Etiket arşivi: Al-i İmran Suresi

Yeni Doğan Bebek İçin Yapılacak Dua

Dua, kulun Rabbine yönelip O’ndan yardım dilemesidir.
Dua bir ibadettir.
Dua bir ibadet olduğuna göre, onun sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle yapılması gerekir. 
Cenab-ı Hak her yerde hazır ve nâzırdır. İnsanın yaptığı her duayı işitir ve cevap verir.

Doğum yapacak hanımın sıhhat ve kolaylıkla doğumunu yapması niyetiyle, önce Âyete’l-Kürsî okunur, sonra Felâk ve Nâs sûreleri okunur. Bunlardan sonra da şu âyet okunur
“İnne Rebbekümülahüllezi haleka’s-semâvâti ve’l-arda fî sitteti eyyâmin, sümme’stevâ ale’l-arşi, yuğşi’l-leyle’n-nehâra yetlübühû hasîsen. Ve’ş-şemse ve’l-kamere ve’n-nücûme müsahharâtin bi-emrih, elâ lehü’l-halku ve’l-emru. Tebârekellahü Rabbü’l-âlemîn.”

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) kızı Fâtıma (r.anha) validemizin doğumunda bu duayı okutmuştur.
Anne baba ve çocuğun yakınları sıhhatli bir doğum haberini alıncada.
Çocuğun Müslüman olarak yaşaması, Allah’ın rızası dairesinde ömür sürmesi, şeytanın şerrinden korunması ve hayırlı bir evlat olması için hayır duada bulunmalıdır.

Çocuk ilk görüldüğünde Kelime-i tevhid okuyup yüzüne üflenir.

Anneye şöyle dua edilir. 
” Barakallahu leke bima razeka’kellahü min veledin ve cealehü salihan”.

Çocuk beyaz beze sarılır, çocuğun bulunduğu oda da, yastık ya da yorgan ve çarşafta, gerek kıyafet ve eşyaların hiçbirinde resim olmamasına dikkat edilir.
Anne çocuğunu emzireceğinde sağ göğsünden emzirmeli.
Şartlar haiz olduğunda abdestsiz emzirmemeye özen gösterilmeli.

Al-i İmran suresi 36. Ayetini ve ihlas süresini okumak faziletlidir.
7 defa El Berru (celle celalühü)
7 defa Eş Şehid (celle celalühü)
3 defa da Kadir suresi okunursa çocuk hiç zina etmez diye rivayet edilmiştir.

Eş, dost, komşulara evde ziyafet vermek, sevincimizi onlarla paylaşmak güzel bir davranıştır.

Hakka süresi zeytinyağına okunup çocuğun vücudu ovulursa dünya sevgisi ondan sıyrılır.

Çocuğun bulunduğu yerde bir hatim okumak ruhaniyetine olgunluk verir

Çocuğun ahlakının güzel olması için 40 gün kulağına yusuf suresi okunur.

Çocuğun itiatkar olması için hergün bir tane yasin suresi okunur.

Çocuğun zeki olması için kulağına bir defa fetih suresi okunur.

Yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okunur,( böyle yapılırsa cin zarar vermez) yüzüne karşı ismi söylenir.
Ezan ve kamet, çocuğa yapılan ilk iman telkinidir.

Rasulullah (sav) güzel isim koymanın önemini şöyle açıklıyor:
“Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel yapın.”

Kötü olan isimlerin çocuklara verilmemesi gerekir.
Kötü isim konmuş çocuk; ”Allah beni doğuştan Müslüman olarak dünyaya gönderdi, sen neden bana kötü manaya gelen ismi koydun?’ diye isim koyandan davacı olacaktır.

Rasulullah (sav) erkek çocuklarına isim olarak, Abdullah, Abdurrahman, Muhammed, Hasan, Hüseyin gibi isimleri kız çocuklarına da Aişe (Ayşe), Fatıma, Zeyneb, Hatice, Cemile, Zehra… gibi isimleri tavsiye buyurmuştur.

Her çocuk için akika kurbanı kesilir. Bu kurban, doğumunun yedinci günü, onun adına kesilir. O gün saçı da traş edilir ve ağırlığı kadar gümüş sadaka verilir,bu sadakanın sevabı hürmetine, çocuğun İslamî bir anlayış içinde ömür sürmesi niyaz edilir, kaza ve belalardan mahfuz kalması dileğinde bulunulur.

Doğumla başlayan bir mükellefiyet daha vardır, O da oğlan çocuğunun sünnet ettirilmesidir, sünnet, Kelime-i şehadet gibi Müslümanla kafiri birbirinden ayırır.
Sünnet etmenin belli yaşı yoktur, muhite, çocuğun sıhhatine, beden yapısına göre değişebilir. Yedi yaşını geçmemeli, bulûğ çağına erdirmemeli. Çünkü, bundan sonra mahremiyet devresi başlar, haramlık söz konusu olur.

