Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (4)

Bilim’den Büyüklere Masallar!

Önceki Yazımızda, “ateist ve materyalist” felsefe ve inançlara göre dizayn edilmiş “Bilimsellik Paradigması”nın ürün ve sonucu olan “Bilim”in ürettiği; safsata ve hurafelerle karışık, masalvârî bazı “Bilimsel Bilgi” ve İfadelerden örnekler vermiştik. Bu örnekleri tekrar hatırlamakta fayda var:

“Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…”

“Bir çok canlı, avlanmak ve av olmaktan korunmak için çok çeşitli kamuflaj ve saklanma yöntemleri geliştirmiştir…”

“Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…”

“Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir…, Hücre zarı, hücreyi dağılmaktan ve dış etkilerden korur. Madde alışverişini sağlayarak, hücreye faydalı olanların geçişine izin verir. Bunu da reseptörleri aracılığıyla yapar…, Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir…, Arı, bal yapar…, Mutasyon, şunu yapar. Adaptasyon, bunu yapar. Doğal seleksiyon, eleme bunu gerçekleştirir. Evrim, şunu yapar…”

Evrenin, varlık ve işleyişinin “asıl faili; yani cansız zerre ve maddeleri yerinden kaldırıp, harekete geçiren ve birşeylere araç ve sebep yapan “asıl sebebi; yani evrendeki madde – enerji’lerin (bu işleyişte) ‘alet’ ve ‘sebep’ olmasının asıl nedeni; yani bütün bu varlığı, (fiil ve eserlerinin üretiminde) “alet – edevat” gibi kullanan “Rabbimiz”i kabul etmeyen Bilimsellik Felsefesi’nin ürettiği Bilim’in düştüğü çukur, işte tam da burası.

Başlangıçta yola çıkarken, evren gözlem ve incelemelerinde; “Allah var(mış)[kâinatın “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)”] yerine, “Allah yok(muş)”u aksiyom olarak doğru önvarsayan “Bilim/sellik”in bu durumu; tıpkı, önünde hazırlanmış bir yemeği görüp, fail ve aşçısını gör(e)mediği için, o yemeği; “bıçak – soğan hareketleri, tencere – tava uçuşmaları ve ateşin ısısı, bıçağın basıncıyla” tasvir edip; güya böylece yemeği nedenselleyip – açıkladığını düşünen bir insanın düştüğü duruma benzer.

Halbuki böyle, doğadaki cansız ve bilinçsizlere “hayat ve şuur, bilgi ve irade” atfedip; böylece evrendeki canlı veya cansızları “insansılaştırmak”; böylece onları “bilinçli ve kendi irade ve bilgileri, kuvvet ve tercihleriyle bu işleri yapıyormuş” gibi göstermek; edebî bir sanat olarak, sadece “masallarda ve çizgi filmlerde” olur biliyorduk!

Bilim’in, evrenin varlık ve işleyişinde “fail” olarak gördüğü “madde” ve “sebepler” hakkında; bu “yapar, eder, geliştirmiştir” gibi ifadeleri; edebî kaygılarla seçilmiş (Bilimsel cümlelerde “mecaz ifadelere de yer verelim” gibilerinden) kelimeler olmayıp; vitalist ve animist bir anlayış ve felsefenin ürünüdür. Daha doğrusu: Bilimsellik Paradigması’nın, ürettiği Bilimsel Bilgi’ye; fail olan “Allah”ı eklememesinin zorunlu sonucu olarak, yerine başka “sahte failler” üretmesinin sonucudur.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreçler”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge),bilimsellik(scientism) Filtresinden geçerek, “bilim(science) hâline dönüşmesi ve “Bilimsel Bilgi” olarak ifade edilmesi; bize böyle, sahte ve kurgusal, “sihirli ve masalsı” bir evren sunmakta!

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar gibi; düpedüz mantık ve bilgi yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilim” de, bizden bu masallarına inanmamızı istiyor! “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilmiştir.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar böyle.

Ağaç, elma yapamaz!

Sebepler içerisinde, cihaz ve kuvvetçe en zengin ve güçlüsü olan “insan” bile; kendi vücudunda olan fiil ve işler hakkında bile; bilerek yaptığı iradî fiillerinde bile; vücudunda olanlar hakkında ne bilgisi var ve ne de olurken şuuruyla farkında işleyişin.

Örneğin: Amaçlayarak ve bilerek, yani irade ve şuuruyla yaptığı yemek yeme fiilinde bile; yaptığı sadece, ekmeği eliyle ağzına götürüp, dişiyle çiğneyip, diliyle yutağa göndermek. Bundan sonra devam eden tüm fiil / faâliyetlerin % 99’u; o insanın, irade ve şuur ve bilgisi haricinde gerçekleşiyor. Vücudunun işleyişi ve sindirim; meselâ “göze gidecek minerâl – vitamin”in, o gıdadan ayrıştırılma ve  tevzisi, dağıtım ve depolanması, ve lüzumunda hücrelere nakli gibi işler de insana bırakılsaydı…

Elhasıl: İnsan; kendi vücudundaki işler de bile; kendi iradesiyle, bilerek yaptığı, kendi fiillerinde bile; bu kadar aciz ve bilgisiz ve kudret ve şuuru ulaşamıyorken; meselâ ağaç; elmaya sebeptir, sebeplerinden biridir cümlesindeki sebep kavramı ne manâya geliyor!? Halbuki ağaca sorsak; üzerindeki elmadan haberi bile yok!

Şimdi, Bilim’in ağacı, “sebep” ve meyvesini “sonuç” olarak tanımlayıp – etiketleyen Yatay Deterministik Perspektifle olaya bakarsak. Yani, hani Bilim Kitaplarında: “Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…” gibi Bilimsel Bilgiler veriliyor ya!

Yani “bitkiler”; şuurlu ve bilgili ve ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi; içerler, emerler, ulaştırırlar, alırlar, birleştirirler, dönüştürürler, sistemler geliştirmişlerdir vs. diyor ya, o bakımdan.

Şimdi, “Bilimsel Bilgiler”in zihnimize çizdiği evrenin; sahte ve sanal, sihirli ve masalsı bir evren; kurgusal bir ilüzyon olduğunun ispatı için, kısa bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculukta, “Bilim”in bu hayalî ve sihirli evreniyle, reel evrenimizin uyuşup uyuşmadığını kontrol edeceğiz.

Bu yolculuğu kısa tutmak için, bu seferimizde sadece, “elma”yı imâl edip, üreten; yani “elma”yı, dünya ve kâinattan sentezleyip, terkip ve inşa eden ve “ni’met / rızık” olarak bize hediye edip, gönderen “sebep” ve “faili” arayacağız. Diğer deyişle: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı hazırlayan aşçıyı arayacağız.

Şimdi, yolumuza çıkan bir ağaca soruyoruz: “Ağaç kardeş, bir dakika! Bizim Bilimsel Kitaplarda, ‘ağaç, meyvenin sebebidir, sebeplerinden biridir’ yazıyor ve senin bu meyveyi nasıl inşa ve imâl ettiğini anlatıyorlar. Acaba bu üzerindeki meyveleri nasıl yapabiliyorsun? Hava ve topraktan, gerekli besinleri nasıl çekip – sentezliyorsun? Hem her meyvenin çekirdeğine, o ince programı nasıl yazıyorsun? Sonuçta sen tahtadan bir ağaçsın! Know-how vs. anlamazsın!”

Ağaç: “Senin bu bahsettiğin ve benim imâl ettiğimi iddia ettiğin meyveden ve çekirdeğinden haberim bile yok. Üzerimde gerçekleştiğini söylediğiniz diğer şeylerden de haberim yok! Bilgim, irade ve şuurum haricinde olan bu fiil ve sonuçlarına, sebep olabileceğimi nasıl düşünürsünüz! Benim kendimden bile haberim yok ki, sebep olduğumu iddia ettiklerinizden haberim olsun! Hem, meyvedeki çekirdeğine program yazacak aletim mi var benim! Yoksa, o programı kodlayıp – yazabilecek, birşey mi keşfettiniz yapımda! Ben değil o elmayı yapmak, resmini bile çizemem! Hem, bana hayat ve ruh üflense bile, gene de bu elmayı yapamazdım!” dedi.

Aynı soruyu toprağa soruyoruz: “Bizim Bilim Kitaplarında, ağaç ve bitkilere çok faydalı işler yaptığın söyleniyor. Bu ağacı nasıl yaptın? Meselâ: Ağacın programını, ufacık tohumunda nasıl okuyup – çözdün?” O da: “Ne alâka, haberim bile yok! Ben bilgisayar mıyım ki, CD’ye benzeyen tohumdaki bilgiyi, deşifre edip, kodlarını çözebileyim! Bir sineğin iki elinin giremeyeceği, gözle görünmeyen küçücük bir hücrede, o tohumdaki dizilimleri nasıl okuyup – çözeyim! Siz benim yapımda, öyle bir kod çözücü program ve alete rastgeldiniz mi!” dedi. Ve daha, elmanın kimyası ve tat – renk – kabuğundan bahisle; bütün bunları yapabilecek fizik – kimya laboratuvarları; boyahâne ve ambalaj – terzilik makinaları olmadığını söyledi.

Aynı soruyu “rüzgâr, bulut, hava, yağmura” sorduk. Onlar da: “Bizim gözlerimiz mi var ki, toprağı ve üzerindeki ağaç ve meyve – çiçeklerini görelim. Hem görebilseydik bile, meyve ve ağacın bize ihtiyacı olduğunu nereden bilecektik!? Bilsek bile, nasıl yardımcı olacaktık! Kaldı ki ‘meyve – ağaç – toprağı’ geç, bizim kendi varlığımızdan bile haberimiz yok. ‘Sebep’ olduğumuzu iddia ettiğiniz şeylere, biz nasıl sebep olabilelim! Mümkün mü böyle birşey!?” dediler. Daha: Rüzgâr, sadece ittiğinden”; yağmur, sadece ıslattığından bahisle; “elma”da olan fiil ve sanat, ustalık ve nakışların; kendi etki ve te’sirleriyle olamayacağını söylediler.

Güneş’e gidiyoruz: “Güneş kardeş, senin için Bilim Kitaplarında ‘Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…’ gibi Bilimsel şeyler yazıyor. Anlıyorum ki sen, dünyamızı ısıtıyor ve aydınlatıyorsun; bunu da hidrojeni helyuma dönüştürmekle yapıyorsun. Hasılı çok büyük işler başarıyorsun. Acaba şu ağaçtaki meyvenin sebebi veya sebeplerinden biri de sen olabilir misin?”

Güneş: “Yok kardeşim, ben ne o ağacı ve meyvesini ve ne de sizi ve dünyanızı tanırım. Bilim Kitaplarınızda benim için ‘ısı ve ışığın sebebidir’ diye yazmışsınız, yalan! Ben hidrojeni, helyuma çevirmeyi ne bilirim! Bir de hakkımda, ciddi ciddi: ‘Dünyayı aydınlatır’ demişsiniz, bu da yalan! Benim gözlerim mi var ki, ‘aydınlatmayı’ bileceğim. Isı – ışık üretmeyi, sonra bunu dünyanıza göndermeyi nereden bileceğim! Bunların kavram ve idraki, tasavvur ve tahayyülü bile yok bende! Hem o ‘ağaç ve elmada’, öyle ince sanat ve nakışlar ve ilmî programlar var ki, bunların aletleri bulunmaz dükkânımda. Hem farz-ı muhâl: Aklım ve şuurum, bilgim ve iradem olsaydı da, bütün bu saydığınız işleri benim yapmam istenseydi; vallahi kendime bile faydam dokunmaz, daha ilk ânda düşerdim!” dedi.

Gördük ki; “elma”nın “üretim hattında” dolaşmakla; elma’nın, imâl ve üretim, terkip ve inşa sebebini bulamadık. Yani: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı yapan aşçıyı bulamadık.

“Bir de su ve güneş için ‘hayatın kaynağı’ diye kitaplarda yazar! Halbuki hayatı olmayan, nasıl hayat versin!? Aynı şekilde: Bilgisi olmayan bir cahil, nasıl bilgi ve ilim öğretsin!? Şuuru olmayan şeylerden, nasıl şuurlu ve iradeli varlıklar çıksın!?… Halbuki ben; cahil ve şuursuz, cansız ve akılsız, gözsüz ve iradesiz olan ‘madde ve sebeplerin’, bir sürü şeye sebep olduğu ve yapıp – yarattığını söylüyorum! Nasıl çözeceğim ben, bu mantıksızlık ve saçmalığı!?

Acaba elma’nın icad sebebini ararken; yöntem olarak, ufaktan başlayıp, parça parça gitmekle yanlış mı yaptım?! ‘Ağaçlardaki yapraklar; fotosentezle, besin ve enerji elde ederler’ diye buradan başlasam, ikna edici olur mu acaba? Cık, olmaz. ‘Fotosentez yaparak, enerji elde ediyormuşuz, güldürmeyin bizi! Biz kim, elde etmek ve üretmek kim! Şuurlu ve iradeli ve fotosentezi bilen varlıklar mıyız biz! Fotosentezi düşünecek; düşünsek bile uygulayabilecek bir kabiliyet ve özellik yok bizde! Siz gidin bu ‘Bilimsel Hurafe ve Masalları’ çocuklara anlatın!’ derlerse, rezil olduğumuzla kalırız!

Bir de meyveye mikroskopla mı baksak acaba? Belki orada, bizi ‘fail’ arama zahmetinden kurtaracak, bir ‘madde’ ve ‘sebep’ veya ‘otomatik bir mekanizma’ bulabiliriz. Tamam buldum işte!: Ağacı ve meyveyi, toprak ve daha fazlasını; yapıtaşı ve parçaları olan ‘atomlar’ yapmış olabilir ve yapmıştır!”

Fakat atomlarla görüşmemiz neticesinde; onların da “etken” değil, “edilgen” olduklarını ve tüm olanlardan habersiz olduklarını öğreniyoruz. Diğer sebepler gibi; onların da bu işleri yapabilecek kabiliyet ve özellik, mahiyet ve tabiatlarının olmadığını; hem bu işler için kullanabilecekleri alet – edavatları olmadığını; faraza olsa bile, bunları kullanma kapasitelerinin olmadığını görüyoruz.

Atom: “Benim, ‘elma ve ağacı ve onlarla bağlantılı şeyleri’ görebilecek bir gözüm mü var ki, elmayı yapabileyim! Görmüyor musunuz: Ben ve kardeşlerim olan diğer 114 küsur element ve atomların hepsi, temelde hammaddesi aynı olan ‘proton – elektron’ gibi parçalardan müteşekkiliz. Bizim özellik ve sıfatlarımızda olmayan, bizim alet çantamızda bulunmayan şeylere; bizden katbekat büyük olan eşyadaki özellik ve şekillere; bizi nasıl sebep gösterirsiniz! Bizler, kâtibimizin 3 boyutlu yazı yazmada kullandığı; harf veya nokta, mürekkep veya kalem uçlarıyız. Bizle ifade edilen kelime ve cümlelerin, taşıdığı ‘bilgi ve manâlara, iş ve işleyişe’ sebep olamayız. ‘Kalem’, yazının sebebidir; fakat ‘yazma’nın sebebi değildir; yazıdaki ‘bilgi ve manânın’ sebebi hiç değildir!  dediler.

