Etiket arşivi: kanuni sultan süleyman

Mimar Sinan’ın Akıl Almaz Sırları

Büyük üstad Mimar Sinan’ın eserlerinin sırlarını biliyor musunuz?

Süleymaniye Camisi’nde gizli bölmede bulunan notta ne yazıyor? Süleymaniye’nin dört kubbesi neyi temsil ediyor? Camii’nin inşaasına neden ara verilir? İran Şahı’nın gönderdiği mücevherler nerede? Kandilde yanan isler ne işe yarıyor? İşte Sinan’ın eserlerine gizemli yolculuk…

Mimar Sinan, bir gün, dostlarından ve devrinin şair ve ediplerinden Mustafa Saî Çelebi’ye gelerek, “Çok kocadım. İsterim ki, öldükten sonra adım unutulmasın. Hizmetlerim anılıp hayırla anılayım. Anlatacağım hatıralarımı nazım ve nesir diliyle yazar mısın?” der.

Bunun üzerine Çelebi, Mimar Sinan’ın anlattıklarını yazmaya başlar ve küçük bir kitap ortaya çıkar.

Saî Mustafa Çelebi’nin Mimar Sinan’ın ağzından kaleme aldığı, “Tezkiretü’l Bünyan” ve “Tezkiretü’l Ebniye” adını verdiği ve günümüzde ‘Yapılar Kitabı’ adı altında toplanarak yayımlanan bu eseri, büyük ustanın yaşam öyküsünü, eserlerinin envanterini ve kendi dönemine ait gözlemlerini içeriyor

Mimar Sinan’ın yaşantısına dair birçok ayrıntıyı, eserlerini, döneminin insanları hakkındaki düşüncelerini bu kitap ile, Sinan’ın kendi ağzından öğrendiğimiz gibi, Süleymaniye Cami’nin sırlarını da belli ölçülerde, bu kitapta bulabiliyoruz.

Mustafa Saî Çelebi’nin ‘Yapılar Kitabı’nda Süleymaniye ile ilgili çarpıcı bölümler yer alıyor.

Mimar Sinan, Süleymaniye Cami’nde, bir çok sorunu olduğu gibi, akustik sorununu da mükemmel bir biçimde halletmiştir. Bu konuda yine rivayete dayanan hoş bir hikâye var:

Cami inşa edilirken, Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Söylenti padişaha kadar ulaşır.

Kanunî, bu söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten mihrapta nargile tokurdatıyor.

“Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir bunun hikmeti” diye sorar.

Sinan şöyle cevap verir: “Sultanım, dikkat edin nargilemde tömbeki, tütün yoktur. Sadece suyun fokurdamasından meydana gelen sesin cami içerisinde dağılımını kontrol ediyorum. Buradaki suyun sesi caminin her tarafına eşit yayılırsa, yarın burada Kuran okuyacak olan hocanın sesi de 60-70 metreye kadar toplanan cemaat tarafından duyulacaktır. İşte bu yüzden, akustiği kontrol ediyorum.”

Süleymaniye Camii’nin ayrıntılarına inildikçe insanı büyüleyen pek çok özelliği ortaya çıkıyor.

Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin iyice oturması ve sonradan bir çöküntü olmaması için, inşaata bir yıl ara verilir.

Ağır masraflar yüzünden caminin yapımına ara verildiğini zanneden İran Şahı Tahmasp Han, inşaatın devamı için, kıymetli mal yüklü bir kervanı ve içi değerli taşlarla, mücevherlerle dolu bir kutuyla, bu hediyeleri göndermesinin sebebini açıklayan bir mektubu Kanunî’ye yollar.

Bu mektuba ve üsluba sinirlenen padişah, malları elçinin gözleri önünde bahşiş olarak dağıtır ve kutuyu Sinan’a vererek içindeki mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını buyurur.

Mimar Sinan, değerli mücevherleri minarelerden birinin taşları arasına maharetle yerleştirir. Güneş ışığında pırıl pırıl parladığı için bu minareye ‘Cevahir Minaresi’ adı verilir. Evliya Çelebi zamanla sıcaktan bozulduğunu ve taşların pırıltısının kaybolduğunu belirtir.

Süleymaniye’nin dört minaresi İstanbul’da yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman’ı ya da camiyi yaptıranın İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu temsil eder.

Minarelerin uzun ve kısa düzenlenişi, ana kütleyle beraber yapıya modüler sistemde piramidal bir görünüm kazandırır. Uzaktan bakıldığında, birbiri üzerinde göklere yükselen bir merdiven gibi duran bu orantı ustalığı, Hıristiyan öğretide, “Yakub’un Merdiveni” ile anlam bulur.

