Etiket arşivi: ammar

Cennetin Dört Basamağı

Bir rivayette ‘Cennet, Bilal, Ali, Ammar ve Selman’a müştaktır’ diye buyrulmuştur. Bu isimler ile ‘şevk’ kavramı arasındaki ilişkiye dikkat çeken Muhyiddin İbn Arabî, eserinde şu görüşlere yer verir: ‘Cennetin iştiyak duyduğu bu zatların isimlerinin de şevk ve iştiyak manasını göstermesi gerçekten harika bir tevafuktur.’ Şöyleki:

Şevk (iştiyak) sevdiğine kavuşmaya onunla buluşmaya bir arzu ve bu arzudan doğan bir elemi (acıyı) ifade etmektedir. Bu mana sözkonusu isimlerde de geçerlidir. Mesela;

Bilal: kelime olarak ‘belle’ kökünden türemiştir. Manası, hastalıktan kurtulmaktır. ‘belle’r-recülü min meradıhi, ebelle min dâihi’, ‘Adam hastalığından (onun eleminden) kurtuldu’ demektir. Demek, cennet ancak Bilal’e kavuşmakla, ona duyduğu iştiyakın verdiği acıdan kurtulabilir.

Cennet YoluSelman: Selamet kökünden gelir, hastalık acı ve kederlerden korunmuşluğu ifade eder. Buna göre cennet, ancak Selman’ın oraya gitmesiyle keder ve acılardan korunmuş olabilir.

Ammar: Tamir eden bir şeyi mamur hale getiren demektir. Buna göre Cennet, ancak Ammar’ın oraya teşrif etmesiyle gerçek anlamda mamur hale gelebilir.

Ali: Bu kelime yükseklik, yücelik ve ülviyeti ifade eder. Buna göre, Cennet, ancak Ali’nin oraya gitmesiyle gerçek kemaline ulaşır, âlî bir cennet hüviyetini kazanır ve huzura kavuşur.

(1) Hadisin ifadesini İbn Arabî bu şekilde yorumluyor. Kanaatime göre bu hadisi şu şekilde yorumlamak da mümkün: Cennete, iki basamaklı bir asansörle çıkılır. Basamaklardan biri yasaklardan korunmaya, diğeri ise emirleri yerine getirmeye bakar. Biri, noktalı hı ile tahliye etmeye (nefsi kötü şeylerden arındırmaya), diğeri noktasız hı ile tahliye etmeye (nefsi güzel şeylerle süslemeye) bakar.

Bu çerçevede konuyu değerlendirdiğimizde, diyebiliriz ki cennet ehli hal ve varlık dereceleri bakımından genel olarak sekiz cennet bölgesinde yaşayacak ve bu farklı dereceleri ise, şu dört isim temsil edecektir. Bu dört derece ise müspet ve menfi olmak üzere ikişer basamağa işaret etmektedir ki, bunlar sekiz adet cennete uygundur.

Birinci basamak: Bilal basamağıdır. Bu basamak, manevî küfür hastalığından kurtulup, imanla sağlığına kavuşmaktır. Cennet, günde beş defa ezan okuyarak, hem kendi nefsini, hem de diğer insanları Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in (a.s.m) risaletine, namaza ve kurtuluşa çağıran ve böylece onları manevî hastalıklardan kurtulup, ebedî hayatta hayat bulmaya davet eden ve en ağır işkenceler altında bile ‘Ahad, Ahad’ (Allah birdir, Allah birdir) diyerek zalimlerin yüzüne haykıran Bilal gibi kalbî uyanık kimselere iştiyak duymaktadır.

İkinci basamak: Selman basamağıdır. Küfrün tortularını söküp atmak ve imanın güzellikleriyle ahlaklanmak, böylece kalb-i selime sahip olmak. Çünkü Daru’s-Selam’a ancak kalb-i selimle çıkılır. Buna göre, Cennet ancak ruh, kalb, akıl ve vicdanıyla kötülüklerden sıyrılmış, bütün hayatında Allah’ın kaza ve kaderine boyun eğmiş ‘kahrın da hoş, lütfun da hoş’ diyerek, iman gülünü itiraz dikenlerinden uzak tutmuş, her yönüyle İslam dinine teslim olmuş Selman gibi kimselere muştaktır.