Elhasıl: Etraflarını görecek gözleri ve iş yapacak elleri olmayan; üstelik şuur ve irade, bilgi ve canlılıktan mahrum olan bu “zerreler”den de, davamızı ispat için bir delil bulamıyoruz. Üstelik: Havada uçuşup, en küçük üflemede, dağılabilen bu şeylerin; “elma” inşaatında, organize olup – biraraya gelmeleri ve ittifak edebilmelerinin nedenini de, bulamıyoruz.

“Peki, bu olayları, acaba ‘fizik – kimya kuvvetleriyle’ nedenselleyip; böylece faile ihtiyaç ve zaruret olmadığını, buradan ispatlayabilir miyiz? Gerçi bu kuvvetlere sorsak, onlar da neye alet olduklarını ve nerede kullanıldıklarını ve nerede duracaklarını bilmiyorlar. Hem, değil evrendeki işleyişe sebep olabilme ihtimâlleri; kendi varlıklarından bile haberleri yok!

Üstelik: Bu ‘kuvvetleri’, şimdiye kadar hiç gören de olmamış! Ancak ‘madde’ üzerindeki etkileşme, te’sir ve sonuçlarından, farkedilip; varlık ve özellikleri biliniyor! Bu te’sirlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla da; bu ‘kuvvetler’in işi, (genelde ve son tahlilde) madde’yi ‘itme – çekme, bağlama – ayırma, ısı ve basınç’ gibi hareketlerden ibaret.

Yani bu ‘çekim / kuvvet / enerji rüzgârlarıyla’, belki atom ve yıldızların hareket etme ve çarpışma – ayrılmalarını; nedenselleyip – açıklayabiliriz. Fakat ince ayar ve hassas denge ve ölçülü hareketlerini, bu kuvvetlerle nedenselleyemeyiz! Daha da özele inersek: Örneğimizdeki ‘elma’nın tuğlaları olan atomların, niye elma kalıbında yapışıp, üstüste bindiklerini; bu ‘elma’ hacminde niye biraraya gelip – sabitlendiklerini açıklayamayız. Çünkü: Evrendeki kuvvetleri, ‘elma’ yapmaya iten veya çeken ve bu kuvvetleri, belli noktalarda frenleyen veya engelleyip, durduran ayrı bir kuvvet ve sebepte gerekiyor…

Yahu bu ‘Ateist Yatay Deterministik Sebep – Sonuç Şablonuyla’ gitmeye devam edersek; ‘sebepler’, teorik olarak sonsuza kadar gidiyor! Meselâ; her kış mevsiminde, ‘sonuç’ gibi, ‘sebebi’ de ölüyor ve baharda ikisi de tekrar diriliyor. O zaman her sebebe de ayrı bir sebep bulmak gerekiyor ve bu sebeplere de ayrı bir sebep gerekiyor! ‘Bunun sebebi şu; onun da sebebi şu; onun da şu… Sebep – sebep – sebep – sebep…’ diye diye, bu iş sonsuza kadar gidecek!

En nihayetinde, bu da bizi; deney – gözlem yapamayacağız ve ölçüp – ispatlayamayacağımız ‘Sonsuz Paralel Evrenler’ Senaryosu uydurmak ve bu metafiziğe inanmak zorunda bırakacak! Sonra da: ‘Bu sonsuz evren ihtimâllerinden birisi de, bu ince ve hayata izin veren evrenimiz olmuş’ diye inanmak zorunda kalacağım! ‘Sonsuz Evren ve Sonsuz Zaman, Sonsuz Deneme – Yanılma ve Sonsuz Olasılık inancıma göre; bu evrenin olabilmesi mümkün ve zaten olmuş!’ diyerek; bu inancıma, başka amentü ve inanç esasları da ekleyeceğim!

Offf! ‘Bilimsel değil’ diyerek, sonsuz ve herşeye gücü yeten Tek Allah’ı kabul etmiyorum ama madde – enerji veya trilyarlarca zerrenin, sonsuz ve herşeye gücü yettiğini kabul etmek zorunda kalıyorum! Sanki bu çok bilimsel! Ve sanki deney – gözlem ve ölçümle doğrulanmış!

Peki, ‘evrendeki bütün bu işleyişi ‘fizik – kimya kanunları ve doğa yasaları’ yapıyor; yani bu yasalara göre, bir makina ve bilgisayar gibi sistem işliyor’ desem olur mu! Yok, bu tez de tutmaz! Çünkü ‘fizik – kimya yasaları’ denilen şey, evrendeki varlık ve faâliyetlerin ‘sebebi’ değil, ‘neticesi.’ Neticesi derken; olayların işleyiş tasviri. Evrendeki işler, belli durum ve şartlarda hep aynı yürüdüğü için; ‘kanun’ diyoruz; yoksa ‘kanun’ olduğu için, işler öyle yürümüyor! Yani, olduğu için “kanun” oluyor; ‘kanun’ olduğu için olmuyor!

Yani; bu, “fizik – kimya – biyoloji kanunları” dediğimiz, bu “genelgeçer sabit kurallar”; sadece zihnî ve ilmî, hatta vehmî şeyler olup; “madde”nin üzerinde etki ve yaptırıma sahip değiller. Kuvvet ve enerjileri olmadığı gibi; üstelik zihin dışında, somut ve haricî vücud ve mevcudiyetleri de yok. Tıpkı bir mimarın çizdiği “plân – proje” gibi; evrendeki işleyişte, belli kural ve programlar dahilinde devam etmekte olup; o “plân – projenin”, kendi başına iş yapabilme kuvvet ve kabiliyeti yoktur…

“Offf! Evren için ‘fail ve usta’ gene şart! Hem de evrenin her noktası ve her ân’ındaki, her varlık ve işleyişi için şart! Acaba ‘içgüdü veya sevk-i tabiî’ desem; ‘içten ‘DNA’, dıştan ‘tabiat’ sevkediyor ve yönetiyor ve yapıyor bütün bunları’ desem inandırıcı olur mu? Olmaz! Çünkü; ‘sebep olduğunu iddia ettiğin ‘tabiatı’ göster bakalım, ne menem birşeymiş’ deseler; ‘tabiat’ diye parmağımla gösterebileceğim; madde veya enerji cinsinden somut bir varlık yok.

Zaten; ‘ağacı tabiat yaptı, toprağı tabiat yarattı, şunu tabiat sevketti’ diye diye, herşeye ‘tabiatı’ sebep gösterirsem; ortada ‘tabiat’ diyebileceğim birşey kalmıyor! Hem DNA’yı ‘sebep’ ve ‘senarist’ göstermem de doğru olmaz. Çünkü, küçücük bir sineğin bile iki elinin giremediği ve çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı ufacık bir yere; binlerce cilt bilgiyi kim yazıp – sığdırıp – kodlamışsa; asıl sebep o olmalı!

‘Bilim/sellik Paradigmasındaki’; bu ‘Ateist Yatay Deterministik Felsefeyi’ bıraksam mı acaba!? Çünkü sebepleri sonsuza kadar uzatabilirim ve gördüğüm kadarıyle, hiçbirisi de ‘sebep ve etken, özne ve fail, illet ve neden’ değil. Daha ilk adımda tıkanıyorum! Sebep – sonuç illiyet ve etkileşiminin ispatını yapamıyorum! Daha ‘elma’nın sebep – sonuç illiyyetini ispat edemedim; ‘elma’yı yapan şu veya şunlar’ diye; ‘elma’nın, halâ fail ve aşçısını gösteremedim!

‘Sebep’ diye etiketlediğim; ‘ağaç, toprak, güneş, bulut, hava, su, atom, tabiat, kuvvvetlerden’ sorduğum üzere; hiçbirisi bu ‘elma’ fiil / eserini üzerine almıyor! Tek tek bunların, ‘elma’da hiçbir rolü yoksa, toplamının da bu işi yapması hiç mümkün değil. Zaten kör – sağırların arttığı bir topluluğun, körlük ve sağırlığı da artar! ‘Elma’, hiç olmaz!

Galiba bu ‘sebep – sonuç’ diye, tren vagonları gibi, zincirleme birbirine bağladığım; Yatay Deterministik Şablonun kendisinde bir hata var. Daha bir tane bile, ‘sebep – sonuç vagonunu’ bağlayamadım! En iyisi, bu ‘vagon bağlama’ işini bırakayım ben. Çünkü; bir vagonu, ardından gelen diğer vagona bağlayamadığım gibi; herbir vagondan da, diğer vagonlara ayrı bir sebep ve bağlantı bulmam gerekiyor! Çünkü: Evrende her birşey, varlık ve devamında, tüm evrene muhtaç ve bağımlı.

Meselâ: “Elma”yı yaratan kim ise; o elmanın olması için gereken; gece – gündüz ve mevsimlerin gelmesi için dünyayı çeviren de aynı kişi olmalı; dünya ve elmanın bağ(ım)lı olduğu Güneşi göğe çakan da aynı kişi olmalı… Hava, yağmur, dünyanın eğimi, çekim vs. hep böyle… Bugünkü Dünya ve Güneş’in olması için, geçmiş zamanlara hâkim olan da aynı kişi olmalı…

Üstelik; “elma” için geçerli olan, bu saydığımız kopmaz ve parçalanmaz bütünlük ve birlik; evrendeki diğer herbirşey için de geçerli. Yani: Kâinatta, “sebep – sonuç” diye parçalayıp – ayıramayacağımız, bir bütünlük var. Bu “sebep, sonuç” kavramsallaştırma ve ayrımlarıyla çözemeyeceğimiz bir işleyiş var.

Çünkü: Bir kitabı yazan kim ise, içindeki cümleleri yazan da aynı kişi olmalı. Cümleleri yazan kim ise, cümlelerin kelimelerini yazan da aynı kişi olmalı. Kelimelerini yazan kim ise, o kelimenin teşkilinde kullanılan harfleri yazan da aynı kişi olmalı… Demek evrende, birşey, herşeye ve herşey de birşeye bağlı ve bağımlı ve muhtaç. Yani “birşey herşeysiz ve herşey de birşeysiz olmuyor.

Demek: Kâinat Kitabını kim yazmış ve kim fail ve sebep olmuşsa; içindeki Dünya Formasını da aynı Zât yazmış olmalı. Ve Dünyayı kim yazmışsa; içindeki yaz – kış sayfaları ve gece – gündüz satırlarındaki cümle ve kelimeleri de aynı zât yazmış olmalı…

O hâlde, “Bilim/sellik Paradigma ve Felsefesi”nden artık vazgeçip; bundan sonra; “ağaç elma veremez, verdirilir; bulut yağmur veremez, verdirilir; yağmur yağamaz, yağdırılır; dünya dönemez, döndürülür; ağaç rızkını elde edemez, kendisine gönderilir” ve “arı bal yapamaz, yaptırılır; inek süt veremez, gönderilip – verdirilir” gibi; gerçek ve olgusal, doğru ve yalın ifadeler; yani bir müslüman gibi, “İslâmî” ifadeler kullanılmalı.

“Yok, bu dediğini kabul etmiyorum ama; acaba Bilim’e, Tanrı’yı ‘fail’ olarak değil de; ‘nedenlerden bir neden’ olarak, hiç değilse ‘teori’ veya ‘hipotez’ bazında eklesem olur mu? Yok bu da doğru ve bilimsel olmaz. Sonuçta Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulümde; ‘evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)’ ateizm şıkkını işaretlemiştim ben! Evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancıma göre, tasvir ve açıklamaya mecburum! Yoksa Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!

En iyisi ben evrendeki hâdiselerin nedenine; Bilimsel olarak deneysellenemez ve ispatlanamaz da olsa ve mantık olarak delillendirilemez de olsa; yeni bir aksiyom daha ekliyeyim. En iyisi ben, evrendeki bütün bu işleyişe, en genel ve temel sebep olarak; ‘tesadüflerin doğurduğu zorunluluklar ve zorunlulukların doğurduğu tesadüfleri’ ekliyeyim. ‘Evrendeki tüm sebeplerin ‘ortak bileşkesiyle’ bütün bunlar oluyor’ diyeyim ve gerçekten olan da buymuş ve vakıa bundan ibaretmiş gibi kitaplarda anlatayım ki; böylece, ‘Bilim/sellik Kriterleri’nin dışına çıkmış olmayayım.”

Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik bilgisayar / makina” gibi işlediği ve “Madde ve Enerji + Tesadüf ve Zorunluluk + Tabiât ve Kanun + Evrim (Adaptasyon, Mutasyon, Elenme) + Uzun Zaman = Herşey Mümkün” önvarsayım ve kabül, aksiyom  ve inancına göre; bu Kâinat Modeli’ne dayanan bir kâinat kurgusu yapılır!

Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır!

“Oh rahatladım! ‘Elmanın nasıl ve ne sebeple/rle olduğu’ sorusuna cevap vermek için; ‘tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve zorunluluğun doğurduğu tesadüfleri’ ve ‘sonsuz zamanları’ ekleyerek; böylece işin içine fail ve özne olan ‘Tanrı’yı katmak zorunda kalmadan, cevaba muvaffak oldum! Bu cevap; ‘tesadüf, zorunluluk, sonsuz zaman’ gibi başka metafizik inanç esasları barındırıyor ama olsun! Bu daha bilimsel! Hem ileride, Bilim bunu ispatlayacak! Demek ki neymiş?: ‘Elma’ için, fail olan bir özneye; yani ‘Tanrı’ya ihtiyaç ve zaruret yokmuş; evren ve sebepler, pekalâ elma yapabiliyormuş!

Öyleyse: Ağaç, elma yapar; arı, bal yapar! Gerçi; neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen ‘ağaç ve arı’ hakkında; ‘yapar’ ifadeleri; mantıksız ve saçma ama yukarıda dediğim gibi: ‘Yaptırılır’ demek, ‘bilimsel’ değil!

Öyleyse, ‘failsiz ve ustasız’ (sizin ifadenizle ‘sahte failli’) Bilimsel Bilgilere devam: ‘Güneş, ısı ve ışık verir. Dünya, döner. Yağmur, yağar. Arılar, bal yapar. Bitkiler; fotosentez yaparak, besin ve enerjilerini kendileri üretir. Şu mutasyonla; bu adaptasyonla olur; doğal seleksiyon, eleme de bunu gerçekleştirir. Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir. Hücre zarı, işine yaramayanı içeri almaz. Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir. Hayvanlar; sevk-i tabiî ve içgüdüyle şunları yapar. Zaten evrimsel olarak…’ Bütün bunlar için, fail ve faâl olan bir Tanrı’ya ne gerek var; bak sebeplerle herşey mümkün!”

Halbuki, yukarıdaki yolculuğumuzda görüldüğü gibi: Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için “mümkün”(müş) zannediyoruz!

 

Gelecek Yazımızın konusu: Metabilim: Sihrin Yapısı

 

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 11.Ekim.2017

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (3)

Bilimsellik Paradigması hangi kapıları kapatıyor?

