Etiket arşivi: Allahın sıfatları

“El-Azim” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Azim, azamet ve büyüklük sahibi manasına gelmektedir. Allah-u Teâlâ Azim’dir. Hem zatında hem isim ve sıfatlarında azamet ve büyüklük sahibidir. Bütün büyükler, O’nun büyüklüğü yanında küçüktür. Büyük bildiğimiz her şey, el-Azim isminin tecellisiyle ve bu isme mazhariyetle o büyüklüğe ulaşmıştır.

Bu ism-i şerifi iki cihetten inceleyeceğiz. Önce Cenab-ı Hakk’ın zatındaki büyüklüğü, sonra da isim ve sıfatlarındaki büyüklüğü tahlil ve tefekkür edeceğiz.

Cenab-ı Hak zatı itibariyle Azim’dir ve büyüklük sahibidir. İnsanlar bu azamet ve büyüklüğü kavramaktan acizdirler. İnsan bir şeyin büyüklüğünü bazen gözü ile görür, bazen aklı ile kavrar, bazen hayali ile ihata eder, bazen de hayal gibi en geniş duygu dahi o büyüklüğü kavramaktan aciz kalır.

Mesela: Bir fili gördüğünüzde, “Bu büyüktür.” dersiniz. Sonra bir dağa baktığınızda, “Bu daha büyüktür.” dersiniz. Sonra bir denize bakarsınız, “Bu dağdan da büyük.” dersiniz. Bu büyüklükleri göz görürken, “Dünya büyüktür.” denildiğinde, bu büyüklüğü göz ihata edemez. Çünkü Dünya, gözün görebileceği büyüklükten daha büyüktür. Bu büyüklüğü insan ancak aklı ve bilimsel verilerle kavrayabilir.

Güneşin Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olmasını ise, akıl zorla kavramakta ve bir kısım akıllar kavramaktan aciz kalmaktadır. Bu büyüklük, belki de aklın kavrama sınırıdır. Çünkü Dünya’yı 1.300.000 defa büyütmek ve sonra akıl ile bu büyüklüğü görebilmek çok zordur.

Bu büyüklüklerden sonra karşımıza aklın da ihata edemediği, belki hayal ile yetişilebilecek büyüklükler çıkar. Mesela denilir ki, “Samanyolu Galaksisi’nde Güneş gibi 300 milyar yıldız vardır. Samanyolu Galaksisi’nin yarıçapı 100.000 ışık yılıdır…” Böyle büyüklükler karşısında akıl kavramaktaki acizliğini itiraf ederek, vazifeyi hayale havale eder. Hayal bir nebze bu büyüklükleri anlamaya çalışır. O da ancak bir nebze başarır.

Sonra karşımıza hayalin de kavramaktan aciz kaldığı büyükler çıkar. Mesela, Canis Majoris yıldızı… Bu yıldız, 7 Desilyon Dünya büyüklüğündedir. Rakam olarak ifade edecek olursak, bu yıldız içine tam bu kadar Dünya almaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000 Şimdi, bu kadar Dünya’nın içine sığdığı yıldızın büyüklüğünü hayal edebiliyor musunuz?

Değil aklın kavraması ya da hayalin ihata etmesi, dil bile telaffuzdan aciz kalıyor. İşte bütün bu büyüklerde Cenab-ı Hakk’ın El-Azim ismi tecelli etmiştir. Bu isme karşı bizim vazifemiz ise, bu büyük mahlûkların, el-Azim isminin bir tecellisi olduğunu düşünmek ve bu mahlûklara bakarken “Ya Azim, ya Azim” diyerek Rabbimizi tesbih etmektir.

Bu büyükleri gördükten sonra şimdi sıra geldi Allah’ın zatının büyüklüğüne…

İnsanın, Allah’ın yarattığı mahlûkların büyüklüğünü anlamaktan ve idrakten aciz olduğunu böylece gösterdik. Acaba mahlûkların büyüklüğünü kavramaktan aciz olan insan, o mahlûkları yoktan yaratan zatın yani Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrayacaktır? Elbette ki kavrayamaz ve anlayamaz… Dedik ya, insan daha yıldızların ve galaksilerin büyüklüğünü anlayamıyor. Nerde kaldı, Allah’ın zatının büyüklüğünü anlamak…

O halde, el-Azim isminin Allah’ın zatına bakan cihetinde, insanın bilmesi ve söylemesi gereken söz şudur: Allah Azim’dir. Zatı, her şeyden ve her büyükten daha büyüktür. Zaten bütün büyükleri yaratan da O’dur. Bildiğimiz bütün büyükler, O’nun zatı yanında küçüktürler. Ancak ben bu büyüklüğün mahiyetini anlamaktan, sırrına vakıf olmaktan ve aklımla ihata etmekten acizim. Ben Allah’ın Azim olduğunu, her şeyden daha büyük olduğunu bilirim ve buna iman ederim. Ama zatındaki bu büyüklüğün mahiyetini kavramaktaki acizliğimi kabul etmekle beraber, işin hakikatini Allah’ın ilmine havale ederim. Evet, Allah Azim’dir; lakin aklım, idrakim ve hayalim bu azameti anlamaktan acizdirler. Öyle ya, daha Güneş’in büyüklüğünü anlayamıyorken, güneşleri ve galaksileri bir emir ile yoktan icat eden zatın büyüklüğünü nasıl anlayabilirim! Buna ancak iman eder ve tasdik ederim.

El-Azim isminin Cenab-ı Hakk’ın zatına bakan cihetine bu şekilde noktayı koyalım ve biraz da bu ism-i şerifin, Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarına bakan yönünü düşünüp tefekkür edelim.

Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarında bir sınır yoktur. Mesela, kudretiyle bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkta baharı da icat eder ve Cennet’i de yaratır. Allah’ın kudretinde zerreler ile yıldızlar birdir. O’nun kudretine kıyasla, “Bu, şundan daha kolaydır.” denilemez. Allah için, bir sineği yaratmakla, öldükten sonra bütün insanları diriltmek aynı kolaylıktadır. İşte bu manasıyla kudret sıfatının bir sınırı yoktur. Allah-u Teâlâ, kudret sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın kudreti sınırsız olduğu gibi ilmi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ ilmiyle beni bildiği gibi, bütün insanları da bilir, diğer bütün mahlûkatı da bilir. Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur. O’nun ilmine kıyasla, “Bunu bilmek, şunu bilmekten daha kolaydır.” denilemez. Yine O’nun için, dünden, bugünden ve yarından bahsedilemez. Geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed her daim O’nun gözetimindedir. İşte bu manasıyla ilim sıfatının bir sınırı yoktur. Allah ilim sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın ilmi sınırsız olduğu gibi görmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Basir ismiyle beni gördüğü gibi, bütün insanları da görür, bütün mahlûkatı da görür. Her şey O’nun görüş dairesindedir. Hiçbir mahlûk O’nun görüşünden kaçamaz ve gizlenemez. Karanlık bir gecede, toprağın altındaki karıncanın ayak izini görür ve onu bilir. İşte bu manasıyla Basar sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ Basar sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın görmesi sınırsız olduğu gibi işitmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Semi’ ismiyle beni işittiği gibi, bütün insanları da işitir, kalplerimizin sesini de işitir, bütün mahlûkatı da işitir. Bir ses bir sese; bir iş bir işe mani olmaz. İşte bu manasıyla işitme sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ işitme sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Diğer bütün isim ve sıfatları verdiğimiz örneklere kıyas edebilirsiniz. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları sınırsızdır. İşte bu sınırsızlığı ve büyüklüğü ifade eden isim el-Azim ismidir.