KANDİLLERİN İSİNDEN MÜREKKEP

Caminin içinde yanan yaklaşık 250-300 kadar kandilin isi, yukarıdaki bir akımla kapı üstündeki dört pencereden is odasına çekilirdi. Kitap yazımında ve hattatlıkta kullanılan mürekkebin en güzeli bu isten elde edilirdi.

Halen Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcut olan bazı kitaplar bu isle yapılan mürekkeple yazılmıştır.

Süleymaniye Camii ile ilgili büyüleyici hikayeler bunlarla da bitmez.

Geçtiğimiz yıllarda Süleymaniye Camii’nin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış.

Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş.

Hemen Türkiye’nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış.

GİZLİ BÖLME

Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş.

Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış, Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş. Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar günümüz Türkçesine tercüme ettirilince ortaya söyle bir metin cıkmış.

SİNAN’IN BIRAKTIĞI NOT

“Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz.”

Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Bu oyuk içinde yer alan bir şişe ve şişe içindeki notta söyle bir şey yazıyormuş: “Her kim bu tas eskidiğinde yenisiyle değiştirmek isterse eski taşın yerine takılacak. Yeni kilit taşının iki tarafından yağlı iple taşı bir taraftan sokup öteki taraftan çeksin ve sonra ipin dışarıda kalan kısımlarını kessin.

TOPKAPI SARAYI’NDA MEKTUP

Heyet Sinan’ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye Camisi böylelikle kurtarılmış. Bu mektubun Topkapı Sarayı’nda saklandığı söyleniyor.

Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi Nasıldı?

Sultan İkinci Murad’ın vasiyeti, hamdele ve salvaleden sonra şöyle deniyordu: “Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına, 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500’ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur’ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500’ü Mescid-i Aksa’da Sadre kubbesinde 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur’ân okuyanlara harcansın.”

Ve yıl 1453… Genç bir serdar, Efendiler Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için İstanbul surlarının önünde otağını kurmuş… Fetihten sonra, Allah Resulü’nü hicretten sonra evinde misafir eden “Mihmandâr-ı Resûl”un kabrini Akşemseddin Hazretleri’ne sorar ve kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir. Onlar sadece Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O’nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.

İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf’u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve “Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira’nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah’ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkâr kul Bayezid’in selâmı var… Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz…” diye söylemesini tembih eder.

Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’e atfen şu mısraları kaleme almıştır:

“Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını

Fethetti bir seferde nebiler diyarını

Sahrayı Mercidabık’a nakş etmiş kader

İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını…”

 

Yavuz Cennetmekan, kendisi için hutbelerde “Hâkimü’l-Harameyn” kullanılması üzerine, bu ibareyi “Hâdimü’l-Harameyn” olarak değiştirmiştir.

Osmanlı padişahları içinde Efendimiz’i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O’ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman‘ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!” diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn’i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat’taki Ayn-ı Zübeyde Suyu’nu Mekke’ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O’na şöyle yalvarır:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

 

Sultan İkinci Ahmed, Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gider. Burada Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün

Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir

Bahtiya, durma yüzün sür kademine ol Gül’ün”

O günden sonra Efendimiz’in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı

Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı”

 

Sultan Abdülaziz bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine’den bir dilekçe gelir. Yanındakilere “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.” der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine’den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.

İkinci Abdulhamid Han, Hicaz demiryolu projesini hayata geçirmiştir. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul’dan Medine’ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine’ye ulaşan hattın son 30 km’lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Keçe döşenen raylar, günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.

Osmanlı padişahlarının neden Hacc’a gitmediği sorusu akla gelebilir. Üç ay civarında süren yolculuğu, sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği ve İstanbul’dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler..vb. hususlar bunda etkili olmuştur. Kaldı ki, yerlerine birkaç defa vekil gönderdikleri de bir gerçek..

Hira dergisi, 18. Sayı (Ocak-şubat-Mart 2010)

www.herkul.org

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Harem, Kanuni ve Muhteşem Yüzyılı Değerlendirdi (video)

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ile Hollanda’da yapılan röportaj.

1-      Osmanlıdaki harem anlayışı nedir?

2-      Hürrem Sultanın Kanuni Sultan Süleyman ile olan durumu nedir?

3-      Padişahların istedikleri cariyelerle beraber olabilmesi diye bir şey var mı?

4-      Haremin Kanuninin hayatındaki yeri ne kadardır?

5-      Muhteşem Yüzyıl filmi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

6-      Kars’taki heykel hadisesiyle ilgili kısaca görüşünüz nedir?

7-      Türkiye’deki hürriyet anlayışı ne durumdadır? Avrupa’dan Türkiye’ye bakılınca neler görünmektedir?

