Etiket arşivi: cüneyd suavi

Bir Şey

Yaşlı adam, şehir içindeki bir sokakta ağır adımlarla yürüyor, ara sıra dinlenip tekrar ilerliyordu. Gençlik yıllarında tamamen düz zannettiği bu yolun hafif bir yokuş olduğunu son yıllarda anlamış, ihtiyarlığı bu yüzden kabul etmişti. Adamcağız, biraz sonra aniden durdu. Gözleri, bir tekerlekli sandalyeyi itmeye çalışan küçük bir kıza takılmıştı. Hem de bayır yukarı. İhtiyar adama göre, sandalyenin boş olması lâzımdı. Ama yakına gidince şaşkına döndü. Sandalyede, felçli olduğu anlaşılan ve hiç kımıldamadan duran bir adam vardı.

küçük kız çocuğuYaşlı adam, küçük kızla konuşmaya başladı. Sandalyede oturan, biricik babasıydı. Annesiyle birlikte onu gezdirirlerken, kadıncağız bir anda fenalaşmış, aceleyle en yakın eczaneye koşmuştu. Babası da elbette, küçük kıza kalmıştı. İhtiyar adam, kızın hâlâ sandalyeyi ittiğini görünce:

— Benim melek yavrum!. diye söylendi. Senin gücün onu itmeye yetmez!. Küçük kız:

— Bunu ben de biliyorum!. diye atıldı. Ama babam için, bir şeyler yapmalıyım.

— Peki, dedi ihtiyar. Madem ki biliyorsun, o zaman itme!. Küçük kız:

— Babam için bir şey yapmam gerekir, diye tekrarladı. Onun sandalyesini itemesem de, geriye doğru kaymasını engellerim ya!..

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Dolmuş

Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu. Yanına sokularak:

-Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var? Sıcak bir tebessümle:

– Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.

– Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.

Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.

– Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim. Saatime baktıktan sonra:

– 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.

Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm. İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:

– İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı? Ön koltukta oturanı:

– Hak istiyorsan Hakkâri’ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.

Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu. Sakinleşmeye çalışarak:

-Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor. Bu defa şoför lâfa karışıp:

-Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir. Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu. 5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı. Şoför:

– Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak. Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:

-Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış. Heyecanla:

-Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?

– Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar. Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu. Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:

-Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye?nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Tebessüm

Bir hastanenin plastik cerrahî bölümünde, orta yaşlı iki doktor çalışıyordu. Yaşadıkları şehir, bir sanayi şehriydi ve bu yüzden de onlara başvuranlar, genellikle yaralı insanlardı. Bir yıl sonra hastaneye, çok genç bir doktor geldi. Delikanlı, her işin altından kalkıyordu. Üstelik de hiç şikayet etmeden.

Eski doktorlar, daha kıdemli olmalarının verdiği avantajla, zamanla ağır işleri genç adama yıkmaya ve mümkün mertebe hafif vakalarla, ya da güzellik meraklısı hanımlarla ilgilenmeye başladılar. Bazen bir parmağı veya bir eli kopan, ya da ağır yanıklarla hastaneye getirilen zavallılarla uğraşmak, genç doktoru perişan ediyordu. Ama kalbini dolduran insan sevgisi, her şeyin üstündeydi. Aradan bir sene bile geçmeden, bütün herkes ona dua etmeye başlamıştı. Genç adamı yakından tanıyanlar, bu yüke nasıl dayandığına hayret ediyorlardı. Böyle ağır bir tempoda çalışmak, düpedüz intihardı. Fakat onları en çok şaşırtan husus, doktorun yüzünden eksik olmayan tebessümdü. En ağır hastalar bile, durumlarının kötü olmadığını müjdeleyen o güzel tebessümle moral bulur ve daha kısa sürede iyileşirdi. Genç adama duyulan büyük ilgi, diğer iki doktorun dikkatini çekmişti. Onlar için, bu durumda gülmek mümkün değildi. Ayakta durmak bile, mucize sayılırdı. Bir gün ona giderek, bu işin sırrını öğrenmek istediler. Genç adam, her şeyi bir bir anlattı. Esasında diğer iki doktor haklıydı. Çünkü o da gülmeyi unutmuştu. Hem de hastaneye ilk geldiği gün. Ama yine aynı güler yüzüyle:

— Hastaların, o tebessüme ne kadar ihtiyaç duyduklarını iyi biliyorum efendim, diye devam etti. Bu yüzden, dudak kenarlarıma estetik yaptırdım.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Kayıp İlanı

