Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Başımıza gelen musibetlerin izahları

“Sual : Deniliyor ki: Kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adâleti ihata etmiştir. Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?

Elcevab: Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir. Meselâ; vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı birtek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasılki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de: Cüz’î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.

Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünki, neticelerin çoğu güzeldir. Evet yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat (gizli) etmez; rahmeti zahmete çeviremez. Amma fena ve zeval ve mevt ise, Yirmidördüncü Mektub’da gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile isbat edilmiş ki: Onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafî değiller, belki muktezalarıdırlar.

Hattâ şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem hattâ kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.

Sualin ikinci şıkkı: Haydi şeytana ve kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Alelıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz’î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe mübtela ediyor?

Elcevab: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi halkeder. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hassa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi, daima irade ve ihtiyarına tâbi’ bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryad eden ferdleri, bir Rabb-ı Rahîm dinlediğini ve imdadlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıdsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz’î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî tecelliyat kapılarını açmıştır.” Ş:30

HAVF VE CESÂRETİNİ KULLANMA SAHASINI BİLEMEYEN VE FELÂKETE HİÇ UĞRAMAYAN, FERÂGAT SÂHİBİ OLAMAZ!

“Gerek şahsî dert ve mes’elelerimiz, gerekse din düşmanlarının taarruzları ile giriftar olduğumuz sıkıntılarımız, biz Nur Şakirdleri’nin ancak ve ancak canlılık ve cesaretlerini artırır. Mücahade-i diniyye yolunda ihlâs ve cesaret verir. Metanet ve salâbetimizi ziyadeleştirir. Demek ki zûlüm ve işkenceler, insanın mâhiyetindeki asâlet ve cesareti meydana çıkarır. Fıtratındaki kabiliyetleri inkişaf ettirir. Hayatta derd ve felâketlere dûçar olmayanlar, büyük feragat ve cesaret sahibi olamazlar. Binaenaleyh, İslâmiyete îmâna taarruz edenleri asla affedemeyiz amma, şahsımıza olan en gaddar hücumları affederiz. İslâm dini hamâset, gayret, şehâmet ve cesâret dinidir. En üstün meziyyet ise, cesârettir. Cenâb-ı Hak, havf damarını, hayatımızı muhâfaza edebilmek için vermiştir. Evet, korkacağız, Allah’dan alabildiğine ve ödümüz patlarcasına korkacağız, amma insanlardan ve esbâbdan ise tehlike nisbetinde, o da tedbir alabilmek için, çekinerek korkacağız. Evet Üstâdımızın dediği gibi deriz: “Evet, her hakikî hasenat gibi cesâretin dahi menbaı, îmândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı, dalâlettir.”

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Enbiya, asfiya ve evliyalar hakkalyakine şehadetler

Bütün kuvvetimizle iman ederiz ki: O yüzbinler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve beşaretleri sadık ve vakidir. Ve onlar bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hamisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuaı; bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak talim ediyorlar. Ya Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için, bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle, âmîn..” (Sözler:100)

BU SAHİFE-İ HAVA HAKKALYAKÎN DERECESİNDE ZÂT-I ZÜL CELÂLİN YAZAR BOZAR TAHTASIDIR.

“Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medar olabilsin. Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise bu sahife-i havanın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle Zât-ı Zülcelal’in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.” (Sözler:162)

ASFİYA, EVLİYA VE SIDDIKİN, HAKKALYAKÎN DERECESİNDE KELİME-İ TEVHİDİ İFAZA EDİYOR

Kur’ana selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki: Cihat-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki; hiçbir zulmet, hiçbir dalalet, hiçbir şübhe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhûlefürce bulamaz. Çünki üstünde sikke-i i’caz; altında bürhan ve delil; arkasında nokta-i istinadı, mahz-ı vahy-i Rabbanî; önünde saadet-i dâreyn; sağında, aklı istintak edip tasdikini temin; solunda, vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit; içi, bilbedahe safi hidayet-i Rahmaniye; üstü, bilmüşahede hâlis envar-ı imaniye; meyveleri, biaynelyakînkemalât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkikîn-i evliya ve sıddıkîn olan o lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet munis ve mukni, nihayet ciddî ve ulvî ve bürhan ile mücehhez bir sada-yı semavî işiteceksin ki, öyle bir kat’iyetle * LÂ İLAHE İLLÂ HU * der ve tekrar eder ki; hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor.” (Sözler:309)

DERECE-İ HAKKALYAKÎNE GİDEN EVLİYADA ERKÂN-I İMANİYE MÜCMEL SURETTE GÖRÜNÜYOR

“Enbiya-yı salife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi, bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’an gibi tafsilât vermemişler. Sonra ümmetlerinden bir kısmı ileride o mücmel olan erkânı, inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler. Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreblerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler.” (Sözler:335)

KUR’AN’IN MEYVESİ Bİ- HAKKALYAKÎN RAHMET-İ RAHMAN VE DÂR-I CİNANDIR

“Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham u şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakînvahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî..ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedahe hâlis hidayet.. üstü, bizzarureenvar-ı iman.. altı, biilmelyakîn delil ve bürhan.. sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an… Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan… Makamı ve revacı, bilhads-is sadık makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-ı Semavî’dir.” (Sözler:367)

ZÂT-I AHMEDİYE (a.s.m.) Mİ’RAC SEMERESİ İLE HAKKALYAKÎN İŞİTİP, BEŞERE HEDİYE ETMİŞTİR

“İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.” (Sözler:582)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Bu insan kendi makamını korumalı

Başka türlü katiyen olmaz. Ancak onu hiçten yoktan var eden Allahın kanununa uymak ile olur, kafadan boş fikir üretmek asla doğru olamaz. Çünkü fikir üretmeye başlandığı zaman, insanlar adedince fikir ortaya çıkar ki o zaman, bu güzel dünyamız, yaşanmaz hale gelir. Her fabrikanın kendine göre bir düzeni bir sistemi var. Fabrikanın lazım olan mahsulatını elde etmek için, oraya alınan işçilerin her biri fabrikanın şartlarına uymaları lazım. Yoksa alınan işçinin bile orada para kazanması zor olur.

Bunun çok bariz delili 5-6 yüz sene ayakta durabilen Osmanlının idare sistemidir ki yalnız müslümanları değil diğer dinlere mensup olanları da memnun edebilmişler. Bunu başarmalarının başka sebepten ötürü değil ancak onların Allahın kanununa bağlı kalmalarıdır ki üç kıtaya yayılabilmişler.

Ben Balkanlarda doğduğum memlekette hıristiyanlarla beraber yaşadım. Bir sefer Yovan isminde bir sırpın yanında Osmalılardan bahs ediliyordu Yovan Osmanlılara karşı hürmetinden rükûa varır gibi eğildiğini görünce ben çok hayret etmiştim.

Allahın kanunu hakim olmadığı yerde huzur yok. İnsanlarda biri diğerine saygı hürmet yok, anne baba evladından memnun değil. Damatla gelin biri diğerine lazım olan sevgiyi devam edemiyorlar. Kurdukları yuvayı hiç çekinmeden bozabiliyorlar. İcabında zaruret olunca yuvayı bozmak meşru olduğu halde Allahın hiç hoşlanmadığı bir husus.

Düşünün vatandaşlarımız o kadar dünya perest oldular ki adam yirmi otuz sene tahsil ediyor, astronomi profesörü oluyor. Bir milyon üç yüz bin defa dünyamızdan büyük olan güneşin ve diğer gezegenlerin hareketlerini bildiriyor. Bu güneş, hava boşluğunda hiç bir yere dayanmadan döndüğün insanlara bildiriyor. Zavallı profesör! Bunun ustası yoktur kendi kendine olmuştur diyebiliyor. Dünyamız ile güneşin arasında yüz kırk dokuz milyon küsur mesafe var diyorlar. Peki ateş kitlesi olan bir güneş, olduğundan bir az bize daha yakın olsa idi bizi yakıp kül ederdi. Biraz daha uzak olsaydı, ne olurdu? Her şey donardı. Dünyamız dündüğü şekilde dönmesi için ayarlı olmasaydı ne olurdu? Ya her zaman gece, ya her zaman gün olurdu. Mantık böyle diyor. Peki bunları kim ayarladı? Bu işler için nasıl denilebilir?