Ey azamet ve saltanat sahibi! Ey azametine karşı her şeyin boyun eğdiği! Ey her şeyde azameti görünen! Ey bütün azimlerden daha azim olan! Ey izzetinde Azim, celalinde Azim, kudretinde Azim ve her isim ve sıfatlarında Azim olan! Azametinin hakkı için biz günahkâr kullarını bağışla. Senden başka hiçbir şeyi olmayan ve tek ümidi affın ve rahmetin olan şu kullarına merhamet eyle! İsim ve sıfatların hakkındaki bu çalışmamızı günahlarımıza kefaret eyle. Bizleri kendine kul ve Habibine ümmet eyle. Âmin!

Gözlem mi, Deney mi?

On Yedinci Lema’nın On Beşinci Nota’sı ‘nın birinci meselesi “femenyamelmiskale zerretin hayren yera, ve men yamel miskale zerretin şerren yera “ ayetinin bir açıklamasıdır. Ayet zerre kadar hayrın da zerre kadar şerrin de hesabı sorulacağını , muhasebe edileceğini anlatır. Bahis Allah’ın Hafız isminin okumalarındandır.Hafız isminden hareketle Risale-i Nur’da çok bahisler vardır. Bediüzzaman burada daha değişik bir perspektiften anlatır bu ismin tecellisini. Buradaki tecellisine t e c el l i –i et e m der. Hafız ismi hiçbir hayrı ve şerri dışarda bırakmayacak derecede bir şumül ve kapsam ile icraat yapar demektir, teclli-i etemmin manası bu doğrultudadır.

Bediüzzaman bahiste bir şahsa hitaben konuşur, Ona der ki “ Kur’an-ı Hakim’in bu hakikatına delil istersen , Kitab-ı Mübin’in mistarı üstünde yazılan şu Kainat kitabının sahifelerine baksan, İsm-i Hafız’ın cilve-i Azamını ve bu ayet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihette görebilirsin” Bediüzzaman kendisi bir gözlemini adeta deney yapar gibi anlatacakken aynı gözlemleri herkesin yapabileceğini de söylemiş olur. Allah’ın yaratma dairesi iki kısımdır. İmamı Mübin, kitabı Mübin. Nasıl bir mühendisin önce yapacağı şeyleri tasarlama ve biçimlendirme dairesi vardır, Allah’ın da varlıkları yaratmadan önce onları tasarladığı biçimlendirdiği geometrilerini oluşturduğu bir yer vardır. Tasarım ve plan dairesi imamı Mübin ve onların yaratıldığı yer de yani varlığa dönüştürüldüğü yer de kitabı mübindir. Tasarım ve o tasarım üzerine biçimlendirme . Tasarım dairesinde cetveller ve ölçüm aletleri olur, pergel ve başkaları bütün varlıklar bu Bediüzzaman tarafından mistar olarak ifade edilmiş. Her varlık vücuda gelmeden önce ölçülür biçilir heyeti ortaya çıkar daha sonra onlar o ölçü ile yaratılırlar. Bu kainat kitabı bu tasarım ve ölçüm dairesinin ölçüm aletleri ile boyutları belli olan varlıkların yaratılması ile meydana gelmiştir.

Burada işaret edilen varlıkların ikinci vücuda gelişleri birinci vücuda gelişlerinde yapmış olduklarının ortaya çıkmasıdır.

İmamı Mübin yaratılmış olanların plan dairesi olduğu gibi , vücuda gelenlerinden amellerinin yaptıklarının korunduğu ve yeni yaratılışlarının onlara göre yapıldığı planlandığı yerdir.

Bediüzzaman anlattığı kişiye şöyle bir teklifte bulunur. “Ağaç , çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı , nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukcaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. “ Tohumların herbirinin fizyolojik özellikleri farklıdır, ama onları bir avuç içinde defnet diyor, burada ek demiyor defnet diyor , defnetmek ölüler için kullanılır. Ama Bediüzzaman bir hakikatle empati kurmak için ekmek kelimesi yerine defnet kelimesini kullanmış. Ölüler defnedilir, tohumlar ekilir, ama tohumlar ekilirken başka bir zeminde ortaya çıkarlar, yani ölüyü defnetmek ile tohumu defnetmek aynı hakikattir ikisi de bir süre sonra ortaya çıkacaktır. Bir kelime ile bir hakikatı bir hikayeye çevirir.Ölümün vahşi hakikatini ölüm diye değil, bir süre süre sonra dirilmek anlamında alır.

Bediüzzaman ekmek fiilinin veya defnetmenin safahatını anlatırken, ekme ve üretme fiiline katkısı olanların yaptıkları işin gerektirdiği ilmi ve sanatı bilmediklerine tahlil eder. “Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula .” Burada suyu tarif etmiş olur, su mizansızdır, yani nereye ne kadar gideceğini bilemez, buğdayın suya olan ölçüsünü su bilmez, domatesin de , elma ağacının da , su nereye gittiğini bilmez, yani şuurlu değildir, eşyayı da farketmez. Hangi şeye dersen orya gider, bu elmadır , bu üzümdür demez ve bilmez. Toprağın altında tohum ile toprak arasında meydana gelen kimyevi tahilleri de anlatmaz, o da ayrı bir konu .

Defneden şahsa hitab eder. “sonra senevi haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel bak! İsrafil vari melek-i rad baharda , nefh-i sur nevinden yağmura bağırması , yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat etki , o nihayet derecede karışmış ve birbirine benziyen otohumcuklar , ism_i Hafız’ın tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fatır-ı Hakimden gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar.Ve öyle Tevfik-i hareket ediyorlar ki onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret , bir kasd, bir irade , bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü görütyorsun ki , o birbirine benzeyen tohumcuklar , birbirinden temayüz ediyor ayrılıyor. “

Bediüzzaman bu paragrafta yine bir cümle kullanır. “ Senevi haşrin meydanı olan bahar mevsimi “ Bediüzzaman haşir yani dirilme denen olayı sınıflandırmıştır, her akşam yarı ölüm ile uykuya giren insan sabah bir nevi haşir ile yatağından kalkar, akşam bir nevi ölüm, sabah bir nevi haşirdir,tohumun midede ölümü , bedende yeni bir haşir ile yenilenmektir, böylece tasnif eder. Her sene sonbaharda ölen bitkiler baharda haşir ile dirilirler, bu senevi haşirdir. Buradan yine insanın haşrin sabahındaki dirilmesine bir gönderme vardır, o da haşrin bir sınıfıdır. Burada anlatılan bir şey de ikinci diriliş ile ölüm arasında bir surenin oluşumudur.

Gök gürültüsü ile baskılanan hava azotu aşağı iter ve toprak altındaki bitkiler o baskılananazot ile ruhlanır ve dışarı çıkarlar bubilimsel hakikati dini bir mantık ile izah eder. Azotu bastırıp varlığı toprak altından dışarı çıkarmak ile İsrafil hazretlerinin üflediği ruh ile ölüleri diriltmesi arasında bağlantı kurar. Bediüzzaman ilmin bütün verilerinin dini hakikatler ile birlikteliğini savunmuştur, onun Bedii yanının önemli bir tarafı bu perspektiftir.

Şimdi haşri yaşamış ve ortaya çıkmış olan varlıkları yorumlar. Ortaya çıkan canlılar birbirindenfarklı kimlikler ile ortaya çıkıyorlar. Onları üretmek için yapılan işlerde bir ilim yok, serpmek, defnetmek, sulamak ama ortaya çıkan canlıların özellikleri

  • Şuur
  • Basiret
  • Kasd
  • İrade
  • İlim,
  • Kemal
  • Hikmet

Yapılan iş şuurla yapılmıştır, bilinçli olarak yapılmıştır, yapılan iş görenbiri tarafından yapılmıştır, eşyayı gören ve yapılan şeyin taalluk ettiği insanları gören çünkü bitki fizyolojisi ile insan fizyolojisi birbirini tamamlıyor, kasd bir şeyi önceden belirleyip kasteteder yapmak,irade yaptığı işi planlayıp sonra uygulamaya geçecek gücü kendinde buluyor ki varlıklar oluyor, yapılan işin ilmi var, tam eksiksizyapılıyor, hem de bir gayeye hizmet edecek şekilde hikmetle yapılıyor. Bütün bunlar ne bitkininne tohomun ne ona hizmet eden şeylerin , ne de çiftçinin elinde değli.