Yazımıza başlamadan önce, “Bilim ateizme Alet edilmiyor, Ateizmin ta Kendisi” yazımızla ilgili bazı itirazlar için bir açıklama yapmamız gerekiyor, şöyle ki:

“Bilim ve Bilimsellik Kriterleri objektif ve olgusaldır, sadece bunu inançsızlığına alet eden biliminsanları var. Bilim’in ‘ateist olduğu, ateizmin teorisini inşa edip, söylemlerini kullandığı’ iddianız, yanlış bir tespittir. Evren üzerinde yapılan Bilimsel Çalışmaların faydaları meydanda. Elde edilen bu Bilimsel Veri, keşif ve bilgileri ‘ateizm’e alet edenler var sadece. Yoksa ‘Din – Bilim, Akıl – Vahiy’ gibi bir çatışma ve kavga yoktur; hem olması mümkün de değildir. Çünkü ikisinin alanları ve dolayısıyle soru – cevapları farklıdır. Yani dinler ‘niçin / niyeye’; bilim ise ‘nasıl / nedene’ cevaplar arar ve verir. Din ve Bilim’in alan ve konuları farklı olduğundan, bu ikisi arasında bir çatışma ve çelişki olması düşünülemez bile. Bu ikisi birbirini dışlamayıp; bilâkis (gerçeğin farklı yönlerine ışık tutmaları nedeniyle) birbirlerini tamamlarlar” gibi sözlerle; “Bilimsel Yöntem” ve ürünü olan “Bilime alternatif olarak önerdiğimiz “İslâmî B/ilim”in boş ve gereksiz, üstelik yanlış bir çaba olduğu ifade ediliyor.

Bilimsellik Paradigması” yerine, “İslâmî Tevhid Paradigması”na sahip, bu B/ilim Felsefesi’nin “evrensel” de olamayacağı; örneğin diğer din ve inanç müntesiplerinin, Bilim’e eklenen bu “İslâmî” sıfatını (İslâmî B/ilim’i) kabul etmeyecekleri belirtiliyor.

Mevcut Ateist Bilim”e alternatif olarak önerdiğimiz İslâmî B/ilim Projesi”ne gelen, gelebilen bu tür itirazların, zihnimizde bulunan doğru bilinen bazı yanlışlardan kaynaklandığını düşünüyoruz. Günlük dilde, kolayca kullandığımız kavramlar”ın, anlamları konusunda fazla düşünmememiz ve araştırmamamızın da bunda etkisi büyük.

Bu sebepten, örneğin: Mevcut bilim”i (science) eleştirmenin, bilgi ve ilim”i (veri / data – information – knowledge) eleştirmekle aynı şey olduğu ve bunun da, akıl ve mantığa karşı gelmekten farklı birşey olmadığı zannediliyor.

Bu kavram kargaşası ve yanlış düşüncelerin nedeni: Mevcut Bilim ve Bilimsellik Kriterleri’nin; “objektif ve olgusal, tarafsız ve evrensel” olduğuna inanılması; dolayısıyle Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsel Bilgi’nin, evrenin işleyişi hakkında “doğru ve objektif bilgiler” verdiğine inanılmasıdır.

Halbuki İslâmî B/ilim yazılarında defaatle vurguladığımız konu şu: Evrende herhangi birşeyi gözler ve inceler, araştırır ve ölçerken ve bunun sonucunda elde ettiğimiz “veri ve bilgi, ölçüm ve keşfimizi” dile döküp, ifade ederken; (incelediğimiz bu olay ve nesnenin) ya faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış) veya yok(muş) gibi ifade eder ve anlatırız. Bu 2 şıktan yaptığımız seçime göre, evrendeki nesne ve olayları; tanım ve ta’rif, tasvir ve ifade ederiz. Bu 2 şıkkın ortası veya bu 2 şıktan ayrı ve bağımsız; yani dışarıdan bakabileceğimiz, eşit mesafede orta ve olgusal, objektif nokta ve koordinat sistemi yoktur.

Bilimsel Yöntem’in ürünü olan Bilim; başlangıçta yola çıkarken, aksiyom ve önvarsayım ve önkabül olarak “yok(muş)” tarafını seçtiği için; evrende gözleyip – ölçtüğü olay ve nesnelerin “tanım ve ta’rif, ölçüm ve tasvirlerinde”; yani evren hakkında verdiği Bilimsel Bilgiler’de;ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” taraftadır. Yani “Bilimsel Bilgi” dediğimiz şey; bu “ateist tarafın”, dil ve argüman, söylem ve teorilerini kullanmakta. Bilimsel İfade ve Açıklamalarında, bu tarafa delil ve cephane üretmeye çalışmaktadır.

Bilim; başlangıçta, bu “yok(muş), varsa da karışmıyor(muş)” küfür ve şirk aksiyomunu tercih edip, bunu doğru varsaydığı için; bu önkabülünün zarurî sonucu olarak; “Allah” ve “kader, melekler, sevk-i İlâhî, kudret-i İlâhî, ahiret, vahiy–nübüvvet–kitap” gibi kavramları, Bilimsellik Kriterlerine aykırı bulur.

Bunları Bilimsellik’e aykırı bulmasının zorunlu sonucu olarakta, Bilim; evrenin varlık ve işleyişi hakkında ürettiği Bilimsel Bilgi’de, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefe ve inançların doğru olduğunu kabul ederek, bunların delil – ispatına çalışır. Ve sanki bu önkabulü doğru ve gözlenip – ispatlanmış gibi, evren tasvirleri yapar. Elhasıl, evrenden elde ettiği veri ve bilgi, keşif ve ölçüm, teori ve cümlelerini, bu ateist felsefeye göre inşa eder.

Üstelik; “bilgi ve araştırmayı değil, inanç ve önkabulü ilgilendiren bu tür metafizik şeyler ölçülemez ve deneysellenemez; bu tür şeylerin varlığı ve varsa, evrendeki etkileri ispatlanıp – gösterilemez; yani var olsalar bile, herhangi bir fizikî varlık ve olaya, neden veya fail oldukları Bilimsel olarak ispatlanamaz” diyerek; güya aksinin; yani ateist, küfür ve şirk aksiyomunun Bilimsel olarak gözlenip – ispatlandığını, saf zihinlere şırınga eder!

Dahası: Delil ve ispat prosesini, kendi koyduğu “bilimsellik”le sınırlandırmakla; güya bunların delil ve ispat, gözlem ve ölçümünün mümkün olamayacağını iddia eder. Halbuki kendi Bilim Kriterlerine göre de indirekt ve dolaylı gözlem ve ölçüm diye bir yöntemi varken ve bu yöntemi (“atomaltı” gibi mikroevren ve “kütleçekimi, Big Bang” gibi makroevren incelemelerinde) sık sık kullanırken.

Elhasıl, Bilimsel Bilgi ve Açıklamalar’da, sanki bu “ateist felsefe ve inançlar” doğru ve ispatlanmış da; “Bilim” de bunu gözlemiş ve delillerini bulmuş gibi bir dil ve tavır sergilenmektedir. “Bilim/sellik”in başlangıçta, aksiyom olarak doğru varsaydığı yok(muş)” ateistik önkabulü, evrende gözlenmiş ve doğrulanmış ve aksinin de yanlışlığı gösterilmişte; “Bilim” de bunun delillerini sayıyor gibi bir söylem kullanılmaktadır.

Sonuç olarak: Bilimsellik Paradigması ve Bilimsel Düşüncenin,lâik” ve “seküler” olduğu söylenir ama iddia edildiğinin aksine; mevcut Bilim,ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; “inkâr ve şirkin” teori ve sözcülüğünü yapmaktadır.

Fakat, konuyu “İslâm, Bilim’e hâkim olan Ateist Bilimsellik Felsefesi hakkında ne der? Ne diyor olabilir?” çerçevesinde düşünmemiş olanların veya Bilimsellik Paradigması’yla üretilmiş Bilimsel Bilgi’nin, herhangi bir yanlış veya eksik, hatta zararı olmadığını savunanların; “İslâmî B/ilim” Projesini, faydasız ve gereksiz, hatta yanlış görmeleri, beklenen bir netice.

Mevcut Bilim’in “seküler” olup, “inanç” barındırmadığı; “nötr” ve “tarafsız” olduğu düşüncesine yolaçan diğer bir sebepte: “Bilim (science)” ve “Bilgi (veri / data – information – knowledge)” kavramlarının farklı ve ayrı olduğunun farkedilmemesidir.

Örneğin: “Belli atmosfer, basınç şartlarında, suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi”dir, “ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim (science)” değildir. Zaten mevcut Bilim ve Bilimsellik’in 1800’lü yıllarda doğup; sistemleşme ve kendi kavram ve yöntemlerini şekillendirmesinden, asırlarca sene önce de, suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alıyor veya alacaktı…

İslâmî B/ilim” şeklinde bir kavramsallaştırmaya karşı çıkılmasının diğer bir sebebi de: Bilim’in, “nasıl / neden”; Dinlerin ise “niçin / niye / gayesi ne sorularına cevap verdiğinin sanılmasıdır. Bu ifadelerinde; “İslâm”ı, “dinler” başlığı altında; diğer bâtıl ve yanlış din ve inançlarla, aynı payda ve kümeye alıp, eşitlemeleri yanlışını geçersek; ki izleyen yazılarımızda; “bâtıla inanmakla(meselâ ineğe, Hinduizme inanmakla),İslâm’a iman etmek”in neden ve niçin aynı şey olmadığı konusu gelecek.

Asıl konumuza dönersek; “Bilim’in nasıl’a, Din’in ise niçin’e cevap verdiğini” söylemelerindeki mantık ve bilgi hatası şu: Meselâ yolda bulduğumuz bir “resmin” ve “resimdeki sanâtın”, neden ve nasıl olduğunu açıklayıp, tasvir ederken; o resmin, görmediğimiz fail ve ustası olan “ressam”dan bahsetmeden; o resmin değil niye / niçin yapıldığını, nasıl olupta olabildiğini bile açıklayamayız!

Yani o resmin nasıl ve hangi sebeplerle olduğu açıklanırken; “özne ve fail”den bahsetmeden, sadece resimdeki “fırça – boya ve tuvalle”, o resim nedensellenip – açıklanamaz. O resmin faili olan “ressam”dan bahsetmeden; resmin nasıl olduğu ve sebebi açıklanıp – rasyonelleştirilemez. Hatta fail olan ressamdan bahsetmeden; o “fırça – boya ve tuvalin”, nasıl olupta, resme “sebep ve araç olduklarının” bile rasyonel açıklaması yapılamaz!

Sonuçta; bu cansız ve şuursuz araçlar, alet ve parçası oldukları “resim”den habersiz ve bilgisizler! Yani bunlar, kendi kendine ayaklanıp veya Fizik’te geçen “4 Temel Kuvvet” Rüzgârlarının ittirme – çektirme ve harekete geçirmesiyle, tesadüfen (veya zorunlu olarak); bu resimdeki “sanat ve ressamlık ilmi ve kabiliyeti” gibi bir takım soyut vasıflar ve “resmin bütününü gören göz, fırçayı o bütüne göre hareket ettiren el” gibi bir takım somut uzuvlar gerektiren resmi yapamazlar.

Verdiğimiz bu “resim” örneğiyle anlatmak istediğimiz: 2 boyutlu yüzeye çizilmiş bir resmin bile, failsiz ve öznesiz “nedensellenemeyeceği” ve “nasıllanamayacağını (nasıl vücuda geldiğinin ve nasıl olupta olduğunun anlatılamayacağını)” göstermekti. Ve “somut olarak resmin kendisinin” ve “soyut olarakta resimdeki ilim ve hüner ve sanatın”; “tesadüf – zorunluluk, enerji, kuvvet, tabiat” gibi sebep ve kavramlarla; yani “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” argüman ve söylemlerle, nedensellenemeyeceği ve açıklanamayacağını göstermekti. Bu “Felsefî İnançlar” doğruymuş gibi [yani fail olan Allah yok(muş) / varsa bile bu işe karışmıyor(muş) / O yapmıyor(muş) gibi]; inkâr ve şirk kokan ifadelerle tasvir edilemeyeceği üzerineydi.

Bilimsellik Paradigması, örneğimizdeki iki boyutlu resim için; meselâ “resimdeki elma” için yapmadığı bu davranışı; hakikî ve gerçeği olan “evrendeki elma için yapıyor! Her “atom harfinde” bile ayrı bir muazzam kitap yazılmış “Kâinat Kitabı”nı; harf ve cümlelerindeki “bilgi (plân, projeyi)”, “madde ve faâliyetlerini”, fail ve özne olan “Tanrı”ya atıf yapmadan; yani “Bilimsel” olarak, yani “Yatay Deterministik Şablon ve Nedensellemelerle”, nasıl ve neden olduğunu, olabildiğini açıkladım; olayı çözdüm ve tasvir ettim zannediyor!

Halbuki, Bilimsellik’in evren hakkında yaptığı bu eksik ve yanlış nedensellemeleri; varlık ve işleyişin “nasıl ve neden olduğunun” cevabı değildir. Evrenin işleyişini anlatan bu Bilimsel Bilgiler, aslında evrenin “açıklama ve izahı” olmayıp; olanların yanlış ve eksik bir “tasvir ve nedensellemesi” olabilir ancak.

Bilimsellik Paradigması’nın, bu “ateist ve deterministaksiyom ve önkabulünün sonucu olarak; yani daha başlangıçta yola çıkarken; bu postulatı, baştan doğru kabul ve önvarsaymasının neticesi olarak; bu aksiyomla tutarlı olacak ve bunu destekleyecek şekilde, Bilimsel Bilgi yapılandırılıp, kurgulanır. “Sentetik” olan bu bilgi’ye göre, evren tasvir ve modellemeleri yapılır.

Örneğin; evren, çok büyük ve gelişmiş bir “quantum bilgisayar” olarak zihinlere modellenir. Evrenin quantum bilgisayarlara benzetilmesine bir sözümüz yokta; bu bilgisayarların bile kendilerini imâl edip, çalıştıran ve işleten bir faile ihtiyaç ve zarureti var! Yani evrenin işleyişinde nedenlerin bulunması, arttırılması veya değiştirilmesi; evrenin fail ve özne olan Allah’a ihtiyaç ve mecburiyetini ortadan kaldırmıyor. Bilim’deki evren modelleri ve teorilerin değişmesi; “Bilimsellik Paradigması”nda olmayan kim ve niçin / niye / gayesi ne sorularını, gereksiz veya geçersiz kılmıyor…

Bilimsel Paradigmanın: “Fail ve Tanrı’yı, Bilimin İfade ve Bilimsel Açıklamalarına katmak zorunda kalmadan; evrendeki herşeyi böyle ‘neden – sonuç’ zincir ve ağlarıyla nedenselleyebilir ve açıklayabilirim” inanç ve amacının sonuçları bunlar. Bilim/sellik’in evrenle ilgili ifade ve açıklamalarında kullandığı bu Yatay Deterministik Şablon ve Kalıp; “nedenlerin, failsiz de birşeylere neden olabileceği ve sonuçları gerçekleştirebileceği” inancına dayanır. Tıpkı; “fırça – boyaların, onları tutan ve hareket ettiren ve yönlendiren bir failin eli olmadan da, resim yapabilmesinin mümkün olduğu ve bu mümkün’ün de gerçekleştiği” inancı gibi.

Halbuki Bilim’in bu neden – sonuç zincir / ağlarına gerek kalmadan ve nedenlerini bulamadığımızı Tanrı’ya, bulduklarımızı ise nedenlere vermek gibi; güya buradan Tanrı’nın varlık ve kudretinin delil ve ispatını yaptığımızı sanarak; yani saçma bir düşünce ve yanlış bir “Tanrı” tanımına (veya bilgisine) dayanan bu akıl yürütme yerine; yani yanlış sorunun, yanlış cevabı olur tuzağına düşmek yerine; “aradığımız şeyi, kaybettiğimiz yerde aramamız ve bunun için de doğru sorular sormamız gerekiyor.

Yani gözlemlerimizde “neden (sebep)” etiket ve tanımı yapıştırdığımız herhangi bir varlık veya olaya, alıcı gözle baksak; hiçbir sebebin, en küçük birşeye bile “sebep ve neden” olamayacağını anlarız. Bilim’in yaptığı: Parçalayıcı ve nedenlerden – sonuca gitmek yerine; sonuçtan – nedenlere gittiğimizde; (yani tümelden tikele, genelden özele ve sonra da tümdengelimden tümevarıma gittiğimizde;) yani vahdet / tevhid / bütün”ü başlangıç noktamız seçerek, buradan kesret / parça”ya gidecek şekilde; dairesel iniş – çıkışlı ve çift yönlü bir yol izlediğimizde; yani olaylara (modern ifadeyle) bütüncül ve holistik bir nazarla bakmaya zihnimizi alıştırdığımızda, bunu görürüz. Subjektij olan “görmek”le kalmaz; bunu bir de, görmeyenlere de objektif olarak “gösterebiliriz.”

Kâinata, Bilim’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp – boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, — daha doğru ifadeyle — “Tevhidî / Vahdet” nazarıyla ve doğru sorular eşliğinde bakarsak, görürüz ki:

Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara taşıyıp, yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru dünyadan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçeklere indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sürâtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, süt”ten ırmaklar akıtır ve gönderir!? (Yeryüzüne hergün, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç” musluklarıyla akıtılan veya “arı, inek” gibi kanal – borularla indirilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları, binlerce tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine bağladığı bir kordonla karnından; doğduğunda da, (dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği,) annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…

Bedi’üzzaman Hazretlerinin (R.Â.) Risale-i Nur’da mantık ve mefhum itibariyle ifade ettiği gibi: Kâinattaki fiil ve faâliyet, eser ve olaylara; yukarıdaki gibi doğru sorularla; yani “iman” ve “tevhid” nazarıyla bakarsak; görürüz ki, mikrodan makroya geçerli tüm bu fiil ve eser ve (Tabiât – Fizik Kanunu değil) İlâhî Kanunlara; hiçbir sebep, hiçbir tesadüf, hiçbir tabiât, hiçbir varlık; parmağını sokup, karıştıramaz! “Bu fiil ve eserlerde, benim de etkim ve yetkim var” diyemez!

Elhasıl, kameramızın kadraj ve odak noktasını iyi ayarlayıp; zum yaptığımız olaylara, hangi perspektiften bakacağımızı iyi hesaplamalıyız. Olaylara yanlış bakarsak; göreceklerimiz de, giydirip – yazacağımız senaryolar da yanlış olur.

Kameramızın açısına girenleri, “gökteki tek Güneş’i ve yeryüzündeki ısı ve ışığını ret ve inkâr edeceğim” niyet ve inancıyla senaryolaştırırsak; sonra gündüzün kaynağını yerde aramak zorunda kalırız! Güneş’in yeryüzündeki her yansıma ve timsâl, ısı ve ışığını yerdekilerden bilmek ve bunu ispat etmek zorunda kalırız. Yani Rabbimiz’in isim ve sıfat, tecelli ve tezahür, fiil ve eserlerini; “çeşitli madde ve kuvvet, sebep ve tesadüf, zorunluluk ve kanunlara” vermek ve öyle de inanmak; olayları da, böyle nedenselleyip, tasvir ve açıklamak zorunda kalırız!

O zaman, herşey; “yumurtadan kuş çıkması; insandan insan çıkması; tohum – topraktan ağaç çıkması; tahta ağaçtan, meyve – çiçek çıkması; göğün ortasından yağmur gelmesi; uzay boşluğunda dönen dünyaya, hergün insan ve hayvan annelerinden, tonlarca süt ırmakları akıtılması; arılardan, tonlarca bal nehirleri indirilmesi; ağaçlardan çeşit çeşit, tonlarca meyveler gönderilmesi” gibi, mikrodan – makroya geçerli, bütün bu olağanüstü fiil ve eserler ve sonuçları; bize “tabiî ve normâl, olağan ve mümkünmüş” gibi gelmeye başlar; “tesadüf ve tabiat, buna sebep olabilir ve olurmuş” gibi inanılmaya başlar!

Halbuki elma, armut, yağmurun “inşa veya icad sebebi” olarak gördüğümüz “ağaç, bulut, toprak”; (suyun bize ulaşmasını sağlayan, edilgen ve hiçbirşeyden habersiz “su boruları” gibi) bu ni’metlerin bize gönderilme ve ulaştırılma vasıtası olabilir ancak. Bu ni’metlerin aktığı musluk, gönderildiği zarf, ulaştırıldığı hizmetçi olabilir. Ni’metlerin; nazil olup, indirildiği yer buraları. Yani rızıkların tevzi ve gönderilmesinde, sebepleri “sebep” yapıp; kudret elinde, onları alet edevat ve araç olarak kullanan: Allah.

Elhasıl, yanlış sorulara, yanlış cevaplar üreten Ateist Bilimsellik Paradigması’nın verdiği Ateist Bilimsel Bilgi”nin, zihinlere inşa ettiği bu sahte ve sanal, failsiz ve otomatik çalışan evren modeliyle; bütün bunların “asıl sebep ve tek fail, biricik neden ve tek illet, tek açıklamasının” sadece “Allah” olabileceği ve olduğu, karartılıp – kapatılıyor.

Bilimsel Şablonlarla; yani olayların, böyle Yatay Deterministik Kalıplarla şablonize ve tasvir edilmesiyle; bu ni’metlerin, tek sebep ve failinin “Allah” olduğu, zihinlerde silinip – köreltiliyor. Kâinattaki varlık ve işleyişi ve sonuçlarının; Allah’ın fiil ve eseri, mu’cize ve âyeti, ni’met ve ihsanı olduğu, unutulmaya ve görünmemeye başlıyor! Bilimsellik Paradigması’nın neden varsa, faile (Allah’a) gerek ve ihtiyaç yoktur inancının, sonuçları bunlar!

Evren hakkında Bilimsel Bilgi ve açıklamalarla dolu, böyle bir zihinden çıkan: “Bütün bunlar, bize Allah’ın ni’met ve ihsanıdır” sözü ise; doğru şıkkı baştan öğretilmiş ama cevap ve çözüm yolu bilinmeyen bir ezberin tekrarından ibarettir. Bilimsel şartlanmışlıkla formatlanmış bir zihin için; “rızık, ni’met, rahmet, ihsan” gibi sözler; Bilim’e dayanmayan, evrende buna dair hiçbir gözlem ve delil de olmayan; yani bilimsel temelden yoksun bir “inanç”ın taklid ve ifadesinden başka bir şey değildir.

Sonraki yazımızda, “Bilim’den Büyüklere Masallar” başlığı altında; “Bilimsel Bilgi”de geçen:

“Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…, Bir çok canlı, avlanmak ve av olmaktan korunmak için çok çeşitli kamuflaj ve saklanma yöntemleri geliştirmiştir…, Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu, Hidrojen’i nükleer füzyon ile Helyum’a dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…, Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir…, Hücre zarı, hücreyi dağılmaktan ve dış etkilerden korur. Madde alışverişini sağlayarak, hücreye faydalı olanların geçişine izin verir. Bunu da reseptörleri aracılığıyla yapar…, Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir…, Arı, bal yapar…, Mutasyon, şunu yapar. Adaptasyon, bunu yapar. Doğal seleksiyon, eleme bunu gerçekleştirir. Evrim, şunu yapar…”

gibi Bilimsel İfade ve Tasvirlerle; Bilim’in, biz büyüklere, “hurafe” ve “masallar” anlattığından bahsedeceğiz.

Çünkü; böyle, doğadaki cansız ve bilinçsizlere “hayat ve şuur, bilgi ve irade” atfedip; böylece evrendeki canlı – cansızları “insansılaştırmak”; böylece onları “bilinçli ve kendi irade ve bilgileriyle bu işleri yapıyormuş” gibi göstermek; edebî birer sanat olarak, sadece “masallarda ve çizgi filmlerde” olur!

Bilim’in, evrenin varlık ve işleyişi hakkında, “sebep” gördüğü varlıklar hakkında; verdiği Bilimsel Bilgi’de geçen bu “yapar, eder, geliştirmiştir” gibi ifadeler; edebî kaygılarla seçilmiş (Bilimsel cümlelerimizde “mecaz ifadelere de yer verelim” gibilerinden) ifadeler  olmayıp; evren hakkında, vitalist ve animist bir anlayış ve felsefenin ürünüdür. Daha doğrusu: Bilimsellik Paradigması’nın, ürettiği Bilimsel Bilgi’ye; fail olan “Allah”ı eklememesinin zorunlu sonucu olarak, sahte failler üretmesi eylemidir.

Evrendeki “bilgi”nin (veri / data – information – knowledge),Bilimsellik(scientism) Filtresinden geçerek, “Bilim(science) hâline dönüşmesi ve “Bilimsel Bilgi” olarak ifade edilmesi, bize böyle sihirli ve masalsı bir evren sunmakta!

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 10.Ağustos.2017

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (2)

Bilim ateizme Alet edilmiyor, Ateizmin ta Kendisi!

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 18.Haziran.2017 / ayhank27@gmail.com

Geçen yazımızda; “bilim (science)” ve “bilgi (veri / data – information – knowledge)” kavramlarının farklı ve ayrı olduğundan bahsetmiş ve “Bilim/sellik”in de, kâinatta mündemiç (içkin) “bilgi”yi arama ve keşifte; eksik ve yanlış, zararlı ve sığ bir yöntem olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmiştik:

Bilim / Bilimsellik’in, kullandıkları yöntem gereği; “objektif ve olgusal, tarafsız ve evrensel” olduğu söylenir ama Bilim/sellik’in bu “nesnellik ve evrensellik” iddiası; “dil’in gramer ve mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; ayrıca insanın “beşerîyet ve sınırlılığı” nedeniyle mümkün değildir.

Evet, inançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir; çünkü gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâili var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem noktası yoktur. İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için; gözlem ve ölçümlerimizin ifadesinde, başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız bu şıkka göre, cümle ve kelimelerimizi belirleriz.

Elhasıl mevcut Bilim; yola çıkarken, başlangıçta önvarsayım ve aksiyom, felsefe ve paradigma, inanç ve zan olarak; “Varlık ve işleyişinin Yaratıcı ve Fâil ve Ustası yok(muş); var olsa bile, işleyişe karışmıyor(muş)” tarafını tuttuğu için; bu Bilim’in kâinattan elde ettiği ve edeceği bilgi ve veri, keşif ve gözlemlerin ifadeleri; zarurî olarak “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olmak zorunda. Ve evren tasvir ve açıklamaları da, böyle kurgulanmak zorunda ve zaten olan da budur.

Bunun sonucu olarakta; “kim (fail ve özne kim)” ve “niçin / niye (gayesi ne)” soruları “Bilim/sel” kabul edilmeyip, gözlem ve araştırma sahasının dışına çıkartılmakta. Çünkü “Bilim”, bu tür soruların; “gözlem ve araştırma” ve “bilgi ve bilmenin” değil;  “inanç ve önkabülün” konusu olduğunu iddia etmekte.

Bilim’in Şirk Paradigması, İslâm’ın Tevhid Paradigmasıyla Çatışır

Bilim/sellik’in bu durumunu İslâmî kavramlarla ifade edersek; Bilim/sellik; “küfür ve inkâr ve şirk”in tarafını tutmakta. Başlangıçta doğru varsaydığı bu küfür ve ret aksiyomuyla tutarlı olacak şekilde; evren gözlem – araştırma ve ölçüm sonuçlarını da,  bu inkârının (güya) delil – ispatıymış gibi algı ve ifade kalıplarıyla sunmakta. Yani Bilimsel Yayınlardaki ifadelerinde, sanki bu tuttuğu “yok(muş)” tarafı doğruymuş gibi sahte ve kurgusal evren ve işleyiş tasvirleri yapmakta.

Çünkü dediğimiz gibi; tarafsız bir bakış açısı olmadığı gibi; inançtan bağımsız ve yalın, olgusal ve nötr bir ifade biçimi de yoktur! Dahası, hükmün askıya alındığı veya agnostik tavır takınabileceğimiz; yani eşyanın objektiviteye izin verdiği nötr ve flû alanlar da yoktur. Dolayısıyle gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, başlangıçta doğru varsaydığımız bu paradigmalara göre yaparız. Yani Bilim/sellik’in de yaptığı bundan ibaret olup; öyle iddia edildiği gibi, Bilim; objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel olmayıp; “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist”tir.”

Biz ise halâ: “Efendim aslında Bilim evrensel ve objektiftir de, sadece dinsizlik ve ateizme alet ediliyor” gibi cümlelerle Bilim ve Bilimsel Bilgi’yi temize çıkarmaya; tüm yanlışlardan kutsayarak, dokunulmaz kılmaya çalışıyoruz! “Mutlak müsbet” ve “pozitif” kavramlarmış gibi, mümkün olsa her sözümüzde kullanmaya çalışarak; fikirlerimizi meşru ve mu’teber kılarak, muhatabımıza kabul ettirmek için; “bilim, bilimsel bilgi, bilimsel yöntem, bilimsel gerçek” kavramlarını kullanmakta herhangi bir sakınca görmüyoruz.

Burada biraz düşünmeli; halâ özür dileyici ve mahçup ve çekingen tavırlarla dillendirdiğimiz: “Efendim, Bilim ve Bilimsellik Felsefesi, aslında tarafsız ve objektif, evrensel ve olgusal da; bunu, kendi inançsızlık ve ateizmine alet eden bilimadamları var(mış)” ezberini artık terketmeliyiz!

Çünkü buraya kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi; “Bilim ve Bilimsellik ateizm ve materyalizme alet edilmiyor; çünkü ve zaten Bilim, ateizm ve materyalizmin ta kendisi!Allah yok(muş), varsa bile varlık ve işleyişe karışmıyor(muş); zaten madde ve evrenin işlemesinde O’na ihtiyaç yok(muş)” tarafından olmak!… Gösterdiği sebep ve mekanizmalar ve kurguladığı Bilimsel İfadelerde; eşyanın O’na hiç ihtiyaç duymadan (yani failsiz), nasıl bu işleri yaptığını (başardığını) anlatmak. Yani O olmadan; failsiz ve öznesiz eşyayı nedensellediğine ve nasıl çalıştığını tasvir edip, açıkladığına inanmak ve inandırmaya çalışmak. Yani küfür ve şirkin savunuculuğunu yaparak; gözlem – ölçüm – keşiflerini, bunun deliliymiş gibi dizayn ederek, sunmak… Böyle yaparak; Allah’a zaruret ve ihtiyaç duymayan ve hakkında hiçbir delilin olmadığı; sahte ve kurgusal kâinat tasvirleri yapmak!… Manevîyatı reddedip; “bunlar metafizik ve inanç işi; yani fizik’le ilgisi olmadığından, gözlem – araştırmayla ispatlanamaz” demek. Buradan, herşeyi “madde”nin özellik ve fonksiyonlarına indirgemeye çalışarak, nedenselleme ve açıklamaya çalışmak… “Tanrı”yı; bırak, evrendeki faâliyetlerin “fail ve öznesi”; “sebeplerden bir sebep” olarak bile kabul etmemek; ama bundan başka eline ne geçerse herşeyi (madde, enerji, çekim, tabiat, kanun, tesadüf, zorunluluk) sebep ve fail, etken ve mûcid kabul etmek… En olgusal ve nötr olması gereken gözlem ve ölçüm veri ve sonuçlarını bile; “türlü sebep, mekanizma, tabiat, enerji, tesadüf ve kanunların işi ve eseri ve sonucuymuş” gibi, “failsiz, deterministik cümle kalıplarıyla” ifade etmek… Bütün bunlar; ateizm ve materyalizmin tasvir ve ispat teorisi ve kişileri ikna süreci değilse, nedir!? Başlangıçta aksiyom olarak, önvarsaydıkları “fail bir Allah yok(muş)”la tutarlı ve onu destekleyen; yani Allah’tan ayrı ve bağımsız; yani kendi kendine ayakta durup, işleyen “full otomatik evren metaforu”nun delil – tasvir prosesi değilse nedir!?…

Herşeyi var edip, varlıkta tutmaya devam eden; yani “Kayyum” olan Rabbimiz’i kabul etmemenin zorunlu sonucu olarak; yani başka ihtimâl olmadığından, gidilebilecek zorunlu istikamet ve seçilecek zorunlu şık olarak; “Kayyum” olan madde ve evren inancının ispatına çalışmak… “Varlık, O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan, kendi başına ayakta durması mümkün(müş); zaten olan da, bu mümkün’ün gerçekleşme ve vukuûndan ibaret(miş)” gibi anlatmak; gözlem – ölçüm sonuçlarını, bu alt zeminin ispat ve telkinine yolaçacak şekilde, dizayn ve inşa etmek…

Bilim’in Bilimsel/lik Kriterleri yerine, Niçin İslâmî B/ilim’in Kriterlerine geçilmeli?