Kendi kedine olmuştur. Siz söyleyin? Nasıl kendi kendine olabilir? “Bir iğne kendi kendine olmazken. Bir harf biri yazmadan yazılmazken.” Nasıl oluyor da dünyada bütün bu hassas işler kendi kedine olabiliyor. Nokta kadar küçük bir böceğin önünde parmağımı koydum hemen böcek başka tarafa gitmeye yürüdü. Demek o böceğin de gözleri var. Yalnız gözleri değil, ona lazım olan duyguları da var. Allah bütün mahlukata ikişer göz ve lazım olan duygular da vermiş. Bu işler katiyen kendi kendine olmaz.

Bu ilim adamlarının ortaya serdikleri bu fikirlerin en büyük zararı insanlara oluyor ki Allahın insandan istediği ibadeti onlar yapmamakla hem dünya hayatında: Ya var ise? Fikri onlara, bütün dünya hayatlarında acısını çektiriyor. Hem ölümden sonra, var olan sonsuz bir hayatta cennet mutluluğunu kaybediyor. O kadarla kalmıyor. O ebedi hayatta da cehennem ateşinde yanmayı da hak ediyor. Bu günkü şehit torunları materyalist tahsilliler, cehennem ateşinde ebedi bir vakitte yanmayı hak ediyorlar.

Vatandaşlarımız o kadar dinden cahil kaldı ki bir insan ölünce hayat değiştirdi demek lazım iken ona hayat kaybetti diyorlar. Çünkü ölen kişi geçici hayattan, sonsuz bir hayata gidiyor. Bunu bilmeliyiz ki müslümanın ölümü, onu sonsuz mutlu hayata götürüyor. Burada geçici şeyleri bırakıp orada onun en büyük sevgilisi olan Allahına kavuşmuş oluyor. Tabi ki daha önce imanla ölmüş olan akrabalarına orada kavuşacak. Garide kalan imanlı, akrabaları de bir gün ölüp ahirette ona kavuşacaklar.

Düşünün; memure hanım 15 gün sonra polis vazifesini alacaktı, memure hanıma araba çarpıp, vazisini daha almadığı için, şehit olmuyormuş. Onlara göre vatani bir vazife yaparken ölen müslüman şehit olurmuş. İster imanlı olsun ister imansız. O yanlış. Vatan uğruna şehit olan şüheda derecesini kazanır o başka. Yalnız şehit olmak için, imanlı olmak ile Allahın emirlerini uyup yaşamış olması şartı var. Allah vatana hizmet edenlere iman ve amel nasip etmesini dua edelim. İnşaallah Allah onlara bu şerefi nasip eder diyelim bu kadar. Yoksa cumhuriyet devrinde müslümanların iç ve dış düşmanlardan yedikleri darbenin tesirinden kurtulmak çok zor.

Abdülkadir Haktanır

Bu Millet Âhirete Çalışanlara Yardım Etmişler. Fakat Bu, İstenilmez, Belki Verilir.

 “Evet hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi’ etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlası zedelenir………..  Âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder.” (L:164)

Aşağıya alacağımız parça ise, hiç bir şübheye mahal bırakmadan “İaneleri toplamamak ve malî yardımlarını istememek  ve yine asla “Ver!” dememeği talim etmektedir. Doğrudan neşriyata taallûk ettiği halde, yine de bu istiğna emir edilmektedir.

İKTİSAD BEREKETİYLE, HAYATIMIN BİR DÜSTURU “NASTAN  İSTiĞNA ” MESLEĞİMİ BOZMADI

 “Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeğe çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var, kanaata alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki: İki sene sonra, bana zekatlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para iktisad bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğna” mesleğimi bozmadı.” (Lem’alar:141)

KANAAT VASITASİYLE İNSANLARDAN İSTİĞNA EDEREK TEVECCÜHLERİNİ  ARAMAZ.