Sonra Bediüzzaman tasvir ile ortaya çıkan canlıları anlatır. Sanat edebiyat ve tasvir harikalarıdır, işin ne kadar bilerek görerek yapıldığını anlatır. “Mesela bu tohumcuk bir incir ağacı oldu. Fatır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bize uzatıyor. İşte bu ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise gün aşıkı namındaki çiçek , ve hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi . Yüzümüze gülüyorlar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve Kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Ta nebati hayat mertebesinden , hayvani hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hakeza kıyas et. “

İkinci dirilişin ilim ve hikmet yanını izah ettikten sonra bahis marifetullaha ve insana bağlanır. Bilimin iki büyük silahi vardır, tahlil ve mukayese . Tahlil ve mukayese olmasa ilim olmaz. Bediüzzaman büyük bir analizci, analitik düşünen bir insandır. Toprağa atılantohumların atalarının irsiyetine uygun dirilmesi ile insanın dirilmesi arasında bağ kurar. Asıl bu analizin hedefi de odur.

“herbir tohum ism-i Hafiz’in cilvesi ile ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti iltibassız , noksansız muhafaza edip gösteriyor.işte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zat-ı Hafız kıyamet ve haşirde hafiziyetin teceli-i ekberini göstereceğine kati bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zail , fani tavırlarda bu derece kusursuz , galatsız hafiziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki ebedi tesiri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların efal ve asar ve akvalleri vöe hasenat ve seyyiatları , kemal-ı dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. “ Ayet hafiziyetin tecelli-i etemmi , tam bir tecellisidir. Bitkinin ortaya çıkması bir tecellidir ama insanın ki ise tecell-i ekberdir, en büyük tecellidir, insanın yeniden dirilmesidir. İncir tohumuna incir emanet edilmiştir o emanetini hafiziyet ile korur, diğer bitkilerde kendilerine emanet edilen özellikleri korurlar, insan ise büyük emanetin taşıyıcısıdır, emaneti kübranın taşıyıcısıdır.Onu koruyan bunu korumaz mı . Tesiri mevsimlik değil ebedidir, büyük önemi vardır, onun için bütün bir kainat seferberdir. O zaman onun

  • Efal
  • Asar
  • Akval
  • Hasenat
  • Seyyiatları ,

Tam bir dikkat ilemuhafaza edilir, ve muhasebesi hesabı yapılacaktır. Çünkü hıfzetmek muhafaza etmek, hesab içindir. Esnaf akşama kadar satar, kaydeded akşam kar zarar hesabı yapar. İnsanın da hesabı muhafadan sonradır.”insan kendini başıboş ve gayri mesul zannetmesin . Onun da divan-ı muhasebat(sayıştay-mahkeme-i kübra)ta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra müstahak olduğu yere gidecektir.—E y arkadaş insan da başıboş, serseri , sahipsiz bir hayvan değildir. Arncak onun da bütünharekat ve efali yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve amalininin neticeleri hıfzediliyor ki mahusebe-i kübrada ona göre derece alsın”

Aya bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak Haşa . Belki insan ebede mebustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek . işte hafiziyetin cilve-i kübrasına ve mezkur ayetin hakikatına şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meselede ki gösterdiğimiz şahid denizden bir katre dağdan bir zerredir. “

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

 

Herşeyi Allah yarattı, Öyleyse Allah’ı kim yarattı? (Video)

“Bu Mahlûkatı Allah Yarattı. Öyleyse Allah’ı Kim Yarattı?”

Hiçbir soru yoktur ki, bir cevabı olmasın. Hiçbir vesvese yoktur ki, onu yok edecek bir cevap bulunmasın. Hiçbir şüphe yoktur ki, aklı ikna edecek bir izahı olmasın. Hâl böyle iken maalesef sorularının cevapsız olduğunu zanneden bir kısım insanlar imandan uzaklaşmakta ve bazen de cevapsız zannettikleri soruları yüzünden imanlarını kaybetmektedirler.

Bilhassa tek gayesi imanı çalmak olan şeytan ve şeytanlaşmış insanlar cevapsız zannedilen bu sorularla genç dimağları lekelemekte ve onların imanlarını sorularla çalmaktadır. Bu eseri hazırlamaktaki amacımız, cevabı yok zannedilen böyle bir soruya cevap vermek ve bu sayede iman hırsızlarının bir vesvesesini yok ederek körpe dimağlara attıkları bir şüpheyi kökünden kazımaktır.

Bu eserimizde cevabını vereceğimiz soru şudur: Onlar diyorlar ki: “Hadi Allah var diyelim. Her şeyi Allah yarattı. Peki ama Allah’ı kim yarattı?”

Onlar bu sorularıyla -hâşâ- Allah’ı yaratan bir yaratıcı arıyorlar ve bir yaratıcı gösterilemeyince de kendilerini galip kabul ediyorlar.

Şimdi bu mantıksız sorunun cevabını vereceğiz. İnşallah bu cevap yaralanan gönüllere bir âb-ı hayat ve bozulmuş akıllara bir deva olacaktır. İnayet ve tevfik Allah’tandır.

1- Maddeyi kim yarattı?

“Allah’ı kim yarattı?” sorusuna verilecek ilk cevap bir sorudur: “Peki maddeyi kim yarattı?”

Eğer bir ateist sizi sıkıştırmak için, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu sorarsa siz onun bu sorusuna bir soru ile cevap verin ve deyin ki: “İlk önce sen benim soruma cevap ver. Benim sorum şu: Maddeyi kim yarattı? Bu sorumun cevabını verdikten sonra senin soruna cevap vereceğim.”

Bir ateistin sorunuza vereceği cevap şudur: “Madde yaratılmadı ki, o ezelde vardı. Yani başlangıç dediğimiz noktada madde vardı.”

O bu cevapları verdikten sonra tek yapacağınız şey onun cümlesinde özne olan “madde” kelimesini kaldırmak ve madde yerine “Allah” lafzını koyarak, “Allah yaratılmadı, o ezelde vardı. Yani başlangıç dediğimiz noktada Allah vardı.” demek.

O sizin bu cevabınıza karşı şöyle diyecek: “Nasıl yani, nasıl yaratılmadı? Her şeyin bir yaratıcısı vardır, muhakkak bir yaratıcı göstermelisin.”

Onun bu itirazına karşı şöyle söyleyin: “Ama sen biraz önce madde için, ‘Yaratılmadı, ezelde vardı. Başlangıç denen noktada madde vardı, maddenin başlangıcı yoktur.’ gibi sözler söyledin. Yani sana göre maddenin bir yaratıcısı yok ve yaratıcısız var olması mümkün. O hâlde bu imkânı niçin Allah hakkında kabul etmiyorsun? Yani maddenin yaratılmamış ve ezelî olduğunu kabul edebiliyorsun, ama iş Allah’a gelince madde hakkında kabul edebildiğin bu durumu Allah hakkında kabul edemiyorsun. Maddenin ezelî olması mümkün de Allah’ın ezelî olması mümkün değil mi? Maddenin yaratıcısız var olması mümkün de Allah’ın yaratıcısız var olması mümkün değil mi? Nasıl olur da ezeliyete bütün bütün zıt olan maddeye ezeliyet sıfatını verebiliyorsun ve bundan hiç sıkılmıyorsun da iş Allah’a gelince bu sıfatı Allah hakkında yadırgıyorsun. Yani sana göre her nasılsa madde ezelî olabiliyor, ama Allah ezelî olamıyor. O zaman sen bildiğin gibi inan, ben de bildiğim gibi. Sen maddenin ezeliyetine iman et, ben de Allah’ın ezeliyetine. Sonuçta ikimiz de ezeliyet kavramına inanıyoruz. Aramızdaki tek fark, sen ezelî olamayacak maddeye ezeliyeti veriyorsun, ben ise ezeliyet zatının vasfı olan Allah’a ezeliyeti veriyorum.”