Üçüncü basamak: Ammar basamağıdır. Bu basamak, insanın kendi hayatında, İslam bünyesini tahrip eden her türlü kötü virüslerden arındırıp, söz konusu bünyeyi tamir eden güzel ahlakla donanmaya açılan bir basamaktır. Allah’tan başka ilah olmadığını ifade eden ‘Lâ ilahe’deki ‘L⒝ süpürgesiyle yoldaki küfür ve şirkin bütün pisliklerini süpürüp çöp tenekesine attıktan sonra, Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eden ‘İlla Allah’daki ‘İlla’ asansörüyle tevhit sarayına çıkmaktır. İslam’ın ‘imansız ve müşrik olarak ölen kimsenin asla cennete giremeyeceğine’ dair hükmü, bu gerçeğin bir belgesidir. Demek ki, Cennet, hayatı boyunca müspet haraket eden, hem kendisi hem de başkası için tevhit ekseninde dünya ve ahiret hayatını tamir etmeye çalışan Ammar gibi insanlara müştaktır.

Dördüncü basamak: Ali basamağıdır. Bu basamak, âli cennetlere götüren ülvî bir derecedir. Nefsin bütün heva ve hevesinden, bütün süflî arzulardan uzaklaşıp, ruhun ulvî istek ve arzularını en yüksek derecede tatmin etmek, insanın ahsen-i takvimdeki âlî mahiyetini, Allah’ın rızasını kazandıran potada eritmek, bütün benliğiyle ulvîleşmeye bakar. İnsanları Hz. Peygamber’e (a.s.m) komşu yapan ve Cennet-i âliyede ikamet etmesini sağlayan en âli basamak budur.

Demek ki, cennete girmek için, manevi kirlerden kurtulup, kalb-i selime sahip olarak, içini ve dışını tamir ettikten sonra Allah’a dost olmayı ifade eden velayet yollarına girmek gerekir. Çünkü cennete ancak Allah’ın dostları girebilir. Peygamberlik dışında, Hz. Harun’un Hz. Musa’ya nispeti ne ise, Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’e (a.s.m) nispeti de odur. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Peygamber (a.s.m): ‘Peygamberlik hariç, Harun’un Musa’ya olan nispeti ne ise senin de bana nispetin odur’ diye buyurmuştur. 1 bk. Tirmizî, Menakıb, 34; Mecmau’z-Zevaid, IX/344; İbn Arabî, Futuhat, I/317.

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

 

Malezyalı Ammar’ı Bu Hale Risale-i Nur Getirmiş

Malezya’dan Türkiye’ye okumaya gelen ve Risale-i Nur’la tanıştıktan sonra dünyası değişen 20 yaşındaki Ammar Azam vefat etti. Azam İstanbul’da defnedildi. Ammar Azam’ın babası İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Genel Sekreter Yardımcısı ve Malezya Temsilcisi. Baba Azam, oğlu için “Risale-i Nur onu bu hale getirmiş. O yüzden Risale-i Nur çok mühim. Ona çalışmalıyız” ifadelerini kullandı.

Hadiseyi Rota Haber yazarı Metin Uçar köşesine taşıdı. Yazı şöyle:

Hicri senenin ilk gününde Malezyalı 20 yaşında bir genci ahirete uğurladık. Ammar Azam.

Ammar, İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Genel Sekreter Yardımcısı ve Malezya Temsilcisi Ahmed Azam Abdurrahman’ın tek oğluydu. Vefat haberini aldıklarında annesi Azlina, Rohingya Müslümanlarına hizmet için gittiği yerden dönüyordu. Ahmed Azam da onu karşılamak için otogara gelmişti.

Aile, tek erkek evlatları olan Ammar’ı Osmanlı tarihini ve İslam bakış açısını öğrenmek için özellikle Türkiye’ye göndermişlerdi. Çünkü burası hilafetin merkeziydi. Yüzyıllar boyunca Müslümanlara liderlik yapan bir ülkenin tarihi ve tecrübe birikiminden istifade ile yetiştirmek istemişlerdi biricik evlatlarını.

Ammar ise onlardan daha istekliydi. Tarık bin Ziyad gibiydi. Ya da 90 yaşında İstanbul’a Efendimizin müjdesine mazhar olmak için gelen Eba Eyyüb el-Ensari gibi.

40 gün önce tatil için gittiği ülkesinden Türkiye’ye dönerken “Oğlum bizi bir daha ne zaman ziyaret geleceksin?” diyen annesine, gayet emin bir edayla “Bir daha dönmeyeceğim, anne” demiş, fakat annesi pek bir şey anlamamıştı. Ta ki 1 Muharremde defin için geldiklerinde “Şimdi anlıyoruz, ne demek istediğini” diyene kadar.

Oğullarının bu hali ve kararlılığı, evlatlarını İstanbul’a defnetmek neticesini verdi. Çünkü Ammar, Türkiye’ye bir ideal için gelmişti. Osmanlı devrinde Müslümanlara ruh veren iksirin peşindeydi o. İnsanlığı ve Müslümanları yeniden ayağa kaldıracak projenin ve birikimin avcısıydı.

Evet Ammar, henüz Fatih’in İstanbul’u fethettiği 20 yaşındaydı. Ömer Döngel Hoca’nın cenazede söylediği üzere Allah ondan yirmi yaşındayken razı olmuş, seksen yaşında bir ihtiyarken İstanbul’u fethe gelen Eba Eyyüb el-Ensari’nin manevi makamından İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde muhatap olduğu herkesin kalplerini fethetmiş olarak ahirete revan olmuştu.

Okuduğu okulda Osmanlıcadan 100 puan alan tek öğrenciydi.
Türkçeyi en az sizin bizim kadar konuşuyordu.
Ahlaki olarak altmış yaşın insanıydı.
Çalışkanlık ve kararlılıkta arkadaşları sadece arkasından bakıyorlardı.

Peki, Ammar’ı bu yazıya konu yapan asıl mesele ne?
Elbette babasının ülkesine döndükten sonra kendisini karşılayan insanlara söyledikleridir. Zira Ammar şu an Malezya’da Mısır’da Esma ne ise o’dur.

Ahmed Azam oğlu hakkında söylediği şu sözlere lütfen dikkat edelim.
“Ben oğlumu böyle bilmiyordum. Herkesin gönül teline dokunmuş meğer. Medresede, üniversitede herkes onu çok iyi anlattı. Talebelere soruyorum ‘Kim benim Ammar’ım olur?’ Hepsi birden ‘Ben!’ diyor. Üniversitede Prof. hocası Ammar’ın Türk öğrencilerden bile daha başarılı olduğu, Osmanlıca imtihanında şimdiye kadar 100 alabilen tek öğrenci olduğunu söyledi.

“Bana diyordu ki ‘Baba artık öğrenme zamanı geçti. Şimdi hizmet zamanı…’ Ben güldüm. ‘Oğlum sen daha okuyorsun’ dedim. Anlayamamışım. Meğer o Risale-i Nur Külliyatını bitirmiş, daha derinden anlamak için ikinci kez başlamış ve hocasından yeni Malay öğrencilere ders yapmak için izin istemiş. Vefat ettiği gün de ders yapmaya gidiyormuş. O talebelerin hepsi Ammar gibi olmak istediklerini söylediler.

Hastanede, kabristanda soruyorlar. ‘Bu hangi meşhurun cenazesi?’ Cevaben diyorlar ‘20 yaşında Malezyalı bir genç.’ Kalabalığa çok şaşırıyorlardı. Said Nuri Hoca da söyledi. ‘Fatih İstanbul’u fethettiğinde hocası ona ‘Şimdi kalpleri fethetme zamanıdır. Bu fetih kılıçla yapılan fetihten zordur’ demiş. İşte Ahmet Azam, Ammar zor olan fethi yaptı.’ Ammar Allah katında büyük bir makama yükselmiş de haberim yok.

İşlerin yoğunluğundan oğlumu tanımamışım. Ama şunu biliyorum ki onu bu hale ben getirmedim. Kendim eğitemedim evladımı. Hayrat Vakfı’na çok teşekkür ediyorum. Risale-i Nuronu bu hale getirmiş. O yüzden Risale-i Nur çok mühim. Ona çalışmalıyız. Hareket etme zamanı artık. Ammar’ın vazifesini devam ettirmeliyiz.”

Biz gezi gençliği, kaybolan nesiller, tablet çocukları, eğitimsiz öğretim ve ahlaki problemlerle uğraşırken, ta Malezya’dan gelen bir gencin ruh dünyasında fetihler yapan Risale-i Nur’u ne kadar fark edebiliyoruz acaba?

Herkesin gönül teline dokunan Ammar’ın gönül teline değen ve onu numune-i imtisal yapan Risale-i Nur, bizim eğitimimizin neresinde?

Onca okullar ve eğitim çabalarına rağmen, ahlaki sıkıntıyı giderememenin ve bu konuda polisiye tedbirler almaya yönelmenin daha önemli ve nurani bir yolu olan Risale-i Nur, neden gündemimizde değil?

Şimdi Malezya’da gençler, bir Ammar olmak için Risale-i Nur sevdasıyla yanıp tutuşuyorlar; ey Türkiye gençliği, peki bize Türkiye’de olma zamanı gelmedi mi hala?

Varın bir de böyle düşünün!

risale haber