Etiket arşivi: cüneyd suavi

Özenti

Fakir bir adam, her gün televizyonlarda boy gösteren ve ”ülkenin sayılı zenginlerinden biri” şeklinde tanıtılan sanayiciye özenip, onun gibi olmaya karar vermiş. Sık sık Allah’a yalvarıp:

— Ver Yarabbi!. diyormuş. Fakirlikten bezdim usandım artık!.

Adam, bu işi aklına koyunca, cebinde kalan son kuruşlarını, yine zenginlerin yazdığı ”Nasıl Zengin Olunur?” ya da ”Zenginliğin Sırları” gibi kitaplara yatırıp, her birini dikkatlice okumuş. Okumuş ama, açıkçası pek bir şey anlamamış. Her halde en iyi yol, dedesinden duyduğu şeyleri yapmakmış.

— Allah bütün duaları işitir!. dermiş, nur yüzlü dedeciği. Ne istersen O’ndan istemelisin. Torunu, mecbur kalınca bu yolu seçmiş. Üstelik de dua için para gerekmiyormuş.

zengin fakir özenti yağan paraBir cuma namazında, sabaha karşı kılınan teheccüd namazının ve hemen arkasından yapılan duaların kıymetini öğrenince, geceleri yatmamaya başlamış. Saatlerce namaz kılıp, göz yaşları içinde dua etmiş. Bu arada kurbanlar da adamış tabi. Fakirlikten kurtulursa bir koyun, zengin sayılınca iri bir dana, köşeyi döndüğünde de bir deve kesecekmiş. Gelen miktara göre, bu sayı daha da artabilirmiş. Paranın gelmesi geciktiğinde, bu sefer de oruca niyetlenmiş. Her ayın on beş günü, hiç aksatmadan oruç tutuyormuş, üstelik de fazla bir şey yemeden. Sonunda bir deri bir kemik kalmış ama, kendisine bir haller olmaya başlamış. Yakınlarına, gâipten tuhaf sesler duyduğunu, hatta bazen birileriyle konuştuğunu söyleyip duruyormuş. Duyduğu ses her neyse, bir gün ona seslenip:

— Ey garip adam!. demiş. Özendiğin o kişiyi tanıyor musun?

Adam biraz düşünmüş. Bahsedilen kişiyi, sadece ekranlarda gördüğünden, nasıl yaşadığını, neler yiyip içtiğini, nerelerde gezdiğini pek bilmiyormuş.

— İstersen daha yakından tanı!. demiş ses. Hem önceki hayatını, hem sonrasını. Ve mânevî bir sinemayla, hayranlık duyduğu kişi gösterilmiş adama. Perdeye ilk yansıyan, o zenginin önündeki bir insan seli imiş. Adam, hemen sormuş:

—“Bu kuyruk nedir?” diye.

— Zengin adam, işçilere aylık veriyor!. denmiş. Bir çok fabrikasında, karınca sürüsü gibi işçi çalışır. Maaşları kendisi vermekten hoşlanır. Fakirin hayranlığı, iyice artmış. Böylesine alçak gönüllü bir kişiyi, ilk defa görüyormuş. Mânevî sinemada, manzaralar peş peşe sıralanmış. Biraz sonra farklı bir görüntü gelmiş perdeye. Zenginin elinde süslü bir bavul varmış, yanında da bir çok koruması elbette. Fakir olan, hayranlıkla ona bakarken, duyduğu ses bu sefer:

— Beğendiğin o kişi, güzel bir tatile çıkıyor!. demiş. Mevsim henüz kış ama, o sıcak bir ülkede dinlenecek. Tabi ki güneşte biraz bronzlaşacak!. Fakir adam, bir kez daha içini çekmiş. Çünkü o güne kadar, ırgat gibi çalışmaktan tatil yapmamış.

— Ver Allah’ım!. demiş, sessizce mırıldanıp. Ben de onun gibi keyif süreyim. Fakir adam daha sonra, o zenginin hayatından bir çok tablo seyretmiş. Boğazdaki muhteşem villasını, en son model üç beş tane arabasını, bankadaki hesaplarını falan. Fukaracık, hülyalara dalıp giderken, o ses tekrar çınlayıp:

— İstersen farklı bir film koyalım, demiş. Anlaşılan bu işten çok hoşlandın.