Ayrıca Samanyolu Haber’ede konuk oldu:

Kaynak: http://www.ahmetakgunduz.com/

Tarihi ve Kanunî’yi anlamak

Nasıl her bir eşya bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin fizikî âlemde aldığı bir şekilse, her bir hadise de yine bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin dışlaşmasından ibarettir. Cehalet ve sığlığın hakim olduğu ülkemizde gerçek tarihçinin var olup olmadığı bile tartışılabilir. Yaşayan en büyük tarihçimiz kabûl edilen Halil İnalcık’ın bir TV kanalında Osmanlı Devleti’nin ilk padişahlarının Alevî olabileceğini kabûl etmesi karşısında şoke olmuştum.

Demek ki en büyük tarihçimiz, Alevîliği de, Sünnîliği de, Osmanlı tarihini anlamak için bir tarihçinin mutlaka bilmesi gereken İslâm’ı da bilmiyor. Bunun gibi, yaşayan bir diğer büyük tarihçimiz İlber Ortaylı’nın da aynı TV kanalında Bediüzzaman hakkında bir satırlık bile doğru bilgi sahibi olmadığına şahit oldum. Bediüzzaman, Meşrutiyet dönemi Osmanlısı’nın en etkili şahsiyetidir. Bediüzzaman’ı bilmeyen, Meşrutiyet dönemini anlayamayacağı gibi, Cumhuriyet dönemini hiç anlayamaz. En büyük tarihçilerimizin bu seviyede olduğu bir ülkede malûm medya ürünü bir eser ne değer ifade eder?

Kanunî gibi insanlık tarihinin devlerinden bir şahsiyeti hayata ve insana “libido” üzerinden baktıkları anlaşılanlar dizi yapacaklar öyle mi? Necip Fazıl merhum bir mahkemesinde “Behçet Kemal Çağlar’a hakaret etmişsin!” suçlamasına şöyle cevap verir: “Hakim bey, Behçet Kemal kim, ben kimim? Hiç Galata Kulesi’yle Langa’daki bostan kuyusu bir olur mu?” San’at, Arapça bir kelime olarak, “bir nev’i yapma” demektir. Herkes, san’at denilen şeyle kendini yansıtır.

Meselâ, heykelciliğin san’at diye Rönesans’la hortlaması ve bugün de “modern” çevrelerde üzerinde en titrenir “san’at” olması boşuna değildir. Çünkü Rönesans ve modernizm, putperestliğe dönüştür ve putperestliğin en belirgin yansıması da heykelciliktir. Dolayısıyla, herkes san’atıyla kendini yansıtır ve san’at diye isteyene başkalarını, hele ölmüş ve tarihe mal olmuş insanları kendi penceresinden resmetme hakkı tanımak, hürriyet ve insan hakları gasbının da, zulmün de ta kendisidir.

Otuz üçü dahil Osmanlı padişahlarını, onların özellikle onuncusunu Kanunî’nin teşkil ettiği ilk onunu, IV. Murad’ı, II. Abdülhamid’i, hattâ Vahidüddin’i değil sözümona san’atkârlar, günümüzün tarihçileri de, ekran ve konuşma şehvetine tutulmuş ilâhiyatçıları da idrak edemez. Fatih, Yavuz ve Kanunî’nin yaptıklarına baktığımızda, hadis-i şeriflerde âhir zamanda Hz. Mehdî’nin ulaşacağı buyrulan hedefe baş koymuş insanlar olduklarını görürüz. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Mehdî’nin gölgesinde seyrusülûk etmişlerdir.

Onlar, peygamberlik dışında, İslâm öncesi tarihte sırayla Hz. Musa veya Hz. İbrahim’in (imam), Hz. Davut (halife) ve Hz. Süleyman’ın (melik) bizim tarihimize vurmuş gölgeleridir. Alkolle, pornoculukla, eğlence ile, anarşi ile kendilerini göstermeye çalışan ve medya sihirbazlarının “işte gençlik!” diye takdim ettiği bugünkü akranlarının yaşında İstanbul’u fetheden Fatih’i asıl büyük yapan bu fetih de değildir. Gün görmüş koca Çandarlı Halil Paşa’nın karşısında “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u!” kararlılığını gösterebilen Fatih’in idealleri, ufku, hattâ Çandarlı’yı azledebilmesinin bile yanında İstanbul’un fethi çok küçük kalır.

26 yaşında tahta çıkmış ve ardından Rodos’u fethetmiş, ardından Mohaç’ta tarihin en müthiş meydan savaşlarından birinde iki saatte Orta Avrupa’nın en güçlü devletini yerle bir etmiş, âdeta at sırtından inmemiş, cephede şahadet şerbetini içmiş, yaptığı kanunlarla Kanunî olarak, idareciliğiyle Sultan Süleyman olarak, Bakî’si, Fuzulî’si, Sinan’ı, Ebu’s-Suud’u ve daha niceleriyle insanlık tarihinin en parlak sayfalarını yazmış bir zirveye mağma tabakasından bakanlar, ancak kendi boğulmuşluklarını resmederler.

Ali Ünal