1700’lü yıllarda doğup, yöntem ve kavramları şekillenen ve kendi varlık algısı ve epistemolojisini (din, ülke ve milliyetten bağımsız) heryere kabul ettiren “Bilim/sellik”in; şimdiye kadar detaylı bir “Eksik – Yanlış – Zarar Analizi” yapılmış değil. Günümüze kadar hep, Bilim’in insanlığa katkı ve faydaları üzerine vurgular yapılmış.

Mevcut “modern” Bilim’in, “Ateist – Materyalist Bilimsellik Kriterleri”  ve “Seküler – Lâik Felsefesi” ve “Determinist – Natüralist Bilimselliği” yerine; “İslâmî B/ilim’in Kriterlerine” geçmenin ehemmiyeti ve buna ihtiyaç, hatta zaruret olduğunun izah ve ispatı için; öncelikle bu “Bilimsel Bilim”in eksik ve yanlışları, sığlık ve zararlarının gösterilmesi gerekmektedir.

Bu “Bilim/sellik Felsefesi”nin hangi “varlık” ve “Tanrı/sızlık” anlayışına dayandığı; başlangıçta “aksiyom” olarak, hangi bâtıl inanç ve yanlış felsefeleri doğru varsayıp; Bilimsel Yöntem ve İfadelerinde esas aldığının gösterilmesi gerekmektedir.

Çünkü Bilim’in bu yanlış ve eksiklerle mâlûl aksiyom ve paradigmaları; mevcut iman ve itikadımızı aşındırma ve bozma gibi, yanlış ve zararlı “subliminâl (bilinçaltı) mesaj ve kodlar” taşıdığı gibi; olaya sırf Bilim’in dünyevî ve pratik faydaları açısından bile baksak; Bilim/sellik Felsefesi’nin bu önvarsayım ve postulatları, kendi araştırma alanını da daraltmakta. Yani gözlem – ölçümlerinde; evrene sorup, alabileceği cevapları da kısıtlamaktadır. Yazımızda bahsettiğimiz; “kim (fail ve özne kim)” ve “niçin / niye (gayesi ne)” sorularının, Bilimsel/lik Yöntem ve Kriterlerince kabul edilmeyip, bilâkis reddedilmesi gibi. Bu ana soruların anahtarıyla açılacak, daha milyarlarca başka soru ve evrende keşfedilip, gözlenecek cevap… Halbuki sormadığımız sorunun cevabını göremeyiz; görsekte farketmeyiz; farketsekte önemsemeyiz; bu yetmezmiş gibi, bir de sorduğumuz yanlış sorular, doğru cevapları da görmemize mâni.

Bilim/sellik’in sormadığı ve bizim de (zihnimize taktığı kelepçe ve çizdiği sınırlarla) sormamıza mâni olduğu soruların cevapları önümüze gelmişti işte! Daha doğrusu her zaman gözümüz önündeydi! Fakat Bilim ve Bilimsel Yöntem, bunları görecek “kuramsal altyapı”dan yoksun. Çünkü, cevapları farkedecek, “teori ve kavramları”; varlıklarını keşfedip, görecek “enstrüman/araçları” yok. Zaten en başta, Bilim’in (kendi tanım ve yöntemi icabı) böyle bir niyet ve sorusu da yok. Evrende gördüklerimiz ise, amaç ve sorularımızdan bağımsız değil ve neyi ararsak, ancak onu bulabiliyoruz. Halbuki, sormadığımız ve sahibi olmadığımız soruların cevapları önümüzde! Üstelik; dışımızda, makroevrende büyük harflerle ifade edilen aynı manâ, mesajlar; içimizde küçük harflerle de yazılmış…

Elhasıl, mevcut Bilim’in detaylı bir “Eksik – Yanlış – Zarar Analiz ve Envanteri” çıkarıldıktan sonra; ikinci aşamada, yerine alternatif olarak önerdiğimiz İslâmî B/ilim’in farkı ve üstünlüğünün gösterilmesi gerekmektedir ki; buradan, “Hâlihazırda mevcut ve işe yarayan Bilimsel Bilim yerine, neden İslâmî B/ilim’i tercih edelim?” sorusunun cevabı verilebilsin.

Yapılması gerekenleri gösteren bu yol haritası ışığında; yeni bir Bilim Anlayışının inşası ve alternatif bir İslâmî B/ilim Paradigması önerisi; öncelikle, “Bilim/sellik”in aşağıdaki sorularına net ve kesin ve delil – ispatlı (doğrulama ve yanlışlama yapmaya müsait) cevaplar vermelidir:

Mevcut “Bilim ve Bilim/sellik Felsefesi ve Yöntemlerinin”; iddia edilen, eksik ve yanlış, sığlık ve zararları nelerdir? Niçin şu zamana kadar başarısını, teknolojik icat ve doğru çıkan tahmin / öngörülerle defalarca ispat etmiş ve devamlı kendini geliştiren “Bilimsel Bilim” yerine, “İslâmî B/ilim”i tercih edelim?

 

Hem “Bilim ve Bilimsellik Felsefesi”, tanım ve ta’rif ve yöntem olarak; gözleyip, ölçebildiklerini; deney yapıp, araştırabildiklerini konusu olarak seçmiştir. Dolayısıyle “Tanrı, melekler, ahiret, İlâhi İrade, kader, sevk-i İlâhî” gibi konular, gözlem ve araştırma sahası dışındadır. Yani İslâm’ın söyledikleri; gözlem ve ölçüm, doğrulama ve yanlışlamaya müsait değildir. Yani bu gibi dinî söylemler; “araştırma ve gözlem ve bilgi”nin değil; “inanç ve önkabül”ün konusu olabilir ancak. Dolayısıyle Bilimsel İfade ve Makaleler’de böyle “metafizik ve doğaüstü/dışı” kavramlara atıf yapılmaması gayet normâl ve olağandır. Bunda bir artniyet ve zındıklık aramaya lüzum yok!

 

Üstelik Bilim, konusu olan “evren”in; varlık ve devamı, işleyiş ve çalışması için; üstün özelliklere sahip, şuurlu herhangi bir “fail” ve “ekstra bir nedene” de ihtiyaç ve zaruret duymamakta! Yani şu âna kadar yaptığımız gözlem ve ölçümlerde, evrenin işleyişinde “Tanrı” gibi bir fail ve neden’e muhtaç ve mecbur olunduğunu gösteren herhangi bir kanıta rastlamadık. Evrenin varlık ve faâliyetinde Tanrı’ya ihtiyacı olduğunu gösteren ve eğer varsa bile; bu Tanrı’nın işleyişe müdahil olup, varlıkla etkileştiğini gösteren herhangi bir bağlantı ve etkiyi de gözlemlemedik.

 

Dolayısıyle; evrende, herhangi bir mekanizma ve sistemin işleyişini açıklayıp, rasyonalize edebilmek için; “doğadışı ve metafizik” birşeylere atıf yapmaya ihtiyacımız yok. Çünkü, dediğimiz gibi; işleyişte, Tanrı’nın doldurması gereken herhangi bir “nedensel boşluk” yok ve bugüne kadar da bulunamadı. Yani bu gibi kavramları, teorilerimize eklemeye gerek yok.

 

Bilim’in doğru öngörü ve keşif ve teknolojik buluşlarının da ispatladığı gibi; maddî ve fizikî olayları nedenselleme ve açıklamak için, “metafizik ve doğaüstü”ne atıf yapmaya gerek yok. Bilim’in yöntem ve ulaştığı sonuçlar, şimdiye kadar bir hata vermedi. Yani evrendeki işleyişi, “neden – sonuç” şablonuyla, pekalâ rasyonalize edip, çözebiliyoruz. Çözümlemelerimizin doğruluk – yanlışlığını da ayrıca test edip, gerekirse düzeltmeler yapabiliyoruz.

 

Fail ve özneye ihtiyaç duymadan kurduğumuz bu “yatay deterministik şablonun” doğru olduğunun en baş ispatı da şudur ki: Bu Bilimsel Paradigma sayesinde, doğru Bilimsel Öngörü ve tahminlerde bulunabiliyor ve doğru matematikî hesaplama ve çıkarımlar yapabiliyoruz. Üstelik, bu Bilimsel Yöntem ve Paradigmalarımız yanlış olsaydı; bu felsefenin rehberliğinde yaptığımız hiçbir teknolojik makina ve aletin de çalışmaması gerekirdi!

 

Elhasıl, Bilimsel Açıklama ve Teorilerimize “Tanrı” gibi (zaten kendisi de muâmma ve eşyadaki fonksiyon ve ilişki/etkileşimi de görünmez ve ispatlanamaz!) yeni bir “bilinmeyen” eklememizi gerektirecek herhangi bir “nedensel boşluk” veya “mantıkî zorunluluk” veya “aklî gerekçe” yok. Durum buyken; yani kuramlarımıza “Tanrı, kader, melekler, ruh” gibi yeni bir neden ve kavram; yeni bir fail ve aksiyom eklemeye; herhangi bir “mantıkî” ve “ampirik” ihtiyacımız yokken; yani keyfî olarak, açıklama ve teorilerimizi gereksiz genişletip – şişirmeye lüzum yok!

 

Kaldı ki, ekleyeceğimiz bu yeni kavram ve aksiyomların; bilimsel ve teknolojik gelişmeye de bir katkısı olmayacak. Yani “İslâmî B/ilim”in getireceği kavram ve paradigmatik açılım ve önerileri, Bilim’in şu ân üzerinde çalıştığı güncel soru(n)larını çözmeyecek veya evreni daha büyük resimde anlamak için yeni Bilimsel Teori ve anlayışlar da getirmeyecek. Kısaca, pratikte hiçbir faydası olmayacak, İslâm’ın bu epistemoloji ve ontolojik önerilerini ve “herşeyi bizzat idare ve kontrol eden Tanrı” anlayışını niye kabul edelim!? Hem de Bilim’in şu ân kullandığı “Bilim/sellik Felsefesi” yeterliyken.

 

Örnek vermek gerekirse; şimdi, bir insanın ölüm sebebi belli ve biyolojiyle açıklanabiliyorken; “Azrail” gibi ekstra bir neden ve fail eklemeniz, hangi mantıklı ve doğru bir akıl yürütmeye dayanıyor!? Farzı muhâl, “Azrail”in varlığını ispatladınız; peki ruhları aldığını nasıl veya hangi deney – gözlemle göstereceksiniz?

 

Örneğin: İlâçların, biyolojimizle etkileşimi ve etki mekanizması apaçık belli ve gözlenebiliyorken ve bu gözlem/ölçümlerimize göre “neden – sonuç şablonları” kurulup; bu şablonların ışığında yeni ilaçlar da üretebiliyorken; “şifa verici ve iyileştirici” (El Şafî) gibi ekstra bir neden veya fail niye arayalım!?

 

Veya deprem gibi doğal olayların nedeni “fay hatları, basınç, kırılma – gerilmeler” iken; bunların “tabiî” değil de, “İlâhî” bir fiil ve iş/leyiş olduğunu ve bir kısım günahlardan kaynaklanan ceza veya ikaz olduğunu niçin kabul edelim!? Hadi kabul ettik diyelim; bunu İslâmî B/ilim’in teklif ettiği, fakat bizim bilemediğimiz (bize meçhûl kalmış!) hangi yöntemle ispatlayacaksınız?

 

“Allah, Rezzak (rızık ve ni’met veren) olduğu için (sebep); mikrodan – makroya, tüm canlı – cansız mahlûkata rızık verip, varlık ve yaşaması için her türlü gıda ve ihtiyacını veriyor (sonuç)” diyorsunuz. Biz bu inanç ve iddianızı da, evren araştırmalarımızda görmedik. Peki, varlığın ihtiyaçlarını karşılayanın O olduğuna sizin deliliniz nedir?

 

Elhasıl, Bilim’in gösterdiği hangi “neden” veya işleyen “sistem/mekanizma” yeterli gelmedi de; “şu işin şurasında Tanrı devreye girmeli ve giriyor” diye iddia ediyorsunuz!? Varlık ve işleyişte, “gerçek sebep” dediğiniz, “Tanrı” gibi bir “ek sebep” veya “fail” olması gerektiği ve zaten olduğu fikrinde niçin ısrar ediyorsunuz? Varlık ve işleyişte, neden ve niçin, doğaüstü bir “asıl sebep” ve üstün özelliklere sahip bir “özne ve fâil” arıyorsunuz!?

 

Evrenin varlık ve işlemesinde; Bilim’in gösterdiği hangi neden, anlattığı hangi sebep, izah ettiği hangi mekanizma ve Bilimsel Açıklama yeterli gelmedi de; işleyişe “Tanrı” gibi ek bir neden veya fail ekleyerek; teoriyi gereksiz genişletmek ve böyle de olduğuna inanmak mecburiyetinde hissediyorsunuz kendinizi!? Hangi “mantıkî bir akıl yürütmeyle” bunu çıkarsadınız veya “ampirik ve deneysel” bir gözlem – deneyle bunu keşfettiniz?

 

Tamam insanlığın ayakları üstüne kalkarak, yürümeye çalıştığı ilkel çağlarda, atalarımız sebebini ve mekanizmasını bilmedikleri ve korktukları doğal olayları “yer, gök, şimşek tanrılarına” veriyorlar ve “tanrıları razı edersek o korktuğumuz olaylardan da korunur ve bir nebze kontrol edebiliriz” diye rahatlıyorlardı. Buna benzer; “ölüm ve hiçlik” gibi korkular da; “ölümden sonraki hayat (ahiret)” inancının doğmasına sebep oldu. Mevcut iktidarların da; toplumu birarada tutup, iktidarı koruyacak ve uğrunda ölünecek adam, asker arama ihtiyacı; “ahiret, şehidlik, ahlâk” gibi inançları besledi ve büyüttü. Fakat zamanla, insanlığın bilgi ve zekâ seviyesi arttıkça; çok tanrılı dinler, “tek tanrılı dinlere” evrildi…

 

Şimdi Tanrı varsa ve olsa bile, “İlk Neden Tanrısı” olabilir ancak. Fakat Bilim’in en temel kanunlarından biri olan “var, yok; yokta var olmadığına ve herşey dönüşüm içinde olduğuna” göre ve “yok(luk) / hiç(lik)ten birşeyin yaratılıp, var olduğunu şimdiye kadar da gözlemlemediğimize” göre; üstelik Bilim’in “Birbirine Neden Olan Sonsuz Paralel veya Ardarda Doğan Evrenler” gibi hipotez ve varsayımları da birgün kanıtlanırsa; yani “madde–enerjinin” ezelî (başlangıçsız) ve ebedî (sonsuz/bitişsiz); yani sonsuz ve devamlı var olduğu ortaya çıkarsa; o “İlk Neden Tanrısı”na da inanmaya mantıkî gerekçe ve aklî zorunluluk kalmayacak.