— Evet!. diye atılmış fakir adam. Hoşlanmamak mümkün mü? Görüntüler tekrar sıralanınca, adam bir yanlışlık var zannederek:

— Bu manzara yeni değil her halde!. demiş. Biraz önce aynısını görmüştük. Bir çok insan yine kuyruğa girmiş. İkinci görüntüde, bavulunu tekrar yanına almış. Her halde yine tatile gidiyor.

— Hayır!. demiş, kendisiyle konuşan. Kuyruktaki kişiler, ‘kul hakkı’ndan alacaklı olanlar. O zenginden hakkını istiyorlar. O bavula gelince: Adam uzun bir tatile çıkıyor. Fakat bu sefer, çok daha sıcak bir yerde bronzlaşacak. Gördüğün manzaralar, adamın öldükten sonraki halleridir.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Yaşanacak Yer

Ücra bir köyde yaşayan adamın biri, çektiği zahmetlerden bıkıp usanmış. Ve büyük bir şehre, fazla bir masraf yapmadan yerleşmek için, Allah’a dua etmiş. ”Amin!.” deyip ellerini indirdiğinde, bir ses ilham suretinde kalbine yansıyarak:

— Duan, eşref saate rast geldiğinden, Allah tarafından kabul edildi, demiş. Adam, sanki bayram yapmış bu müjde karşısında. Fakat hemen şımarıp:

— Madem ki eşref saate denk geldi, göç edeceğim şehri, oturacağım semti, bana nasip edilecek yerin ve komşularımın özelliğini ben seçeceğim!. diye ısrar etmiş. Kalbinde duyduğu ses, Allah’ın takdirine karışmakla hata ettiğini, Rabbinin neylerse güzel eylediğini söylemiş ama, adam ha bire diretmiş: ”Seçimi ben yapacağım!.” diye mızıldanarak. Ses, bunun üzerine:

— Şartlarını söyle bakalım, demiş. Ama dikkat et!. Gideceğin yer, sözlerine göre belirlenecek. Yanlış bir şey söylersen, bu işten dönemezsin.

— Anlaşıldı!. diye atılmış bizimkisi. İstanbul’u seçiyorum, tamam mı?

— Tamam!. demiş ses. Zor bir istek sayılmaz.

— Deniz de görülsün!. demiş, bu sefer adam. Her tarafta bol bol ağaç bulunsun, bu köydekiler gibi. Bir de büyük veli olsun yakınlarında. Yine aynı ses:

— Biraz zor da olsa çözüm var!. demiş. Eyüp Sultan civarı, senin için uygundur.

— Son şartım da şudur!. diye atılmış adam. Sağımdaki, solumdaki, altımdaki, üstümdeki, hiç bir komşum beni rahatsız etmeyecek. Karı-koca kavgası olmayacak. Ne kapıdan ne de pencerelerden, içki ve sigara kokusu sızmayacak. Komşularımız, televizyon ya da teyplerinin sesini, değil bangır bangır açmak, yüksek sesle bile konuşmayacak, bahçeme bir çöp bile atmayacak, üstümüze balkondan bir şey dökmeyecekler. Bu şartları sağlayan bir yer istiyorum.

Kalbine yansıyan ses, o an kesilmiş, fişinden çekilen bir radyo gibi. Adam, zor bir şart ileri sürdüğünden eminmiş, bu yüzden de heyecanla bekliyormuş kararı. Bir saat kadar sonra, cevap verilmiş:

— İstediğin şartlar doğrultusunda, yerin belirlenmiştir!. Hemen yarından sonra, Eyüp Sultan Mezarlığı’na gidiyorsun!.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Hocalık Vazifesi

 Çok yakın bir arkadaşım telefonla arayıp: “Sevgili hocam!.” diyor. “Kadınlara uygulanan şiddeti biliyorsun. Eşlerinden dayak yiyip duruyor zavallılar. Bu durumu gözler önüne sermek ve şiddeti biraz olsun azaltmak amacıyla, yoğun bir çalışma içine girdik. Bu arada ülkenin her yerine, bir çok afiş asmaya karar verdik.” Masum kızcağızları, bazen birkaç kuruş başlık parası verip ailesinin yanından ayıran, en zor ve en mukaddes görev olan ‘çocuk yetiştirme işi’ yetmezmiş gibi, onları boğaz tokluğuna çalıştıran, üstelik de azarlayıp dövmek gibi bir cinayet işleyen zâlimlere duyduğum nefret yüzünden, kendisini tebrik ediyorum tabi ki.
Bu arkadaşım, grafik sanatçısı. İsmi de Murat. Bürosu da evime çok yakın bir yerde. Sohbet sırasında bir istekte bulunup:
“Hocam, siz Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduğunuz için, bu işleri çok iyi bilirsiniz.” diyor. “Yaptığımız çalışmayı görmenizi isterim. Fikirleriniz, inanın ki bizler için çok değerlidir.” ‘Hoca’ olmak kolay değil elbette. Kalkıp hemen büroya gidiyorum. Ne yazık ki arkadaşım dışarı çıkmış. Belli ki yarışıp duruyor zavallıcık. Murat Bey’in sekreteri beni tanıyor. Konudan da haberi varmış zaten. Hazırlanan çalışmanın taslağını çıkartıp: “Böyle bir şey düşündüler efendim.” diyor. “Bana göre orijinal bir çalışma ama, mühim olan sizin görüşünüzdür.” Anlaşılan sekreter de biliyor kıymetimi. İşi ne kadar önemsediğimi göstermek için, gözlüğümü takıp bakıyorum taslağa. Afiş, bir kadın resminden ibaret görünüyor. Seçilen tip Anadolu kadını. Yediği dayak yüzünden üstü başı dağınık bir vaziyette çizilmiş, elbisesi yakasından yırtılmış. Kaşlarından biri de, acemî boksörler gibi açıldığından, kanlar içinde kalmış. Çalışma elbette bu kadar değil. Resmin hemen üstüne, kan renginde bir tonla: “Yapıştırın gözünün tam üstüne!.” yazılmış. Bu ifade her halde, dikkat uyandırsın diye seçilmiş. “Yapıştırma” tekniğini öğrenmek isteyenler resme yaklaştığında, bu sefer de fosforlu bir “Yara bandı” yazısını fark ediyorlar. İlk bakışta görülmeyen bu iki kelimeyle, yazının anlamı bir anda değişiyor ve: “Yara bandı yapıştırın, gözünün tam üstüne!.” şeklini alıyor. Böylelikle güzel bir mesaj veriliyor: “Hanımlara şiddet değil tedavi uygulayın!.”, “Onlara şefkat gösterin!.” falan diyerek.
Afişe bir kez daha bakıyorum: Seçilen kadın tipi, çok başarılı. Gerçekten de orijinal bir çalışma ama, anlaşılan Murat Bey, dayak yiyen bir hanıma hiç rastlamamış. Bir komşumuzda, bu duruma sık sık şahit olduğumuzdan, edindiğim tecrübeyi ona aktarmam lazım. Bu yüzden de sekreterden bir kağıt alıp, eksik kalan hususları belirtiyorum. Afişteki espri, benim satırlarıma da yansıyor elbet. Şaka yollu bir üslupla şunları yazıyorum:
“Değerli kardeşim. Çok güzel bir kadın tipi seçmişsin. Bu bakımdan seni tebrik ederim. Fakat toplum tarafından takdir edilmek ve dikkati çekmek için, kadının gözünü iyice morartmalı, hatta birkaç dişini kırmalısın. Bu taktirde çalışman, herkese örnek olur. Sevgilerimle… Cüneyd Suavi.”
Yazıyı hemen bir zarfa koyuyor ve sekretere vererek, Murat Bey’e iletmek istiyorum. Ama öğle tatiline girildiğinden, sekreter de ayrılmış masasından. “Nasıl olsa yolumun üzeri.” diyerek, tekrar gelmek niyetiyle dışarı çıkıyorum. Akşam üstü evime döndüğümde, eşim karşılıyor beni kapıda.
“Biraz önce aklıma geldi.” diyor. “Necati’nin düğünü bu geceydi. Nasıl unuttuk onu? Üstelik de bir hediye bile almadık.” Çarşı-pazar gezme işi, âdeta işkence gibi geliyor bana. Bu yüzden de kararlı bir tavırla: “Ben bu işte yokum hanım.” diyorum. “Bir yüz dolar verdik mi, bu iş hallolur. Zaten Anadolu’da ‘para takma’ işi yaygın değil mi?” Hanımın da aklı yatıyor buna. Boyun büküyor hemen. O akşam düğüne gittiğimizde, Necati’yi hararetle tebrik ediyor ve eşimin evden ayrılmadan önce bir zarf içine koyduğu yüz doları, sessizce tutuşturuyorum eline. Necati, benim hem akrabam hem de hayranım. Yazdığım her kitabı, âdeta ezberlemiş. Sağ olsun, çok fazla değer verir bana. Üç-dört gün sonra, Murat Bey’in bürosuna bir daha uğruyorum. Ama yok ortalarda. Belli ki hâlâ yarışıp duruyor. Daha önce yazmış olduğum notu, sekretere verip çıkıyorum bürodan, görevimi yapmanın mutluluğuyla. Arkadaşım Murat Bey, akşam üstü telefonla arayıp: “Muhterem hocam!.”diyor. ”Bu gün gelmişsiniz ama görüşemedik. İşler öyle yoğun ki. Bir teşekkür etmek için aradım sizi. Yaptığımız çalışmaya, çok değerli bir bağışta bulunmuşsunuz. Sizin gibi herkes yüz dolar verse, bu iş çok kolaylaşır, kadınlar da dövülmekten biraz olsun kurtulur.” Bu işte bir yanlışlık var mutlaka. Biraz düşündükten sora: “Muratçığım!.” diyorum. “Canım kardeşim. Bu yüz dolar nereden çıktı yahu?” “Sekretere bıraktığınız zarftan çıktı tabi ki hocam.” diyor. “Allah sizden bin kere razı olsun.” Bir anda ter basıyor vücudumu. Sanki ölecek gibi oluyorum. “Necâti’nin zarfı Murat Bey’e gitmişse, Murat Bey’in zarfı da, Necati’ye gitmiştir elbette.” diyerek. Âcilen Necâti’yi arayarak: “Necaticim!.” diyorum. “Düğünde verdiğim zarfı açtın mı?” “Nasıl açmam sevgili hocam?” diyor. “Açtım tabi ki. En kıymetli hediyeyi o akşam siz verdiniz. Eşim için yazdığınız her öneriyi, emin olun ‘harfiyyen’ uyguladım. Kendisini daha önceden tanırdınız. Nişanlıyken biraz şımarıyordu. Fakat şimdi görseniz, süt dökmüş kedi gibi oturuyor. Zaten dün de afişlerde rastladım: ‘Yapıştırın gözünün tam üstüne!.’ yazıyordu.”
Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Çilekçi

