Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Hanım Kardeş Modayı Bırak Tesettüre Bürün!

Kur’an-ı Kerim’de tesettür neyse biz müslümanlar içinde tesettür o olmalıdır. Tesettür dediğimiz başörtü ve cilbabın ne olduğunu yüce Rabbimiz Ahzab Suresi 59. Ayeti Kerimesinde şöyle buyuruyor; ‘Ey Peygamber eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, cilbablarını (dış örtülerini) üzerlerine atsınlar.’ Nur Suresi 31. Ayeti Kerimesinde ise yüce Rabbimiz, ‘Başörtülerini (yalınız boğazlarını örtmek değil,) yakaların üzerine gelecek şekilde uzatsınlar’ diye haber veriyor. Evet, biz Müslümanlar içinde tesettür bu olmalıdır.  Hanımlara da şunu sormak lazım; siz sizi yaratan yaratıcı tarafından mı, yoksa sizin gibi yaratılan varlıklar tarafından mı beğenmelerini istersiniz?

Günümüzde dini adetleri terk eden Müslüman hanımlara, büyük bir zararda olduklarını bildirmek lazım. Bunu da bildirelim ki: Hanımlar için iffet, ırz ve namusun kaynağı tesettürdür. Bu sebepten dolayı, hanım kardeşler tesettürün önemi ve mahiyetini öğrenip, ondan sonra tesettüre ciddi sahip çıkabilirler.

Tesettür sadece başörtüsünden ibaret değildir. Tesettüre bürünmek Allah’ın rızası doğrultusunda ve İslam’ın emrettiği şekilde olması gerektiğini ve tesettür hanımı günahlardan ve kötü gözlerden koruyan bir kale olduğunu hanımlar asla ve kat’a unutmasınlar. Bakıyoruz günümüzün genç kuşağı tesettürü Kur’an’da ki emirlere göre değil, modaya, heva ve heveslerine uyarak kullanıyorlar. Bu genç kızlar hakikati öğrenip, ondan sonra tesettüre gerekli önemi verebilirler ve vermeliler. Hanım Kardeşlerim bilmeli ki; tesettür mümin hanımlarının incitilmemeleri için bir kale hükmündedir.

Tesettür mümin hanımlara çok lazım ve ona çok ihtiyaçları olduğu için Allah-u Teâlâ’nın farz kıldığı bir giyiniş biçimi olduğunu asla unutmamalı. Peki tesettür nasıl olmalı? 

Tesettür, vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde ve erkeklerin dikkatlerini üzerlerine çekmeyecek bir şekilde olmalı. 

Günümüzde bazı saygıdeğer hanımlar var ki tesettürü tam layıkıyla yerine getiriyor. Fakat toplumun çoğu, çevresinden görmekle ya da kulaktan dolma bilgilerle örtündüğü için, yanlış bir örtü biçimi ortaya çıkmıştır. Bunun böyle olmasının sebebi de, tesettürü Allah’ın ayetlerine bakmadan, Allah emrettiği için değil, çevreye bakıp, “uydum kalabalığa” diyerek hanımların örtünmeleridir. 

Tesettür; Mümine kadınların iffetli olarak tanınmaları için ve incitilmemeleri için gerekli olan bir kale hükmündedir.  Tesettür ile hanım, kötü niyetli insanların bakışlarından kendini koruyabilmek için gerekli bir şey olduğundan ötürü tesettürü hanımlara Allah emretmiştir. Ne yazık ki günümüzde tesettüre gerekli önemin verilmediğinden ötürü hanım kardeşler çok şey kaybetmişler.  Eğer tesettüre önem verseydiler, bugün dar pantolonu dar pardösüyü hanım kardeşlerim giyinmezlerdi. Biz şimdi ortalıkta gördüğümüz  örtünün Allah için olmadığını çok rahat görebiliyoruz. Gerçi başörtüsü tesettürün bir parçasıdır, ama o başörtüsü küçük olmayıp büyük olsa idi hanım baş örtünün uçlarını aşağı saldığında göğüslerinin büyüklüğü belli olmayacaktı. 

Tesettürlü Müslüman kadını, yabancı erkeklerin şehevi duygularını uyandırmaktan koruyan bir giyim biçimi ve bir kalkan olduğunu asla unutmayalım.  Madem ki, tesettür Müslüman hanımın kalesidir. Kale ne kadar sağlam olursa dışarıdan gelebilecek zararlara karşı o kadar emniyetli olur. Çok acıdır ki lazım olduğu şekilde günümüzde, tesettürlü hanımlar çok azdır. 

Halkımız başörtüsünü tesettürün kendisi zannederler. Ama aslında başörtüsü tesettürün bir parçasıdır. Günümüzdeki hanımlar tesettürü lazım olduğu biçimde giyip, Allah’ın kanununa kendini uydurmak yerine, başörtüsünü kendilerine uydurup yakıştırıyorlar.

Tesettür gerek ferdi kurtuluş için, gerekse toplum saadeti için çok önemlidir. Çünkü toplumu oluşturan fertlerdir. Tesettür haya ve utanmaktan ibarettir, haya da imandandır. Hayası olmayan bir hanımda, her türlü kötülük ve huzursuzluk olabilir. Bu huzursuzluk ve hastalığın halka çok tesiri olur. Allah’ın kanununa uymadan örtünmeyen bir kadına erkek bakınca, ‘bakmasaydı’ diyor. Erkekte aynı şekilde hanım hakkında da, ‘nazarımızı bizden çekip, kendine baktırmasaydı’ diyor. Ama önemli olan tabi ki erkeğin, nazarını kendi tarafına çekip baktıran kadına bakmaması ve bakmak için hazır duran erkeğe de, hanımın kendine baktırmaması lazım ve elzemdir.

Tesettür hanımların elmas değerinde mücevheri olup, o mücevherin yerlerini hanımların koruyabilmeleri çok önemlidir. Tesettürün, mümin kadınların dışarı çıktıkları zaman haram gözlerden korunmaları ve haram olan yerleri ile erkekleri rahatsız etmemeleri için Allah tarafından emredilen şekilde örtünmeleridir. Hatta hanımın ağzından çıkan ses te, erkeğin şehevi duygularını uyandırır.

Tesettür, mümine kadınların Allah katında değerli olup, Allah’ın yardımıyla toplum nazarında da değerli ve kıymetli olmaları icab eder. Tesettüre gerekli önemi gösterenler de var ama, çoğunluğun tesettüre önem vermediğini düşünüyorum. Tesettür sırf kendilerine yakıştığı için onu giyenler var. Böylece Allah’ın emrini çiğniyorlar ve Allah’ı karşılarına alıyorlar. İnsana en çok değer veren şey, onu yoktan yaratan ve yaratıcı tarafından beğenilmesi lazım ve elzemdir.

Tesettürün, kadınların iffetli olarak tanınmalarına ve incitilmemeleri için daha uygun olduğu bilinmektedir. Günümüzde iffetsiz olarak tanınan ve örtüsüne laf getiren kişiler tesettürlü değil tamamen çıplaktırlar. Günümüzde bazı kesim tarafından tesettüre gerekli önem gösteriliyor. Ama diğer kesimden, değil tesettürün önemini ve mahiyeti göstermek, belki tesettüre hakaret ettiklerini dahi görmekteyiz. Her ne kadar hepsi olmasa da, Müslüman kadınlarının çoğunluğu ayetlerdeki tesettür anlayışını nazara almayıp, batı endeksli bir tesettür biçimine bürünüyorlar. 

Ne yazık ki, bizler tesettürden yoksun bir zaman dilimi içerisinde yaşıyoruz. 

Tesettürlü olan Müslüman  hanım, Allah’ın emrettiği gibi, en güzel şekilde, sade, koyu renkte ve bol kıyafetler giyerek namahremlere karşı cinsi cazibesini gizlemek olduğunun altını çizmek lazım. Çağımızdaki insanların tesettürden yoksun bir zaman dilimi içerisinde yaşadığını görürüz. Bu gerçekten bizi rahatsız eden durumdur.

 Aynı zamanda günümüzde tesettürü haya ve iffet sembolü gibi kullanmak yerine, daha çok modaya mal edildiği apaçık ortadadır. Her şeyden önce tesettürü bize Rabbimiz emretmiştir. Hanımlar eğer herhangi kaza ve belayla karşılaşmak istemiyorlarsa, tesettüre hakkıyla bürünmeleri gerekir.

