Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Anne-Babaya Muhabbet Hürmet Nasıl Olmalı?

Esselamu Aleyküm Ve Rahmetullahi Ve Berekatühu

Muhterem Kardeşlerim,                                                                  

Bugün anne baba için evlat terbiyesi ne kadar mühim bir iş ve en zor iş olduğu halde, bu iş asla ihmale gelmez. Çünkü vicdan sahibi olan bir Müslüman, Allahın en mühim hediyesi olan evladının terbiyesini sokaktakilere katiyyen bırakamaz. Bunun için bu husuta bazı tecrübelerimi sizinle paylaşacağım. Ve daha aşağıda o hususta Üstadın tavsiyelerini ve 2 abeyin hatıra defterinden örnekler sunacağım.  Çocuk terbiyesinde hiç geçiktirmeden, başta müspet davranacağız. O geçerli olmazsa, bazan da tehditle emredeceğiz. Bunuda asla unutmayacağız!

Birine bağırmak çok gelir, diğerine bağırmadan olmaz, ötekini sert bağırmaya ufak tokadıda  eklemek icab eder. Tabii ki Anne baba evladına bu hareketleri sevgisinden gelecekte robotlaşmasın diye yapar. Nasıl ki ahirette kurtulabilmek için ümit ve korku ile yaşamak gerekirse? Evlat terbiyeside de öyledir. Evlada nasihatı telkin etmeyi asla ihmal etmemeliyiz. Yaş kemali bulunca üzüntü duymak istemezseniz, dediklerimi yapınız. Babalık vazifemiz, lüzumlu terbiye ve hürmet derslerini zamanında  yapmaktır. Bundan sonra, hürmet ve alaka istemeye hakkımız olacaktır.

Evet zamanında çocuğa lazım olan terbiye verildi ise: çocuktan müspet neticeler alınabilir. Mesela:

1-   Evin büyükleri, başda baba odaya girince çocuklar ayağa kalkacaklar.

2-   Babasının elini öpecekler.

3-   Yanlarından ayrılırken, ne için olduğunu söyleyip, müsaade isteyecekler

4-   Baba bir şey ister, diye hazır duracaklar ve ihtiyaç var mı diye soracaklar.

5-   Baba bir şey istemeden, neye ihtiyacı olduğunu anlayıp, hizmet edecekler.

Üstadımız Risalelerde bu hususta çok güzel tavsiyelerde bulunur: (Mektubat: Sayfa: 259)

         Ey hanesinde (Veya bakmaya mecbur olduğu) ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs

bulunan gafil!.

Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette  ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor.

Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarfediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş herbir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir.

(Dede), Amca ve Hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.

         İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

         Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ( bıkkınla karşıladın) ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme: “Maişetim dardır, idare edemiyorum.” Çünki onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dîk-ı maişetin (dar geçimin) daha ziyade olacaktı. Bu hakikatı benden inan. Bunun çok kat’î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum. Şu sözüme kanaat et. Kasem ederim şu hakikat gayet kat’îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli. Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel’ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tama’kâr ve bahil (cimri)insanlara yükletmez.

Âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva’-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-ı kerimaneyi söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel hergün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kerre de fazla kalırdı.

         İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir surette ilân ediyorum:

Onlar bana bâr (yük) değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

         Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor;

 Öyle ise,

1- Mahlukatın en mükerremi olan insan ve

2- İnsanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve

3- Ehl-i imanın, en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze,(aciz) alîl ihtiyareler ve

4- Alîl ihtiyarların içinde, şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık  ve müstehak bulunan akrabalar ve

5- Akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet  olduğunu düşün. Hadisi Kudside:

“Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” (Anne babaya hürmet)

Ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. sırrıyla, sen vâlideynine (anne ile babana) hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir.

Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, (onların varlığından sıkılmak) ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seri-üt teessür kalblerini rencide etmek (kalplerini kırmak)  sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.

 

32.SÖZ 3.MEVKIF S: 639

“Hem peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına …

onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine aittir.

O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.

         Âyeti kerime: Anne ile babaya beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi; Kur’anın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları (onlara karşı hürmetsizlik) ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin (evladını) kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dava edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin.

         Pederini haksız görse de, ona isyan edemez.

         Demek, Pederine isyan eden ve onu rencide eden, (rahatsız eden) insan bozması bir canavardır.

 

(HULUSİ AĞABEY) VE (HATIRAT) DOSYASINDAN

 

“Suâl: 127 Hukukullah ve hukuk-u ebeveyn nasıl olmalıdır?

Ebeveyn nurlara muhâliflerse, hatt-ı hareket ne olmalıdır?

 

Cevâb: 127

 Allah Kur’anı Kerimde:

“Biz insana, babasına ve anasına ihsân etmeyi vasiyet ettik ki, anası onu dermânsız, kuvvetsiz olduğu halde yüklendi ve iki sene emzirdikten sonra sütten kesti ve Allah’a, baba ve anasına şükretmesini de insandan istedik; çünkü yine Allah’a döneceksin yâni,  şükredersen mükâfat ve küfredersen  mücâzât (Isyan edersen cezalı) edeceğimizi bildirdik”  Sûre-i Lokman’ın 13. Âyetinde  ve

Aynı sûrenin 14. âyetinde

“Eğer baban ve anan, benim bildirmediğim şeyi, sen bana şerik edesin diye gerçekten ziyâde çalışırlarsa, sen onlara (Anne ile babana) itâat etme! Dünyada geçimleri için onlara sâhip çık ve koru. Dinde benim tevhid ve tâatım yoluna gidenlerin ardı sıra git yâni,  Peygamber ve Ashâbına uy.”

Bu iki âyet hukukullah ile hukuk-u ebeveyni kâfi derecede göstermektedir. Kur’ân’ın hakikatlı tefsirlerine yâni,

Nurlara muhâlefet eden ebeveyne uyulmaz.

Fakat onlara diğer noktalarda bakılmaya, korunmağa devâm olunur.”

Hulusi Ağabey Dosyası: 92, 93

 

         Hatıralar Dosyasından:

“Abdullah Yeğin Ağabey, Urfada hizmette iken, vâlidesi Üstâd Hazretlerine mektub yazdırıyor ve diyor ki: “Abdullah’a müsaade edin, ben hastayım, bir iki ay izin alıp gelmezse, hakkımı helâl etmem.” Üstâd Hazretleri,o sırada Emirdağı’nda imiş. Bu mektubdan evvelâ haberdar olan Zekeriyya Kitabçı Ağabey, Üstâd Hazretlerinden habersiz olarak Abdullah Ağabeye mektub yazarak demiş ki, “Annenden böyle böyle mektub geldi. Üstâd Hazretleri iki aylığına değil de, iki günlüğüne memlekete gitmenize izin verdi.”  Abdullah Ağabey, hemen yola çıkarak evvelâ Üstâd Hazretlerini ziyâret ederek, sonra memlekete gitmek niyetiyle Emirdağ’a geliyor. Üstâd Hazretleri, Abdullah Ağabeye o zaman şöyle demiş: “Sıla-i rahim mektubla da olur. Urfa’ya geri dön. Eğer  önceden tedbir alıp, eve ara sıra mektub yazsa idin bunlar olmazdı. Eğer seni özlemişlerse, onlar senin yanına gelsinler.”

 

      “Abdullah Yegin Ağabey anlattı:

 

Üstâd Hazretleri sağ elinin parmaklarını açıp göstererek demiş ki:

“Baş parmak hukukullah; İşaret parmağı hukuk-u Resulullah: Orta parmak hukuk-u Üstâd; Yüzük parmağı hukuk-u vâlide; Küçük parmak hukuk-u pederdir”

Sonra Üstâd Hazretleri, baş parmağını işaret ederek, “Hepsine mukabildir ve hepsinden önce gelir.” demiş.”

Hâtırat: 10

 

        ANNE BABAYA VE EVLADA MEŞRU MUHABBETİN NETİCESİ

 

Peder ve vâlideye karşı muhabbetin, Cenab-ı Hak hesabına olduğu için hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tul-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına dua etmek, tâ onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî almaktır. Yoksa nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman; en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zâtların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhanî bir elemdir.

         Evlâdına muhabbet ise: Cenab-ı Hakk’ın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me’yusane feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi; onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir dersin. Senin hakkında da, onları sana veren zâtın rahmetini düşünürsün, firak eleminden (cısından) kurtulursun. S: 644

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Hak Dinimiz İle Batıl Dinler Arasında Farklar

Muhterem kardeşlerim Allah’ımıza ne kadar şükretsek azdır.