Nisan ayı gelmişti. O gün kurulan pazar, bir öncesine göre çok renkliydi. Kış ve yaz sebzeleri, aynı tezgaha yan yana konulmuş, küçüklerin gözleri, yeni çıkan meyvelere kilitlenmişti. Bir çok insan, eski ağza yeni tad peşindeydi. Pazarın önünden geçmekte iken, o renk cümbüşüne dayanamadım. Sonunda ben de katıldım kalabalığa. Sağa sola bakarak dolaşırken, Adapazarı’ndan tanıdığım bir pazarcıya rastladım. Önündeki tezgahta, dağ gibi yığılmış çilekler vardı. Her biri bir yumruk gibiydi sanki. Çocukların ağzına sığması mümkün değildi. Renkleri de bayraktan kırmızıydı. Adam, sigaradan ötürü çatlak çıkan sesiyle:

Yaklaşıp selam verdim. Uzun zamandan bu yana görüşmüyorduk. Beni hemen tanıdı. İzmit’te ne aradığımı, neler yaptığımı ve çocukların okul durumlarını sordu. Hemen yanında duran bir çocuğu, çay söylemesi için gönderirken:

” Bu da benim oğlan!. “dedi. Okumayı bırakınca tam bir serseri oldu. Hiç olmazsa pazarcılık öğren diyorum ama, aklı fikri sadece şeytanlıkta… Çocuğun arkasından tekrar bakıp:

” Çok efendi görünüyor!.. diye itiraz ettim. Öyle değil mi? “

” Uzaktan bakınca öyle görünür!.. dedi. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk. Bir babanın oğlu için söylediği bu sözler, ağırıma gitmişti. “Acaba suç kimde?” diye düşünmekteyken, tezgaha yaşlı bir kadın yanaştı ve elindeki poşeti adama uzatarak:

” Bu çilekleri biraz önce sizden almıştım!.. dedi. Eve gittiğim zaman, hepsinin ham olduğunu fark ettim. Üstelik de zeytin gibi küçücük. Tezgaha koyduğunuz çilek yığını, uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.

