Etiket arşivi: Ahirete iman

Dualara İcabet Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılayan; en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan dualara icabet eden ve nihayetsiz bir şefkatin ve merhametin sahibi olan bir zat; en büyük bir kulundan, en sevgili bir mahlukundan, en büyük hacetini görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN ‘MUCİB’ KİMDİR?

Dua iki kısma ayrılır. Birincisi, bizlerin bildiği, dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denilir. İkincisi ise, hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denilir. Hâl dili ile yapılan dualar da üçe ayrılır:

1- İhtiyaç lisanı ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması, ihtiyaç lisanı ile yapılan bir duadır. Çifti o hâli ile ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı bütün hâlî dualar, lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualardır.

2- İstidat, yani kabiliyet lisanı ile yapılan dualar: Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar, kabiliyet lisanı ile yapılan dualara misaldir.

3- Izdırar, yani zorda kalmanın lisan-ı hâli ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanı ile yapılan dualardır. Bu durumlarda kişi âdeta hâli ile yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.

Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl. Lisan-ı hâl de kendi arasında üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.

Ancak hemen şunu belirtelim ki, yapılan bütün dualar da hikmet sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda 7 milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-i istidat ile Allah’a dua eder ve ıstakoz olmak isterler. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakoz ile dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi edilmiş olacaktı. İşte diğer hayat sahiplerinin de haklarının korunması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul ediliyor.

Şimdi delilimizi mütalaaya başlayalım:

Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.

Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları dualara bir icabettir. Acaba onların bu dualarına şefkat ve merhamet ile icabet eden ve onları böyle nazeninane besleyen kimdir?

Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli bir göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi diğer bütün mahluklar da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. İşte bütün bu istemekler, lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki, onların dualarına icabet ediliyor. Acaba bu duaları işiten ve icabet eden perde arkasındaki zat kimdir?

Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek, toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su, bir insan olmak istiyor. Bir yumurta, rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor… İşte bütün bunlar, lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki, hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Acaba onların bu dualarını işiten ve rahmetiyle onları terbiye eden zat kimdir?

Yine bazen oluyor ki, bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor, ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor, ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor, hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor, tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor, birden ona şifa ihsan yetiştiriliyor.

Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.

Acaba kim bu duaları işiten ve zorda kalmış o mahlukların imdadına koşan? Kim bu muztarlara yardım elini uzatan? Kim her zorda kalanı bilen ve sesini işiten? Kim onlara rahmet ile imdat eden?

Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahim’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece ona yöneliyor, onun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu ona o anda ihsan ediliyor.

Evet, kim var ki “Ben istedim, ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara da icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin istediğinden daha iyi bir surette ona verilir.

Mesela o bir erkek çocuk ister, Allah-u Teâlâ ona Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu verir. Bu durumda “Duası kabul olmadı.” denilmez, “Duasına daha iyi bir surette icabet edildi.” denilir.

Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şeyi ister. Mesela zenginlik ister, ama zengin olunca azacağını bilmez. Lakin her şeyin akıbetini en iyi bilen Allah-u Teâlâ kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten istediği zenginliği ona vermez, bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini eder.

Hem bazen kişi kendi dünyasının saadeti için dua eder, ama duası ahiret için kabul olunur. Ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda “Duası reddedildi.” denilmez, belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.

Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir. Biz O’ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, mütehassıs tabip, sıtması için ona sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip, hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi, maksudunun en iyisini yerine getirdi.

Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki perde arkasında bir zat var, her sesi işitir, her duaya cevap verir, en küçük bir ihtiyacı, en küçük bir mahlukundan işitip ona yardım eder, duasına icabet eder. Bunun delili, lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet edilmesidir.

Şimdi, bu hakikatin ve Mucib isminin ahireti gerektirmesini geçelim.

2. BASAMAK: MUCİB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Demek, bu âlemin sahibi Mucib’tir, yani her duaya cevap verir ve icabet eder; her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder. Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin de, sonra en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin? Ve bilhassa insanlar içindeki en büyük kul ve en sevgili mahluk olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!

Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki, midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar, hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaç ile yaptığı duaya, yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş. Aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem ihtiyaç lisanıyla, hem istidat lisanıyla hem de ızdırar lisanıyla istemektedirler.

Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, en hakir bir mahluk olan bir sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin de, bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin, ama gökyüzünün sesini işitmesin, bu hiç mümkün müdür?

Elbette değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine, kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan ahireti ve cenneti yaratmıştır.

Bilhassa, ebedî saadet için dua edenler içinde kendi dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki, o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, “Habibim!” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?

Eğer ahiretin yaratılması için hesapsız sebepler ve gerekçeler ve ahiretin varlığına hadsiz deliller olmasaydı bile, yalnız şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelecekti ve ahiretin varlığını ispata yetecekti.

Zira öyle bir zattan istiyor ki, O’nun için cenneti yaratmak, baharımızın icadı kadar ona kolaydır. Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icad ederek, haşrin yüz bin numunelerini bizlere gösteren bir Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?

Demek, nasıl ki Peygamberimiz’in risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen onun gibi, ubudiyeti ve duası dahi, ahiretin açılmasına sebebiyet veriyor.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Resulü ve sevgilisi olduğu hususunda özel bir eser hazırladık ve bu eserde iki kere iki dört eder katiyetinde Efendimiz’in risaletini ve peygamberliğini ispat ettik. Bu sebeple, Efendimiz’in hakkaniyeti bahsine burada girmiyor ve o esere havale ediyoruz.

Şimdi, bu delili şöyle maddeleyerek pekiştirelim:

1. İnsanların, hayvanatın ve bitkilerin, hâl lisanı ve kâl lisanı ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet edilmektedir.

2. Bu icabet, perde arkasındaki bir zatı, dualara icabet eden manasındaki “Mucib” ism-i şerifi ile bizlere tanıttırır.

3. Madem o zat Mucib’tir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir. O hâlde elbette ahiret için yapılan dualara da icabet edecektir.

4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde, o zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de vardır ve bu zat; bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış ve o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esma-i ilahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette, bu duanın red olunarak ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.

Hikmet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki şu âlemde, zerrelerden güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iman ile ibadet eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!”

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.

Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp, her yerde nihayet derecede bir hikmet hüküm sürmektedir. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:

Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemi idare eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?

Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumuna nakşetmek; büyük bir ağacın amel sayfalarını, hayat tarihçesini ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.

Hem her şeyin yaratılışında mükemmel derecede güzel bir sanatın bulunması, nihai derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin aynalarını yerleştirmek, elbette nihai derecede bir güzel sanat içinde bir hikmeti gösterir.

Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her ilim dalı kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her ilmin içerdiği asıl konu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:

Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor? İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?

Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah!..” değil midir?

Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?

Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

İKİNCİ BASAMAK: HAKİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?

Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin bu fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.

Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah Teâlâ, hiç mümkün müdür ki ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece önem vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa dönüşmesine müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şahitliği ile nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve uzaktır.

Acaba hiç mümkün müdür ki Allah Teâlâ, bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir dünyevi ücret versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?

Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.

Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi geçici ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.

İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:

İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.

Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”

Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.

Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki: “Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”

Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:

Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.

Aynen bunun gibi, şu insanın kabiliyetleri de bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize adaydır ki, o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.

Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.

Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir ilim dalı bu hikmetin şahididir.

Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile pekiştireceğiz:

Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.

Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.

Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar aşikardır ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

Ahireteiman.com

Cömertlik Delili (Ahirete İman)

Hiç mümkün müdür ki nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, tükenmez servet ve bitmez hazineler; baki bir saadet diyarını ve ebedî bir ziyafet yurdunu ve içinde daimî bulunacak muhtaç misafirleri istemesin ve bu fâni dünya ve içindeki fâni misafirlerle yetinsin? Hayır, asla! Zira bu dünya, o cömertliğe ve ikrama hakiki yurt olamamakta, belki o cömertliğin milyon parçasından ancak bir parçasına mazhar olabilmektedir.