Çünkü O bizleri yaratıkların ta zirvesine çıkarmış. Yokluk âleminde bırakabilirdi bırakmamış. Dağda bir taş yaratabilirdi  yaratmamış. Bir hayvan da yaratabilirdi yaratmamış. Bir âteistin oğlu veya kızı de yaratabilirdi yaratmamış. Batıl inanç sahibi olanlardan ya bir Yahudi ve ya bir Nasrani de yaratabilirdi yaratmamış. Elsiz, kolsuz, gözsüz, işitme duygusundan mahrum biri de yaratabildi, Yaratmamış. Çok şükür bizleri, şehid kanıyla yoğrulmuş bir toprakta, şüheda torunları olarak yaratmış, Allah’ımıza ne kadar çok şükretsek azdır. Bu hal ve durumlarımızı düşünürsek, Allah’ımıza ibadet ve şükrümüzü artırmaya sebep olduğunu düşünerek bunları dizdim. Çünkü pazarda aldığımız malın kıymetini bilmeden mal sahibinden aldığımızın değerini ödeyemeyiz.

Ben Balkanlarda seyahat esnasında biri bana “Allah katında  Katolik ve Hıristiyan dini de makbul olması lazım dedi. Bende O’na oranın lideri Mareşal Titonun idaresi esnasında Kralın kanunu geçerli oluyordu mu? Yok deyince. Bende ona: bilmen lazım ki her devlet reisinin kanunu de kendi inancına göredir. Ve bir kanunun vakti geçti mi, başka kanun yapılma ihtiyaç duyulur.

Bu sebepten bu gün Avrupa da yaşayan çok insaflı Katolik ve Hıristiyanlar seve seve İslam dinini kabul ediyorlar.

Bir sempozyumda Ahmed Akgündüz Hocamız diyor Hollandada 70 tane Papaz Hocamızın yanına gelip İslam dinini kabul etme kararı aldıklarını söylemişler. Yalnız İstanbul Papazları kabul etmedikleri için kabul edemediklerini hocaya söylemişler.

Muhterem Kardeşlerim Bu hakikati daha iyi anlamak için bir misal vereyim:  Bir devlet reisi başa geçince ilk olarak o halkı idareye müsait bir Anayasa hazırlar ve o anayasadan muktebes  kanunlar çıkarır ve ona göre halkı idare eder, taki o anayasanın hükmü geçersiz oluncaya kadar. Yani o Anayasanın hükümleri geçerli olduğu müddetçe başka anayasa çıkarmaz. Eski Anayasanın hükümleri geçersiz oldu mu, başka anayasa çıkarır ve  eski anayasanın geçerliliği kalmaz. Aynen onun gibi Bizim hak dinimiz Kur’an Kerim den önce 104 kitap Allah tarafından gelmiş dördü kitap, yüzü sahife. Onun gibi bizim Peygamberimiz Aleyissalatu vesselamdan önce 124 bin Peygamber gelmiş a.s.. Onların kanunları geçersiz  kaldıkları zaman  Allah Hatemül Enbiya (Peygamberler mührü) unvanı ile Peygamberimiz Aleyhissatu vesselamı göndermiş.

Bizim Türkiye Gebze’de Papazlar toplanıp İncili inceleyip İncil içinde nerede Peygamberimizin a.s.m. geleceğini Allah ismi ile işaret ettiğini görünce  silmişler. Ve o çalışmalarında  bir çok İncil meydana getirmişler. Fakat dört İncilden fazla olanlar onlarca kabül görmemiş yalnız dört İncil kalmış. Allahın gönderdiği bir kitaptan nasıl dört tane olur? Önceki kitaplarda  Peygamberimizin ismi geçen kitaplardan sildikleri halde : Hüseyin-i Cisri Hazretleri Kur’anı Kerimden önce gelen kitapları incelemiş yüzden fazla yerlerde Peygamberimize işaret eden yerlerde Peygamberimizin ismini işaret edilen yerleri bulmuş ve Risalet-i Ahmediye Kitabında o hakikatleri nakletmiş.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ramazanla İlgili Bazı Hadisler

Hz.Resul-i Ekrem Efendimiz (SAV) şaban ayının son gününde bize okuduğu bir hutbede şöyle buyurdu:

“Ey insanlar, büyük ve mübarek bir ay yaklaştı, gölgesi başınıza geldi.

“Bu öyle bir aydır ki, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi vardır.

“Allah o mübarek ayın gündüzlerinde orucu farz, gecelerinde nafile namazları meşru kıldı.

“Bu ayda küçük büyük bir hayır yapan insan başka aylarda bir farz eda etmiş gibi sevap alır.

“Bu ayda bir farzı yapmak, başka aylarda yetmiş farz yerine geçer.