Tesettür İslam’ın şiarı ve imanın alametidir. Tesettür yüce Allah-u Teala’nın emrettiği şekilde ve İslam’a uygun olarak hanımın el ve yüzü müstesna bütün vücut hatlarını göstermeyecek ve karşı cinsin şehveti duygularını uyandırmayacak şekilde örtünmesidir. Başörtüsünü de Kur’an-ı Kerim’de geçtiği üzere omuzların üzerine salıverilmesidir. Yine tesettür İslam’ın şiarı ve imanın alameti, Allah’a ve emirlerine uyulduğunun en önemli bir alametidir. 

Tesettür, her türlü istismara karşı Müslüman kadının iffet ve hayasını koruyan sağlam bir kaledir.

Abdülkadir Haktanır

Hakkı Tebliğ İmanı Kurtarmakla Başlar

“Hakkı tebliğ imanı kurtarmakla başlar.” Bunu, Emri ma’ruf nehyi münker vazifesini yapanlar yapar.
Ayeti Kerimede Allah Peygamberimize: “Belliğ ma ünzile ileyke.” (Sana nazil olanı tebliğ et.) buyuruyor. Bu tebliğde en başta, Allah’ın varlığını ispat etmek gelir. Müslüman olmak için, önce Allah’a inanmak lazım, sonra Peygamberimize a.s.m. inanmak gerektir. Ondan sonraki, tebliğ imanın öteki şartlarıyla devam eder. Bu tebliğin adı: “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerdir”

Kur’an’ı Kerim’in temel ve en önemli hedefi arasında Allah’a karşı vazifelerini yerine getiren insanlar yetiştirmek ve onların hayatlarında karşısına çıkacak sorulara cevap vermek ve bu insanlardan sağlıklı nesiller yetiştirmektir. Kur’an içerisinde sağlıklı bir toplumu yetiştirecek emir ve dinimizce yasaklayan hususları hakkında da, emir ve tavsiyede bulunmak her müminin ana vazifelerindendir.
Peki, emri maruf nehyi anil münker ne demektir? Bunu bir düşünelim! Karşımızda biri koşup gidiyor, ama nereye gittiğini bilmiyor. Sen kesin olarak biliyorsun ki, o yolda yürüyenlerin sonu ateştir. Şimdi düşünün oraya gideni kurtarmağa uğraşmamak. Ya hainlikten doğar, veya sende onun gibi cahilsin ki, yolun sonu nereye vardığını bilmiyorsun. Bahsettiğimiz bu meselenin en acısı, anne baba evlatlarına hiç din terbiyesi vermemiş. Evlatlar bölük çağına gelmişler namaz kılmıyorlar. Evlatlardan kızlar, yüzlerini boyayıp, sokaklarda yarı çıplak geziyorlar. Allah’ın kanunu Kur’an-ı Kerime göre, bunların gittikleri yer cehennem ateşinden başka bir yer değildir. Bu gün bu hususta en büyük vaballi anne babalardır…
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu sözü ortaya koymaktadır: “Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388).
Emr-i maruf farzdır. Peki Müslümanlara farz olan Emr-i bilmaruf, nehyi anil münker, nasıl yapılır? Bunu kimler yapabilirler? Ne zaman farz olur ne zaman caiz olmaz?
İnsana bu emir farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir. Yani, herkese farz değil, gücü yetene farzdır. Her gücü yetene de farz değildir. Bir yerde, bu işi yapanlar varsa, diğerlerine farz olmaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de mealen buyuruluyor ki:
“İçinizde, hayra çağıran, marufu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerdir.” [Âl-i İmran 104]
Çok mühim olan emr-i marufun bazı şartları vardır. Mesela “Emr-i maruf yapan, aynı kötülükleri kendisi işlememelidir. İşlerse sözü tesirli olmaz. Kur’an-ı Kerimde mealen, “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? buyuruluyor. [Bekara 44]
Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker, farz-ı kifayedir. Maruf, dinimizin emredilen hususlardır. Münker ise, dinimizin yasakladığı işlerdir. Yani Allahü teâlânın razı olmadığı işlerdir.
Emr-i maruf çok mühimdir. Emr-i maruf yapılmazsa, ilim yok olur. Cehalet ve sapıklık yayılır. Fitne her tarafı kaplar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Allahü teâlânın yeryüzünde şehitlerden üstün mücahidleri vardır. Bunlar, emr-i maruf ve nehy-i münker yapanlardır.” (İ. Gazali)
Müslüman olan, bir kardeşine dini bir nasihat etmeden önce, o işi kendisi yapmış olacak ki, yaptığı nasihat tesir etmiş olsun. Yoksa Peygamberimizin Miracda gördüğü  insanlar gibi olur. (Miracda, ateşten makaslarla dudakları kesilen insanlar gördüm. Kim olduklarını sordum. Onlar da “İyilikle emreder kendimiz yapmazdık. Kötülükten nehyederdik; fakat kendimiz sakınmazdık” diye cevap verdiler.) [İbni Hibban]
Emr-i maruf çok mühim olduğu için, insan, kendisi her iyiliği yapamazsa ve her kötülükten kaçamazsa da, gücü yetiyorsa, emr-i marufta bulunması gerekir. Hazret-i Enes, “Ya Resulallah, tamamen yapamadığımız bir şeyi emretmeyelim mi? Kendimiz tamamen sakınamadığımız bir şeyi nehy etmeyelim mi?” diye sual edince, Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Her ne kadar iyiliğin hepsini yapamasanız ve her ne kadar kötülükten sakınamasanız da, emr-i maruf ve nehy-i münker yapınız lazım!” [İ. Gazali]
“Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz. Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm’a ilk giren kimseler gibidirler” (Bezzâr, Mecmau’z Zevâid, VII, 271);
Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:
“Söz ve yazı ile emr-i maruf âlimlerin vazifesidir. Kalb ile, dua ederek günah işleyene mani olmaya çalışmak da her müminin vazifesidir. El ile müdahale ise devletin vazifesidir.” (Hadika)
Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil, aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman iç içe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir. İslâm’ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. Ehl-i kitab’a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah’ın sünnetidir. Bunu ancak Resulullah’ın sünnetiyle açıklayabiliriz.
Tabi ki geçmişte yaptığımız hataların affı mümkün ama boş geçirdiğimiz bir günü tekrar yapmak mümkün deyip o işi yapmak kolay değil. Ne yapıp ne edelim, ibadetleri kazaya bırakmadan yapalım. Çevre ve toplum bizi iyiliğe teşvik etmeyebilir. Biz arayıp bulalım, iyi işleri örnek alalım. Kötülüğü değil… Rabbim ayaklarımızı sabit kılsın iyilerle ve iyilikle ölmeyi nasip eylesin…
Abdülkadir Haktanır