İşte bu hâl ispat eder ki, bu dünyaya sığmayan o cömertliğin, hakkıyla gözükebileceği baki bir memleket ve o baki memlekette ikamet edecek baki misafirler olmalıdır ve vardır.

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN CÖMERTLİK VE BU CÖMERTLİĞİN SAHİBİ KİMDİR?

Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde nihayetsiz bir cömertlik eli işliyor. Buna delil mi istersin? O hâlde bak:

Dünya yüzünü bu kadar süslü sanat eserleriyle süslendirmek,

Güneş’i bir lamba ve Ay’ı bir kandil yapmak,

Yeryüzünü bir nimet sofrası yaparak yiyeceklerin en güzel çeşitleriyle doldurmak,

Meyveli ağaçları birer kap yapıp, her mevsimde birçok defalar bu kapları yeniden yeniye doldurmak,

Zehirli bir böceğin eliyle bal gibi tatlı bir yiyeceği yedirip, ipek böceğinin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi giydirmek,

Koyun, keçi, inek gibi hayvanları âdeta bir süt fabrikası yapmak,

Kemik gibi kuru ağaçları cennet hurileri tarzında süsleyip, o incecik dallarına gayet nakışlı ve süslü çiçekler takmak,

Her bir mahluku yoktan icat edip o mahluka son derece kıymetli aza ve cihazları takmak… Elbette, hadsiz bir cömertliği ve nihayetsiz bir ikramı gösterir.

Bilmiyoruz, acaba şu âlemdeki cömertliği anlatmaya gerek var mıdır? Acaba insan, değil âleme, sadece kendine baksa ve kendisine takılan cihazları, azaları, duyguları ve latifeleri tefekkür etse o cömertliği ve ikramı tasdik etmeyecek midir?

O hâlde şimdi soralım:

Kimdir bu cömertliğin ve ikramın sahibi?
Kim dünya yüzünü böyle süslü sanat eserleriyle donatmış?
Kim Güneş’i bir lamba ve Ay’ı kandil yapmış?
Kim şu yeryüzünü bir sofra ve baharı bu sofraya bir gül destesi yapmış?
Kim ağaçları çiçeklerle, meyvelerle ve yapraklarla süslemiş?
Kim zehirli bir böcekten balı çıkarıyor ve elsiz bir böcek ile ipeği giydiriyor?
Kim hayvanları bizlere bir süt çeşmesi yapan?
Kim şu hadsiz mahlukları yoktan icat ederek, her türlü aza ve cihazlarla onları teçhiz eden?
Kim? Kim? Kim?..

Allah’tan başka bu ‘kim’lere verilebilecek bir cevap var mıdır? Allah’tan başka kim vardır ki, mahlukatına böyle cömertçe muamele etsin ve onların her türlü ihtiyacını görüp onlara ikram etsin? Allah’tan başka kimde vardır böyle tükenmez hazineler ve bitmez servetler?

İşte nasıl ki Güneş’in ışığı, Güneş’in vücudunu ispat ediyor ve Güneş’i gösteriyor. Aynen bunun gibi, şu misilsiz cömertlik ve hadsiz ikram dahi, perde arkasındaki bir zatı “Cevâd” (cömert) ve “Gani” (zengin) isimleriyle bizlere tanıttırıyor ve O’nun varlığını ispat ediyor.

Şimdi sıra geldi, bu cömertliğin ahireti gerektirmesine…

İKİNCİ BASAMAK: ALLAH’IN CÖMERTLİĞİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

“Böyle nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî hem arzu edilen her şey içinde bulunan bir ziyafet diyarını ve saadet yurdunu ister. Hem kat’i ister ki, o ziyafetten lezzetlenenler, o saadet yurdunda devam etsinler, ebedî kalsınlar. Ta ayrılık ve ölüm ile elem çekmesinler. Çünkü elemin bitmesi lezzet olduğu gibi, lezzetin bitmesi dahi elemdir. Öyle bir cömertlik ise, böyle bir elem çektirmek istemez.”