Burada şu noktayı izah etmek istiyoruz: Acaba ateistler niçin maddeye ezelî demek zorunda? Onlarla bu konudaki münazaramızın belirttiğimiz şekilde geçeceğini nereden biliyoruz. Yani onlara, “Maddeye kim yarattı?” diyeceğiz, onlar da “Madde yaratılmadı, ilk başlangıçta madde zaten vardı. Yani madde başlangıcı olmayan bir varlıktır, ezelîdir.” diyecekler. Biz de daha sonra onların cümlesindeki özne olan “maddeyi” kaldırıp yerine “Allah’ı” koyacağız. Münazaranın bu şekilde geçeceğinden nasıl bu kadar eminiz?

Eminiz, çünkü ateistler maddenin ezeliyetine inanmak zorundadırlar. Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermek ve “Madde yaratılmamıştır, kendi kendine vücut sahibidir.” demek zorundadırlar. Zira bir şey ezelî değilse sonradan olmuştur. Bu iki şeyin ortası yoktur. Bir şey ya ezelîdir ya da sonradan var olmuştur. Sonradan var olan ise bir yaratıcıya muhtaçtır. O şeyin yokluğunu varlığına tercih edecek bir yaratıcıya.

Eğer maddenin ezeliyeti kabul edilmezse sonradan yaratıldığına hüküm edilecektir. Bu ise bir yaratıcıyı yani Allah’ı kabul ve tasdik ettirecektir. Bu sebeple ateistler Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermektedirler.

Bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Elimize bir kalem alıp bu kâğıda A harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu A harfi sonradan var olmuştur. Bir kaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Yani ezelî değildir, sonradan olmuştur. Madem A harfi bir kaç dakika önce yoktu, şimdi var; o hâlde onu yazan bir kâtip olmalıdır. Kâtip A harfinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve iradesiyle A harfini var etmiştir. Kâtip olmadan A harfinin varlık âlemine çıkması mümkün değildir. A harfinin varlığı bir kâtibin varlığını zaruri kılar.

Şimdi eğer siz A harfinin kâtibini inkâr etmek istiyorsanız iki şeyden birini yapmalısınız:

1- A harfinin kendini inkâr etmelisiniz. Yani “A harfi diye bir şey yoktur.” demelisiniz. Zira harfi inkâr ettiğinizde kâtibi de inkâr edebilir ve diyebilirsiniz ki: “A harfi yok ki onu yazacak bir katibe ihtiyaç olsun.” Eseri inkâr ettiğinizde eseri yapanı da kolayca inkâr edebilirsiniz.

İşte bu misalde olduğu gibi, Allah’ı inkâr etmenin 1. yolu, misaldeki A harfi hükmünde olan şu kâinatı inkâr etmek ve her şeyin hayal ve kâinatın yok olduğuna inanmaktır. Zira misalde belirttiğimiz gibi, eser yoksa usta da yoktur. Eğer kâinat yoksa, “Bu kâinatı kim yarattı?” diye bir soru da yoktur. Olmayan bir şeyin ustası aranmaz.

“Kâinat nasıl inkâr edilebilir” diye düşünmeyin, zira felsefecilerin Sofestai denilen kısmı bunu yapmış ve A harfi hükmünde olan kâinatı inkâr ederek her şeyin hatta kendilerinin dahi hayal olduklarını kabul etmişlerdir. Kâinatı inkâr ettiklerinden dolayı da “Bu kâinatı kim yarattı?” sorusuna muhatap olmamışlardır. Zira onlara göre kâinat yoktur ki bir yaratıcıya ihtiyaç olsun. Yani onlara şu güzel dünyayı gösterip “Bu dünyayı kim yarattı?” diye sorsanız onlar derler ki, “Ne sen gerçeksin, ne ben, ne de bu dünya. Biz yokuz, biz hayaliz; hiçbir şey yok. Dolayısıyla “Kim yarattı?” diye bir şey sorulamaz. Onlar hakkında tek söyleyeceğimiz şey şudur: Herhâlde kendilerinin ve kâinatın hayal olup olmadığını son nefeste anlamışlardır.

Eğer Sofestailerin yaptığını yapamaz ve sayfadaki A harfini inkâr edemezseniz kâtibini inkâr etmek için geriye tek yol kalır. O da A harfinin yazılmamış olup ezelden beri orada olduğudur. Zira yazılmamışsa ve kendi kendine ezelden beri varsa o zaman yine kâtibe ihtiyaç duymaz. Bu durumda, “A harfini kim yazdı?” diye bir soru sorulsa şöyle cevap verilir: “A harfi bu sayfanın varlığından beri vardır. Onu kimse yazmadı, o zaten vardı.”

Bu misalde olduğu gibi, şu kâinat da bir sayfadır. Üzerindeki eşya ise bu sayfada yazılan harfler hükmündedir. Bu sayfanın kâtibi olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için sayfanın ve içindeki harflerin sonradan yaratılmadığını yani ezelî olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer maddeye ezeliyet verilmezse sonradan yaratıldığı bilmecburiye kabul edilecektir. Zira ikisinin ortası yoktur. Sonradan yaratıldığı kabul edildiğinde de “O hâlde bunu yaratan kimdir?” sorusu sorulacaktır. Zira bir şey sonradan yaratılmışsa onun muhakkak bir yaratıcısı olmalıdır.

İşte bu sebepten dolayı kâfirler maddeye ezeliyeti vermek zorunda kalmışlardır. Allah’ın ezeliyetini akıllarına sığıştıramayanlar maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İşte anlattığımız bu sebepten ötürü siz hiç korkmadan size, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu soran ateiste, “Peki maddeyi kim yarattı?” sorusunu sorun. Merak etmeyin, o hemen atlayacak ve “Madde yaratılmamıştır, ezelîdir, başlangıcı yoktur.” diyecektir ve demek zorundadır. Bu durumda siz de ona şöyle deyin: “Yani sen ezeliyet ve yaratılmamışlık diye bir kavrama inanıyorsun. Hatta bu kavramı ezeliyeti mümkün olmayan maddeye kolayca veriyorsun. Senin madde hakkında söylediğin her şeyi ben de Allah hakkında söylüyorum. Ezeliyeti kabul etmekte ikimizin bir farkı yok. Tek fark, sen bu sıfatı maddeye veriyorsun; ben ise yegâne sahibi olan Allah’a. Sen önce maddenin ezeliyetini izah et, sonra gel; ben sana Allah’ın ezeliyetini izah edeceğim.”

2- Örneklerle cevap verelim

Misaller derin hakikatlere ulaşmada bir basamak ve hakikatleri kavramada etkili bir yoldur. Bu sebeple “Her şeyi Allah yarattı. O hâlde Allah’ı kim yarattı?” sorusunun cevabını misaller ile verecek ve her misali sorunun cevabına bağlayacağız. Misaller anlaşıldığında cevapsız zannedilen sorunun cevabı da kolayca anlaşılacaktır.