İnsan Hak Yoldan Niye Sapar?

Mahlukatın en şereflisi olan insanın şerefi, değeri, imtihana girdikten sonra belli olur. Bu şerefli mahluku yolundan çıkarmak için, nefis, şeytan, insan şeytanları, ona musallat olmasaydılar, onda terakki ve tedenni olmazdı. O zaman Hz. Ebubekirler ile Ebu cehiller, ayni seviyede kalırlardı. 
Bunu unutmayalım: Cennetin de cehennemin de derecesi ayni değildir. İnsan eğer kendini beğenmekten kurtarabilse, çok ilerlemiş olur. O zaman sevaplı işleri yapma gayreti ile yaşasa da, yaptığı sevapları az görür. “Ben çok sevap yapanlardan biriyim” demekten kurtulurken, günahlı işlerden kurtulması için devamlı Allah’ın yardımını ister ve asla kendini beğenmez. O zaman, yaptığı sevapları az görür ve günah yapmaktan kaçsa da kendini günahkâr biri bilirse o zaman o kimse terakki etmiştir. Yani her insanın sabrını taşırmak için, nefis ve şeytan, çeşitli desiselerle onu çileden çıkarmaya çalışırlar. Bu hususta nefis ve şeytanın başarmaları için de, onu pohpohlamakla, ona “nerde var ben gibi” dedirtmekle, hedeflerine ulaşırlar.
Bununla beraber, Nefis ve şeytan herhangi Mümini ümitsiz bırakmak için, “yaptığın bu günahlarla sana kurtuluş çaresi yok. Sen hiç şüphesiz cehennemi boyladın” diyerek, yaptığı günahlara pişman olmamak için bunu ikna etmeye çalışırlar. Fakat mümin ne kadar günah yapsa da, unutmamalı ki onun Gafur ve Rahmanurrahim bir Allah’ı var ki; bu mübarek isimler mümin kulun günahlarını bağışlamak için mevcutturlar. 
İnsan kurtuluş yolunu takip etmesinin ana sebebi; başta imanın altı esasına inanmasıdır ve onlara karşı şüphe etmemesidir. Her ne kadar, yukarıda bahsettiğim gibi, onun üç adet düşmanı onu rahat bırakmazlar ise de, insanın günahları onu imansız bırakamazlar. Bu da insan için imani bilgileri elde etmesi lazım ve elzemdir, İlim mümin için, büyük bir zenginliktir. Yoksa o bilgileri elde etmeden imanı korumak çok zordur.
Bir misal ile bunu izah etmeğe çalışacağım. Bir genç 14 yaşında iken babası ölüyor. Bu gencin kendinden başka kardeşleri de yokmuş. Müslüman baba çocuğunun dinsiz olmaması için gayret göstermiş. Baba camiye giderken çocuğunu da yanına alıyormuş, çocuk namazını kaçırmamak için, sık sık çocuğa “namazını kıldın mı? Kılmamış isen, haydi evladım abdest al da namazını kıl” dermiş, Bu baba evladı namazsız kalmaması için gayret  gösteren biri olmuş. Çocukta babasına isyan etmeden namazlarını kılarmış. 