Bu ay Allah için açlık ve susuzluğun, taat ve ibadetin meşakkatlerine sabır ve tahammül ayıdır. Sabrın karşılığı da Cennettir.

“Bu ay yardımlaşma ayıdır, bu ay mü’minlerin rızkını arttıracak aydır.

“Bu ayda her kim oruçlu bir mü´mine iftar edecek bir şey verirse, yaptığı bu iş günahlarının bağışlanmasına ve Cehennemden azat olmasına sebep olur. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmeden onun kadar sevaba kavuşur.”

Ashab-ı Kiramdan bazıları,

Ya Resulallah, hepimiz oruçluya iftar edecek bir şey bulup verecek durumda değiliz” dediler.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz Sallallâhu Aleyhi Vesellem,

 “Allah bu sevabı bir tek hurma ile, bir içim su ile, bir yudum süt ile oruçlu mü´mine iftar ettirene de verir”

buyurdular ve hutbelerine şöyle devam ettiler:

“Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemden kurtuluştur.

 

“Bu ayda her kim kölesinin (işçi ve hizmetçisinin) işini hafifletirse Allah onu affeder ve Cehennemden uzak tutar.

“Bunun için bu ayda şu söyleyeceğim dört hasletten ikisi ile Rabbinizi razı kılarsınız, diğer ikisinden ise hiçbir vakitte ayrı kalamazsınız.

“Rabbinizin rızasına sebep olan hasletlerin birisi, Kelime-i Şehadete devam etmeniz, diğeri de Allah’tan mağfiret dilemenizdir.

“Vazgeçemeyeceğiniz iki hasletin biri Allah’tan Cenneti istemek, diğeri Cehennemden Allah’a sığınmaktır.

 “Her kim oruçluya bir yudum su verirse, Allah da ona benim mahşerdeki havuzumdan öyle bir su içirecektir ki, Cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir.”

 

( Sadaka Resulullahi Fi ma kal ev kema kal *

*(Resulullah böyle söyledi veya buna benzer  söyledi.)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

 

Ey Oruç: Gel Bizi Tut!

Modern şehirler, açından ölmüş ruhlar galerisidir. Fiyakalı bedenler, ölü ruhlara tabut olmuştur. Kur’an böyleleri için “giydirilmiş kalaslar” ifadesini kullanır. O andan itibaren, insanın ‘insan’ yanı ortadan çekilmiş, ‘beşer’ yanı öne çıkmıştır.

Ruh için, ‘ölüm’ bir mecazdır. Ruhlar ölmezler. Ama zaten, ölüm dediğimiz şey boyut değiştirmekten başka nedir ki? Ölüm yokluk değildir, ölüm intikaldir. Bu açıdan bakınca ruhun ölümünden bahsetmek, tıpkı ruhunu yitirmiş cansız bir ceset gibi, hayatın kadavralaşmasını getiren bir ruh intikalinden bahsetmektir. Sadece intikalinden değil, aynı zamanda “intiharından” bahsetmektir.

Açından ölecek kadar ruhu aç-susuz bırakmak, elbet bir intihardır. Fiziki bir intiharın sonucu cesedi mezara gömmektir, manevi bir intiharın sonucu ruhu cesede gömmektir. Ruha mezar kılınmış bir cesedin, yemekhane, yatakhane, işhane ve abdesane arasında hortum olmaktan öte yapacağı bir şey yoktur. Böyle birinin hayattan anladığı, aynı dünyayı paylaştığı diğer canlılarla ortak olan biyolojik hayattır. Böyle bir hayatın derinliği yoktur. Çünkü dünya ile sınırlıdır. Zaten, ceset tabutunda ruhun cenazesi, ancak öte yüzü olmayan tek dünyalı bir hayat anlayışıyla taşınır. Yoksa bir insan cesedini ruhunun mezarı yapmaya nasıl razı olur?

Bu vahim akıbeti önlemenin yolu, ruhun açlığını fark eden bir kendindelik halidir. Ancak kendinde olanlar fark ederler ruhların da acıkacağını ve susayacağını. Midenin açlığını beyne enzimler haber verir. Sahibini uyararak onu beslenmek için harekete geçmeye yöneltirler. Yani enzimler, bir tür iç “rasul”, yani “elçi”dirler. Onlar olmasaydı, insan kendi açlığından haberdar olmazdı.

Allah’ın Rasulleri olmadan da insan ruhunun açlığından haberdar olamıyor. Onlar birer ruh enzimi görevi yapıyorlar. İnsana ruhunun açlık ve susuzluğunu haber veriyorlar. Onu, ruhun gıdasına yönlendiriyorlar. Onu, ruhu var eden ve kendi emrinde tutan Allah’ın donattığı mükellef “gök sofrasına” davet ediyorlar. O sofra vahiyden başkası değil.

İnsanoğlu, neyi yiyince hayat bulacağını, neyi yiyince hayatının kararacağını o sofraya bakarak öğreniyor. Varlığı, hayatı ve kendisini o sofra üzerinden okuyor. O sofraya bakıp, sofranın sahibi ve kendisi hakkında bilgi ediniyor. O sofrada öğreniyor ruh ve onun halleri olan akıl, irade, bilinç, idrak ve izanın nasıl beslenip büyütüleceğini, nasıl korunup kollanacağını.

Ramazan, gök sofralarının tacı olan Kur’an vahyi kendisinde indirildiği için ayların sultanı oldu. Vahyin doğum ayının oruç suretinde kutlanmasının hikmeti, ruhların da acıkacağını, hatta açlıktan kırılacağını fark ettirmektir.

Ruhun açlığını fark eden, hayatın kadavralaşmasına razı olmaz. İnsanın kadavralaşmasına razı olmaz. Kendisinin kadavralaşmasına razı olmaz.

Aç ruhunu doyurmak için sahici beslenme kaynakları arar. Bu arayış onu kendi içine yöneltecek, kendi yüreğinin kapısına getirecektir. Tüm mesele de budur. Modern hayat, tüm unsurlarıyla, insanın kendinden uzaklaşması üzerine kurgulanmıştır. Kışkırtıcı cazibesiyle insana kendini unutturmayı hedefler. Kendini unutan insan kendini tutamaz. Kendini tutamayanın, kendini kaybetmesi mukadderdir.

Oruç tutmak, işte bu yüzden kendini tutmaktır. İnsan ne ziyan işliyorsa hep kendini tutamadığı için işlemektedir. Tutamadığı dilinin cezasını, tutamadığı elinin cezasını, tutamadığı nefsinin cezasını, tutamadığı içgüdülerinin cezasını, tutamadığı öfkesinin cezasını çekmektedir.

Kendini tutmak, kendinden yana olmaktır. Kendini tutanı, Allah’ın da tutacağı aşikârdır. Kendini tutmayanı, Allah niçin tutsun? Kendini tutmak için kendine yönelenin, içinde ilk karşılaşacağı Zat, kendine şah damarından daha yakın olandır. O’nun farkına vardığında, fıtratındaki kul olma ihtiyacının gerçek adresini bulmuş olacaktır. Bu onu kula ve nefsine kul olmaktan koruyacaktır.

İslam, işte bunun için insanlığın ilk ve son sığınağıdır. Çünkü insân-ı kâmil (insân-ı mükemmel değil) yetiştirme potansiyelini o taşımaktadır. İnsanın kadavralaşmasını, ancak İslam önleyebilir. Kafirler istemese de, bu böyledir. İslam var olduğu sürece, hayata dair umutlar hep var olacaktır. Hayatı içeriden savunan birileri hep var olacaktır.

Müslüman dünyaya savaş açan ve Müslümanları terörize eden egemen güçler, İslam’ın ruhunu kurtarmaktan söz ediyorlar. Bu çirkin bir ikiyüzlülüktür. İnsanlığın ruhuna tecavüz edenlerin, İslam’ın ruhunu kurtarmaktan söz etmeye hakları yok. Kaldı ki onlar, insanı kadavralaştıran bir geleneğin varisidirler. Kurtaracaklarsa, önce kendi ruhlarını kurtarmalıdırlar. Allah için oruç tutan bir tek Müslüman bulunduğu sürece, İslam’ın ruhu yaşayacaktır.

Ey oruç: Gel bizi tut!

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Minnet Edip Şükretmek İçin Nimetin Sahibini Tanımak Şart

Bak bu nankör insana ki! En ufak bir istihkak kesp etmeden (hakketmeden) Allah onu bir milyon üç yüz bin çeşit mahlukun üstüne çıkarmış. Şimdi ne yüzle ona bu yüce makamı veren kuvvete o yükseklere çıkaran kudrete karşı teşekkürünü eda etmeden hayat sürdürme arzusundadır? Hatta ve hatta, niye beni fakir onu zengin, beni çirkin onu güzel, beni hasta onu sağlam yaptın gibi sözlerle, haksızlığa uğradığını boş laflar etmektedir. Zavallı düşünmüyor ki: Şanı yüce Allah onu hiçliklerde bırakabilirdi, bırakmamış. Taş yaratmamış. Dağda bir tiken yaratabilirdi, yaratmamış. İnek, sinek yaratmamış. Yerde sürünen bir yılan yaratmamış. Rusya da veya İsrail de bir imansızın oğlu ve ya kızı yaratabilirdi yaratmamış. Şehit dedenin torunu yaratıp şehit kanıyla yoğrulan bir toprakta dünyaya getirdiğini niye görmüyor da, gider haset ederek hak etmediği şeyleri ister.