1. MİSAL

Şimdi uzun bir tren düşünüyoruz. Soru sahibi soruyor: “Bu en arkadaki vagonu kim çekiyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Onun önündeki vagon çekiyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki o vagonu kim çekiyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu da önündeki vagon çekiyor.”

Soru sahibi sorusuna devam ediyor: “Peki onu kim çekiyor?”

Biz de cevaplıyoruz: “Onu da önündeki çekiyor.”

Sorular devam ede ede nihayet ilk vagona sıra geliyor. Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu vagonu kim çekiyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu bu lokomotif çekiyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu lokomotifi kim çekiyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Bu lokomotifi kimse çekmiyor. O kendi kendine hareket ediyor.”

Lokomotif hakkındaki bu izahımızdan sonra soru sahibi hâlâ onu çeken bir şey arıyor ve tekrar soruyor: “Dediğini anladım, ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Biz diyoruz ki: “Anlamamışsın, çünkü anlasaydın aynı soruyu tekrar sormazdın. Bak sana bir daha anlatayım: Lokomotif denince raylar üstündeki bir vagon dizisini çekmede kullanılan, buharla ya da bir motorla çalışan makineyi kastederiz. Sen lokomotifin ne demek olduğunu bilmiyor ve onu vagon ile karıştırıyorsun. Vagon hakkında sorabileceğin ve sorduğunda cevap alabileceğin bir soruyu lokomotif hakkında da sorabileceğini ve sorduğunda cevap alabileceğini zannediyorsun. Ama hâl böyle değildir. Vagon hakkında, ‘Onu kim çekiyor?’ diye bir soru sorabilirsin, ama lokomotif hakkında böyle bir soru soramazsın. Çünkü lokomotif çekilmez, o başkasını çeker.”

Biz bu detaylı açıklamayı yaptıktan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam tamam anladım, hem de çok iyi anladım. Ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Yahu sen bizi hiç anlamamışsın. Eğer bir parça anlasaydın, sorunun anlamsızlığını anlar ve tekrar sormazdın. Bak sana bir daha anlatayım: Vagon çekilen şey; lokomotif de çeken şeydir. Eğer lokomotif de vagon gibi çekilseydi, ona lokomotif değil, vagon denilirdi. Bak, isimleri bile farklı. Birisi vagon, diğeri lokomotif… Eğer ikisi de aynı kanunlara tabi olsaydı, bunlara iki farklı isim konulmaz, hepsine vagon denilirdi. Ama durum böyle değil. Sen vagon ile lokomotifi karıştırıyorsun. Şimdi bir daha söylüyorum dikkat et! Vagonu bir çeken olur, ama lokomotifi çeken olmaz. Zaten lokomotif, çekilmediği ve başkasını çektiği için bu ismi almıştır. Sen sorunda lokomotifi vagon gibi kabul ediyor ve hata yapıyorsun. Lokomotif hakkında böyle bir soru soramazsın. Bu soru lokomotifin tanımına zıt ve cevabı olmayan saçma bir sorudur.

Bu kadar açıklama yaptıktan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam hepsini anladım, hatta harfi harfine anladım. Ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Siz olsaydınız, bu kişiye bütün bunlardan sonra ne cevap verirdiniz?

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi diyor ki: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Allah bu yaratılanları yaratandır ve O’nun hakkında böyle bir sorulamaz.”

Bu cevabımızdan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam tamam anladım, ama Allah’ı kim yarattı?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Bak, sen anladığını zannediyorsun, ama hiçbir şey anlamamışsın. Sana bir daha anlatayım: Allah denince her şeyi yaratan, kendisi ise yaratılmayan bir zat aklımıza gelir. Eğer O yaratılsaydı, O’na Allah demezdik. Ona Allah dememizin sebebi, yaratan olup yaratılmamış olduğu cihetledir. Sen bir hata yapıyorsun ve yaratılanlar hakkında sorabileceğin bir soruyu Allah hakkında da soruyorsun. Böyle bir soru Allah hakkında sorulamaz.”

Bu cevabımızdan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam şimdi anladım, hem de çok güzel anladım. Ama anlamadığım bir şey var, Allah’ı kim yarattı?”

Yahu sen divane olmuşsun, ben ne diyorum sen ne diyorsun! “Anladım.” diyorsun, ama hiçbir şey anlamıyorsun. Bak sana bir daha anlatacağım: “Allah o zata denilir ki, kendisi ezelîdir ve yaratılmamıştır. Ezelî olmayana ve yaratılana zaten Allah denilemez. Dolayısıyla sen Allah’ı kabul ettiğinde, O’nu isim ve sıfatlarıyla kabul etmen gerekir. Senin önce Allah kabulünde bir yanlışın var. Sen Allah’ı isim ve sıfatlarıyla kabul etmiyorsun. Allah’ı -hâşâ- O’nun yarattığı mahlûklara benzetiyor ve mahlûklar hakkında sorabileceğin ve sorduğunda cevap alabileceğin bir soruyu Allah hakkında da soruyorsun. Bu soruyu sorma sebebin Allah hakkındaki yanlış kabulündür. Senin ilk yapman gereken şey, Allah hakkındaki bu yanlış kabulünü düzeltmendir. Hem şunu bil ki, eğer Allah’ı bir yaratan olsaydı, zaten O’na Allah denmezdi. Allah yaratılmayan zata verilen addır. Sen eğer Allah’ı kabul ediyorsan, O’nu bu sıfatıyla kabul etmelisin. Bu sıfatıyla kabul etmezsen, senin kabul ettiğine Allah denmez. Sen farazi bir varlığa Allah adını koymuşsun ve O’nun hakkında bu soruyu soruyorsun. Eğer Allah dediğinde kimi kastettiğini bilseydin, böyle bir soruyu sormazdın. Senin hâlin şu soruyu soran kişinin hâline benziyor: “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” Ağabeyim benden küçük olmaz ki. Ağabey dediğimizde, yaş itibariyle diğer kardeşten büyük olan kişiyi kabul ederiz. Bu kabulden sonra da “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” diye bir soruyu soramayız. Ama kişi ağabeyin ne demek olduğunu bilmiyor ve onu küçük kardeş zannediyorsa, “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” sorusunu sorabilir. Bu durumda yapılacak şey, ona cevap vermek değil, ağabeyin tanımını ve kim olduğunu ona öğretmektir. Ağabeyin tanımını öğrendiğinde zaten sorusundan vazgeçecektir. Yok, vazgeçmiyorsa ya inadından ya da ağabeyin tanımını öğrenemediğindendir.

Senin Allah hakkındaki sorun da ya inadındandır ya da Allah’ı tanımadığındandır. Eğer Allah’ı tanımak istiyorsan, gel sana yardımcı olalım ve tanıtalım. Ama yok, inadından dolayı soruyorsan bil ki, bu sorunla, “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” diyen kişi gibi maskara oluyorsun. Karşındakini sıkıştırmıyor, kendini maskara yapıyorsun. Gel, inadından vazgeç! Allah’ı tanı ve bu maskaralıktan kurtul!

2. MİSAL

Her şeyi Allah yarattı. O hâlde Allah’ı kim yarattı sorusunu başka bir misal ile tahlil edelim.

Şimdi arka arkaya dayanmış sandalyeler zincirini düşünüyoruz. Sandalyelerin arka ayakları olmadığı için her sandalye bir arkasındaki sandalyeye dayanarak ayakta durabiliyor. Eğer dayandığı sandalye çekilse, dayanan sandalye hemen düşecek ve ayakta duramayacak. En son sandalye ise hiçbir sandalyeye dayanmıyor ve kendi ayakları üzerinde duruyor.

Şimdi soru sahibi en öndeki sandalyeyi gösterip soruyor: “Bu sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Arkasındaki şu sandalye tutuyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki o sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu da arkasındaki sandalye tutuyor.”

Soru sahibi her sandalye hakkında aynı soruyu soruyor, biz de aynı cevabı vere vere nihayet en arkadaki sandalyeye geliyoruz.

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu en arkadaki sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Onu hiçbir sandalye tutmuyor. O hiçbir sandalyeye dayanmadan kendi kendine ayakta duruyor.”

Soru sahibi şöyle diyor: “Tamam anladım, ama bu sandalyeyi kim tutuyor; bunu anlamadım.”

Biz yine cevap veriyoruz: “Anladım.” diyorsun ama dediğimi anlamamışsın. Ben, “Bu sandalyeyi tutan başka bir sandalye yok, bu sandalye kendi ayakları üzerinde duruyor.” diyorum. Yani bu sandalye için dayandığı başka bir sandalyeyi aramana gerek yok. Çünkü bu sandalye diğer sandalyeler gibi ayaksız değil. Bunun arka ayakları var ve bu ayaklar üzerinde kendi kendine durabiliyor. Diğer sandalyelerin arka ayakları olmadığı için onlar hakkında, “Bu sandalyeyi kim tutuyor?” diyerek soru sorabilir ve sorumuza bir cevap bulabiliriz. Ama bu soruyu bu en arkadaki sandalye için soramayız. Çünkü onun kendi ayakları var ve ayakta durabilmek için harici bir sebebe muhtaç değil…

Soru sahibi bizim bu izahımızdan sonra şöyle diyor: Vallahi çok güzel anlattın! Ben her dediğini anladım, sadece bir şeyi anlayamadım. O da şudur: “Bu arkadaki sandalyeyi kim tutuyor?”

Şimdi biz bu soru sahibine ne diyelim! Ne dersek diyelim hepsi boştur. Çünkü o mantığını değiştiremedikçe bizler ona en arkadaki sandalyenin ayaklarını istediğimiz kadar gösterelim. İstediğimiz kadar ona, “Bu sandalyenin ayakları var, ayakta durabilmek için başka bir sebebe muhtaç değil.” diyelim ve bunlar gibi onlarca söz söyleyelim. Hatta bu konuda bir kitap yazalım. O yine diyecektir ki, “Tamam tamam anladım, ama bu sandalyeyi kim tutuyor; bunu anlayamadım.”

İşte aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi diyor ki: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Her varlık Allah’a dayanır ve Allah’ın kendisini ayakta tutması ile varlık âleminde kalabilir. Ancak Allah hiçbir şeye dayanmaz, varlığı hiçbir şeye bağlı değildir; bizatihi kendi kendine vardır.”

Bu cevabı dinleyen soru sahibi şöyle diyor: “Tamam anladım, hem de çok güzel anladım. Ama anlayamadığım bir şey var. O da şudur: Allah’ı kim yarattı?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Bak, sen benim dediğimi hiç anlayamıyorsun; ama anladığını zannediyorsun. Anlayamadığının ispatı da sorunun cevabını verdiğim hâlde aynı soruyu tekrar sormandır. Eğer verdiğim cevabı anlasaydın, aynı soruyu bir daha sormazdın. Şimdi sana bir daha anlatayım: “Allah ile yaratılan şu varlıklar arasındaki fark şudur: Varlıklar yaratılmaları ve yaşamaları için Allah’a muhtaçtırlar. Hepsi Allah’a dayanır. Ama Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ve hiçbir sebebe dayanmaz. Zaten dayansaydı ona “Allah” demez, başka bir şey derdik. Allah dediğimizde kabul ettiğimiz zat her şeyi yaratan, kendisi ise yaratılmayan zattır. Yaratılana Allah denmez. Senin sorunun yaratan ile yaratılanı karıştırıyorsun ve yaratılana ait olan sıfatla yaratanı vasfetmeye çalışıyorsun. Bu yaptığın büyük bir hatadır.

Bu kadar izah yaptıktan sonra soru sahibi şöyle dese: “Vallahi anlattığının hepsini anladım! Hem de çok güzel anladım. Bi de bana, “Allah’ı kim yaratmıştır?” sorusunun cevabını anlatsan çok güzel olacak.

Şimdi biz bu divaneye ne diyelim. Ne dersek diyelim hepsi boştur. Çünkü o, Allah’ı O’nun yarattığı varlıklara kıyas ediyor ve varlıklara ait bir sıfatla Allah’ı vasfediyor. O bu yanlışından dönmediği ve Allah’ı varlıklara kıyas etme hatasından vazgeçmediği müddetçe anlattıklarımızın hepsi boştur. Onun yapması gereken şey, yanlış çalışan mantığını bir kenara koymak ve Allah’ı ona ait isim ve sıfatlarla kabul etmektir.

3. MİSAL

Şimdi imama uyarak namaz kılan bir cemaat düşünüyor ve üzerinde tahliller yapıyoruz:

Soru sahibi, cemaati göstererek soruyor: “Bu cemaat kime uymuş?”

Biz cevap veriyoruz: “İmama uymuş.”

Soru sahibi tekrar soruyor: Peki imam kime uymuş?

Biz cevap veriyoruz: “İmam kimseye uymuyor. Zaten kimseye uymadığı ve cemaat kendisine uyduğu için imam ismini almış. Eğer o da birisine uysaydı, ona “imam” değil, “cemaat” derdik.”

İzahımızı dinleyen soru sahibi tekrar soruyor: “Tamam dediğini anladım, ama imam kime uyuyor bunu hâlâ anlamadım.”

Biz yine cevap veriyoruz: “Anladım diyorsun ama yine dediğimi anlamıyorsun. Dur sana bir daha anlatıyım: İki tane kavram var. Biri cemaat, diğeri imam… Cemaat, namazda imama uyan topluluktur. Cemaat ismini imama uydukları için alırlar. İmam ise cemaatin kendisine uyduğu ve cemaate namazı kıldıran kişidir. O da “imam” unvanını kimseye uymadığı bilakis cemaatin kendisine uyması sebebiyle alır. Yani biz iki farklı kavramdan bahsediyoruz. Biri imam, diğeri cemaat… İmam, kimseye uymayan ve cemaatin kendisine uyduğu kişidir. Cemaat ise imama uyan topluluktur. Sen bir hata yapıyor ve imamla cemaati karıştırıyorsun. Cemaat için sorulabilecek bir soruyu imam hakkında soruyor, bu sorunla da büyük bir hata yapıyorsun. Sen ilk önce imam olan zatın vasıflarını öğrenmeli ve imamla cemaati karıştırma hatandan vazgeçmelisin. Bunu yaptığında sorunun ne kadar mantıksız olduğunu anlayacaksın.”

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi soruyor: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Allah’ı mahlûklarla karıştırma. Mahlûklar Allah’a tâbidir ve O’nun kudretiyle vücut bulurlar. O’na bağlıdırlar. Allah ise hiçbir varlığa tâbi ve bağlı değildir. Zaten bağlı olmadığı için Allah ismini almıştır. Eğer varlığı başka bir varlığa muhtaç olsaydı ona Allah demez, başka bir şey derdik. Sen şunu yapmalısın: Allah dediğinde kimi kastediyorsun, kastettiğin zatın isim ve sıfatları nelerdir; önce bunu öğrenmelisin. Ondan sonra Allah hakkında soru sormalısın. Zaten O’nu tanıdığında sorduğun sorunun ne kadar mantıksız olduğunu anlayacak ve bu hâline acıyacaksın.

Şimdi, biz bu kadar izah yaptıktan sonra soru sahibi şöyle dese: Ama ben illaki, “O’nu kim yarattı?” sorumun cevabını istiyorum. Bana birisini göstermelisin.

Bizim ona cevabımız şöyle olur: Nasıl ki, “İmam kime uyuyor?” sorusunun cevabı, imamın kimseye uymadığıdır. Cevap olarak, imamın uyduğu bir kişiyi göstermiyor ve imamın kimseye uymadığını söylüyorsak, burada da aynı şeyi yapıyoruz: Yani Allah’ın yaratılmadığını söylüyor ve sorunun mantıksızlığına vurgu yapıyoruz. Ama sen hâlâ, -misalden yola çıkarsak- “İmam kime uyuyor?” diyorsun. Sen imamın uyduğu birisini bize gösterebilir misin? Elbette gösteremezsin, çünkü yoktur. Biz de sana Allah’ı yaratan bir zatı gösteremeyiz, çünkü yoktur. Bu yoku kabul etmekten başka çaren de yoktur, vesselam…

4. MİSAL

Şimdi bir onbaşı düşünüyoruz. Soru sahibi soruyor: “Bu onbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Yüzbaşıdan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki yüzbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da binbaşıdan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki binbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da albaydan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki albay kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da generalden emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki general kimden emir alıyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “O da padişahtan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki padişah kimden emir alıyor?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Padişah kimseden emir almıyor. Padişah deyince halkına emir verebilen ancak kimseden emir almayan zatı kabul ederiz. Emir alana padişah denmez. Belki onbaşı, belki yüzbaşı, belki de başka bir şey denir; ama padişah denmez. Padişah o zattır ki, dilediğine emir verir; ama kimse ona emir veremez. Sen padişahı bu vasfıyla kabul edip “Padişah kimden emir alıyor?” sorundan vazgeçmelisin. Eğer vazgeçmiyorsan bil ki, sen “padişah” dediğinde bir padişahtan bahsetmiyor ve bir padişahı kabul etmiyorsun. Sen belki bir onbaşıya “padişah” ismini takmış ve padişahı ona benzetmişsin, sorunu da bu yanlış benzetme ile soruyorsun. Bu sebeple de “Padişaha emir veren yoktur.” cevabını kabul etmiyorsun. Buradaki sorun, senin yanlış padişah kabulünde ve padişahı tanımamandadır. Çözüm de padişahı tanımanda ve “padişah” denildiğinde kimden bahsedildiğini öğrenmendedir. İş bu kadar basittir.

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi soruyor: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Ezelin ve ebedin sultanı olan Allah’ı kimse yaratmamıştır. Bilakis her şeyi yaratan O’dur. Zaten Allah, yaratılmayan zata verilen addır. Ve sen “Allah” demekle o zatı kabul ediyorsun. Şunu bilmelisin ki, bir şeyi kabul ettiğinde onu bütün hakikatleriyle kabul edersin. Mesela geceyi kabul ettiğinde karanlığını da kabul edersin. Yok, geceyi aydın olarak kabul ediyorsan; bil ki senin kabul ettiğin gece değil, gündüzdür. Ya da balığı kabul ettiğinde yüzmesiyle birlikte kabul edersin. Yok, balığı uçuyor kabul ediyorsan; bil ki senin kabul ettiğin balık değil, kuştur. Aynen bunun gibi, Allah’ı kabul ettiğinde de yaratılmayan bir zatı kabul edersin. Yok, Allah’ı yaratılmış olarak kabul eder ve ona bir yaratıcı ararsan; bil ki senin kabul ettiğin Allah değil, başka bir şeydir. Belki kafandaki farazi Allah’tır. Biz seni kafandaki farazi Allah’ı bırakıp İslam’ın ve Kur’an’ın öğrettiği Allah’a davet ediyoruz.

5. MİSAL

Soru sahibi bir kelimeyi göstererek soruyor: “Akılsızlık kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz cevap veriyoruz: “Akılsız kelimesinden türemiştir.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki akılsız kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz cevap veriyoruz: “Akıl kelimesinden türemiştir.”

Soru sahibi yine soruyor: “Peki akıl kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Akıl kelimesi hiçbir kelimeden türememiştir. Bu kelime köktür.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Ama nasıl türememiş, o da türemeli; onun da türediği bir kelime olmalı.”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Bak, anlayabilmen için biraz daha detaylı anlatıyım. Kelimeler, basit ve türemiş olarak iki kısımdır. Kök hâlinde olan kelimelere basit kelime denir. Bu kelimeler hiçbir kelimeden türememiştir. Bu kelimeler köktür. Kök veya gövde hâlindeki kelimelere yapım ekleri eklenerek meydana gelen yeni kelimelere ise “türemiş kelimeler” denir. Mesela sorduğun kelimeyi ele alalım: “Akılsızlık” kelimesi türemiş bir kelimedir ve “akılsız” kelimesinden türemiştir. “Akılsız” kelimesi de türemiş bir kelimedir ve “akıl” kelimesinden türemiştir. Ama “akıl” kelimesi türemiş değildir, köktür. Kök olduğu için de ona başka bir kök aranmaz. Zaten o da başka bir kökten gelseydi ona “kök kelime” demez, “türemiş kelime” derdik. Aradaki bu farklı isimlendirme bile iki kelime türünün de aynı olmadığını gösterirken sen kök kelimeyi türemiş kelime gibi kabul ediyor ve türemiş kelimeler hakkında sorabileceğin bir soruyu kök kelime hakkında da soruyorsun. Yani sen kök olan bir kelimeye kök arayarak büyük bir hata yapıyorsun. Senin bu hatanın sebebi, dil bilimine karşı cehaletindir. Biraz dil bilimiyle ilgilenseydin sorduğun sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar ve maskara olmaktan kurtulurdun.

Aynen bu misal gibi, şu kâinattaki her bir varlık da bir kelimedir. Kuştan tutun balıklara, sivrisinekten tutun gezegenlere kadar her bir mahlûk şu kâinat kitabında yazılmış kelimeler hükmündedir. Bu kelimelerin hepsi türemiştir. Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile türemişler ve vücut bulmuşlardır. Türemiş kelimeler hükmündeki bu varlıklar hakkında, “Bu neden türedi? Şu neden türedi?” gibi sorular sorabiliriz. Ancak bütün bu kelimelerin yaratıcısı olan Allah hakkında, -hâşâ- “Allah neden türedi?” diyemeyiz. Eğer dersek türemiş kelimelerle kök kelimeleri karıştırdığımız gibi, yaratılan varlıklarla onların yaratıcısını karıştırmış ve yaratıcıyı yaratılana benzeterek büyük bir hata yapmış oluruz.

Hem şunu da sormak istiyoruz: Kâinattaki hangi eşyayı, “Bu bundan, bu bundan, bu bundan…” diyerek izah edebiliriz? Mesela sorulsa, “Biz neyin üzerinde duruyoruz?” Cevabı şudur: “Ayaklarımız üzerinde duruyoruz.” Yine sorulsa, “Peki ayaklarımız neyin üzerinde duruyor?” Cevap şudur: “Zeminin üzerinde duruyor.” Artık zemin gibi bir dayanak bulduktan sonra bir daha aynı soruyu sormaya gerek var mıdır? Ve eğer sorulsa ve denilse, “Peki zemin neyin üzerinde duruyor?” Buna ne cevap verilecek? Hadi bir cevap verildi diyelim, “O neyin üzerinde, o neyin üzerinde…” diyerek kaç basamak daha ilerlenir. Bu saçmalamaktan başka nedir!