Fakat ne yazık ki, baba çocuğuna dini bilgiler verememiş. Babası zengin biri imiş. Bütün mallar çocuğa kalmış. Çocuğun yaşı ilerledikçe, çevredekilerin teşviki ile, çocuk malının zekatını veriyormuş. Haccını da ifa etmiş. Namazını da terk etmemeye çalışıyormuş. Çocuk o vaziyet ile yaşı ilerleyip altmışa ulaşmış. Ateist olduğunu bilmediği halde, bir Ateist ile arkadaş oluyor. Ateist, bu arkadaşını da kendi fikrine çevirmek için uğraşmaya başlamış. Bir gün arkadaşı ona: “Allah’a inanıyor musun?” demiş. Çocuk, “evet” demiş. “Peki görmediğin şeye nasıl inanıyorsun? O eski cahillerin devrinde idi. Şimdi teknik ilerledi. Araştırdılar ve gördüler ki (haşa!) Allah mallah yok. sen benim arkadaşımsın diye, seni sevdiğimden ötürü seni uyarmak için sana bunu diyorum” diyor! Bizim zengin Müslüman deli kanlı ona haklısın diyor.. 
İşte Müslüman olan bu zengin, “haklısın” demesi ile o göne kadar yaptığı bütün ibadetleri, namaz, oruç, hac, zekat hepsini yakıyor. Ondan sonra ibadeti kabul olması için yeniden iman etmesi şarttır. İşte gördünüz mü müslüman için, ilim bilgi ne kadar kıymetlidir?
Eğer o Müslüman Ateiste cevap vermek için, Risale-i Nur eserlerinden ders almış olsa idi. Ona cevabını vermesini bilir idi. Diyecekti; “Kendisini görmek şart değil. Her tarafta onun eserleri onun var olduğunu gösteriyorlar. Madem ki bir iğne kendi kendine, ustasız olmaz, bir harf kendi kendine yazılmazsa; nasıl olur bu kâinat kendi kendine olsun? 1×2 metre kare büyüklüğünde olan kapıyı bir marangoza, biri diğerine benzememek şartı ile, 1000 tane kapı yaptıramazken, nasıl oluyor, bir katre pis su olan spermden insan oluyor. Bütün dünyadaki insanların suratları 20×20 büyüklüğünde iken, herkesin gözleri ayni yerde, burun ve kulakları ayni yerde olduğu halde, bütün dünyadaki insanların hiç biri, diğerine benzemez. Muhakkak bu işleri Allah yapıyor. Yaptığı işlerde Onun var olduğunu görüyoruz.”
Tekrar sorun inek mi insan mı? Hangisi daha akıllı? “İnsan” diyecek. Peki, sarı samandan, yeşil ottan insan süt yapabilir mi? Cevap, “yapamaz” olacak. O zaman ona ne diyeceksin? “İnek insandan daha akıllı” mı diyeceğiz, yoksa sütü ineğe Allah yaptırıyor mu diyeceğiz? Buna benzer daha binlerce inkâr edilmez deliller, ortaya sürebilir Risale-i Nur Talebesi… Allah’ıma çok şükür ben fakir 62 sene Risale-i Nur talebesiyim… O eserlerden kuvvet alarak ilerledim…  
Tekrar Ateiste soralım? “Türkiye’de hangi illerde kız, hangi illerde erkek doğar?” Cevap; her ilde karışık doğar. Peki bu kendi kendine mi öyle oluyor yoksa Allah’ın kuvveti mi onu ayarlıyor? Bunun için de onlardan cevap alamazsın. Ben inceledim ilim adamları araştırmışlar, Avrupa’da % 50 kız %50 erkek doğuyormuş. Müslüman bir ülke olan Türkiye’de, Üstadın tabiriyle; “Açık saçıklık, evladını kendi cinsine ceker.” ifadesini, olan halimiz doğruluyor. %49 erkek, %51 kız doğuyormuş. Gördünüz mü her şey gibi, bu da Allah’ın elinde. Ayni spermden, görünüşte hiç bir farkı olmayan hücreden bir babanın 4 kızı, ötekinin kızları yok, 8 tane oğlu doğmuş. Bütün bu işler Allah’ın Kudretinde olduğu, meydanda olup görünürken; “tesadüfen oldu ve tabiat yaptı” diyenlerin yüzlerine tükürüyor.     
Abdülkadir Haktanır