Adamın yanında fazla kalmadım. Ayrılırken yine bas bas bağırıyordu: ” Her yerde var, vallahi böylesi yok!..”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Cüneyd Suavi: “Yazana değil de yazdırana bakmalı”

Cüneyd Suavi, yazdığı kısa ve ibretli hikâyelerle tanınan bir isim. Dergilerde yayınlanan hikâyeleri ayrıca kitap olarak da okuyucularla buluştu. Bugün internette yer alan ve yazarı belirtilmeyen birçok hikâye ona ait. Tabii ki Cüneyd Suavi bu durumdan çok rahatsız…

Suavi, hikâyeleri kaleme alış sürecinde farklı bir bakış açısına kapı aralıyor. “Yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil” diyen Suavi, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: ‘Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?’ Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar ’Ben yazarım‘ demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Cüneyd Suavi ile hikâyeleri ve hayat hikâyesi üzerine konuştuk…

Yıllardır içinden hisselerin bol bol çıkarılacağı kıssalarla yazı hayatının içindesiniz. Mesajı, yazının başka bir formu ile değil de hikâye formuyla sunuyorsunuz. Neden hikâyeyi seçtiniz?

Bediüzzaman Hazretleri “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” diyor. Bu dünyada kısmetime yazarlık düşmüş. Sayısız şükür olsun, şikâyetçi değilim. Bu kısmete zaten dünden razıydım ama lise son sınıfta kompozisyon dersinden ikmale kaldığımdan, yazarlığı asla düşünmüyordum.

Ama yazarlık tercihim şuurlu olsa idi, yine hikâye formunu, hem de en kısalarını tercih ederdim. Çünkü hoşlandığım tür, mesajını bir çırpıda veren hikâyelerdir. Esasında bu tür hikâyelerin yazılması, uzunların yazılmasından zordur. Bir sayfalık öykü için dokuz ay çalıştığımı hatırlıyorum. Sürekli masa başında olmasanız da, aklınız o öyküye takılıyor, kafanızı her an meşgul ediyor. Bu bir dua tabi ki, fiilî dua… Hikâyeden bir pay (inşaallah sevap) alabilmek için, o duayı yapmak zorundasınız. Fakat sonuçta, hiçbir şey nasipten öteye gidemiyor. Ve yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil. Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: “Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?

Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar “Ben yazarım” demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Yazarken beslendiğiniz kaynaklarınız nelerdir? Özellikle üzerinde durmak istediğiniz konular var mı?

Ben yaklaşık otuz yıl, Sakarya Üniversitesi’nde hocalık yaptım. Bu yıllar içinde de, “En yoğun hoca” olma rekorunu genellikle kimseye kaptırmadım. Bu arada akademik çalışmalar yapıyor, bunlara ilaveten, en fazla beş kişiyle Zafer Dergisi’ni çıkartıyorduk. Tam on beş yıl boyunca, yazıların seçimi, elden geçirilmesi, sayfa mizanpajları ve “Gerçeğe Doğru” ciltlerinin hazırlanması, çok şükür ki bizlere bakıyordu. Ama bu çalışmalar, fazla kitap okumamı engelliyordu. Sonuçta bir karar alarak yemin ettim ve günde bir saatimi okumaya ayırdım. Okumaya bu kadar az zaman ayırırsanız, hangi kitapları okursunuz acaba? Ben bu tek saatimi, “muhteşem üçlü”ye ayırmıştım ki, onlar da Kur’an, Cevşen ve Risalelerdi. “Beslendiğiniz kaynak nedir?” diye sormuştunuz ya! Ben de söyledim işte.

Birçok hikâyeniz hafızalarda ve ezber durumda. İnsanların etkilenmemesi mümkün değil. Çünkü çoğu hayatın içinden ve yanı başımızda olan olaylardan derleniyor. Okuyucudan gelen geri dönüşler arasında sizi derinden etkileyen bir durum oldu mu?