Demek, nihayetsiz bir cömertlik ve bitmez tükenmez hazineler, ebedî bir cenneti ve içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz ihsan etmek ve nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise bu ihsana mazhar olan şahsın varlığının devamını ister. Yoksa ölüm ile acılaşan ve kısa bir zaman sonra sona eren cüz’i bir lezzetlenme, hem de kısacık bir zamanda, öyle bir cömertliğin muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.

Madem o nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz bir ikram ve ikram edeceği zatların bekasını istiyor. Hâlbuki şu dünya misafirhanesinde görüyoruz ki, herkes çabuk gidip kayboluyor. O cömertliğin ve ihsanın ancak az bir parçasını tadıyor, arzusu artıyor; fakat doymadan gidiyor. O hâlde başka ve baki bir memleket olmalıdır ve o memleketin baki misafirlerine nihayetsiz ikram ve ihsan edilmelidir, ta ki bu cömertlik hakkıyla tezahür edebilsin.

Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

Şu âlemde nihayetsiz bir cömertlik ve hadsiz bir ikram görünmektedir.
Bu nihayetsiz cömertlik ve ikram ispat eder ki, perde arkasında bir zat ve O’nun bitmez ve tükenmez hazineleri vardır.
Bitmez ve tükenmez hazineler ve nihayetsiz bir cömertlik, elbette nihayetsiz bir şekilde ikram etmek ister.
Nihayetsiz ikram edebilmek için de hem misafirhanenin hem de misafirhanedeki muhtaç misafirlerin varlıklarının devamı gerekir.
Dünya ise bahsedilen misafirhane olamaz, zira hem kendisi fânidir, hem de içindeki misafirler fânidir.
O hâlde başka bir memleket olmalıdır. O baki memlekette baki misafirler olmalı ve şu göz önündeki cömertliğin sahibi olan zat, o baki misafirlerine cömertliğinin şanına yakışır bir şekilde ikram etmelidir.
O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun cömertliğini inkâr etmekle mümkündür. Allah’ı ve cömertliğini inkâr etmek ise göz önündeki şu cömertçe muameleye göz kapamak ve gözün gördüğünü aklın inkâr etmesiyle mümkündür. Bu da akıl sahipleri için mümkün olamaz.

Demek ki ahiretin varlığı, göz önündeki şu cömertliğin varlığı kadar katidir ve kesindir. Bunu inkâr edemeyen, onu inkâr edemez!

Kaynak: Ahireteiman.com

Adalet Delili (Ahirete İman)

Hiç mümkün müdür ki, her işinde nihayet derecede adalet ile iş gören bir Âdil-i Hakîm, mahlukatının hukukunu muhafaza etmeyerek, mazlumun hakkını zalimden almasın ve adaletini hiçe indirsin? Bu adalet burada yok hükmündedir, demek başka yerde büyük bir mahkemesi ve adalet diyarı vardır ve olmalıdır.

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN ADALET VE BU ADALETİN SAHİBİ KİMDİR?

Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adalet, zulmün zıddıdır.

Adaletin bu manasıyla, Cenab-ı Hak nihayet derecede adildir. Dilerseniz şimdi bu sözümüzün hakkaniyetini ispat edelim:

Adalet, her hak sahibine hakkını vermek demekti. Şimdi şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki, bütün mahlukatın erzak ve teçhizatı lâyık-i veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahluk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, bir kartala da sinek kanadı takılmıyor. Her varlığın hangi cihazlara ihtiyacı varsa, o cihazlar ile donatılıyor.

Bizlerin basit ve hakir gördüğü mahlukların bile hukuku bu cihette muhafaza ediliyor. Bir sineğin ya da bir böceğin vücudunu incelediğinizde sözümüzü tasdik edeceksiniz.

İşte her şeye hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.

İşte sineğe 5.000 petekli bir gözün verilmesi bu adaletin neticesidir; balığa yüzgeç, kuşa kanat takılması bu adaletin neticesidir; file hortum, deveye hörgüç verilmesi bu adaletin neticesidir. Sözün özü, her mahluka hayatının devamı için cihazlar verilmesi bu adaletin bir neticesidir.

Şimdi soruyoruz:

  • Bir sineğin dahi hakk-ı hayatını muhafaza ederek, hayatının devamı için onu aza ve cihazlarla teçhiz eden kim?
  • Kim bütün mahlukları hikmetli cihazlar ile donatarak hakk-ı hayatlarını koruyor?
  • Kim o cihazları en uygun yerlere yerleştiriyor?
  • Kim onlara hikmetli vücutları ve maslahatlı suretleri veriyor?
  • Kim şu âlemdeki dengeyi muhafaza ediyor?
  • Kısacası; göz önündeki şu adaletin sahibi olan Adil zat kim?

Elbette Allah’tır ve bu, O’nun adaletinin bir tecellisidir.

Şimdi de adaletin başka bir şıkkına bakalım:

Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zalimlerden almaktır. Adaletin bu manasıyla da tarih sayfaları zalimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zalimlere Adil ismi ile semavi tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.

Ancak ikinci başlıkta da izah edileceği gibi, bu dünya adaletin bu tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adaletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır. Zaten Adil ismiyle ahirete kapı açarken, adaletin bu cihetinin hakkıyla bu dünyada gözükememesi delil yapılacaktır.

Ancak şu kadar deriz ki: Halk arasında zalimler için sıklıkla kullanılan “Etti, buldu!” sözü, zalimlerin her vakit semavi tokatlara maruz ve muhatap olduklarına delildir. Zalimlere gelen bir tokat dahi, perde arkasındaki bir Adil-i Mutlak olduğunu ispat eder. Böyle binler tokat ise O zatın varlığını güneş gibi gösterir ve inkâra bir yol bırakmaz.

Adaletin bir diğer şıkkı da şudur:

Âlemdeki dengeyi muhafaza ederek diğer canlıların haklarını korumaktır. Mesela, sadece ıstakoz bir yılda 7.000.000 yumurta yumurtlamaktadır. Bu yumurtaların hepsi ıstakoz olsaydı, denizler ıstakozla dolar ve başka hayvanların yaşaması mümkün olmazdı. İşte bazı engellerle ıstakozun çoğalmasının önüne geçilmiş ve diğer canlıların hakları korunarak adalet tecelli etmiştir.

Yine soralım:

  • Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?
  • Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?
  • Varlıkların kâinatı istila etme meylini durduran ve onların âlemi istila etmesine mâni olan adalet sahibi zat kimdir?

Elbette Allah’tır! Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve O’nun adaletine güneş gibi bir delildir.

İKİNCİ BASAMAK: ÂDL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

“Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adalet; insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adaletini hiçe indirsin? Bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir!”

O hâlde madem insanın hukukunu muhafaza edecek ve adaletini hiçe indirmeyecek, elbette bunun için bir mahkeme-i kübrayı kurmalı ve bir adalet diyarını açmalıdır. Zira şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, o büyük adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Şu fâni ve geçici dünya, ebed için yaratılan insan hususunda böyle bir adalete mazhariyetten çok uzaktır. Bu dünyada zalim izzetle; mazlum ise zillet ile yaşayıp gidiyor.

Hâlbuki hakiki adalet ister ki, mazlumun hakkı zalimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nisbetinde değil; belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür.

Madem dünya var ve dünya içinde bir rahmet ve adalet var; elbette, dünyanın vücudu gibi kati olarak ahiret de var ve oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek, dünya ve içindekileri inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi; cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve onu gözlüyor.

Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyelim:

  • Şu âlemde nihayet derecede bir adalet hükmetmektedir. Yaratılan her varlığa hassas dengelerle ve belli ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek, dengeyi muhafaza etmek, her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek ve zalimleri semavi tokatlarla tokatlamak, nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.
  • Fiiller failsiz olamayacağına göre, göz önündeki şu adaletin de “Adil” ismiyle müsemma bir faili olmalıdır. Bu fail de ancak ve ancak Cenab-ı Hak olabilir.
  • Madem Cenab-ı Hak nihayetsiz bir adaletin sahibidir ve her işinde nihayetsiz bir adaletle iş görür, o hâlde elbette bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı olmalıdır. Zira şu fâni dünya, o adaletin hakikatine mazhar olmaktan âcizdir. Zira otuz bin kişiyi öldüren bir zalimden, bu dünyada nasıl hak alınabilir? En fazla onu bir kere öldürebilirsiniz ki, bu da ancak öldürülen bir masumun kısası olabilir. Peki diğer mazlumların hakkı ne olacak? Eğer ahiret gelmezse insanın hukuku muhafaza edilmemiş olur ki, nihayetsiz bir adaletin sahibi olan Allah Teâlâ buna asla müsaade etmez.
  • Hem şu dünyanın gidişatına bakılsa görülür ki, zalim izzet ile ve mazlum zillet ile yaşıyor ve her ikisi de aynı şekilde ölüp gidiyor. Eğer ahiret gelmez ve zalimin yaptığı yanına kâr kalırsa bu, mazlumlara nihayetsiz bir zulüm olur. Allah Teâlâ ise böyle bir zulümden nihayet derecede münezzeh ve mukaddestir.
  • Demek ahireti inkâr etmek, ancak Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve O’nun “Adil” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Allah’ı inkâr etmek ise ancak, göz önünde tecelli eden şu adaleti inkâr etmek ile mümkündür. Adaleti inkâr etmek için ise ya kör olmalı ya da aklı baştan atarak bir akılsız olmalı. Zaten onlar da bizim muhatabımız değildirler.
  • Şunu da ilave etmek isteriz ki: Bu dünyada adaletin hakkıyla gözükememesinin sebebi, imtihan sırrıdır. İmtihan sırrından dolayı Allah Teâlâ, razı olmamasına rağmen bu zulümlere müsaade etmektedir. Zira müsaade etmezse, imtihanın sırrı bozulur ve bu dünyanın kurulmasının hikmeti kaybolur. Bu insanlarda da hayvanlarda da böyledir. İmtihan sırrından dolayı, birçok zulümlere müsaade edilmekte ve hak sahiplerinin hakları ahirete bırakılmaktadır.

Sözün özü: Bir sineğe dahi vücut vererek, suret vererek, onu nihayetsiz hikmetli cihazlarla donatarak ve onu terbiye ederek nihayetsiz adaletini gösteren Allah Teâlâ; elbette ahireti getirmeyerek mazlumların hakkını zalimde bırakmayacaktır. O, bundan nihayet derecede münezzeh ve uzaktır.

Evet, bir gün gelecek, zalim zulmünün cezasını, mazlum da zilletinin mükâfatını görecek. Hatta boynuzsuz koyun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacak. Âmennâ ve saddeknâ, iman ettik ve tasdik ettik!..

Ahireteiman.com

İzzet Delili (Ahirete İman)

Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan maliki, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? O ceza ve terbiye, bu dünyada yok hükmündedir; demek başka yerde bir ceza yeri vardır ve olmalıdır.

Bu delilde, Allah’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerinden ahirete bir kapı açacağız. İlk önce şu âlemdeki izzet ve celali görelim ve o izzet ve celalden “Aziz” ve “Celil” olan zata ulaşalım. Daha sonra da izzet ve celalin ahireti gerektirmesine geçelim.

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN İZZET VE CELALİN SAHİBİ KİMDİR?

Allah’ın bir ismi olan Aziz: Allah Teâlâ’nın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması, Allah’ın mağlup olmayan galip olması ve yarattıklarının O’nun emrine itaat ederek karşı gelememesi manasındadır.

Evet, Allah Aziz’dir. Zira şu kâinata bakıyoruz ve görüyoruz ki: -İmtihan sırrından dolayı- İnsan ve bazı canavarlardan başka,

  • Güneş, Ay ve yeryüzünden tutun, ta en küçük mahlukata kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesinde çalışıyor.
  • Hiç Hiç bir mahluk zerre miktar haddinden aşmıyor.
  • Koca güneşler ve yıldızlar intizamı bozamıyor.
  • Hiç biri vazifelerinden geri kalamıyor ve O’na itaatsizlik yapamıyor.
  • Her şey bir itaat tahtında hareket ediyor.