Merhum ve Mağfur Vahdet Ağabeyden Ders Alalım

Ey şehit torunları vatandaşlarım!
Sakın o mübarek ecdadın sana yadigâr olarak bıraktığı İslam ahlakını terk etme. Yoksa o pişmanlık gününde, pişmanlığın çok kötü olur. Burası imtihan dünyası olmasa idi, burada yapılan günahların cezasını Allah hemen burada verseydi, günah yapanı göremezdin. Namaz kılmayanın başına gökten taş düşseydi; Siz söyleyin namaz kılmayan kalır mıydı.
Aşağıda İslam ahlakını yaşayan Merhum Vahdet Ağabeyden bahsedeceğim:
Rahmetli olan Vahdet Ağabeyimiz de bizim gibi İnsan idi ama, büyük fedakârlık yapıp, günahlı işlere tekme vurup, devamlı Allah’ın rızasını gözeterek Yaşıyordu. Nur Talebeler çoktur ama Rahmetli gibi, Nurların şartlarına onun gibi uyan azdır. Nurların Prensiplerine uyup lazım olan işleri yapmak için gece gündüz çalışırdı. Rahmetli her zaman kendini beğenmekten uzak durup büyük fedakarlıkta bulunurdu.
Ben fakir Rahmetliyi kırk seneden fazla bir müddettir tanıyorum, tanışıyorum. Kumkapı’nın üst tarafındaki dershaneye çok sefer derse gitmişimdir. Dikkatle bakmışımdır; kendisi nefsine pay çıkarmaktan çok korunmuştur. Devamlı hizmet peşinde koşardı. Beraber kaldığı kimselerle asla kavgalı değildi. Rahmetli bu günkü ölüm hayatını hiç aklından çıkarmazdı. 
Rahmetlinin nazarında bu geçici hayattan leke almadan kurtulmaktı. Yapıp ne yapıp insi ve cinni şeytanların oyunlarına gelmeden kurtulabilmek. Allah’ın rızasını yaşayabilme gayretinde olmaktı. 
Allah nasip etti Rahmetlinin arabasıyla beş kişi  Makedonya ve Kosova’ya Nur hizmetine gitmiştik. Yanımızda Necmi İlgen Ağabey de vardı. Çok güzel bir yolculuk, bir hizmet olmuştu. Ben Risale-i Nurları Arnavutça’ya tercüme  ettiğimden, epey kitap yanıma almıştım. Kitapları muhtaç olanlara dağıtmıştık. Rahmetli tevazu göstererek her ne kadar o ordayken imam olmak istemesem de, her zaman namazda zorla beni imam çıkarır idi. Hele ki rahmetlinin şoförlüğü de meşhurdu. Nur içinde yat hizmette Ağabeyim. Sevgiline kavuştun. Makamın Cennetül Firdevs ola…
AV. OKTAY ERDOĞAN’IN RAMETLİ İLE HATIRALARI SUNUYORUM:
50 yıllık bir hukukum vardı Vahdet ağabey ile. Beni ilk defa terziye götürüp elbise ve palto, (evet Erzurum kışı için palto) diktiren adamdı. Param olmadığını anladığında gece ben uyurken pantolonumun cebine para koyan ve “benim param yoktu, cebimde para var; biri galiba yanlışlıkla kendi pantolonu sanmış para koymuş” dediğimde de, “berekettir bereket, kimse koymaz” diyen adam. Ben hiç emir dinlemezdim; hep sürtüşürdüm; ama o hiç beni ezmeye kalkmazdı. Bildiğini okurdu, Erzurum’da Süleymaniye’de altlı üstlü kaldık, vallahi herkesten çok okurdu. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun kilit, kapı, konak serisini 10 günde bitirdi ve Sepetcioğlu Erzurum’a geldiğinde ona bi hakkın mihmandarlık etti. Düzgün yatağa girip uyumayı bilmez di, kıvrıldığı yerde uyurdu.
Erzurum’da 7 düvelle barışıktı. Hızır gibi hocamı her yere yetiştirirdi. Talebelerin dersleri ile ilgilenir ve biran önce mezun olmalarına gayret ederdi. Hatta bir ağabeyin okulunu bitirmesi için gidip hocası ile konuştuğuna şahidim. Bayramı, seyranı, kendine mahsus hayatı yoktu. İçimizdeydi. Herkesi ismi ile tanır; ailesinin sosyo ekonomisini bilir; insanlara öyle davranırdı. Sigara içen, kot pantolon giyen, şehir çocuklarını benim gibilere sap ederdi.
Bilmem ki ne diyeyim. Bilmem ki ne yazayım 1973 ye hapishaneye İdris Akkuşun ders notlarını hemen hemen her görüşte götürürdüm. İdris abi görüşe çıkamazdı, o her görüşe çıkar notları alır, İdris Akkuş a verirdi. Duvar yapardı, sıva yapardı, yemek yapardı, misafir ağırlardı. Şoförlük öğretirdi, adab öğretirdi.
Bir mesai arkadaşımın düğünü vardı. Ben dershanede kalıyordum, kalk arkadaşının düğününe git diye beni ikaz etti. Bilmem ki ne diyeyim; ne yazayım. Hizmet etti. Solumadan koştu. Dinlenmeden çırpındı.
Allah rahmet etsin. Makamı cennet olsun. Hocama, Üstadıma, Ağabeylerime, Efendimize selamımızı götürsün.
GAYYUR. CEVVAL. MÜÇAHİTTİ. GÖZÜ PEKTİ. FİKİR NAMUSU SAHİBİYDİ. Hürmetlerim ile 
Güle güle Vahdet Ağabey
Av. Oktay Erdoğan
(Paylaşan: Abdülkadir Haktanır)