Allah’ın ihsan ettiği o kısa hikâyeler, bin bir türlü güzelliğe vesile oldu. Birçok kişi tek bir hikâye ile, özellikle “Kâbus” ve “Yeşil Elbise”yle, bunalıma düştükleri eski hayatlarından vazgeçtiler, namaza başladılar, en azından okumayı sever hale geldiler. Bunun örnekleri o kadar çok ki. Son iki altın nesil, yine şükürler olsun, bu kitapları okuyup büyüdü. Daha önceki fuarlarda olduğu gibi, son kitap fuarında da belki onlarca kişi, bu sözleri (sanki kendi aralarında anlaşmış gibi) ayrı ayrı gelerek söylediler: “Hocam biz bu kitapları okuyarak büyüdük, şimdi de çocuklarımızla birlikte okuyoruz.

Bu nimetlerin şükründen o kadar acizim ki…

Okullarda, seminerlerde gençlerle bir araya gelmenizde diyaloglarınız nasıl oluyor? Mesajlarınız ulaşabiliyor mu gençlere? Aynı dilde buluşabiliyor musunuz?

Çocuklarım küçükken, her gece onlara kitap okurdum. Özellikle Peygamberimizin mucizeleri, onları âdeta büyülüyordu. Bu arada yine çocuklarımla bol bol sohbet ederdim. Bunu çok şükür ki ihmal etmemeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki, en kıymetli sohbetler, yedi yaşa kadar yapılan sohbetlerdir. Yani yedi yaş geçtir. Konu ne olursa olsun, küçük yaşlarda yapılan sohbetler, onlar için gerçek bir hazinedir. Bu sohbetler sayesinde çocuklar olgunlaşır, aradaki sevgi bağı âdeta perçinleşir.

Yaz ayları gelince, (Rabb’im imkân verdi şükürler olsun) yine çocuklarımla birlikte denize girer, sandala binerek balığa çıkar, yıldızları seyreder, mehtap sefalarına da yine onlarla birlikte çıkardık. Elbette ki her aile böyle bir imkâna sahip değildir ama hiç olmazsa sohbet etmeleri gerekir. Bunları yapmayan ya da yapamayan veliler, sonunda o kadar pişman oluyorlar ki… Anneler ve babalar, namaz vakitlerini altı vakte çıkarmalılar bence. Bu altıncı vakit “sohbet vakti” olmalı. Demek istediğim şu: Her bir sohbet, bir ibadet ciddiyetiyle yapılmalı. Bu konuda konuştuğum bazı veliler “Çok meşgulüz, bütün gün koşup duruyoruz. Bu yüzden de çocuklara vakit ayıramıyoruz” diyorlar. Çocuklar büyüyüp elden çıktıklarında, yani haydut gibi biri olduklarında, anne ve babaları, yaptıkları hatayı anlıyorlar ama iş işten geçtikten sonra maalesef… Böyle bir duruma düştükten sonra, bütün servetinizi verseniz de, ömrünüzün geriye kalan yıllarını (üstelik her anını) çocuklarınıza ayırsanız da, bunu telafi etmeniz mümkün değil ki…

Mimarsınız ve aynı zamanda akademisyensiniz. Mimarlık eğitimi hikâyelerinize farklı bir boyut katıyor mu?

Bilirsiniz mimarlık, güzel sanatların temel dalıdır. Bu yüzden de bakmaktan çok görmeyi gerektirir. Hikâyelerde de gözlem esastır. Herkesin görmediğini görüp fark etmek ve en güzel şekilde ifade etmek yani… Elbette ki Allah’ın ihsanıyla… Sanatla uğraşan insanlar iyi bilir. “Titizlik” ve “incelik” temel şarttır. Bir tablodaki binlerce renkten sadece birinin uyumsuzluğu, tabloyu değersiz hale getirebilir. Mükemmel bir binadaki çirkin bir nokta ya da yersiz bir detay; bütün dikkatleri kendi üstüne çevirerek binanın güzelliğini kapatabilir. Bir dünya güzelinin yanağına düşen bir kuş gübresi gibi…

Hikâyelerde de aynı durum var bence. Kurgudaki bir hata, finaldeki yetersizlik ya da saçmalık, yazım kurallarındaki çok önemli yanlışlar; bunların biri bile, hikâyeyi bir anda mahvediyor. Belki bu yüzden, hastalık derecesinde titiz biriyim. (Bazıları “çatlak” deseler de kulak asmayın.) Mesela, kitaplarım otuz yıldan beri yayınlandığı halde, her iki-üç baskıda bir, onları baştan aşağı gözde geçiriyorum. Bazı hikâyeleri çıkarıyor, bir kısmını baştan sona tekrar yazıyor, bir kısmının da kelimelerini değiştiriyorum. Bu arada kapak resimleri de değişiyor, “Önsöz” ya da “Takdim” bölümleri de. Yayınevindeki kardeşlerimiz benden bıktılar ama nezaket göstererek susuyorlar.