 

Bu kadar zenginliğe sahip olan benim vatandaşımın önüne serilen sonsuz nimetlere karşı şükrünü eda etmesi gerekirken, o zavallı memnun olmadığını ileri sürüyor. Buna Risale-i Nurda çok güzel bir misal var: “Bir zat, bir bîçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. O minareye çıkarken her basamakta birer hediye veriyor. Tam minarenin başına çıktığı zaman da en büyük bir hediyeyi veriyor… O zat o mütenevvi (çok çeşit) hediyelere karşı, ondan minnettarlık ve teşekkür beklediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup, veyahut hiçe sayıp şükretmeyerek yukarıya bakar. Keşke bu minare daha uzun olsaydı veya çok yüksek bir dağ gibi olsa idi de, çıkarken daha çok hediye bana verilse idi der, bunun bu hareketi ne kadar bir küfran-ı nimettir bir haksızlıktır”. Öyle değimli? 

 

Şimdi siz söyleyin. Bu hediyeleri veren zat yerine siz olsa idiniz, bu herifi öteki yüksek minareye veya dağın tepesine mi çıkarır, istediği hediyeleri mi verirdiniz?  Yoksa:  O minarenin tepesinden aşağı mı atardınız?

 

Kardeşlerim! Şimdi nasıl bir şükürle mükellef olduğumuzu görmek için, bize verilen nimetlerin bazılarını ortaya sermeye çalışacağız.

 

Siz de benim gibi, insan olmak için herhangi çaba göstermediniz. Böyle mükemmel biri olmak için de herhangi yere dilekçe yazmadınız, değil mi? Yalnız: Kêrim, (istemeden veren) Muhsin (Çok iyilik yapan) ve Rahman ( bütün yaratıklara fark etmeden Rahmetinin genişliği ile rızk veren)  Allah’ımız bizi “Ahsen’i takvimde” (Biz insani en güzel biçimde yarattık) (Tin 4). Âlemlere rahmet olarak gönderdiği H.z Muhammed (a.s.m.)  vasıtasıyla bize bildirdi, buraya ne için geldik, bizi kim gönderdi, ne için gönderdi ve en son nereye gideceğiz gibi sorulara karşı şaşkın bakışlarla düşünüp kalmamamız için bize Kur’an-ı Kerim ile cevap verdi.

 

Bizi çok seven Allah’ımız bu geçici hayatta, bizi imtihana tabi tutmak maksadıyla gönderdiğini bize bildirdikten sonra, burada iyiler ile kötüleri karıştırıp, bize verdiği akıl vasıtası ile onları birini diğerinden iyisini kötüsünden ayırmamızı. Mutlu olmak isteyenlere, Allah c.c. Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla bize, dünya bir imtihan yeridir. Hayatınızın neticesi ancak imtihanınız bittikten sonra, ecel vasıtasıyla sizi âhirete aldığım zaman belli olacaktır. Dünya tarlasından iyi veya kötü, ahirete hangi mahsulü getirdiyseniz, hayatınızın neticesi o olacaktır demektedir.

 

Yani, biz buradan öbür hayata (Allah korusun) imansız göçersek, sonu gelmeyen müthiş cehennem ateşinde yanmak gibi bir azap çekmeyi hakketmiş olacağız. Eğer inanıp ta inandığımızın gereğini yapmadıysak günahlarımızın derecesine göre orada azap çekeceğiz,  Yok Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçabildiysek, gençliği ve mutluluğu sonsuz olan bir cennet hayatını bize ihsan edeceğini Allah’ımız  gönderdiği Kur’an-ı Kerim ile bize haber veriyor.