 

Zaten sizin, Tanrı’yı ispat için çokca yaptığınız o akıl yürütme; yani “sebepleri”, tren vagonları gibi zincirleme bağlayıp, bunları da lokomotif gibi “İlk Neden Tanrısı”na bağlamak ve sonlandırmakla, güya “Tanrı”yı ispat ettiğinizi zannettiğiniz o meşhur akıl yürütme! Şimdi, sizin “sebepler”i sonlu kabul edip, geçmişin bir noktasında “başlangıçsız ve sonsuz” olduğunu kabul ettiğiniz bir “İlk Neden Tanrısı”nda durdurmak mecburiyetinde olduğunuzu zannettiğiniz o “İlk ve Asıl ve Sonsuz Sebep”, neden (Tanrı yerine) “Sonsuz Madde–Enerji” olmasın!? “Var, yok ve yok’ta var olmadığına” göre; neden, devamlı var olduğu için, yaratıcı bir ilk sebebe ihtiyaç duymayan “madde – enerji”, varlığın başlangıcı olmasın!? Yani hangi mantıkî gerekçeyle; “İlk Neden”i Sonsuz Tanrı da kesip – sonlandırmak yerine; “sonsuz madde”de sonlandırmıyorsunuz!?…

 

Elhasıl “Bilim” ve “Din”, kategorik olarak ayrı alanlardır. Bilim; yöntem ve tanımı icabı sorgulayıcı ve şüphecidir. Dinler ise, nasları hakkında en küçük bir şüphe ve sorguyu bile kabul etmez; bilakis mü’minlerinden, şüphesiz bir iman ve itaât isterler. Ayrıca, dinlerin inanmamızı istediği şeylerin; “deney, gözlem, ölçüm, tekrarlanabilirlik ve mantıksallık ve kişiye göre değişmeyen anlamında ‘olgusallık” gibi Bilimsel Yöntemler ve Kriterleriyle de ispatı mümkün değildir. Yani dinlerin inanmamızı istediği “metafizik” söylemler; “araştırma, gözlem ve bilgi”nin değil; “inanç ve önkabül”ün konusu olabilir ancak; “kayıtsız – şartsız teslimiyet ve güven”in konusu olabilir ancak. Kısaca; “akıl ve bilgi, bilme”nin bittiği yerde “iman” başlar ki; bu da dinlerin, rasyonel ve bilimsel tabana oturmadığının en bariz kanıtıdır!…

Cevaba geçmeden önce, Bilim/sellik’in bu sorusunu biraz analiz ederek, cevabını, bir sonraki yazımıza erteleyeceğiz. Sorudan da anlaşılacağı gibi; evrenin varlık ve işleyişi hakkında, Deterministik Bilim’in gösterdiği her “neden ve sebep”; Rabbimizle, varlık ve işleyişi arasındaki münasebet iplerini (algı ve zihinde) bir bir kesip, kopartmakta. Olayları tasvir ederken, kurduğu “sebep – sonuç zincir” veya ağları; bu patern ve şemalar; Rabbimiz’in eşyaya etki ve illiyyetini karartıp – köreltme işlevi görmekte.

Varlık ve işleyişinin, Tanrı’dan bağımsız, artarda gelen sebep – sonuç zincir veya ağlarıyla örüldüğü bu kurgusal evrende; Tanrı varsa ve olsa bile ancak, varlığın yaratılışında (o da, “Sonsuz Paralel” veya “Sonsuz Ardardalıkla, Birbirine Sonsuz Neden Olan Evrenler” gibi hipotezler eğer yanlışsa) “İlk Neden Tanrısı” olmak gibi küçük bir rolü olabileceği söylenmekte.

Bilim’in bu “Tanrı” tanım veya teolojisi; Tanrı’yı ispat ve iman’ı gerekçelendirmek için, bizi; kâinat(lar)ın başına gitmek gibi, gözlem ve araştırmanın yapılamayacağı çok uzak zaman/mekânlara gitmek zorunda bırakıyor. Başlangıca gidip, yaratılış(lar)ın ilk ânına şahit olamayacağımız için de; bize, Tanrı’yı ispat için, mantıksal spekülâsyonlar yapmaktan başka bir çözüm yolu bırakmıyor. Yani Bilim, Tanrı’yı ispat için kâinatın başlangıç noktasına bizi gönderip, o noktaya bizi sıkıştırıp; başlangıçtan sonraki tüm geniş uzay/zamanları, kendi ateizmi lehine zaptederek; böylece bizi, gözlem yapmanın mümkün olmadığı çok küçük bir noktaya sıkıştırmaya çalışıyor! Geniş bir uzay – zamanı, kendi araştırma ve tezleri için, kendisine ayırıyor. Bu sebepten, Bilim’in sorusundaki bu tuzağa düşmeden, cevap vermemiz gerekiyor.

Bilim’in bu, fonksiyonu bitmiş ve âtıl, yani artık varlık ve işleyişe karışmayan “İlk Neden Tanrısı”, belki Hıristıyan ve Yahudilik’in teoloji ve Tanrı inancıyla çelişmiyor olabilir; fakat nefsü’l emirdeki (realitede, vak’âya mutabık) Tanrımız olan İslâm’ın bildirdiği Rabbimiz “Allah”la çelişmektedir. Çünkü kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği gibi (meâlen); “O kesintisiz her ân faâldir.

Çünkü dinimizin en açık vurgusu ve en bariz vasfı olan “Tevhidî” Paradigmaya göre; Rabbimiz’in, ilâhlık (Ulûhiyyetinde) şerik/ortak/yardımcıları olmadığı gibi; (Rububiyyet), yani kâinattaki tedbir ve icraat, faâliyet ve işlerinde de ortak ve yardımcıları yoktur. Başta 99 temel “Esma-ül Hüsnâ”sı ve sayısı belirtilmemiş diğer isim ve sıfatlarıyla; her ân varlığı var edip, ayrıca varlıkta durdurmaktadır. Varlıkta tutmakla kalmayıp; hareket ve yönelim, işleyiş ve çalışma, kâinatla bağlantı ve münasebetini de sağlamaktadır.

Rabbimiz’i; Bilim’in, sorusunda bizi düşürmeye çalıştığı; varlığın başlangıcı ve gözlem yapamayacağımız geçmiş uzun zamanlarda ve ihtimâl hesaplarında aramak ve ispatına çalışmak yerine; “şimdi / şurada”da gözlem ve ispatı konusunu gelecek yazımıza erteliyoruz.

Rabbimiz’in zaman – mekândan münezzeh Zât’ını değil de; isim ve sıfat, fiil ve eserlerininşimdi/şurada”da gözlem ve ölçüm, delil ve ispatı konusuna; Bilim’in sorusuna cevap verirken gireceğiz.

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (1)

Bilgi’nin değil, Bilim’in İslâmileştirilmesi: İslâmî B/ilim

Bilgi”yi elde edip, öğrenen; yani “bilen özne” olan insan zihni yönelmeden ve araştırma / gözlem yapmadan önce de; “varlık (kâinat)” ve varlığa mündemiç (içkin) “bilgi (knowledge / data / info / veri)” zaten “müslüman”dır. Diğer deyişle: İnsan zihninin konusu olmadan önce de; “kâinat” ve kâinatın taşıdığı ve işaret ettiği “mesaj ve bilgi”, ontolojik olarak ve fıtraten ve reel olarak zaten “müslüman” ve “mü’min”dir.

Bu açıdan “Bilgi’nin (knowledge) İslâmileşmesi” isimlendirmesi problemlidir. Daha başlangıçta, problemin yanlış teşhisinden kaynaklanan, bu yanlış ifade; sanki “kâinat ve kâinattaki bilgi daha önceden müslüman değilmiş de; sonradan biz o bilgi’ye İslâmî bir epistemolojik kılıf ve anlayış ekliyoruz; ikinci bir elbise giydiriyoruz; ikinci bir kimlik ve katman eklemeye çalışıyormuşuz” gibi yanlış bir anlam ve algı uyandırmakta. Yani bu ifadeden, sanki “bilgi’yi kendi inancımızın rengine boyuyormuşuz” gibi bir anlam çıkmakta. Halbuki problemin doğru teşhis ve ifadesi: Bilim’in (science) İslâmîleşmesi olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır.

Aksi hâlde yanlış tespitlerle, yanlış sorular sorarak, doğru cevaplara ulaşamayız; çünkü yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde, “doğru cevap nedir”den önce, “doğru soru nedir” sorusunun cevaplandırılması gerekiyor. Çünkü problemi doğru teşhis etmek, cevabın yarısıdır.

Bilim (science)”ın neden ve niçin İslâmîleşmesi gerektiğini aşağıda açıklayacağız. Fakat önce “varlık” ve “varlığın taşıdığı bilgi”nin ontolojik olarak “mü’min / müslüman” olmasından, ne anlamamız gerektiğini; dahası, müslüman olduğunu nasıl bildiğimizi ve bunu hangi gözlem ve delil – ispatlara dayandırdığımızı açıklamamız gerekiyor.

Varlık ve bilgisi’nin İslâmîliği; hem maddî – manevî tüm “bilgi / ilim”in, İlm-i İlâhi’nin tecelli ve tezahürü olmasından ve hem tüm “varlık”ın, Allahu Teâlâ’nın yaratma (mahlûk) ve eseri olmasından ve hem de O’nun emir ve kurallarına teslim olup, itaât etmesinden kaynaklanır ve anlaşılır.

Bunun hem delili ve hem de sonuç ve ispatı olarak; evrende hiçbirşeyin ölçüsüz ve nizamsız, gayesiz ve faydasız olmaması; yani varlıkta israf ve abesiyet olmaması gösterilebilir. Evrendeki tüm varlığın, O’nun (“kûl / ikrâ” emriyle nazil olan 2 boyutlu Kur’ân Âyetlerine nisbetle)kün” emriyle nazil olan “3 – 4 boyutlu âyet ve mahlûku” olması gösterilebilir. Bu açıdan; “İlâhi Kur’ân” ve “İlâhi Kâinat” Kitaplarında, İlm-i İlâhi ve Kader; Kaza ediliyor; yazılmış ve yazılıyor denilebilir. Yani Kur’ân’la insana vahyolunup, emir–yasak / Teklifî (Şer’î) Kanunlar bildirildiği gibi; Kâinattaki varlığa da vahyolunup, Tekvinî (Kevnî) Kanunlar bildiriliyor ve realize ediliyor…

Bunun sonucu olarak; gerek insan ve gerekse kâinat, (bunu bilsin bilmesinler) yaratıcı ve İlâhı aynı olmakla beraber; gene aynı Rabbin emir–yasaklarına da uymaya mecbur ve mükelleftirler. Bir müslümanın Kur’ân Kitabındaki emirlere (Şeri’ât-ı Kelâmî’ye) uyması gibi; kâinattaki varlıklar da, Kâinat Kitabındaki emir / kurallara; (yani “Şeri’ât-ı Kevnî”ye) uymakla mükelleftir ve uyarlar. (“Şeri’ât”ın kelime anlamı da zaten; “yol, rota”dır.)

Bilim’in “Doğa – Fizik Kanunu” gibi isimler verdiği; evrende belli şartlarla sabit ve genelgeçer olan bu “İlâhi Kevnî Kanunlar”; insan gözlem ve ölçümlerinden bağımsız olarak; yani insan bunu ölçmeden önce de, kâinatta sabit bir “bilgi” ve “hakikâttir.” Madde’yi yönlendiren bu emir ve kanun, plân ve programlar; Allah’ın koyduğu değişmez bir “kanun ve kader” olup; madde’yi organize edici bir “yol haritası ve kalıp, ölçü ve şablon” işlevini görür. İradesi olmayan “madde”, bu irade ve emirlere uymak zorundadır ve uyar. Evrendeki “kuvvet”in zorlama ve yönlendirmesiyle; bu irade ve emirlere teslim olup, itaât eden tüm madde (ve mahlûkat), “müslüman”dır.

Demek “Seküler / Lâik Modern Bilim”in, bu İlâhi Kanunların, doğanın kendisinden kaynaklandığını zannetmesi; bu zânla “tabiî ve doğal” diyerek, Allah’la irtibatını kesmesi; buradan “Doğa / Fizik Kanunları” ismi vererek; güya “bu kanun ve zorunlulukların Allah’la ilişkisi yok, doğadaki determinist bir işleyişten kaynaklanıyor olup, maddenin tabiâtının gereğidir” iddiası ve bu altmesaj ve algıyı bilinçaltımıza enjekte etmesi yanlıştır.

Doğa – Fizik Kanunları “maddî” değil, Zihnîdir

Kanunların, maddeyi etkileyecek fizikî bir vücutları olmadığı gibi; hâliyle maddedeki işleyişe te’sir edip, yönlendirecek kudretleri de yoktur. Zaten adı üstünde; “kanun.” Yani zihin dışında haricî ve somut bir mevcudiyetleri yok. Madde ve enerji cinsinden herhangi bir gerçeklikleri olmayıp; sadece ilmî ve itibarî olarak vardırlar.

Örneğin; bir mimarın çizdiği “plân / proje” gibi; sadece ilmî ve nazarî bir vücudu olan ve eşyaya iş yaptıracak herhangi bir kuvveti olmayan “kanun ve yasa, program ve proje” ne kadar güzel olursa olsun; bu projeyi uygulayacak bir “irade ve kudret” olmadan, madde’yi yönlendiremez; kâğıt üstünde ve zihinde kalmaya mahkûmdur.

Elhasıl, bütün bu yasa ve plân, programlar, evrenin işleyişinin neden ve açıklaması değil; tasvir ve sonucu olabilir ancak. Varlık ve eşyanın işleyiş ve sonuçlarında “kuvvet ve te’sir” sahibi bir neden ve sebep olamazlar. Demek “doğa – fizik kanun / yasaları” dediğimiz şeyler; madde’nin işleyişinin sebebi değil, sonucudur; nedeni değil, tespitidir; açıklaması değil, tasviridir.

Bilim/sellik; yaptığı gözlemlerde, İlm-i İlâhi’nin “ilim” olarak tecellisini görüyor; Kudret’i İlâhi’nin “kuvvet” olarak yansımasını da görüyor; hatta İrade-i İlâhi’nin “kanun / program” olarak tezahürünü de görüyor. Fakat bütün bunların kaynak ve sebebi olarak “madde/enerji” ve bir takım “tesadüf/zorunluluk” ve “tabiât/sebepler” olduğunu önvarsayıyor ve öyle de inanıyor. Halbuki yukarıda dediğimiz gibi; bu kanun ve emir, tercih ve zorunlulukların kaynağı; varlığa sürekli etki edip, yöneten: “İlâhi İrade”dir. İrade’nin madde için tercih ettiği istikameti madde’ye vahyedip – bildiren “İlâhi Emir / Vahiy / Mesajlar”dır.

Bu emir / vahiy akışıyla; kâinatın varlık ve devamı, hareket ve yönetimi sağlanır. Bu kanun ve vahiyler; kâinatın ruhu ve programı ve ruhu gibidir. Elektrik telleri gibi, “kuvvet”i taşıyan ve “alıcı–verici” vazifesi görüp, nakleden madde ve atomaltı/üstü parçacıklarla; varlığa, emir / talimatlar iletilir ve hareket ve işlemesi sağlanır… Burada “atom ve atomaltı parçaları”nı, Kudret Kalemi’nin “uçları” veya Uzay–Zaman Kitabının, Şimdiki Ân/Mekân Sayfasına değme ve “temas noktaları” ve ilk beliren “nokta” ve “mürekkepler” olarakta düşünebiliriz…

1 ân Geçmiş” ve “1 ân Gelecek” zamana gidemediğimizden, sadece “1 ân’lık Şimdiki Zaman/Mekân”da fizikî ve maddî mevcudiyetimiz olduğu sonucu çıkması gibi; yani şimşek çakmasına benzer, ışık hızıyla “her ân/mekân var–yok” olduğumuz sonucu çıkması gibi; [tıpkı bilgisayar ekranındaki piksellerin yanıp–sönmesiyle (yani 0 – 1’lerle), bizde ekrandaki görüntülerin hareket ediyor algısı uyandırması veya “Şimdiki Zaman/Mekâna” benzeyen “Sinema Beyaz Perdesindeki” var/yoklarla, filmdeki varlıklarda “süreklilik” ve “hareket” algılamamız gibi] kâinattaki “varlık” ve “varlıkta süreklilik” ve “harekette”, böyle kesikli “ân’lık yaratma/yok etmelerle” sağlanıyor ki; buradaki “bilgisayar / 0 – 1 ve beyaz perde” örnekleri, metafor ve mecazdan öte olup; reel evrenimizde de aynı kanun ve sistem yürürlüktedir. Ki bu da Bilim/sellik’in varlığı “Yatay Neden – Sonuç” İlliyet ve İlişkileriyle şablonize edip, kurgulama ve nedensellemesinin geçersiz; hakikâtta herşeyin “Dikey Neden – Sonuç” olarak, Rabbimiz’e bağlı ve bağımlı olduğunu gösterir. Allahu Â’lem, “Sırrı Kayyumiyet” belki böyle birşeydir…

Elhasıl; İlâhi İlim’in çizdiği ölçü ve kalıp, program ve yönlere göre, İlâhi Emir – İrade – Kudret’le evrendeki “kuvvet ve enerji” yönlendirilir; o da “madde”yi yönlendirir. Böylece varlığın var olup, varlıkta durması; hareket ve yönetimi gerçekleşmiş olur. Böylece İlâhi Emir ve İrade’nin, eşya üzerinde “kanun” olarak tecelli ve etkisiyle; İlâhi Kudret’in de, “kuvvet / enerji” olarak tezahürüyle; varlığın da bu irade ve kudrete boyun eğmesiyle, bu “kanun ve programlar” yürürlükte ve genelgeçerdir.

Bilgi (knowledge) ve Bilim (science) Farklı ve Ayrıdır

Yukarıdaki bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; “bilim (science)” ve “bilgi (knowledge, data, info, veri)” kavramları, farklı anlamlara gelmektedir. O hâlde “bilim” ve “bilimsellik”in; kağıt üzerinde ve uygulamada, teori ve pratikte ne anlama geldiğini biraz daha açmak gerekiyor.

Kâinata içkin “bilgi”yi, Bilimsellik Kriterlerine göre, Bilimsel Yöntemlerle keşfetmeye çalışma ve bunun için Bilim/sellik Felsefe ve Metodlarına göre gözlem ve ölçüm, deney ve araştırma yapmaya ve bunun sonucunda elde edilmiş “Bilimsel Bilgi”ye “bilim (science)” diyoruz.

Kâinata içkin “bilgi”yi (knowledge) keşfetmenin yöntemlerinden biri olan “bilim” (science) ve “bilimsellik” (scientific); yola çıkarken, başlangıçta kabul ettiği felsefe, doğru önvarsaydığı aksiyom ve kullandığı yöntem ve kriterler ve bu paradigmalarına göre evrende keşfettiği bilgilerin tasvir ve ifadesinde; müslüman olmayıp, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralisttir.” Yani “Bilim/sellik”, sanıldığı gibi; evren gözlem – ölçümleri ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif ve olgusal değildir. Bu konuda “agnostik (bilinemezci)” bile değildir.

Bilim / Bilimsellik’in kullandıkları yöntem gereği; objektif ve olgusal, tarafsız ve evrensel olduğu söylenir ama Bilim/sellik’in bu nesnellik ve evrensellik iddiası; “dil ve mantık”ın yapısı, bir de insanın beşerîyet ve sınırlılığı nedeniyle mümkün değildir.

İnançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir, çünkü gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâil ve Ustası var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem noktası yoktur. İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için, yaptığımız kâinat gözlem – araştırmalarının ifadesinde, başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız şıkka göre, cümle ve kelimelerimizi belirleriz. Gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, bu başlangıçta doğru varsaydığımız paradigmalara göre yaparız.

Bilimsel Bilim; Objektif ve Tarafsız, Olgusal ve Nesnel Değildir

Herhangi bir Tanrı’yı kabul etmeyen veya varsa bile kâinattaki fiil / faâliyet, illiyet / ilişkisini kabul etmeyen “Bilim/sellik”; gözlem – araştırmalarının ifadesi ve kâinat tasvirlerinde; “yaratma / yaratılış” yerine, “oluşma / oluşum” kelimelerini tercih eder. Kainattaki “fiillerin failsiz ve eserlerin ustasız” olduğunu, baştan doğru varsayıp, bu ateist inanca göre inşa edip, kurguladığı ifadelerinde; gözlemlerindeki bazı boşlukları, örneğin “sevk-i tabiî, içgüdü” olarak doldurup; sevk-i İlâhi, ilham” kavramlarını tercih etmez. Neden ve mekanizmasını bulamadıklarını da; “tesadüf, tabiât” gibi mahiyeti meçhul, fonksiyonu muâmma bazı “vehmî varlık” ve isimlere verir.

Elhasıl “Allah”ı ve “İlâhi İlim, İrade ve Kudret”ini kabul etmeyip, üstelik reddeden Bilim/sellik; bu reddinin zorunlu sonucu olarak; gözlediği olayları, “tesadüfün doğurduğu zorunluluk ve kanunlar” veya “zorunlulukların doğurduğu tesadüf ve kanunlarla” açıklamak ve bu inancı savunmak zorundadır.

Yani mevcut Bilim; “tesadüf, tabiât, zorunluluk, kanun” gibi maddî ve somut olmayan, 5 duyuyla da algılanması mümkün olmayan zihnî şey veya süreçleri, mevcut evrenin nedeni ve açıklaması olduğuna inanmak veya varsaymak zorunda kalmaktadır. Böyle yaparak, kendi amentü ve inanç esaslarını, aksiyom ve postülatlarını inşa edip, kurgulamak zorunda kalmaktadır! Hem de, bu inancının, kendi Bilimsellik Kriterlerine göre bile ispatlanabilirliğine bakmadan; doğrulama – yanlışlamasının mümkün olup olmadığına bakmadan!

Burada aslında “teolojisi olmayan hiçbir fikir / bilgi yoktur” sözü bir kez daha doğrulanmakta! Yani Bilim/sellik’in, “varlık” ve “bilgi” anlayışı ve “Tanrısızlık” önvarsayım / inancı veya “Tanrı tasavvuru(Tanrı varsa bile “varlık ve işleyişte ihtiyaç olmayan; işleyişte, herhangi bir “neden ve sebep” kadar bile fonksiyon ve etkisi olmayan) problemli!

Elhasıl mevcut Bilim ve Bilimsellik Felsefesi, evrene bir mü’min nazarıyla bakmadığı gibi; olgusal veya agnostik açıdan da bakmamaktadır. Ki “fâil olan Allah var – yok”un dışında, zaten tarafsız ve agnostik bakılabilecek 3. bir ihtimâl olmadığını yukarıda belirtmiştik. Yani Bilim/sellik, öyle iddia edildiği gibi; tarafsız ve objektif, nesnel ve olgusal ve inançtan bağımsız değildir. Bu açıdan; bilgi’nin evrenselliğinden sözetmek anlamlıdır ama bilim’in evrenselliğinden de sözedemeyiz.

Bilim/sellik Felsefesi’ne göre şekillenmiş Bilim ve Bilimsel Yöntem; ateizm ve materyalizm inanç ve felsefesini, doğru önvarsaydığı veya aksiyom olarak kabul ettiği için; Bilimsel Yayın ve ifadelerinde, Allahu Teâlâ’yı “neden (sebep)” ve “fail (özne)” ve “açıklama (tasvir ve izah yöntemi)” olarak kabul etmez, hatta reddeder.

Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik makina” gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiât + Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inancının şekillendirdiği bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani Bilimsel İfade, denklem ve formüllerinde Allah’ın bulunmadığı; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasavvuru kurgulanıp, inşa edilir!

Üstelik, bu kâinat tasavvuru sanki doğruymuş gibi Bilimsel İfadeler yapılandırılır! Bu önvarsayım, sanki gözlenip – ispatlanmış gibi; bu arka fonda, araştırma sonuçları açıklanır. Elhasıl varlığın var olup, varlıkta durma, hareket ve işleyişinde; Allah’a zaruret ve ihtiyaç duymadığı, bu sahte ve kurgusal kâinat tasvirleriyle, zihinler kodlanır ve programlanır.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 07.Nisan.2017

Algı ve Davranışlarımız, Niçin “Allah Var(mış)” yerine, “Allah Yok(muş)”a Ayarlı? (2)

İnkâr edemiyorsan, Unut! / İnkâr edemediğimizi, Unutarak kendimizi aldatıyoruz!

Önceki “Hepimiz Manevî olarak Hastayız ama Farkında Değiliz” Yazımızda; bir müslüman olarak, neden inandığımız ve bildiğimizin aksine, “Rabbimiz yok(muş)” gibi; yani “O’nu unutarak” yaşamayı, bir hayat tarzı ve algı biçimi olarak kabul etmişiz ve ediyoruz!? Ve neden, hiçbirimizin, bu arızalı durumdan herhangi bir şikâyet ve serzenişi yok veya şikâyetlerimiz geçici!? sorusunda kalmıştık.

Hangi saik, bizim “Allah var” yerine, sanki “Allah yok(muş) gibi”; yani “O’nu unutarak” yaşamayı tercih etmemize neden oldu? Bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine; neden bu ikincisi, bize daha cazip ve kolay geldi!? sorularının cevabını aramaya devam edelim.

Bu soruya cevap olarak, dışımızda: “Çevre, kültür, eğitim, medya, ekonomi, yoksulluk, aile, devlet, kötü arkadaş, şeytan, çağ ve modernite” gibi bir sürü sebep ve etki sayılabilir. Ama belki tüm bunlardan önce ve asıl olarak, bunun sebebi içimizde saklı. Sonuçta, dışımızdan gelen etki ve te’sirleri kabul edip – etmemeye, iradeli bir varlık olarak, bir dereceye kadar biz karar veriyoruz. Dışarıdan gelen etki ve sebepler karşısında, insanın durumu; rüzgârda savrulan bir yaprak kadar ma’sum değil yani.

Tamam dışımızda direkt olarakşeytan” ve indirekt olarakta şeytanın yönlendirdiği “arkadaş ortamı ve çevre, kültür, manevî atmosfer”, bizim bu manevî hastalıklarımızda önemli bir etken. Ama dediğimiz gibi; insan eli kolu bağlı, camid bir yaprak değil. Ne var ki; dışımızda şeytan ve içerideki talebesi nefsin de oyunları bitmez!

Örneğin, şeytan da biliyor: Bize direkt ve alenî olarak, yani doğrudan Rabbimiz’i inkâr ve reddettiremeyeceğini. Bu sebepten bu “yok(muş)”lu kurgu ve zanlar üzerinden, önce “algı – tutum – davranışlarımız” üzerinden bu fikri işletir. Yani işe, direkt inanç ve imanımızdan başlamaz.

İnsan fıtratı ise, kendi üzerinde çelişki ve parçalanmayı kabul etmediği için; bu “yok(muşlu) algı – tutum ve davranışlar” ile “bilgi – kabul ve inançlarımız” arasındaki çelişki ve zıtlığın savaşı; “yok(muş)lu davranışsal kodların”, manevîyatımızdaki ruhî ve kalbî kod ve inançlarımızı bozmasıyla neticelenir.

Başka bir örnek, gene şeytan da biliyor; bizi, ölmeyeceğimize, dünyada ebedî yaşayacağımıza ikna edemeyeceğini. Burada şöyle bir hile devreye giriyor: İstatistik ve ihtimâl hesaplarına göre, sonraki saat – gün – aylarda yaşayacağımızın yüksek olasılık olması ve bu olasılığa göre, bizim aksine hiç ihtimâl vermemeye ve düşünmemeye başlamamız.

Tuzak şöyle işliyor: Yarın olunca, diğer yarın da yaşayacağımıza inandırması; diğer yarın olunca da, sonraki yarın da yaşayacağımıza inandırması ve böylece, “sonraki yarın da yaşayacaksın, sonraki yarın da yaşayacaksın” diye diye; sonraki gün, ay ve yıllarda da yaşayıp, ölmeyeceğimize inandırması.

Safsataya dayanan bu aldatma süreç ve mekanizması ve fasid kıyasla (evet “fasid kıyas”; çünkü dün ve bugün yaşamamız, yarın da yaşayacağımıza delil teşkil etmez; bilâkis her geçen gün, diğer gelecek günlerde ölme ihtimâlimizi yükseltir!); böylece içimizde oluşan sahte bir “vehmî ebediyet hissi” ve mugalatasıyla bizi aldatır. Şimdi hiç sırası değilken; ölümü hatırlayarak, hazır lezzetini bulandırmak istemeyen nefsin de işine gelir bu yalana kanmak!

Elhasıl şeytanın en büyük hilesi; asıl yutturacağı büyük lokmayı, parça parça ve alıştıra alıştıra bize yutturmasında! Ve inkâr ve reddettiremeceği birşeyi, bize unutturarak, aynı neticeyi almayı becermesinde!

Mes’elâ; asıl lokma olan “küfür ve inkâr”dan önce, “şirk”e ihtimâl verdirip, buna inandırır. Şirkten önce de, bazı sebep ve kuvvetlere te’sir ve icadda ortaklık verdirerek, buna giden yolu başlatarak, kolaylaştırır.

Mes’elâ; bizi dünyada ebedî yaşayacağımıza inandıramayacağı için, bunu gün ölçeğinde, parça parça yapar. Yaşadığımız hergün, yarın da yaşayacağımıza bizi inandırması; yarın olunca da, diğer yarın da yaşayacağımıza inandırması böyledir. Elhasıl, reddi mümkün olmayan veya bize inkâr ettiremeyeceği “ölüm” ve “Rabbimiz”i, bize unutturarak, aynı sonucu alır!

Burada bazılarımız, beşerî ve insanî bir zaaf olarak; “nas / insan” kavramının, etimolojik olarak, kökeninde “nisyan”, yani “unutmak” olduğu; bu sebepten bize bu sebepten “insan” denildiğini söyleyebilir. Yani insanın yaratılış olarak unutkanlık ve gafletle yoğrulduğunu söyleyebilirsiniz.

Fakat bu, bizim rutinimiz ve 7/24 yaşam felsefemiz hâline gelen “sanki Allah yok(muş) gibi yaşama” hastalığımızı açıklamadığı gibi; bu hastalığımızın sebebi ve geçerli mazereti de olmuyor. Çünkü biz burada, beşerîliğimizden veya bilincin devamlı canlı ve uyanık ol(a)mamasından kaynaklanan, geçici bir tökezlemeden bahsetmiyoruz! Biz burada, insanî zayıflık ve acziyetimizden kaynaklanan; yani irade ve ihtiyarımız dışında gerçekleşen Rabbimiz’i unutma ve gafletlerden bahsetmiyoruz.

Bizde huy ve meleke hâline gelen, karakter ve ahlâka dönüşen bir durumdan bahsediyoruz! Belki başlangıçta farkına varmadan, belki önemsemediğimizden, belki “çıkması kolay, hemen çıkarız” diye bilerek içine düştüğümüz bir çukurdan bahsediyoruz! Belki başlangıçta ihmâlimizle, bilmeden; sonra alışkanlık, sonra belki bile isteye girdiğimiz bir uyku; yaşadığımız bir rü’yadan bahsediyoruz! Ve kimsenin bunun farkında olmamasından ve farkında olanların da problem etmemesinden!

Yani bizim, bu sanki “Allah yok(muş) gibi!” yaşayıp, öyle de algılamaya başlama, kurgu ve oyununa bilerek ve isteyerek dahil olup, girdiğimizden bahsediyoruz. Hattâ bu sahte gerçeklik ve simülâsyonu çevremize kendimizin ördüğünü; en azından, örülürken buna engel bile olmadığımızı; sessizce bekleyerek buna izin verdiğimizi söylüyoruz. İşte bu yazımızda, ömrümüzün her gün ve saati tekrarlayarak, alışkanlığa dönüştürdüğümüz bu “sanki yok(muş)lu” algı ve tutumumuzun nedenlerini arıyoruz!

Evet, hangi saik, bizim “Allah var” yerine, sanki “Allah yok(muş) gibi”; yani “O’nu unutarak” yaşamayı tercih etmemize neden oldu? Bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine; neden bu ikincisi, bize daha cazip ve kolay geldi!?

Cevabın kilit noktası, “nefs/nefiste.” İnsanda “hazır lezzete” düşkün ve şimdiki bir gram lezzeti, ilerideki bin gram lezzete tercih eden; yani miyop nefis ve heva, heves, hissiyatın; kalb, akıl ve ruhumuzun ikaz ve nasihâtlerini dinlememesinde. Hatta onların sesini bastırıp – susturması neticesinde; insanın günaha çekilip – sürüklenme ve düşmesi ve bu günah hareket ve davranışın, tekrarla, insanda alışkanlık ve meleke olması nedeniyle, o insanın, düştüğü çukurdan çıkamamasında.

Evet, İnsan Ülkesi’nde; “nefs, hissiyat” darbe yapıp, yönetimi elegeçirince, kâlp – akıl – ruhun yetki ve etkisi kalmaz. Bu durumdaki bir insan, nefsin miyopluğu sebebiyle “şimdi”ye kilitlenip, (yani mazi ve müstakbeli düşünmeden); değil gelecekteki ahiretini, elân yaşadığı dünya hayat ve rahatının geleceğini bile düşün(e)mez ve bozar!

Hapishanelerden sorsak; çoğu suçlunun ânlık kapıldığı “öfke, şehvet, hırs, tamâ” gibi sebeplerle, ânlık fevrî hareketlerle, düşünmeden; günahın cazibesine kapılıp, bu çukurun içine düştükleri görülecek. Benlik ve iradenin, bu şiddetli hissiyatın çekim alanına kapılmasıyla, insandaki akıl ve fikrin sustuğu görülecek. Bu şaha kalmış hissiyatın azgınlık ve gürültüsünde; kâlpteki imanın, etki ve sesini işittiremediği görülecek.

Yani günahın yakınında dolaştığı için çekim alanına kapılan insan; nefsinin haz alma isteği ve içindeki “öfke, şehvet” gibi hisler ve biyolojik ihtiyaç ve güdülerinin de zorlamasıyla; tökezleyip, sendelemeye başlar. Bu duruma düşen kişi, eğer mü’min ve müslüman biriyse; o günahı işlemeden önce çözmesi gereken başka bir problem vardır: O günahı, Rabbi ve melekler gördüğünü bile bile nasıl işleyecektir!? Önce bu çelişkili durum ve ikilemi çözmesi gerekir. Ki rahatça günah işleyebilsin!

Çünkü bir mü’minin, başka insanlar görse utanacağı bir davranış ve günahı; “Allahû Teâlâ ve melekler” gördüğünü bile bile, onların gözüönünde işlemesi mümkün değil! Üstelik bunu bile bile o günahı işlese bile, Rabbimiz ve meleklerinin şahitlik ve huzurunda, o günahtan beklediği; yani nefs ve hissiyatın, o günahtan aldığı / alabileceği lezzet ve haz azalır ve acılaşır!

Nefsinin yörüngesine girmiş bu mü’minin, tutup Rabbimiz ve melekleri inkâr etmesi de mümkün değil! Fakat onların gözüönünde, bu cürmü işlemesi de mümkün değil! Yani ruh ve vicdanı müteessir olmadan, rahatlıkla o günahı işleyebilmesi için önce bu ikilemi çözmesi gerekmektedir. İşledikten sonra yaşayacağı pişmanlık ve azabı dindirmesi için de bu gereklidir. Burada dışta şeytanın desise ve vesveseleri, içte nefsin arzu ve oyunları ve “vehim” gibi hislerin de yardımıyla, kaçabileceği tek bir deliğe girer: “Unutmak!, Rabbinin gördüğünü unutmak!

En azından o ân için Rabbinin gördüğünü unutarak, inanç ve kabullerini bilinçaltına itmeyi seçer! Bilerek kendini aldatma ve aldanmayı seçerek; böylece bu çelişkili durumu çözmekten kurtulmuş olur! Şimdi zihin ekranına sadece o ânki görüntü ve hazlar yansımaktadır. Bilinç ekranı sadece “şimdiki ân”a odaklanmış; geçmiş ve gelecek zamanlar, netice ve sonuçları monitöre yansımamaktadır!

Demek Rabbimiz’in varlık ve gördüğünü unutmak ve “sanki yok ve görmüyor(muş)” gibi düşünme meyil ve isteği, davranış ve alışkanlığı; manevî organ ve cihazlarımızın içerisinde en etkili ve donanımlısı olan nefis” ve nefisten doğan “vehim, his, heves, hevanın”; günah işleme serbestisi kazanma meyil ve isteği ve günahtan aldığı hazzı azaltmama ve bulandırmama ve günahtan sonra da pişmanlık ve azap duymama heves ve isteğinden doğuyor! Yani bu “yok(muş) gibi vehmi”; nefsin, Rabbinden bağımsız bir alan açma isteğinden kaynaklanıyor.

Kişinin günah amel veya davranışı rahatça işleyebilmesi ve bundan elde edeceği haz bulanmadan, günahtan aldığı lezzeti maksimize edebilmesi ve gelecekte de işleyebileceği günahlara zemin hazırlaması için, insanda şöyle bir psikolojik mekanizma ve savunma ve şeytanî vehim devreye giriyor: Rabbimiz ve meleklerin gördüğünü, (en azından, o günahı işlerken) unutmayı (veya bilinçaltına itmeyi) tercih eder; günah sürecinde, o ân için bilerek kendini gaflete atar.

Mü’minin, geçici bir sendeleme ve tökezlemeyle bu yere düşüş ve işlediği günahı; eğer pişman olup, çabucak tevbe – istiğfar eder, bir daha da kesinlikle yapmamaya kesin karar verirse, Rabbimizin de affetmesiyle; manevî bünyeye fazla zarar vermez, tehlike bertaraf edilmiş olur.

Fakat bu, “bilerek unutma” ve “geçici gaflet ve uyku durumu”, günahların artmasıyla, sık sık tekrarlanmaya devam ederse; artık bu “unutuş” ve “sanki görmüyor(muş)” gibi his ve algılar, alışkanlıkla otomatiğe bağlanır ve insanda meleke ve karakter hâlini alır!

Yani “namaz kılmama, ibadet etmeme” veya “hırsızlık yapma, içki içme, yalan söyleme” gibi; “yapma ve yapmama”larla tekrarlanan günah amel ve davranışlar; tekrarlanan bu “gördüğünü unutuş”, daha sonra “sanki Allah yok(muş) gibi yaşamaya” evrilir ve çevrilir!

Demek “manevî hastalıklar” ile günahlar” arasında çift yönlü bir etkileşim ve neden – sonuç ilişkisi var. Yani hastalıklarımız, günahlarımızı; günahlarımız da, hastalıklarımızı arttırıyor.

Fakat zarar bu kadarla sınırlı kalmaz: Devamlı tekrar ve telkinlerle, “Rabbini unutmaya” kendini kodlayan ve “sanki yok(muş) gibi”ye kendini programlayan bu kişi, sadece günah işlerken değil; artık mübahlarda bile bu “Allah yok(muş)” bilinç ve nazar ve algısıyla yaşamaya başlar!

Düşme süreci burada da son bulmaz: Alışkanlık ve tekrarla meleke ve karakter hâline gelen bu his ve tutum, nazar ve niyet; artık “namaz” gibi farz amellere de sirayet eder! Yani bu kişinin, namazlarda Rabbini hatırlama ve ânmaları da, artık zorlamayla; yani yapmacık ve sun’î ve o da ânlık olur!

Fakat çukurun dibine ulaşılmamıştır henüz! Mü’minin zararı bu kadarla kalsa, nisbeten gene iyi; hatta tevbe – istiğfarla, bu aşamada, buradan dönüşte mümkün. Fakat hayatın olağan akışında “arka fon müziği” gibi devamlı çalan bu “yok(muş) gibi” yapma ve “unutmalar”ın risk ve tehlikesi, zarar ve sonucu, zannedildiğinden çok daha fazla olur!

Çünkü: Büyük Ölümün provası olarak, hergün uykuyla ölüp, yeniden diriltildiğimiz dünya hayatında; algı, tutum ve davranışlarımızda O’nu unutarak hesaba dahil etmediğimiz; yani “yok(muş) gibi” şıkkını işaretlediğimiz her bakış ve amel; hastalığımızın daha da derinleşme ve kronikleşmesine; en sonunda, tedavisi mümkün olmayan tümör ve kanser gibi kökleşmesine; sonra da bütün manevî bünyemize yayılıp, kaplamasına sebep olur! Çünkü tekrarlanan zan ve davranışlar, inanç ve alışkanlığa dönüşüp, karakter ve kaderimize te’sir etmeye başlar.

Başlangıçta haram ve helâl, günah ve sevaba kuyumcu terazisi hassasiyetinde olan kalb, tekrarlanan günahların kir ve ağırlığıyla kirlenme ve bozulması neticesinde; hassasiyet ve duyarlılığını kaybeder! Pazarcı terazisi, hatta kamyoncu kantarı gibi olur!

Bu aşamada, Manevî Vücudumuzdaki bazı hücre veya organlar, duyu veya hisler, kuvve veya lâtifelerin bazıları tamamen ölür! Bunların tamamı veya çoğunun, tekrar canlanması, tedavi ve iyileşmesi de mümkün olmaz! Tevbe – istiğfar, pişmanlık veya keffaret olarak, sonradan yapacağımız iyi ameller de bunları geri getir(e)mez! (Ancak, belki Rabbimiz’in “şefâat”iyle; su-i istimâl ve ihmâlimizle çürütüp – öldürdüğümüz manevî kuvve ve letaif, hücre ve organlarımızın “şifa” bulup, dirilmesi mümkündür ve olabilir. Fakat kimlerin şefaâte kavuşacağı, kimlere şefaât edileceği herhâlde kur’âyla belirlenmeyip; burada da Rabbimiz’in başka şart ve kanunları devreye giriyor.)

Ettiğimiz tevbe ve pişmanlıklar, belki Rabbimiz’in af ve mağfiretine ve Cehennem’den kurtulmaklığımıza yarar. Fakat Cennet’teki makam, göreceğimiz şeyler ve alacağımız lezzetlerdeki eksiklik devam eder. Çünkü her sevap ve günahın, dünya ve ahirette mükâfat ve cezası olduğu gibi; ruhta ve bedende ve kaderde bıraktığı izler, karşılık ve sonuçları vardır! Tıpkı babamız Âdem Âleyhisselâm’ın tevbesi kabul edilip, affedildiği hâlde, zelle ve hatasının sonuçlarına katlanması gerektiği gibi. Yani affedildiği hâlde, tekrar eski hâline veya Cennet’e iade edilmediği gibi. En azından bir süre.

Bu sanki “yok(muş) gibi” yapmalar, tekrar eden günahlarla tekrar etmeye devam ettikçe, günaha duyulan aşk, şevk ve alışkanlıkla; bir adım sonra bu “yok(muşlar)”, temenni ve arzuya dönüşür. “Keşke Rabbimiz ve Cehennem olmasa veya keşke bu işlediğim şey günah olmasa, belki günah değildir; hem Allah muhakkak affeder, niye affetmesin ki canım, mümkün değil, ufacık günah; hem başkalar neler işlemiyorlarki!…”lere evrilip; mezhepten, dinden ve sonra da imandan çıkmaya giden yolun kapısı açılmış olur!

Çünkü: Bu “Allah yok(muş) gibi” yapmalar ve “O’nu unutmalar”; ret ve küfür, inkâr ve şirkin bir çeşidi olup; bu algı ve tutum, his ve davranışların hergün, her saat tekrarlanma ve devamı; bunları istemek, arzu ve temenni, talep ve dua etmek gibidir. Samimî, yani ihlâsla kim ne isterse veren ve dualara cevap verip, kabul eden Rabbimiz de; bu yürekten yapılan kalbî – halî – fiilî dualarımızı kabul ederek; biz O’nu nasıl zannediyorsak, O da bize öyle muâmele etmeye başlar!

Yani biz “O’nu unutarak”,“yok(muş), görmüyor(muş)” gibi davrandıkça; O da bize “sanki yok(muş)”, bizi “görüp – gözetmiyor(muş)”, bizi “unutmuş” gibi muâmele eder! Bunun sonucu olarak, günlük hayatında Rabbinin himaye ve izini hiç görememeye başlayan; sonuçta Rabbiyle hiç muarefe ve tanışıklık, dostluk ve alışverişi kalmayan kişinin, varacağı son durak: İnkâr ve küfür, şirk ve günah bataklığında boğulmasıdır! (Rabbimiz hepimizi muhafaza buyursun!)

Elhasıl dünyada bile faydası olmayan “iman”ın, ahirette faydalı olabileceği şüpheli! Başımıza gelen acı ve sıkıntıları azaltıp, teselli vermeyen ve aldığımız keyif ve lezzetleri de arttırmayan; yani bu hayatımızda bizi mutlu ve huzurlu etmeyen “iman”ın, öbür hayatımızda fayda verebileceği şüpheli. Eğer durum buysa; ahiretimizi, bu dünyadan (şimdiden) hayâl meyâl seyredebiliriz ve mevcut imanımıza bakarak, ahirette nelerle karşılacağımız hususunda bir kanaâte varabiliriz. Bir kanaât oluşmasa bile, olasılık ve ihtimâlleri görebiliriz.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 06.Mart.2017