“Kesilen Gitar” kitabı ile kendi hikâyenizi dile getirmişsiniz. Adapazarı’nda geçen çocukluğunuzu, hayatınızı etkileyen insanları… Kendi hayatınızı yazmak ve geçmişe yolculuk yapmak nasıldı?

Bu sorunun cevabını, “Kesilen Gitar” kitabının arka kapağındaki yazı versin isterseniz. Şöyle demiştim orda: “Bu kitabı yazarken, şimdi ancak rüyalarımda rastladığım birbirinden güzel insanlarla görüştüm, onlarla sohbet ettim, hem de yüz yüze. Hayatımı bir kez daha yaşadım sanki.

Kitabı kapayıp geriye döndüğümde, en net gördüğüm şey dünyanın faniliği. Çocukluğumu yaşarken güzel gördüğüm şeyler, gerçekten de güzel olan dereler ve ırmaklar, birbiri ardınca ölüp gitmişler bu dünyadan. Bir daha geri dönmemek, inşaallah cennette akmak üzere…

Uçurtma uçurduğumuz yeşil ovalar, hep birlikte piknik yapıp gezdiğimiz tepeler, kıvrım kıvrım derelerle serinleyen ormanlar; sanki müthiş bir depremle beton blokların altına gömülmüşler. O baki diyarda tekrar yeşermek ümidiyle…

Sevdiğim insanlarsa, belki onda dokuzu, başta gül kokulu Resul olmak üzere, kabrin öte yanına göç etmişler. Kalanlarsa yüzlerini oraya çevirmişler.”

Özellikle “Hayatın İçinden” kitabı ve içindeki hikâyeler, hâlihazırda alakalı alakasız birçok internet sitesinde dolaşıyor. İşin telif hususu ile birlikte neler düşünüyorsunuz? Bir rahatsızlığınız oluyor mu?

Hani bir türkümüzde geçiyor ya: “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diye. Biz de bu durumdan öyle of çekiyoruz. Ortalık korsanlardan geçilmiyor. Bakıyorsunuz bir hikâyeniz aynen alınıp internete konmuş. Onu alan kişi de, hikâyenin alt kısmına kendi adını yazmış: “Murat Bilmemkim.”

Yahu mübarek adam! Aldıysan aldın ama hiç olmazsa Cüneyd Suavi yazsaydın da, dualar da adresini şaşırmasaydı.

Emin olun telif falan düşünmüyorum ama bu hırsızlık asabımı fena bozuyor. Fakat bundan daha da kötüsü var. Adam yine öykünüzü (ç)alıyor, sanki bu yetmezmiş gibi hikâyeyi baştan sona değiştiriyor, berbat ettikten sonra da altına kendi ismini yazıyor.

Daha kötüsü var mı?” diyorsanız, var tabii ki hiç şüpheniz olmasın. Bazı kişiler, yazarların internette dolaşan hikâyelerini aşırıp kendilerine ait kitap çıkartıyorlar. Yani benden 5 öykü, başkasından 10 öykü, diğerinden 15 öykü çalarak kitap hazırlıyorlar. Yazarı da kendileri oluyor tabi… Oysaki “Hayatın İçinden” adlı öykü kitabımın birinci cildi, tam 25 yılda ortaya çıktı. “Kırk Gram Tebessüm” ise tam 20 yılda. Bu kişiler bir saatte işi hallediyorlar.

“Peki, çözüm ne?” diye sorarsanız, emin olun ben de bilemiyorum. Sizin öykülerinizle kitap çıkartanları bazen buluyorsunuz. Bu durumda yayınevi harekete geçiyor ve o kitabın saygıdeğer yazarını arayıp “Kitabınızdaki şu, şu, şu hikâyeler, Cüneyd Suavi’nindir. En azından izin almak zorundaydınız” deyip, dava açacağını belirtiyor. Aşırmacı yazarın cevabı hazır elbette… “Ben o hikâyeleri internetten aldım, orada Cüneyd falan yazmıyordu.”

Moral Dünyası Dergisi