 

Şimdi düşünelim! Allah, ata akıl ve konuşma kabiliyeti verse idi, gelip burnu ile kapımızı itip açsaydı , bizi koltuklarda oturup yaslandığımızı görse, yediğimiz o güzelim yiyeceklerimizi görüp  bize yamuk yamuk bakarak, o ho efendiler bunu ne ile ve nasıl hakkettiniz?  Ne olur bana da o beceriyi öğretin de, ben de ahırda ki o pisliklerden kurtulayım dese, acaba ona ne cevap verecektik? Düşünün! Bir mahkemede bizi bir saat müdafaa etmek için  bizden istediği 500 TL ücret için avukata dese: Efendi biz bütün gün 50 TL için çalışıyoruz, sen ne yüzle bizden 500 TL istiyorsun? Avukatta  bize; siz de benim gibi hukuku bitirip tecrübe kazanıp benim gibi avukat olsa idiniz o zaman 500 TL siz de alırdınız. dediği gibi, Bizde ayni şekilde  ata, insan olmak için, şunu şunu yapıp ta hakkettik. Sen de yapsaydın de hakketseydin! Diyebilecek miyiz? Cevabımız hayır olacak değil mi? Çünkü biz insan olmayı avukatın tahsille kazandığı gibi hakketmedik. İnsan olma lütfünü bize başkası değil ancak bizi çok seven, Rahmeti sonsuz olan Allah’ımız  ihsan etti.

 

Vaziyet böyle olunca, bize düşen Allah’ın yüceliği karşısında, eğilip secde etmektir. Biz insanlar, eğilip secde yeri olan  toprağa anlımızı koyacağız ki, Allah’ın büyüklüğünü kabul edip kendimizi gurur ve kibirlenmekten kurtaralım. Yine insan Allahın karşısında secdeye eğilmeli ki Allah’ın kulu olduğunu ispat etsin. O Azamet-i Uluhiyet (Yüce Allah) karşısında hürmet manasını taşıyan, o secdedeki hâl, insanı yücelerin en yücesine kadar yükseltebilir. Biz ancak bu hâlimiz ile Allah’a tam sığınıp, nefis,  şeytan ve iki ayaklı şeytanların şerrinden kendimizi kurtarırız. Ondan sonra cennetin en yüksek mevkilerine kadar uçabilme hakkını elde edebiliriz.

 

Ondan sonra Cennetlerde “Ruh hiffetinde (hafifliğinde)ve kuvvetinde ve hayal sür’atında” seyahat edebilme şansını elde ederiz. O ebedi mes’ud olma yerinde, göz görmemiş ve hayalden geçmemiş bir mutlulukla karşılaşıp mes’ut ve bahtiyar olabileceğimizi, Rabbimiz, bizlere Kur’an-ı Kerim ile müjdelemiş. Burada istikametimizi kaybetmeyelim diye Kur’ani Kerim’de birer birer açıklamış. Nazarı dikkatimizi oraya çekmek için  tekrar tekrar ikaz etmiş. Bu yalan dünyaya aldanıp, geç kalmadan hazırlanmamızı bize bildirmiş. Böylece öbür hayata hazırlıksız gitmenin zararlarını, yine Kur’an-ı Kerim’de teker teker saymış.

 

Bakın Celal Sahibi  Allah tarafından ölü atomlardan yaratılan bu insanı Allah, nasıl yarattı? Ölü atomlardan mı diyeceksiniz? Evet! İsterseniz yiyeceklerimizi tahlil etmek için onlara bir göz atalım: Önce  ekmeğin maddesi olan buğdaya  bakalım. Biz buğday tanelerini tohum olarak tarlaya atıyoruz. O buğday tanesi sümbül olması için kendini feda ediyor, buğday olup bizi beslemek için, sümbülleşiyor, ama daha canlı yeşil iken onu  alamıyoruz. Tam kuruyup öldüğü zaman toplayıp harmana götürüyoruz. Harmanda başakları döve döve öldürüyoruz. Sonra un yapmak için yine değirmende öldürüyoruz. Ondan sonra yine yoğururken eze eze öldürüyoruz. Yetmedi! yine pişmesi için fırına sokup ateşte pişirip öldürüyoruz. Evet! Ateşte pişen ekmek canlı kalabilir mi? Yine yetmedi, ekmeği tekrar ağzımıza atıp çiğneye çiğneye öldürüyoruz. Ondan sonra mideye atıyoruz. İşte ana gıdamız olan ekmeği bu kadar öldürüldükten sonra o ekmeğin atomları midemizde, vücudumuzun tuğlaları olan hücreler oluyor, alyuvar oluyor, trombosit oluyor ve vücudumuzu savunmak için akyuvar oluyor, o ölü atomlardan göz oluyor, İşitme cihazı kulak oluyor. ve saire… Gördünüz mü o ölü maddeler nasıl diriliyor. Şimdi anlatın bunları karnımızda kim diriltti biz mi dirilttik? Yok sağır kör aptal tabiatmı? Yok yok bizi ve her şeyi yaratan Allah diriltti.