Çocuk yetiştirmek, onu imanlı, devletine, milletine yararlı bir evlat olmasını temin etmek baba sülbünden başlar. Baba eve haram lokma getirmemeli.

Bu hususta asrın müceddidi Bediüzzaman‘ın babası ve annesinin hassasiyetine bir göz atalım.

Baba Mirza Efendi, çiftçilik yaptığı tarlasından öküzleri ile birlikte evine dönerken komşu bahçe ve tarlalardan bir şey yemesinler, rızıklarına haram karıştırmasınlar diye öküzlerin ağzını bağlardı.

Haram lokmanın girdiği hanelerin niçin iflah olmadığı ortada. Çünkü haram vücuda girince, önce karakteri ve ahlâkı bozar. O haneyi cehennem hayatına çevirir.

Annesi Nuriye hanım hamile kalınca, abdestsiz yere basmamış, onu abdestsiz emzirmemiştir.
“Hiçbir zalim onu eğemesin, hiçbir âlim onu yenemesin’ diye dua etmiş, hiçbir gece kaçırmadığı teheccüd namazları, ibadetlerindeki hassasiyeti oğlu Said”e ziyadesiyle sirayet etmiş.

Nuriye Hanım, oğlunu ağladığı vakitlerde “Hu hu hu Allah, La ilahe illallah” nidasıyla sakinleştirdiğini ve Said’in sırf bu nedenle konuşmaya başlarken söylediği ilk kelimenin “Allah” olduğu söyler.

“Çocuğun hayırsızı olmaz. Allah hayırlı ana-baba versin.” 

Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki:
“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.”
“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayrimüslim birisinin İslamiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.” 

Babalar çocuklarını helâl rızık ile beslemekle mükellef olduklarını bilecekler. Bunun hiçbir mazereti yok. İkincisi, Annenin bütün hissiyatı, kızgınlığı, öfkesi, sevinci, vesairesi sütle beraber çocuğa geçer,ve çocuk o noktada anneden almış olduğu bu tesirle hırçınlaşır, üzülür ama araya ihlâs süzgeci , abdest süzgeci koyduğunuzda, o süreçte anne durulanır, sakinleşir, kendine gelir, bütün o hayallerinden, korkularından, ürkekliklerinden kurtulur. Münhasıran kendini çocuğu emzirmeye hazırlar. O zaman annenin bütün beşerî zaafları geride kalır.

Hatta Fatih Sultan Mehmed’in annesi çocuğunu emzirmeye başladığı zaman, Yasin okurmuş. Yasin’i bitirdiğinde çocuk doyarmış. O nuranî havayla çocuğa maddî gıdayı veriyor. Öyle bir çocuk Fatih olur işte. 

Bugünün anne-babalarının almaları gereken en büyük ders, büyüklerin annelerinin babalarının, o büyükleri yetiştirirken göstermiş olduğu hassasiyetlerdir.

Derleyen : Çetin KILIÇ
Kaynaklar:
Hadis külliyatı
Risaeli nur külliyatı
Bedüzzamnın hayatı
Sorularla İslamiyet

AL-İ İMRÂN-31’deki “BANA”yı Yanlış Mı Anlıyoruz?

“Niyet ettim Allah rızası için…”

Niyet gerektiren bütün ibadetlerimize bu ifadelerle başlarız. Her ne kadar bazılarımız diliyle böyle söylerken, kalbiyle “Niyet ettim Cennete kapağı atmak için…” manasını düşünüyor olsak da, ibadetlerde aslolanın Allah’ın (cc.) rızasını kazanmak, kendimizi O’na sevdirmek olduğunu hepimiz biliriz.

Rabbimizin nazarında itibarımızı arttırmak, O’nun katında daha değerli olabilmek içinse ibadet edip emirlerine uyar, yasakladıklarından da uzak dururuz. Böylece Rabbimize daha sevimli geleceğimizi umarız.

Kısacası, her Müslüman için, kendini Rabbine sevdirmek hedeftir. “Benim Allah’ın sevmesine, benden razı olmasına ihtiyacım yok!” diyen -akıl sağlığı yerinde- bir Müslümana rastlamak mümkün değildir.

Rabbimiz de kendisinin rızasına yaklaştıran davranışları bizlere bildirmiş, kendimizi O’na sevdirebilmek için neler yapmamız gerektiğini bize haber vermiştir.

İşte bunun yollarından bir tanesi Al-i İmran Suresi’nin 31. Ayetinde çıkar karşımıza. Bu ayette Rabbimiz, Hazreti Peygamber’in diliyle, bize, sevgisini kazanmanın yolunu tarif eder:

“(Ey Peygamber!) De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafur – Rahîm’dir.”

Bu yol göstermenin sonucunda her Müslümanın, Hazreti Peygamber’in hayatını inceleyip, ona tabii olması, onun yaptıklarını yapıp kaçtıklarından kaçması beklenir, değil mi?

Nitekim pek çoğumuz Rabbimizin muhabbetini ve rızasını sünnete ittibada ararız.

Onun gibi namaz kılar, onun gibi oruç tutarız; onun gibi tesbihat yapar, onun gibi dua ederiz; onun gibi misvak kullanır, onun gibi yemek yeriz. En azından bunları yapmaya gayret ederiz.

Özetle; Rabbimizi sevdiğimiz için onun elçisine tâbi oluruz. Ve böylece Rabbimizin de bizi sevmesini umarız.

Hazreti Peygamber’in en önemli görevlerinden biri olan tebliği de onun yaptığı gibi yapmaya çalışır bazılarımız. Fakat onun yaptığı gibi, insanları Allah’a kul olmaya davet etmek hassas bir konudur. Rasulullah’ın (sav.) uyguladığı tebliğ metotlarını uygulamak için ilim gerekir, sabır gerekir… Meselâ kavl-i leyyini yani tatlı dille, kibarca meramımızı anlatmayı iyi bilip uygulamamız gerekir.

Bazılarımız bu işi çok iyi becerir. Bazılarımızsa tebliğ yaparken, insanları Allah yoluna davet ederken Al-i İmran 31’i yanlış anlıyoruz sanki!

Kendimizi Efendimizin yerine koyma işini abartıp, ayetteki “bana uyun” ifadesindeki “bana”nın kendimiz olduğunu mu zannediyoruz meselâ?

Nasıl oluyor da Rabbimizin sevgisini kendi onayımıza bağlayabiliyoruz?

Yine o zan sebebiyle hidayetine vesile olduğumuz bir kişinin bize tabi olmasını; bize tebaa, mürit olmasını bekleyebiliyoruz.

Hâlbuki ayette konuşturulan Sevgili Peygamberimizdir (sav.). Cümledeki, ittiba edilmesi gereken özne (bana) de yine sözü söyleyendir. Yani Efendimiz (sav.)… Biz ancak ona uymaya davet edebiliriz.

Peki, kendimizi Allah’ın bir insanı sevmesi için olmazsa olmaz şart sayacak kadar önemli addetmemize sebep olan şey nedir?

Acaba “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” hadis-i şerifinde kast edilen âlimlerden mi sayıyoruz kendimizi?
Reklâmlarda dendiği gibi: O ne özgüven o?

Hâlbuki o kardeşlerimiz bizim için, “hidayet vakti bizimkinden biraz daha sonra gelmiş kardeşlerimiz” olmalıdır sadece.
Her ne kadar Hz. Ali kendisine bir harf öğretenin kölesi olacağını söylese de, bizim vesilemizle hidayete ermesi, hiçbir kardeşimizi bize köle yapmaz. Zaten Hazret-i Peygamber’in (sav.) “ilmin kapısı” diye tarif ettiği zata bir harf öğretebilecek kaç kişi vardır ki dünyada?

Tebliğ yapan kişinin tek derdi muhatabını Rabbine ulaştırmak olmalıdır. Bunu yaparken de kendisi ile meşgul etmemelidir. Muhatabının ömür boyu kazanacağı sevaplardan alacağı pay, tebliğ yapan kişi için zaten büyük bir kazançtır.
Muhatabını ilave bir aidat, yeni bir abone, artı bir oy, bir mürit olarak görüp bu kazancı heba etmenin anlamı var mı?

Tebliğci ayna gibi olmalıdır. Hazreti Peygamberi kendisinde yansıtan, muhatabına o ihtişamı gösteren bir ayna olmalıdır. En güzel aynalarsa, üzerinde yansıttığı görüntüyü bozacak en küçük bir leke bulundurmayan, tertemiz aynalardır.

Dürbün gibi görüntüyü doğru noktaya odaklamalıdır. Rabbimizin yüceliğini, nimetlerini görmekten uzak kalmış gözler için bunları yakına getirmelidir. Ancak merceklerinde toz, kir yapışmış olmamalıdır. Uzağı yakın etmesi gerekirken üzerindeki lekelerle meşgul eden bir dürbün ne işe yarar ki?

Aynadan baktığımızda üzerindeki lekelerden dolayı ne yansıttığını göremiyorsak, dürbünü gözümüze dayadığımızda tek gördüğümüz parmak izlerinden oluşmuş bir sis perdesi ise, her ikisi de göstermek istedikleri şeyi gösteremiyorlar demektir.

Kısacası; insanları Allah’ın yoluna davet eden kişi, nefsini araya koymadan, muhatabını Kur’an’a, Rasulullah’a (sav.) yani doğrudan Rabbine ulaştıracak yola götürmelidir. Nefsini aradan çıkarma konusunda sorun yaşıyorsa, öncelikle bu sorunu halletme gayretinde olmalıdır.

Muhiddin Yenigün