yok mu diye inlerken, bir Sahabe r.a su getiriyor ve suyu, su isteyen Sahabe ye r.a. tam vereceği sırada, öteden bir ses geliyor! Oda, biraz su veren yok mu diye bağırıyor? Bu Sahabe r.a. su getirene, suyu ona götür diyor. Çünkü o benden daha zorda ve suyu getiren onun yanına tam vardığı zaman, bir başkasının su isteme sesi geliyor, Sahabe suyu ona gönder diyor. Ona götürüp uzatacağı sırada, bir dördüncüsünden  ses geliyor: Yanıyorum azcık su veren yok mu? Yine Sahabe suyu içmeyip kan revan içinde olan ve su isteyen dördüncü Sahabe r.a.hın yanına  varıp, suyu dördüncü Sahabeye tam vereceği sırada, Sahabe r.a ruhunu Allah’ına teslim ederek şehit olmuş. Dönüyor üçüncüsüne, o da Şehit olmuş. Çabuk ikincisine gidiyor o da şehit olmuş. Bu sefer birincisine geliyor o da şehit olmuş ve Sahabe  r.a. suyu kimseye içiremeden  geri dönüyor.

Evet! Böyle fedakârlıkla temeli atılan bir dine intisap eden bizler dikkatli olmalıyız. hayatımızın kalan günlerini, önümüzdeki ebedi hayatı düşünerek geçirmeliyiz. Bütün varlık ve sermayemizden, ve yaptığımız hizmetten kazandığımızdan birşey ayırarak sevap sandığına atmalıyız. Tıpkı gelin olma hazırlığı yapan kız çeyiz sandığına bir şeyler  atmaya çalıştığı gibi.

Peygamberimiz (a.s.m.) bir Kurban bayramında, Kızı Fatıma (r a.ha) nın yanına uğramış ve “Kızım Fatıma, Kurban’ı kestiniz mi?” “Kestik babacığım” demiş. Peki “etleri ne yaptınız?” Fatıma radiyallahu anha cevaben: ”Babacığım çoğunu başkalarına, biraz da kendimize bıraktık” demiş. “Peygamberimiz (a.s.m.) kızım yanlış konuştun, evde bıraktıklarınız sizin değil, onları yer biraz sonra atarsın, başkalarına verdikleriniz kendinizindir, onlar öz be öz malınızdır, demiş.” İşte biz de iktisatla zaruri ihtiyaçlarımızı gidereceğiz ama, ahiret sandığına atmak için bir şeyler biriktirmeye çalışacağız. Zengin isek başta malımızın zekâtını vereceyiz. Sonra şefkat ve merhametimizin icabını yaparak, lazım olan yerlere de sadakamızı hiç acımadan vereceğiz. (1)

Hulasa, insanların imansız ölmemeleri için elimizden geleni yapacağız.  Çünkü  bu alemde rahat edemedik, edemeyeceğiz ve sakın burada rahatlığı  aramayınız. Çünkü burası rahatlık yeri değil imtihan yeridir. Müslüman için rahatlık yeri âhirettedir, cennettedir. Cennet de ucuz değildir, fiyat ister. Onun fiyatı da “Takva ve salih ameldir” ( Allah korkusundan günahlardan kaçmak ve iyi işler yapmaktır.) Yani biz başta günahlardan kaçacağız, sonra  sevaplı işleri yapmaya çalışacağız. Ancak bu şekilde Allah’ın yardımı ile Allah’ın  rızasını  kazanacağız ve  bu şekilde  ebedi aleme rahat etme ümidi ile gidebiliriz…

(1)Zekât ve sadakanın verilecek en kıymetli yeri neresidir? İlk önce akrabalarımızdan muhtaç olanların dertlerini gidermeye çalışacağız, ondan sonra her ne dalda tahsil ederse etsin, dinine sahip çıkan namazlı talebeleri arayıp bulacağız. Memleketimizin kurtulması için, dünya ve ahireti aydın gençlerin yetişmelerine yardımcı olacağız. Okuldaki öğrencilerin kafalarından materyalist düşünceyi silmeğe çalışan yerlere sahip çıkacağız.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org