 

İşte siz de gördünüz ölü gıdalar nasıl diriliyormuş. Tabii ki bu iş rasgele olmuyor. Onları tabiat diriltmiyor. Belki  O büyük Allah,  İnsanın neresinde nasıl bir hücre lazım ise  ölü maddelerden uzaktan kumandalı O yapıyor. Göze fosfor mu lazım ondan yapıyor. Kemiğe kalsiyum mu lazım yine ondan yapıyor. Et, deri, kıl, yağ, kireç, demir, potasyum. Yani vücuda ne lazım ise o ölü maddelerde Allah depolamış, orada onu canlandırıp diri insan yapıyor. İnsandan başka. onun emrine âmâde olan her şey O’na itaat edip oluyor, bitiyor, canlanıyor. Nihayet insan gibi Allah’a muhatap, kâinata hülâsa olabilecek bir mahluk ortaya çıkıyor. Fakat ne yazık ki bu gün insanların çoğu Allahın kanunlarının hiç birine uymadan yaşıyor. Kibirli gururlu, ben de Müslüman değilmiyim demekle kurtulduğunu zannediyor.

 

Tarladaki buğdaylar da yağmursuz büyümediğini biliyorsunuz. Biyologların dediğine bakılırsa, dünyamızdaki deniz ve okyanuslardaki mevcut  suların bin katı kadar su, göklerde varmış. Acaba o suları kim koydu oralarda hangi depolarda duruyor, sorusunun cevabını Allah bilir diyerek onu Allah’ın sonsuz Kudretine bırakıp, o sular yere düşerken de neden bir anda çok miktarda kitleler halinde  düşmediğini merak ediyoruz . Aynı zamanda oluktan akar gibi de akmıyor. Belki tam lazım olan şekilde damla damla düşüyor.

 

Allah abes iş yapmadığı için, bizim ihtiyacımız olan mahsulâtı yetiştirmek için yağmura  ne zaman ve nerede ihtiyaç varsa Allah yağmuru oraya yağdırıyor. Yani her şey O’nun kudret elinde olan Allah tarafından yağdırılıyor. (Lütfen konuşmayı öğrenin, yağmur yağıyor demeyin, yağdırılıyor deyin) Hatta lazım olduğu kadar yağdırılıyor. Bazen yağmur değil, dolu yağdırılsa bile başımızı yarıp bizleri öldürecek kadar büyük taneler yağdırılmıyor. Çünkü bu dünya üzerinde Allah’ın çok sevdiği mahluku olan insan yaşıyor ondan.

 

Yazda yağmur yağmadan biraz önce gürlüyor. Peki yazda gürleyip de, kışta niye gürlemiyor? Çünkü kışta hayvanlar, insanlar, sinekler, böcekler dışarıda değil de ondan, kışta gürlese de çok seyrek gürlüyor. Yazda mahlukatın çoğu dışarıda olduğu için, onlar ıslanmaktan kaçıp kurtulmaları için, kaçın kaçın manasında bu! bu! bu! sesleri çıkararak yağmur yağmadan az önce gürlüyor.

 

Yine bizi çok seven Allah’ımız, dünyamızı takriben 3200 km. civarında atmosfer denen kalın bir gaz tabakası ile sarmış.  Onu dünyamıza çok güzel bir tavan yapmış. Peki o neye yarar? Neye mi yarar? O olmasa idi yağmur yağmazdı. Hava, rüzgar, bulut, oluşmazdı. Rüzgâr esmezdi, ses duyulmazdı, ateş yanmazdı, ışık yayılmazdı. Onun sayesinde güneş ışınları rahatlıkla bize ulaşır, fakat canlılara zararlı olan x ve gama ışınları ile uzaydan gelen kozmik ışınlar bize zarar vermeden kurtulabiliyoruz. Meteor denen gök taşları, üzerimize düşmemek için dünyamızın kubbesi olan o atmosfer tabakasında ki gaz sayesinde meteorlar buraya gelmeden eriyor. Yani o gaz tabakası olmasa idi, dünyamız devamlı bu gibi zararlı maddelerin bombardımanına hedef olacaktı ve bizim yaşadığımız dünyaya düşmemelerini O büyük Allah sağlıyor. Bunun için ayrıca şükretmemiz lazım olduğunu unutmayın.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org