Risale-i Mazharla Mazhar Olanda Parlaklık…

“İşte Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneş’in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır. Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya Güneş’e âyinedarlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı Şems’e karşı aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Şems’in âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkilat çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddüdsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı hakikate sevketmez. Çünki sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır, fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.” (Sözler:340)
Nurlar, en yüksek tarîk-i velâyeti, ilimde, hakaik-i imaniyede, ilm-i kelâmda bulunduğunu göstermiştir
 “Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş, yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envar-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envarına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında  bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.” (Kastamonu:228)
Nurlar, kâinat kadar geniş mertebe-i huzur kazandırır…
“İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nur-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takib ediyor. En uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur. Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani’ olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak, daha hatıra getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.” (Kastamonu:232)
Bir zerre, Cenâb-ı Hakk’ı zâtıyla, sıfatıyla isbat eder…
“Her bir zerre Cenâb-ı Hakk’ı zâtıyla ve sıfatıyla tarif eder ve isbat eder. Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ülemalar büyük ve geniş delillerle, Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini isbat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl Güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi Güneş’i gösteriyor ve o Güneş’e işaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfat ve kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar. İşte Kur’an-ı Hakîm’in manevî mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikatı izahatıyla isbat etmesi içindir ki; müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için “Lâ mevcude illâ Hû” demeğe mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın daimî huzuru bulmak için “Lâ meşhude illâ Hû” dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor.
Belki kainatta herşey Allah’ı gösterir kelimesinin, parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:  Evet herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahib olur. Öyle de herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını “Lâ mevcude illâ Hû” diye inkâr etmekle, terk-i masiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da yine daimî marifet ve huzuru bulmak için “Lâ meşhude illâ Hû” deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar; fânilik perdesini üstüne çeker;  huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi bu zamanda Kur’anın i’caz-ı manevîsiyle tezahür eden sırrıyla, zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var. İşte Hüve Nüktesi’yle bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatıyla isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur’an-ı Hakîm’in i’cazıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir naşir olmuşlar.” (Emir-2:69)
Abdülkadir Haktanır