 “Müsrif ise; kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlas kapısı açılır, riya kapısı kapanır.” (L:146)

ÜSTADIMIZIN İKTİDA EDİLMEĞE LAYIK İSTİĞNASI

 “Kendisinin bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmuzec-i kemal ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmağa ve iktida edilmeğe şâyandır.” (Şualar:565)

“Bu hârika-i ilmiyenin eşi aslâmesbuk değildir. Hiç şübhe edilemez ki; Tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-ı hârika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden hârikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzât bir mu’cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.” (Ş:670)

AÇ KALDIĞI ZAMANLARDA DAHİ, İSTİĞNA KAİDESİNİ BOZMAMIŞTIR.

 “Bediüzzaman, mukabelesiz hediye kabul etmemeyi düstur-u hayat  edindiği düşmanlarınca da tasdik edilerek, İslâmiyet düşmanlarının ehl-i ilme yaptığı ithamı, bu düsturuyla fiilen tekzib ve ilmin hiçbir şeye âlet olmadığını yine fiiliyatı ile isbat etmiştir. Ülema-i İslâmın şeref ve haysiyetini ve izzet-i İslâmiye ve izzet-i diniyeyi, en zalim ve hunhar hükümdarlar karşısında bile muhafaza ve müdafaa etmiştir. Aç kaldığı zamanlarda dahi, hayatı boyunca olan istiğna kaidesini bozmamış ve “İktisad ve kanaat iki büyük hazinedir, bunların bereketi bana kâfidir” diyerek halklardan istiğna etmiş ve etmektedir.” (T:697)

DÜSTUR-U HAYATIM OLAN İSTİĞNA KAİDESİ,  AHLÂKINA MUVAFIK GELMİŞ …

 “Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi birşey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.” (Barla:201)

İSTİĞNA MEKTUBUNU OKUDUM, YEMEĞİNİ YEDİM, ŞİDDETLİ TOKAT YEDİM !

 “Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnaya dair sana yazdığım mektubun kerametidir. Çünki o mektubu bir gün iki-üç zâta,  onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zâtın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki, o günde o hakikatlı mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir tahmin ettim. Fakat *YEKÛLÛNE MÂ LÂ YEFA’LÛN* altına girdiğimden öyle bir şiddetli tokat yedim ki, bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükrettim ki, bir-iki senedir bazı emareler ve hâdiseler ile zannettiğim bir hakikat, bu tokat ile gayet kat’iyetle göründü.” (B:252)

 Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Allah (C.C.), Öyle Bir Kadîrdir ki…

“Fâil, muktedirdir. Evet nasıl haşrin muktazîsi, şübhesiz mevcuddur. Haşri yapacak zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler, ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır. Evet bir Kadîr ki, şu âlem; bütün güneşleri, yıldızları, avalimi, zerratı, cevahiri nihayetsiz lisanlarla onun azametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi o kudretten istib’ad etsin. Evet bilmüşahede bir Kadîr-i Zülcelal şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halkeden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, daima şu semavat ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemal-i hikmet ile halkeden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüzbin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına, birtek çiçek gibi takan ve onunla kemal-i hikmetini, cemal-i san’atını izhar eden bir zât, “Nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek” denilir mi? Şu Kadîr’in kemal-i kudretini ve hiçbir şey ona ağır gelmediğini ve en büyük şey en küçük şey gibi onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, birtek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini… Şu âyetin hakikatını Onuncu Söz’ün Hâtimesinde icmalen ve “Nokta Risalesi”nde ve Yirminci Mektub’da izahen beyan etmişiz. Şu makam münasebetiyle üç mes’ele suretinde bir parça izah ederiz.

İşte kudret-i İlahiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez. Hem melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Öyle ise mevani’ tedahül edemez. Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz’, külle müsavi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç mes’eleyi isbat edeceğiz.”  (29.Söz:525)

KUDRET-İ EZELİYE , ZÂT-I AKDES-İ İLÂHİYENİN  LÂZIME-İ ZARURİYE-İ ZÂTİYYESİDİR.