Yaşlı adam, karakolun üç-beş basamaklık merdivenini birkaç kez dinlenerek çıktıktan sonra, ilk gördüğü memura yanaşarak:

— Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım, dedi. Ne yapmam gerekiyor? Polis memuru, her günkü raporlardan birini yazıyordu. Antika bir daktiloyu takırdatıp dururken:

— Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu değil mi? Yaşlı adam, dudakları titrerken:

— Annemi on yıldan beri görmedim, dedi. Babamı da belki en az yirmi yıl… Polis, yazmayı bırakıp adama döndü. Bu iş elbette ki normal değildi. İhtiyarın, susuzluktan çatlamış bir toprağı andıran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yaşında olduğuna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamış, anne ve babasının öldüğünü unutmuştu. Yaşlı adam, yanındaki pencereden bakarken, parkın orta yerindeki ıhlamuru gösterip:

— En vefalı dostum bu ağaç, dedi. Aynı yaşta olmalıyız herhalde. Ne zaman dışarı çıksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor şimdi.

— Peki!.. diye lâfını kesti polis. Yakınlarınız yok mu? Dostunuz, akrabanız?

—Yakınlarım, şimdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayım, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Eşim de öyle. Sadece iki çocuğum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan bıktılar tabi. Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastlıyordu. Herhalde en çıkar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmaktı. Zaten bu ihtiyarcık, karakoldan çıkar çıkmaz her şeyi unuturdu. Masadan bir kâğıt kalem alarak:

— Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalım. “Annem ve babam kayboldu” yazıyoruz değil mi? Yaşlı adam, küçük bir çocuk gibi hıçkırırken:

— Yok be evlâdım!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilânı görürlerse, belki beni alırlar yanlarına.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Gözü Yaşlı Dualar

Geçen seneki bayramda (2004) ‘bayram sevinci’ yoktu. Günlerimiz, çöken bir binanın altında kalan kardeşlerimiz için dua etmekle geçti. Hatırlarsınız. Konya’daki Zümrüt Apartmanıydı bu. Bayram boyunca devam eden kurtarma çalışmaları sırasında, ilk günlerde bir çok insan enkazdan sağ çıkmıştı. Fakat sonraki günlerde, mucizeler beklendi. Ümitler azalırken, onlar için yaptığımız dualar arttı.

Bayramın son gününde, kızımın bir İngilizce öğretmeni olan Hacer adındaki arkadaşı, bayramlaşmaya geldi. Onunla bir müddet sohbet ettikten sonra:

‘ Komşularınız ne yapıyorlar? diye sordum.

‘Bu günlerde ağlayarak Kur’an okuyorlar’ dedi.

Böyle bir davranış, hanımların ‘şefkat kahramanı’ olduğunu ispatlıyordu. Ne de olsa ülkede bir yas vardı. Üstelik de bayramdı. Yapılan ibadetler, diğer günlere oranla daha makbuldü.

Merak bu ya!.. Gözyaşlarıyla okunan Kur’anda, acaba bayram mı, yoksa çöken bina mı etkili olmuştu? Bu soruyu Hacer’e sorduğumda, cevap vermedi. Daha da meraklanıp, sorumu tazeledim. Sonunda beni kırmayıp:

‘ Cüneyd abi!.. dedi. Hani televizyonda ‘Biz Evleniyoruz’ programı var ya!.. Oradaki Tülin, Caner’le evlenmeye yanaşmıyormuş. Komşularımız, Tülin’in kalbi, Caner’e ısınsın diye okuyorlar Kur’anı, gözyaşları oluk oluk akarak.’

Keşke yazdığım bu şeyler şaka olsaydı. Asrı Saadette en çok rağbet gören şey, İlahî hükümlerin sırrına ermek ve Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediklerini, Kur’an ayetlerine bakarak daha iyi anlamakmış. İnsanların zihinleri, kalpleri ve ruhları, o işle meşgul olmuş. Yapılan sohbetler de, aynı minval üzerine sürüp gidermiş. Bu yüzden sahabiler, hem Tevrat’ta, hem İncil’de, hem Kur’anda methedilmiş. Bu yazıyı yazarken, artık Caner ve Tülin için Kur’an okunmadığını söylediler. Sevindim tabi. Şimdiki dualarda, Ata ile Sinem bulunuyormuş. Ata’yı tanırsınız. Semra abla var ya, onun yavrusu, Sinem de onun sevgili gelini. Ne diyeyim bilmem ki!.. Ata’m sen rahat uyu!.. Duaların geliyor merak etme!..

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi