Etiket arşivi: korona

Karantinanın İslâm’daki Yeri Nedir?

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabilere, ümmetine ve bütün insanlığa, “Bir yerde veba çıktığını duyanların oraya girmemelerini, bulundukları yerde zuhur etmesi halinde ise oradan çıkmamalarını” emretmiştir (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92)

Bu Hadîs-i Şerîf ile de “veba”nın yani salgın hastalığın bulunduğu yerde bulunuyorsa oradan çıkmamayı ve bulunan yere de girmemeyi emretmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere karantinanın İslâmiyet’te olduğuna ve buna uyulması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Şehirler arası giriş çıkışlar ile ilgili alınan önlemler de buna bakmaktadır. Ve bunlar aynı zamanda tedbire ve ihtiyata girmektedir. Bu uygulama gerekli ve lazım olan bir şeydir.

Cüzzamlı hastalardan kesinlikle uzak durulmasını isteyen Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, (Buhârî, Tıb, 19), kendisine biat etmek üzere Medine’ye gelmekte olan Sakīf heyetinde cüzzamlı bir hastanın bulunduğunu haber alınca onun geri dönmesini istemiş ve biatının kabul edildiğini bildirmiştir. (Müslim, Selâm, 126; İbn Mâce, Tıb, 44)

Bu Hadîs-i Şerîf de, bize en güzel örneği vermektedir. Zira Müslüman olan kişinin gelip de Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’den biat alma gibi önemli bir olayda bile “cüzzam” hastası olması sebebiyle onun gelerek biat vermesi yerine, gelmeden de biatının kabul olduğunu güzel bir lisan ile söylüyor. Buradan da bize birçok ders vardır ki herkes bunu hayatına teşmil edebilir. Misafirlik, akrabâlık ve komşuluk ilişkileri de bu mânâda mütalaa edilmelidir. Salgın hastalık döneminde gidiş gelişlerde kısıtlama yapmak da tebdir kapsamındadır.

Risalet-penahi yani Peygamberlik kendisinde noktalanan ve son bulan Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem: “Hasta olan kimse, sağlam olan kimsenin yanına gitmesin.”, “Bir yerde taunun / vebanın olduğunu duyan kimse oraya gitmesin.” diye buyurmuştur. (bk. Nevevî, İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).

Bu Hadîs-i Şerîften de günümüze birçok ölçü çıkmaktadır. Mesela; Koronavirüs bulaşmış olan kimse, sağlıklı olan kimsenin yanına gitmemelidir. Zîrâ bu kul hakkına girmektedir. Bir taziyeye Koronavirüs bulaşan birinin girmesi sonucu onlarca insana bu virüsü bulaştırması buna şehadet eder. Aynı şey tam tersi için de geçerlidir. Yani; sağlıklı bir kimse de virüs bulaşan kişinin yanına gitmemelidir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Hadîs-i Şerîfler bir zaman ve mekan ile kayıtlı değildir. Bütün asırlara ve zamanlara hükmü şamildir.

Aynı zamanda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, hastalıklı hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrı tutulması gerektiğini de belirtmiştir. (Müslim, Selâm, 104-105; Ebû Dâvûd, Tıb, 24)

Değil sadece insanlar için hayvanlar için bile bu kadar hassas düşünen bir Resul-i Müşfik’e yani şefkatli Resul’e Aleyhissalâtü Vesselâm iman etmişiz. Hastalıklı hayvanların bile sağlıklı hayvanlara karışmasını istemeyen bir din, bunu eşref-i mahlukat yani kâinatın en şereflisi olan insan için ister mi?

Bir başka misal ise şudur; Suriye’ye gitmek üzere yola çıkan Hz. Ömer’e, bölgede veba salgını olduğu haber verilince geri dönmüştür. (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98; Taberî, Tarih, IV, 57-58)

Buradan da anlaşılacağı üzere “Kaderimizde ölmek var ise orada ölürüz” veya “Ne olacak ki girelim” dememişlerdir. Zira “tedbirsiz tevekkül olmaz”, bu hakikata işaret eder.  Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

 

Taunlara Bakış Açımız Nasıl Olmalıdır?

Bu konu için öncelikle “Taun” kelimesine bir bakalım. “Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalıktır. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbirine verilen isimdir.” (bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Tâun maddesi) Bu kelimenin özel anlamından ziyade genel anlamını alıp “dehşetli bulaşıcı hastalık” olarak kullanacağız ve bu konuyu ele alacağız.

Kur’ân-ı Kerîm’de Rum Sûresi 41. Âyet-i Kerîme’nin Meâli şöyledir: “İnsanların ellerinin kazandığı (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesad çıktı ki(Allah), yaptıklarının bir kısmını(n cezâsını), kendilerine (dünyada) tattırsın; tâ ki (kötülüklerden) dönsünler.” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Rum Sûresi, 41. Âyet-i Kerîme Meâli)

«Bu âyetin, karada ve denizde bozulmanın ortaya çıkmasıyla ilgili kısmı hakkında tefsirlerde yer alan belli başlı yorumlar şunlardır: Karada ve denizde tufan çıkması endişesi; bazı arazilerin bitki bitirmez duruma gelmesi ve tatlı suların tuzlu su haline dönüşmesi; gerek şehirlerde gerekse kırsal kesimde bozulmanın yaşanması (Arap dilindeki mecazi bir kullanıma dayanılarak buradaki “deniz” anlamına gelen bahr kelimesi “yerleşim merkezleri ve şehirler” şeklinde yorumlanmıştır); kaynak sularının azalması; kıtlık, yangın, sel gibi felâketlerin ve ölümlerin çoğalması; geçim sıkıntısının artması, her şeyin bereketinin kaçması» (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 322-325’ten naklen; Taberî, XXI, 49-50; Zemahşerî, III, 205-206; Râzî, XXV, 127-128)

Demek ki, yapılan zulümler, fesatlar ve fitneler, salgın hastalıkların da gelmesine neden olabiliyor.

Konuyla ilgili Hadîs-i Şerîf ise şu şekildedir; “Taun hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple tauna yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikamete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95)

Bu Hadîs-i Şerîften de anlaşılacağı üzere “Allah onu (yani Taun hastalığını) mü’minler için rahmet kıldı.” Dehşetli bulaşıcı hastalığın mü’minler için nasıl “rahmet” olduğunu da devamında bizzat Resul-i Kibriya Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz açıklamıştır; “…başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikamete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” İşte mü’minler için rahmet olma ciheti, ona “şehit sevabı” verilmesidir.

“Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latîf hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikati temsile tatbik et.” (Sözler, s. 348)

Buradan da anladığımıza göre bu bulaşıcı hastalıklar, Cenâb-ı Hakk’ın “musahhar memur”udur. Musahhar yani emri altında bulunan, Allah’ın emrine itaat eden bir memurdur; bu bulaşıcı hastalıklar. Koronavirüs hastalığı da bulaşıcı hastalık olması hasebiyle, biz de mü’minler olarak onun “Allah’ın emri ile hareket eden bir memur” olduğunu bilmeli ve ruhen, fikren, psikolojik olarak rahat olmalıyız.

Aynı mânâyı ifade eden bir başka yer ise şu şekildedir; “Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” (Sözler, s. 712) Yani bu bulaşıcı hastalıklar “Rahîm-i Hakîm’in elinde”dir ve her işini hikmetle yapan “Hakîm” olan Cenâb-ı Hakk, abes iş yapmaz, hikmetsiz bir iş -hâşâ- O’nun (cc) yaptığı hiçbir işte yoktur. Zira O Allah ki; “Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur.” Ve “Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var”dır. Bizlerde o “lütufları” görmeli ve dehşete kapılmamalıyız.

Ve Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler eserinin sonundaki Lemaat eserinde de şu tabirler geçmektedir; “Tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi…” (Sözler, s. 794) Bu başa gelen “hastalıkların” aynı zamanda “semavî bir sille” olduğunu bilmek ve herkesin kendi iç aleminde bunu mütalaa etmesi gerekir.

Aynı zamanda tarih boyunca da birçok “taun” yani “dehşetli bulaşıcı hastalıklar” olduğunu ve bunlardan binlerce, yüz binlerce insanın vefat ettiği de unutulmamalıdır. Bu “Covid-19 Koronavirüs” hastalığı ne bunların ilkiydi ve ne de sonu olacaktır. Tarihte bununla ilgili bir misal şudur;

«Hem –nakl-i sahih ile– “Beytü’l-Makdis’in fethinde büyük bir taun çıkacak.” Ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü’l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir taun çıktı ki üç günde yetmiş bin vefiyat oldu.» (Mektubat, s. 123)

Görüldüğü üzere Kudüs’teki meşhur ve mukaddes mescid olan Mescid-i Aksa’nın Hz. Ömer döneminde fethedileceği zaman da bir taun yani dehşetli salgın bir hastalık çıkmıştır. Ve bir mu’cize olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz bunu da olmadan önce haber vermiştir. Ve bu mu’cizesi de fetih olduğu zaman “üç günde yetmiş bin vefiyat ol”ması ile ortaya çıkmıştır. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Koronavirüse Karşı Bir Tedbir Daha; Sosyal Mesafe

Bu koronavirüs için “sosyal mesafe” konusunda ‘Cenâb-ı Hakk’ın indinde tek hak din olan İslâmiyet’in (bkz. Âl-i İmrân Suresi 19. Âyet-i Kerîme ve Meâli) bakışı nasıldır?

Her konuda bize “Rehber-i Ekmel” yani en kâmil rehber ve “Üstâd-ı Küll” yani herkesin Üstâd’ı, Hocası Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’dir. Söz hakkı onundur ve onu dinleyelim; “Cüzzam hastalığı olanla seninle onun arasında bir veya iki mızrak mesafe olduğu halde konuş.” (bkz. Ebu Nuaym el-İsfahanî, Et-Tıbbu’n-Nebevi, c. 1. s. 355. H.No: 292.)

Bu ölçü ile baktığımız zaman Hadîs-i Şerîfte bahsi geçen “cüzzam hastalığı”nı günümüzdeki salgın hastalıklara ve “bir veya iki mızrak mesafe” bırakarak konuşmayı da sosyal mesafe olarak yorumlamak yerinde olacaktır.

“Cüzamlı hastalara bakışınızı devam ettirmeyin. Onlar ile konuştuğunuzda da sizinle onlar arasında bir mızrak boyu mesafe olsun.” (bkz. Ebu’l-Hasan, Nureddin, Ali b. Ebi Bekir b. Süleyman el-Heysemi, El-Maksadu’l-Ali fî Zevaidi Ebi Ya’la el-Mevsılî, c. 4. s. 299. H.No: 1558.) Bu Hadîs-i Şerîfte de sosyal mesafeye dikkat çekilerek “bir mızrak mesafe” bırakılması gerektiğine dikkat çekilmiştir.

Unutmamak gerektir ki; sosyal mesafe kurallarına riayet etmemek başkalarının hakkına girmek olur ve bu bir kul hakkı ihlalidir. Bu durumunda hastalığı yayan her bir taşıyıcı, hastalanan kişilerin hastalanması durumunda insanlara zarar vermek vebalini ve hastalık bulaştırdığı kişinin ölmesi durumunda can kaybına sebep olmak vebalini de girmiş olur. Bu sebeplerden dolayı bu konuya dikkat etmek gerekir. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Tedbir ve Tevekkül Arasında Korona

İslâmi literatürde bir tabir vardır; “beyne’l-havf ve reca”. Anlam olarak “Mü’min bir kimsenin kendini asla garantide görmemesi, Allah’ın rahmetinden de ümidini kesmeden yaşaması” olarak özetlenebilir.

Bu tabirin Âyet-i Kerîmelerden aldığını görmekteyiz. Şöyle ki; “Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar.” (Diyanet İşleri Meali Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Secde Sûresi, 16. Âyet Meâli) ile “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Zümer Sûresi, 53. Âyet Meâli) âyetinden “havf” (korku) ve “reca” (ümid) arasında olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Yukarıdaki âyetler ve çeşitli hadîslerden çıkarılan sonuç şudur ki; “Kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır.” (Nevevî, Riyazü’s-Salihîn Tercümesi, I, 479)

Risale-i Nur Külliyatı’nda da “havf ve reca” konusu ile ilgili şunlar geçmektedir; “Çünkü emn ve yeisin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” (Kastamonu Lâhikası, s. 13)

Bu tabirden ilhamla Koronavirüs için yapılacak şeyin “beyne’t-tedbir ve’t-tevekkül” olduğu kanaati hâsıl oldu. Yani tedbir ve tevekkül arasında. Bu da demek oluyor ki “Mü’min bir kimse bu virüse karşı tedbir alacak ve aynı zamanda da Allahu Teâlâ’ya tevekkül edecek.” Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

12 Maddede Korona Musibeti ve Hikmetleri

Bu yazıda korona ile ilgili ortaya çıkan bazı hususlar kısa maddeler halinde irdelenecektir.

1. Korona kimsenin önünden kaçıp korunamadığı umumi bir musibettir.

Bunun insanlık camiasına bir ilahi armağan olduğunu söylemek mümkün değildir.

Öyleyse bunun bir ilahi ikaz, bir gazap ve azap olduğunu kabul etmek durumundayız. Umumi musibet umumun hatalarından kaynaklanır.

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfal, 8/25)

mealindeki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir.

2. Bu musibetin gerekçesi nedir?

Peki hangi fiillerimiz ve davranışlarımızla, dünyayı saran ve sarsan bu musibetin gelmesine davetiye çıkardık?

Bunun kısaca cevabı şudur:

Bir insanlık camiası olarak insanların pek çoğu kendi çapında birer Nemrutçuk olmuştur.

Allah Nemrut’a küçük bir canlı olan sivrisineği musallat etmiş ve haddini bildirmişti. Bugünkü Nemrutçukları da sivrisinekten çok daha küçük korona virüsü denilen bir dabbe/canlı ile hadlerini bildirmiştir.

Allah’ın bunca nimetlerine rağmen nankörlük edip adeta isyanda yarışmaya başladılar.

Çok şımarık bir eda ile Nemrut ve Firavun’un turnikesine giren insanlık camiası hiç hesaba katmadıkları bir tabloyla karşılaştılar ve Korona duvarına tosladılar.

3. Korona bu dünyada zalimlerin mahşerde karşılaşacakları manzaranın bir benzeri olarak sahnelenmiştir.

Allah, oldukça şımaran bugünkü insanlara hadlerini bildirmiştir.

Topuna, tüfeğine, servetine, gücüne güvenen şımarıklara adeta meydan okumuştur.

Hani sizin topunuz, tüfeğiniz vardı! Hani teknik ve teknolojide zirveye çıkmıştınız..!

Hani kendinizi yenilmez bir topluluk olarak görüyordunuz..! Sizi küçücük askerlerimden bir korona birliğiyle darmadağın ettim.

Gücünüz varsa koronadan korunmaya çalışın, fakat beyhude..!

Bu daha dünyadaki prova mahiyetinde bir azap sahnesidir. Bir de mahşer meydanındaki sahneye bakın..!

“Eğer yeryüzünde bulunan her şey tümüyle ve onlarla beraber bir o kadarı da zulmedenlerin olsa, kıyamet günü kötü azaptan kurtulmak için elbette onları verirlerdi. Artık, hiç hesap etmedikleri şeyler (çok çetin bir tablo) Allah tarafından karşılarına çıkmıştır.” (Zümer, 39/47)

mealindeki ilahî tasvirin sergilediği sahneler de gelecektir.

Topuna tüfeğine güvenenlere, Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki o güzel veciz sözlerine kulak vermekte fayda vardır:

“Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: ‘Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.’ ‘Cevabü’l-ahmaki’s-sükût’ kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki: Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle ‘El-mevtü hak’ hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar.

Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, yeis-i mutlakını ümit-i mutlaka çevirebilir?

Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.

Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.” (Mektubat, 438 – 439)

4. Fitne fesadın had ve hesaba gelmediği bir dönemi yaşıyoruz.

“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Belki vazgeçerler diye, yaptıklarından bir kısmını Allah onlara böylece tattırıyor.” (Rum, 30/41)

mealindeki ayetin işaretlerinin bir de bu zamana baktığında şüphe yoktur. Rahman ve Rahim olan Allah insanlığın hak ettiği cezayı değil, bir numunesini göstermiştir.

“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30)

mealindeki ayette de Allah’ın verdiği musibetlerin suçların tam karşılığı değil, yalnız bir kısmının karşılığı olduğuna vurgu yapılmıştır.

5. Bu musibetin defi için maddi ve manevi sadakaya ihtiyaç vardır.

Bu belanın def olmasının önemli sebeplerinden biri insanlık camiasının tövbe ve istiğfar ederek yeniden kulluk mertebesine çıkmasıdır.

Bir ceza olduğunda şüphe olmayan böyle bir musibetin defolması için yalnız maddi tedbirler değil, manevi tedbirler de gerekir. Çünkü Allah’a yönelmek, ona kulluk etmek, dinine hizmet etmek belaları defeden en büyük bir sadakadır.

Bu hakikate işaret eden Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri çok önemlidir:

“Risale-i Nur asayişin temel taşına hizmet eden bir sadaka-i makbule hükmündedir. Maddî ve manevî tehlikelerden bu memleketi muhafazaya vesile olduğu tahakkuk eden bir hakikat-ı Kur’aniyedir.” (Emirdağ Lahikası-2 , 180).

6. Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanmayı hedefleyen bütün dini hizmetler böyledir.

Bundan anlaşılıyor ki, -az önce de ifade edildiği üzere- Allah’ın dinine, Kuran’ın hakikatlerine hizmet eden Risale-i Nur, Erbab-ı tasavvuf ve benzeri cemaatlerin ve fertlerin yaptığı hizmetler bir sadaka hükmüne geçer.

Buna bir misal vermek gerekirse:

Türkiye’nin bu musibetten şimdiye kadar nispeten daha az hasar görmesinin önemli sebeplerinden biri başta sağlık bakanımız olarak yöneticilerin basiretli tedbirleri manevi bir dua ve sadaka hükmünde olduğu gibi, samimi kimseler tarafından yapılan dini hizmetler de birer sadakadır.

Keza dört yıldır Suriye’den gelen mağdur ve mazlum insanlara yaptığımız yardımlar da bir sadaka ve def-i beladır.

Demek ki hafif hasarımız maddi ve manevi sadakalara borçludur.

7. Paniklemek iman şuuruyla bağdaşmaz.

Müslüman olarak şuna iman ediyoruz ki, ne korona ne de başka bir hastalık Allah’ın izni olmadan asla ne bize musallat olabilir ne de bizi öldürebilir. Buna göre, mümin olarak biz sebepler dairesinde tedbirlerimizi alırız fakat panik yapmayız. Çünkü zarar ve yararı elinde tutan sadece Allah’tır. Öldüren ve dirilten yalnız Allah’tır. Demek ki lüzumsuz panik yapmak, aşırı korkmak, her an geleceğinden kaygı duymak ve tedirgin olmak iman şuuruyla bağdaşmaz. Allah’ın izni olmadan bir yaprağın bile yere düşmediğini bilen bir mümin olarak, inanmayan insanların hepsinden daha cesur olmamız gerekir. Nitekim,

“İster yeryüzünde olsun, ister kendi canlarınızda, sizin başınıza gelen ne varsa, daha Biz yaratmadan önce o bir kitapta yazılıdır. Bu ise Allah için pek kolaydır.” (Hadid, 57/22)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

8. Hem bir mümin olarak niye korkalım ki?

Çünkü inanıyoruz ki, ecel mukadderdir değişmez. Ve musibetlerin, hastalıkların bir kısmı manevi şehitlik mertebesini kazandırır. İsterseniz işin ehline soralım; bakın ne güzel cevap veriyor: “Evet, hastalıkların bir kısmı var ki eğer ölümle neticelense manevî şehit hükmünde şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle: Çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar (bu hastalığın manevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır) ve karın sancısıyla, gark (boğulma) ve hark (yanma) ve taun (veba) ile vefat eden, şehid-i manevî olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velayet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan müfarakatı tahfif eder; bazen de sevdirir.” (Lem’alar, 214)

9. Diyanetin ibadet tedbirleri yerinde bir fetvadır.

Nitekim, Abdullah b. Abbas yağmurlu bir (Cuma) gününde müezzinine şöyle dedi: “Hayye ala’s-salah” sözüne geldiğinde onu okuma onun yerine “Evlerinizde namaz kılın” de. Oradaki insanlar bunu hoş karşılamadılar. Bunun üzerine İbn Abbas demiştir:

“Bunu benden daha hayırlı Zat (Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam) yapmıştır. Şüphesiz Cuma namazı kesin bir vaciptir. Ben ise sizin (bu yağmurda) çamura batmanız ve kaymanız gibi bir sıkıntıya girmenizi istemedim.” (Buhari, Ezan 10; Müslim, Salat 3; Ebu Davud, Salat 207)

İbn Abbas’ın bu davranışı belli bazı sıkıntıların olması halinde cumanın terk edilebileceğine bir ruhsattır.

10. Korona virüsü bir dabbetü’l-arz değildir.

Konuyla ilgili değişik sorulara verdiğimiz cevapta, Korona virüsü dabbetu’l-arz değil, fakat onun bir nevi versiyonu, bir masadakı olabilir. Özellikle bu kelimenin ebced değerinin 1441 olması ve bu yılın hicri tarihine tevafuk etmesi ilgili tespiti destekler mahiyettedir.

11. Gözüme ilişen, kalbime gelen güzel bir tevafuk.

Dün (7 Nisan 2020) Cevşenu’l-kebirde “Sekine”yi okuyordum. Esma-i sitteden sonra ilk cümle olan “se yec’alullâhu ba’de usrin yüsra (Allah her bir zorluktan sonra bir kolaylık verecektir)” mealindeki ayeti okuyunca şöyle bir düşünce aklıma geldi. Bu ayette: “her zorluktan sonra bir kolaylık olacak” diye ifade edilmiştir.

Bu ayetin işari yolla her asra, her zamana bakması söz konusudur. Çünkü kıyamete kadar söz sahibi olan Kuran’ın ifadeleri, kelimeleri statik değil, dinamiktir. Her zaman canlı olarak bir veya birkaç manaya, birkaç olaya bakan yönleri vardır. Bu asırda en zor, en sıkıntılı bir imtihan korona musibeti olduğunda şüphe yoktur.

O halde ayetin buna bakması i’cazının bir gereğidir. Lafız ve mana birlikte mütalaa edildiğinde, en çarpıcı kelimenin “Ba’de” (sonra/zorluktan sonra) kelimesi olduğu görülecektir. Bunun ebced değeri, 76’dır.

İlginçtir, Korona virüsünün asıl adı “Covid 19”dur. 76 sayısı ise 19’un dört katıdır. Kovid kelimesinin İslam yazısıyla harf sayısı, 4’tür. 76 sayısı, 4×19’dur. Bu ayetin harf sayısı da 19’dur. Ve 19 ayetten meydana gelen Sekine duasının ilk ayetidir.

İstihraç edilen bu işarete göre, korona virüsünün ilk çıkış tarihleri, ülkelerin durumunu belirleyebilir. Her ülkenin zorluğu 76 gün sürer ve ardından bir kolaylık gelebilir. Şüphesiz her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır.

Dün değerli bir kardeşimiz bu konuda sorular sorarken, aynı günün sabahında gördüğüm söz konusu yorumu söyledim. İlginçtir ki, bugün sabahleyin televizyonda şu bilgi verildi:

Korona virüsünün ilk çıktığı Çin’in vilayetlerinden biri olan “Wuhan”da tam 76 gün sonra bu gün karantinalar kaldırılmıştır.

Allah’a şükürler olsun, ayetten yaptığımız bu istihraç aynen çıkmıştır.

Türkiye’de bu virüs ilk defa 11 Martta bulunmuştur. Buna göre, 76 gün sonra (Mayıs 25-26’da) ülkemizde de bu işaretin tahakkukunu görebiliriz İnşaallahurrahman!

12. Korona’dan kurtulmanın en önemli yolu Tövbe-İstiğfar etmektir.

Aşağıda meali verilen ayet-i kerime bize bu sorumluluğu yüklemektedir: 

Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle imtihan ediliyorlar da yine tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar. Ne zaman bir sure indirilse, ‘Sizi biri görüyor mu?’ diyerek birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp giderler. Anlamamakta direndikleri için Allah da onların kalplerini haktan çevirmiştir.” (Tevbe, 9/126-127)

“Allah’a dayan saye sarıl hikmete ram ol!
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol!”
 (Mehmet Akif Ersoy)

Prof. Dr. Niyazi Beki