Ya da başka bir varlığı ele alalım ve mesela yağmura bakalım: Şöyle sorulsa, “Yağmur neden oluyor?” Cevap versek, “Bulutlardan oluyor.” Sonra tekrar sorulsa, “Peki bulutlar neden oluyor?” Cevap olarak anlatsak, “İşte denizlerin dalgalarında şunlar açığa çıkar… Havada şöyle birleşir… Şöyle olur, böyle olur…” diye anlatsak, sonra soru sahibi tekrar sorsa, “Peki o denizlerden yükselen ve havada bulunan şeyler neden oluyor?” Artık bu sorunun bir mantığı var mıdır? Elbette yoktur. Zira bulutun oluşumu izah edildikten sonra mesele bitmiştir. Hadi faraza soruldu kabul edelim ve buna da bir cevap verildi. Peki, “Bu bundan, bu bundan, bu bundan…” diyerek kaç basamak daha ilerlenir?

Sözümüzün özü şudur: Daha şu gözümüz önündeki eşyanın varlığını bile, “Bu bundan, bu bundan…” diyerek izah edemezken, nasıl oluyor da milyonlarca senelik bir âlemi, “Bu bundan, bu bundan…” diyerek izah ediyor ve ta Allah’a kadar gelerek O’na bir yaratıcı arıyoruz? Bu nasıl bir akıldır ya da daha doğrusu akılsızlıktır! Aklı olan herkes buna şaşar.

Eserimizin burada sonuna geldik. Kim bu eseri insafla seyretse sorusunun cevabını iki kere iki dört eder katiyetinde bulur. İnsafı elden bırakana ise ne kadar dense yine azdır. Öyle ya, hidayet Allah’tandır. Kul isteyecek ki Allah ona hidayet versin. Kul istemezse, Allah da hidayetini murad etmezse, biz ne kadar anlatırsak anlatalım yine iman gerçekleşmez. Cenab-ı Hakk’tan, gönülleri vesveselerle yaralanmış olanlar için hidayet istiyor ve bu eseri hidayetlerine vesile yapmasını niyaz ediyoruz.

Cenab-ı Hakk bu eseri günahlarımıza kefaret yapsın. Bizi kendine kul ve Habibine ümmet eylesin. Bu eserin dağılması hususunda gayret gösteren bütün kardeşlerimizin amel defterlerine kıyamete kadar bu eserin seyredilmesinden hâsıl olacak sevabı bitamamiha yazsın. Âmin!

Rabbim, Seni sevdikçe sevelim…

Ey Rahman olan, dünyada Müslüman-kâfir ayrımı yapmadan bütün kullarına rahmet, lütuf ve ihsanla muamele eden Allah’ım! Senin hazinelerin, bitmez, eksilmez ve Sen herkese lütuflarından bol bol vermeyi seversin.

Sen lütufları sınırsız İkram Güneşi, cömertliğin kaynağı Rahman’sın.

O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O’dur.” (Haşr Suresi, 22)

Senin “Allah” isminden sonra en büyük ismin olarak bilinen “Rahman” ismin ezelden ebede bütün mahlûkatını kuşatır. Sen dünyaya gelen her mahlûkunun imdadına rahmetinle yetişirsin. Anne karnında bebeğe en güzel bir şekilde rahmetinle bakan Sen, dünyaya gelince Rahman isminin tecellisi, rahmet hazinesi olan süt verir, anne babayı evladına hizmetçi kılarsın.

Annelerdeki şefkat Senin Rahman ismin tecellisidir.

Ölünceye kadar ayrım yapmadan bütün kullarına bol bol rahmet, bereket ve ihsanda bulunursun. Öldükten sonra kabirde, mahşerde ve cennette Rahim isminin muhteşem tecellileri devam eder.

Hücre için hücre zarı rahmet, insanlar ve dünya için atmosfer rahmettir.

Senin Habibin, merhamet ve muhabbet kaynağı Muhammed’in (a.s.m.) bütün insanlara bir Rahmet Güneşi olarak gelmiştir. Senin Rahman isminin ve merhametinin en görkemli tecellisidir. On sekiz bin âleme rahmettir.

Senin rahmetin her zaman gazabının önündedir. Bizler Ümmet-i Habibullahız. Bizlere rahmetin ve muhabbetinle tecelli et. Senin Rahman ismin bir merhamet güneşi gibi cehennemin nârını da söndürebilir. Ne olur Habibin aşkına bizlere Rahmaniyetinle tecelli et. Bizleri aşkına kilitle. Arttıkça artan aşkını, Rahmaniyetin hürmetine kullarına nasip eyle.

Senin Rahmaniyetin şümullü bir rahmettir. Hak edeni ve etmeyeni kuşatan, herkese, lütuflar, ihsanlar, rızıklar ve nimetler verensin.

Sen ikramları saymakla asla bitmeyen Merhamet Güneşisin. Merhametin mevcudatı kuşatmış ve selim aklı sana meftun etmiştir.

Sen sınırsız merhamet, rızık, ikram, cömertlik, muhabbet ve bütün kemal sıfatların kaynağı Rahman’sın.

Sen rahmet hazineleri sınırsız Rahman’sın. Sen kullarına rahmetinden bol bol vermeyi, alamayacağı kadar çok verip, kullarını nimetlerine ve rahmetine gark eden, Rahman ve Gani’sin.

Senin şümullü Rahmaniyetinin büyüklüğü karşısında, kullarının şirk dışındaki bütün günahları çok ama çok küçük kalır. Ancak her kulun, sana yakınlığının daha da artması için dua ve ibadet etmek zorundadır.

Ya Rahman, ya Rahim, ya Erhamerrahimin ve ya Ekrame’l-Ekramin! Bütün mevcudatı kuşatan ve her şeye şamil olan engin rahmetinden diliyor ve dileniyoruz. Bizleri mahrum etme, bizleri rahmetinle kuşat ve günahlara kapalı yaşat. Bizlere Habibin gibi şümullü ve cami işler yaptır.

Sen bütün kullarına merhamet ve sevgiyle bakmayı bizlere lütfeyle. Bizleri, Rahman ismin hürmetine önce Zat’ına, sonra esmalarının tecellileri olan yaratılmışa âşık, vurgun ve tutkun eyle. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O her şeye kadirdir.” (Teğabûn Suresi, 1) Seni tesbih edenlere nasıl meftun olmayalım.

Baktığımız her yerde Senin esmalarının ve Rahman isminin tecellilerini görelim. Seni ve sanatlarını sevelim. Bizlere şümullü bir sevgi lütfeyle. Seni ve esmalarını sevdikçe sevelim. Aşkınla Sana erelim. (Âmin)

İsmail Kılınç

MoralDunyasi.com

Allah’ı (C.C.) Daha İyi Tanıyalım: “Er-Rahim Kimdir?”

Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır. Allah Rahim’dir; rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır.

  • Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,
  • Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,
  • Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,
  • Vazifelerini öğretmiş,
  • Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla teçhiz etmiş,
  • Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır.

Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim!
Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz? Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz.
Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor?

Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? Kur’an bu sorumuza cevap versin:

“İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura 28)

İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin başka tecellileri!

Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek elbette, o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir.

Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez.

Ve elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz.

Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak elbette, rahmetin işidir.

Ve o koca Güneş’i Dünyamız’a soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek elbette, rahmetin bir tecellisidir.

Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım:

Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem!

Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem!

Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem!

Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem!

Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor.

İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır. Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmış.

Cenab-ı Hak, rahmetinin eserleriyle kendisini bize Rahim ismiyle tanıttırmak istiyor.

İşte! İnsanın vazifeleri:

  • Bahsettiğimiz ve bahsedemediğimiz rahmetin aynalarında Rahim ismini görmek.
  • O isim ile Allah’ı zikir ve tefekkür etmek.
  • Nimetlerine karşı şükür ve hamd etmek.
  • Ve rahmetin bir cilvesini kalbine yerleştirip mahlukata Allah hesabına şefkat göstermektir.

İnsan bu vazifeyi gördükçe insan-ı kâmil ismine layık olacak ve ahiret âleminde de ebedî saadete nail olmakla Allah’ın rahmetine mazhar olacaktır.