İşte, her şeyin büyük bir heybet tahtında genel bir itaatte bulunması ispat eder ki, büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ediyorlar ve O’na itaat ediyorlar.

Aziz ve Celil isimlerinin tecellisini fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Kim bu isimleri derinden derine tefekkür etmek isterse o yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerdeki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak versin! İşitecektir ki hepsi bir ağızdan “Ya Aziz, Ya Aziz, Ya Aziz!..” diyerek O’nu tesbih ediyorlar. Zira şu âlemde kendisine büyüklük verilen her bir mahluk, Allah’ın Aziz isminin bir aynasıdır.

Ya da Aziz ve Celil isimlerinin başka bir tecellisini görmek isterse helak olmuş asi kavimlerin kalıntılarına baksın, ya da bakamıyorsa Kur’an’ın lisanıyla dinlesin! Zira helak olan bütün bu kavimlerde de Allah’ın Aziz ismi gözükür.

İKİNCİ BASAMAK: AZİZ VE CELİL İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Başta demiştik: Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan maliki, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? Hayır, asla olamaz! Zira nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin haddini bildirmeyi gerektirir.

Hâlbuki şu dünyada o izzet ve celale yakışır bir ceza yoktur. Çünkü çoğunlukla, zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek büyük mahkemeye bırakılıyor, erteleniyor; yoksa bakılmıyor değil.

Hem bazen dünyada dahi ceza verir. Geçmiş asırlardaki asi ve inatçı kavimlere gelen azaplar gibi… İşte bu cezalar gösterir ve ispat eder ki, insan başıboş değildir; bir celal ve gayret tokatına her vakit maruzdur.

Acaba hiç mümkün müdür ki, insanın bütün varlıklar içinde önemlibir vazifesi ve ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun ve daha sonra:

  • Cenab-ı Hakk’ın bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırmasına mukabil, insan iman ile O’nu tanımasın,
  • Hem rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini sevdirmesine mukabil, insan ibadetle kendini O’na sevdirmesin,
  • Hem bu kadar türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini insana göstermesine mukabil, insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmesin ve bu cinayetler cezasız kalsın, insan başıboş bırakılsın, o izzet ve celal sahibi olan Zat-ı Zülcelal bir ceza yeri hazırlamasın? Hâşâ ve kella!

Bu delili şöyle özetleyebiliriz:

  • Kâinatta gözüken umumi itaat ve asi kavimlere gelen semavi tokatlar, perde arkasındaki bir zatı “Aziz” ve “Celil” isimleriyle bizlere tanıttırır.
  • İzzet ve celal, edepsizleri edeplendirmek ve asilere ceza vermek ister. İzzetin ve celalin haşmeti ancak bu şekilde muhafaza edilebilir.
  • Şu dünyada ise her ne kadar bazen zalimlere ve asilere tokatlar gelse de birçok zaman zalim insanlar ve asi kavimler ceza görmeden bu âlemden göçüp gidiyorlar.
  • İşte bu hâl ispat eder ki, başka yerde bir mahkeme-i kübra ve bir ceza yeri olmalıdır. Olmalıdır ki, izzet ve celal haşmetini muhafaza edebilsin.
  • Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ile mümkündür. “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ise, gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki umumi itaati ve asi kavimlere gelen cezaları inkâr etmek ile mümkündür. Zira umumi itaat ve asi kavimlere gelen cezalar inkâr edilemezse “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu itaatin hâkimi ve bu semavi tokatların sahibi olacak zatın varlığı kabul edilecektir. O zatın varlığı kabul edildikten sonra da izzetinin ve celalinin hakkı için ahireti getirmesi gerektiği tasdik edilecektir.

Yani sözün özü: Göz önündeki şu izzeti inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez. Gözüyle gördüğünü inkâr edecek kadar akıldan uzak olana ise zaten diyecek bir sözümüz yoktur!

Kaynak: Ahireteiman.com