 BİRİNCİ MES’ELE: Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlahiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarure zâtın lâzımesidir. Hiç bir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedahe ârız olamaz. Çünki o halde cem’-i zıddeyn lâzımgelir. Madem acz, zâta ârız olamaz; bilbedahe o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Madem acz, kudretin içine giremez; bilbedahe o kudret-i zâtiyede meratib olamaz. Çünki herşeyin vücud meratibi, o şeyin zıdlarının tedahülü iledir. Meselâ: Hararetteki meratib, bürudetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir ve hâkeza kıyas et… Fakat mümkinatta, hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadığından, mümkinatta zıdlar birbirine girebilmiş. Mertebeler tevellüd ederek ihtilafat ile tegayyürat-ı âlem neş’et etmiştir. Mademki kudret-i ezeliyede meratib olamaz. Öyle ise, makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler, yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer, birtek nefsin ihyası gibi; bir baharın icadı, birtek çiçeğin sun’u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse; o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur.” (29.Söz:526)

KUDRET, MELEKÛTİYYET-İ EŞYAYA TAALLÛK EDER.

 “İKİNCİ MES’ELE ki; kudret, melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri, mülk ciheti ki; âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri, melekûtiyet ciheti ki; âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelangâhıdır. Güzel çirkin, hayır şer, küçük büyük ağır kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki: Sâni’-i Zülcelal esbab-ı zâhirîyi, tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Tâ dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâ-lâyık emirlerle bizzât mübaşereti görünmesin. Çünki azamet ve izzet, öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünki vahdet-i ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusatın renkleri, müzahrafatları, ona karışmaz. O cihet, vasıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, ma’luliyet giremez. Eğribüğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.

ELHASIL: O kudret hem basittir, hem nâmütenahîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taalluk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde büyük küçüğe karşı tekebbürü yok. Cemaat ferde karşı rüchanı olamaz. Küll cüz’e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.” (29.Söz:526)    Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

KUDRETİN NİSBETİ KANUNÎDİR.

 “ÜÇÜNCÜ MES’ELE ki; kudretin nisbeti kanunîdir. Yani: Çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mes’ele-i gamızayı birkaç temsil ile zihne takrib edeceğiz.

İşte kâinatta “şeffafiyet” “mukabele” “müvazene” “intizam” “tecerrüd” “itaat” birer emirdir ki; çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.

Birinci Temsil: “Şeffafiyet” sırrını gösterir. Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.

İkinci Temsil: “Mukabele” sırrıdır. Meselâ: Zîhayat ferdlerden (yani insanlardan) terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.

Üçüncü Temsil: “Müvazene” sırrıdır. Meselâ: Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

Dördüncü Temsil: “İntizam” sırrıdır. Meselâ: En azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

Beşinci Temsil: “Tecerrüd” sırrıdır. Meselâ: Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ: İğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.

Altıncı Temsil: “İtaat” sırrını gösterir. Meselâ: Bir kumandan, “Arş” emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder. Şu temsil-i itaat sırrının hakikatı şudur ki: Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın “Kün” emrine itaatı, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen “Kün” emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

Şu altı temsil; hem nâkıs, hem mütenahî, hem zaîf, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse; elbette hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecelli eden kudret-i ezeliyeye nisbeten şübhesiz herşey müsavidir. Hiç şey ona ağır gelmez (Gaflet olunmaya). Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’adı izale için zikredilir.

Üçüncü Esas’ın netice ve hülâsası: Madem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahîdir. Hem Zât-ı Akdes’e lâzime-i zaruriyedir. Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti, ona müteveccihtir. Hem ona mukabildir. Hem tesavi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibariyle müvazenettedir. Hem şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizam-ı fıtrata ve kavanin-i âdetullaha muti’dir. Hem manilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve safidir. Elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise haşirde bütün zevil-ervahın ihyası, bir sineğin baharda ihyasından daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise  müddeamız olan “Fâil muktedirdir, o cihette hiçbir mani yoktur” kat’î bir surette tahakkuk etti.” (29.Söz::527)

HALİK-I RAHİMİME, YÜZBİN DEF’A, RİSALET-ÜN NURUN HURUFATI ADEDİNCE ŞÜKR VE HAMDOLSUN Kİ, RİSALET-ÜN NUR BU ACİB TILSIMI HALL VE KEŞF VE İSBAT ETMİŞ.

 “Üçüncü Hakikat: Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at ve meharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymetdarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır