Etiket arşivi: korona

Mânevî Taun ve Taun Çeşitleri Nelerdir?

Taun kelimesi “bulaşıcı salgın hastalık” anlamına geldiği gibi bunun çeşitleri de vardır. Mânevî olarak imansızlık ateşi bir taundur. Materyalist fikirler ile bir kişi zihnen zarar görmüş ise bu da Maddiyyunluk taununa müptela olmuştur. Bir kişi namazlarında bir karar tutturamıyor ise, o da namazsızlık taununa tutulmuş demektir. Bir insan Kur’ân-ı Kerîm ve kitap okumuyor ise, o da Kur’an-ı Kerîm ve kitap okuyamama taunundan hastadır. Aynı şey Hadîs-i Şerîf, Risale-i Nur, İlmi eserler okuyamamak noktasında da geçerlidir. Bu misalleri her şeye kıyas edebilirsiniz.

Konuyla ilgili Nur Külliyatı’ndan bazı misaller;

“Şimdiki bataklığa ve manevî tauna sukutun sebebi ise terakki fikrinden neş’et ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip suud ve terakki, Müslüman için ancak İslâmiyet’te ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 23)

“…medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyyunluk {*Hâşiye: Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.} taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli, semavî tokatlar…” (Kastamonu Lâhikası, s. 202)

Bu cümlede geçen “semavî tokatlar”dan maksat, hiç şüphesiz zahirde bela, musibet, hastalık diye görünen şeylerdir.

“Bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.” (Şualar, s. 202)

Eğer ki bir mü’min virüs sebebiyle vefat ederse, şehit olur ve Allah’ın i̇zniyle şehadet mertebesine nail olur. Ama maddiyyunluk yani materyalizm virüsü ile hasta olan ve bu virüsten ölen ise ebedî hayatını kaybediyor; Allah muhafaza eylesin.

Peki dinsizlik virüsü ile ebedî hayatı mı kaybetmek daha dehşetli, yoksa imanlı olup virüs vesilesiyle şehit olup 70 80 yıllık bir dünya hayatını kaybetmek mi daha dehşetli? Birincisi dehşetin zirvesinde olduğu gibi, ikincisi değil dehşet ferah, refah ve huzura sebeptir; çünkü ebedî hayatı kazandırıyor.

“Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kabiliyeti tevessü ettikçe o taun da tevessü eder.” (Mektubat, s. 543)

Burada da “maddiyyunluk manevî taun”un beşeri müthiş bir sıtmaya yani titremenin çok olduğu bir hastalığa yakalattığından bahsediyor. Aynen bunun gibi de bu tür zahiri musibetleri bu yönü ile ele almalıyız. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

 

Kazaya Rıza Göstermek ve Kadere Teslim Olmak Nasıl Olur?

Kazaya rıza göstermek ve kadere teslim olmak; İslâm ve Îmânın şiarıdır. Bu durum söylendiği kadar kolay olmasa da işin künhüne yani aslına ve özüne inilirse bizim için daha kolay olacaktır.

Hangi fiilin kaderi tenkid etmek hangi fiilin de kadere tesim olduğunu bilmek gerekir. Şöyle ki; “Teşekki, kaderi tenkit ve teşekkür, kadere teslimdir.” (Şualar, s. 318) Yani şikayet etmek, kaderi tenkit etmektir. Ve teşekkür etmek de kadere teslim olmaktır.

Koronavirüs de diğer her şey gibi Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda ve yed-i kudretindedir. Bunu bilip, düşünmeli ve “kaderi tenkid”e varan şikayetlerimize dikkat etmeliyiz.

Musibetlere karşı kader ve kaza noktasından bakış açımızı ifade eden kilit cümle işte budur; “…kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır.” (Mektubat, s. 86) Burada bir ince noktada vardır ki; “…teslim İslâmiyet…” art arda geçmesidir. Nitekim İslâmiyet kelimesi de mânâ olarak S-L-M kökünden türemiş ve teslimiyeti de içinde barındıran bir kelimedir. “Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.” (Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İslâm Maddesi) İşte bu “kazaya rıza” göstermek ile “kadere teslim” olmak ancak ve ancak hakikat olan “İslâmiyet’in bir şiarı” olabilir.

Bu musibetlere tedbiri alıp tevekkül eden insanlar, “…kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, s.109)

Ve Enbiyalar yani Peygamberler (Aleyhimüsselam) bize her konuda hüsn-ü misal oldukları gibi bu konuda da bize hüsn-ü misal yani güzel örnektirler. Musibetlere karşı tavır olarak başta Efendimiz Fahr-i Kainat Aleyhissalâtü Vesselâm ve Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm bize rehber olmalıdır. Hz. Eyyüb (as)’ın misali ile ilgili 2. Lem’a muhakkak mütalaa edilmelidir. [Kur’ân-ı Kerîm’de geçen peygamber kıssalarına bakış açımızı ve almamız gereken derslerin neler olduğunu şu 2 risaledeki 2 Nebi’nin (as) kıssasında görmekteyiz; 1. Lem’a – Yunus (as) ve 2. Lem’a – Eyyüb (as) misallerine bir de bu vecheden okumalıyız.]

Eyyüb (as) bakalım ne için Cenâb-ı Hakk’a münâcâtta yani Allah’a yalvarmak ve kurtulmak için duada bulundu;

“Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.” (Lem’alar, s. 14)

Hz. Eyyüb (as)’ın yukarıda geçen ifadelerinden de anlaşıldığı üzere “zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş.” Bizlerde Cenâb-ı Hakk’a yönelip dua ediyoruz ki; “Ya Rabbi!.. Bu virüs bizim camilerde Cuma Namazı kılmamıza, bir araya gelip seni konuşmamıza ve Îmân Kur’ân hakikatlerini okuyup birbirimize anlatmamıza mani oldu. Bizi zahirde umûmî musibet, hakikatte ise bir uyarı nevindeki bu virüsten kurtar ve bizleri muhafaza eyle. Âmin.”

Musibete tevekkül ile yaklaşırsan ne olur peki? Buyrun onu da yerinden öğrenelim;

“Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.” (Lem’alar, s. 15)

 

Verilen misal çok yerindedir. Nasıl ki birbiriyle mücadele eden ve karşı karşıya gelen iki hasımdan birisi diğerine gülümseme ile karşılık verirse; aralarındaki düşmanlık gider barışa, çekişme ve kin ise şakaya döner. Bu şekilde düşmanlık küçülür, mahv olup yok olur. Aynen bunun gibi de musibete karşı tevekkül ile davranmak ona karşı istimal edeceğimiz silahımızdır.

 

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şualar eserinde de şu tabirler çok yerindedir; “…tevekkülle bu musibeti karşılamak…” (Şualar, s. 346) Evet, demek ki bize düşen ‘tedbir dairesindeki tevekkül’ ile musibeti karşılamalıyız.

 

Îmân kuvvetine göre kişi de, musibete karşı tavır değişmektedir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü bir misaldir; “Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.” (Şualar, s. 346) Yani başına gelenlerin hepsini hoş görüp, ayırt etmeden kabul etmek gerekir.

 

Bu konu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de Niyazi-i Misrî’den bir alıntı yapılır. Önce o beyit ve izahını yaptıktan sonra, Risale-i Nur’da o yerin devamındaki alıntıyı nazara verelim;

 

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

(Niyazi-i Mısrî, Bizi Anlayan Şiiri)

 

İzahı şu şekildedir; “Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri arasında fark görmeyip, kahrı da lutfu da bir bilenler, hem dünyâ hem de âhiret azâbından kurtulur. İşte bizi ancak onlar anlayabilir.”

 

Mevzu bahis beyit, Risale-i Nurlarda aktarıldıktan sonra şöyle denilmiştir; “Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.»

(Emirdağ Lâhikası 1, s. 86)

 

Burada geçen “bu tercüman”, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’dir. Demek ki Allah’tan gelen kahrı da lütfu da bir şey gibi kabul edip “her şeyi hoş görerek”, her şeyde güzel bir cihet görmüştür. Bu şekilde “katreyi” yani damlayı “umman” Yani okyanus, “âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylem”eye muvaffak olmuştur; Allah’ın izniyle ve yardımıyla.

 

Buradan alacağımız derslerden birini şu vecize bize özetlemektedir; “İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Sözler, s. 349) Demek ki başa gelebilecek hâdisat yani hâdiseler ne kadar büyük ve tazyikler, baskılar, sıkıntılar da ne kadar dehşetli olursa olsun bunlara karşı “imanın kuvveti” ile mukabele edebiliriz. Akla Merhum Mehmed Akif’in “Birlik Şiiri”ndeki şu mısraları geliyor;

“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!” (Mehmed Akif Ersoy, Birlik Şiiri)

 

Kadere rıza, kazaya teslim konusunu Allah rahmet eylesin eskilerimiz ne de güzel işlemişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meşhur “Tefvizname”sinde de dediği gibi;

“Hep işleri fâyıktır,

Birbirine lâyıktır,

Neylerse muvâfıktır;

Mevlâm görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!” (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tefvizname)

 

Cenâb-ı Hakk’ın işleri konusunda çok güzel nazmedilmiş. Allah’ın yaptığı işler “fâyıktır” yani yücedir, alîdir. Ve birbirine de “lâyıktır.” Çünkü O Allah (Celle Celaluhu) ki ne eylerse “muvâfıktır” yani birbirine uygun ve münasiptir. Bu nedenle ondan gelen her şey için dememiz gereken şudur; “Mevlâm görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

 

Bu konu ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekildeki ifâdeler tam da konuya ışık tutmaktadır;

«Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” De, pencerelerden seyret, içlerine girme.» (Mektubat, s. 249)

 

Cenâb-ı Hakk’tan lutüf gelince o bizim Rabbimiz de, bir musibetin gelmesi zamanında -hâşâ- Rabbimiz değil mi?

 

Aynı hakikate işaret olarak Eşrefoğlu Rûmî de şöyle diyor;

“Ey lütfu hem kahrı güzel,

Senden hem ol hoş, hem bu hoş.” (Eşrefoğlu Rumî)

 

Bu sözler akla Yunus Emre’nin meşhur “Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri”ni getiriyor, değil mi? Bir daha der-hatır edelim o güzel şiiri;

 

“Cana cefa kıl ya vefa

Kahrın da hoş, lutfun da hoş,

Ya derd gönder ya deva,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Hoştur bana senden gelen:

Ya hilat-ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

 

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa,

İkiside cana safa:

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ger bağ-u ger bostan ola.

Ger bendü ger zindan ola,

Ger vasl-ü ger hicran ola,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ey padişah-ı Lemyezel!

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel!

Ey lutfu bol, kahrı güzel!

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ağlatırsın zari zari,

Verirsen cennet-ü huri,

Layık görür isen nari,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Gerek ağlat, gerek güldür,

Gerek yaşat gerek öldür,

Aşık Yunus sana kuldur,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş” (Yunus Emre, Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri)

 

Bu derin mânâlardan feyiz almalı ve dehşete kapılmadan, üzerimize düşenleri yapmalıyız.

 

Mesnevi-i Nuriye eserinde geçen şu yer ise îmân, Kader ve teslimiyeti selamet ile mükemmel bir şekilde bağdaştırmıştır; “…imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 112)

 

Kendine Kur’ân-ı Kerîm’i mürşid ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’i rehber alan Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri ise bize büyük bir ders vermektedir; “…Hâlık’ıma hadsiz şükür ederim ki her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.” (Kastamonu Lâhikası, s. 19-20)

 

Burada geçen “her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi” yeri dikkat çekicidir. Demek îmân ve îmânın esaslarından birisi olan kadere îmân her derdimize en kudsî dermandır. Ve kazaya rıza göstermek de bize ilaç hükmündedir.

 

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

 

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.” Sırrıyla

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

 

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” Kaidesinin sırrıyla,

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Mealinde.

 

Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.

 

Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahate bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.”» (Şualar, s. 401-402)

 

Bu düstur bize hayat düsturu olmalıdır;

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”»

 

Bizim Allah’a (cc) ve kadere îmânımız var ise bu korku ve endişemiz nedendir?

 

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَر

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”

Sırrına dair Tarihçe-i Hayat eserinde geçen şu yer mühimdir;

 

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i ye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azap çekiyor.”(Tarihçe-i Hayat, s. 314)

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” kaidesi ile ilgili de bir diğer kaide irtibatlıdır;

“Her şeyin iyisine bak.” (Sözler, s. 41)

 

Başa gelen bütün hastalık, musibet ve zahiren kötü görünen her ne varsa biz her şeyin iyi cihetine, güzel yönüne bakmak ile mükellefiz.

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin meşhur şu sözü tam da konumuza bakmaktadır;

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Mektubat, s. 537)

 

Peki bu hastalık ve musibetlerin güzel ciheti nasıl olur? Nasıl bu musibetler ve hastalıklar güzel olabilir? Bunun cevabı da şudur;

“Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Mektubat, s. 427)

 

Yani zahirde bazı şeyler çirkin görülebilir. Lakin onlar da neticeleri itibari ile güzeldir. En basitinden hiç ölümü hatırına getirmek istemeyen insan oğluna, göz ile görünmeyen mikroskobik bir canlı ile Allahu Teâlâ (cc) ölümü hatırlatıyor. Buna bir çok şeyi de kıyas edebilirsiniz.

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Meâlindeki Âyet-i Kerîmeye dair de şu izah yerinde olur;

 

Mevzu bahis Âyet-i Kerîme, Zümer Sûresi, 18. Âyet-i Kerîmedir. Bu Âyet-i Kerîmenin kısa tefsir ise şöyledir;

 

«Râzî, bu âyetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukukî uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş; insanın her konuda aklî kanıta (hüccetü’l-akl), eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlâl) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır. (Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVI, 260-262) Râzî’ye göre “Bir insan akıllı ve kavrayışı güçlü değilse belirtilen gerçek bilgileri zihninde toplaması da mümkün olmaz.”» (Kur’an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 608)

 

Akıllı insanın tarifi şudur;

“Âkıl odur ki ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” (Şualar, s. 402)

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

Diye ölen kişinin haberini aldığımızda söylediğimiz Âyet-i Kerîme’nin bir kısmını hatırlayalım. Bu Âyet-i Kerîme’nin tamamının meâli ise şudur;

«Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman: “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” derler.» (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Yani burada Cenâb-ı Hak (cc) bize tavsiyede bulunuyor. Başınıza bir “musîbet geldiği zaman” böyle deyin diye diyor. Sadece lafzen değil mânen de bunu demeli ve bu hakikatleri anlamalıyız.

 

Bu Âyet-i Kerîmeye şu şekilde de mânâ verilebilir;

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. (Diyanet İşleri Meali Yeni, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Evet mü’minlerin yapması gerekeni bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in lisanı ile beyan ettik.

 

Bu durumlarda şekva yani şikayet yerine rıza ile karşılamamız gerekiyor. Başına bir dert gelir ise “Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamak…” mü’minlerin yapması gerekendir. (Kastamonu Lâhikası, s. 128)

 

Peki bu musibetlerin bize vermek istediği mesaj nedir? Allah niçin bu zahirde musibet görünen şeyleri veriyor? Diye aklımıza soru gelebilir. Cevabı da şu misal ve devamındaki hakikattir;

 

« Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

 

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.» (Mesnevi-i Nuriye, s. 120)

 

Bizi bizden daha çok düşünen ve seven bir Allah’ımız var! Bundan şüphemiz mi var ki endişe, korku, merak ile kendimize zarar verip; kaderi tenkid mânâsına gelen şikayetlerde bulunuyoruz?

 

Şairin dediği gibi;

«Kimseden ummam inâyet, hâfızım olsun Hudâ,

Ben tevekkül eylerem: ‘Fallahu hayrun hâfizâ’ (*)»

[Şiir Seyrî’ye aittir. (*) “Allah en hayırlı muhafaza eden ve koruyandır.” (Yusuf Sûresi, 64. Âyet-i Kerîme Meâli)]

(Osman Nuri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 485’ten naklen)

 

“Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçmak” diye dilimize giren bilinen ve meşhur bir kıssa vardır;

«Hz. Ömer (r.a.) bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer’e (r.a.):

 

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

 

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”» (Buhârî, Tıb, 30)

 

Musibeti İkileştiren İllet: Merak

Öyle bir şey vardır ki; hayır için kullanımında bize “hoca” olurken, yanlış yerde kullanımında ise “illet” yani hastalık olmaktadır.

Hayır için kullanılmasına misal; “Merak ilmin hocasıdır.” (Mektubat, s. 542) vecizesidir. Musibet başa geldiği zaman ise merak etmek ona zarardır. Misal olarak; hasta olan bir kişinin merak ile hastalığına ehemmiyet vermesi onu mânen de yıpratır ve musibetini ikileştirir.

“Merak musibeti ikileştirir, maddî musibeti kalpte de yerleştirmek için bir kök olur hem kadere karşı bir nevi itiraz ve tenkidi ve rahmete karşı bir nevi ittihamı işmam eder.” (Şualar, s. 333) yeri tam da buraya bakar.

Konuyla ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu ifadeler geçmektedir;

“Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Mesela, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet, hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

   Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

   Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

   Eğer bela vereni buldunsa safa-ender, atâ-ender beladır bil.

   Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

   Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

   Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.” (Lem’alar, s. 14-15)

 

Bu vecîz ifadelerin içinden baş kısmında geçen şu yer konumuza ışık tutmaktadır; “Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Mesela, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet, hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider.” (Lem’alar, s. 14)

 

Evet, burada verilen misali günümüze tatbik edersek; umûmî yani genel bir musibet var. Ve buna haddinden fazla ehemmiyet verilerek, merak ile üzerine gereksiz ehemmiyet verdikçe bu büyür. Aynen arılarla uğraşıldıkça nasıl hücum ediyorlarsa ve kayıtsız kalıp ilgilenilmeyince de dağıldıkları gibi; Koronavirüs’e büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o maddî musibet olan bulaşıcı hastalık cesetten geçerek kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Bu şekilde maddî bir hastalık iken aynı zamanda mânen de etki ederek, musibeti ikileştirmiş olur.

Halbuki yapılması gereken; yeterli önlemleri almak ve Allah Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in “Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın.” [Ebu Dâvud, Tıbb 11, (3874)] buyurduğu üzere ilacını bulmak için cehd ve gayret sarf edilmelidir. İlacı aranıp bulunmalıdır. Yoksa merak ile ancak kendimize zarar veririz.  Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Hayatı Azaba Çeviren 2 Şey; Korku ve Evham

Bu salgın hastalıklar konusunda bir diğer nokta ise şudur ki; insanların evhama kapılması ve yersiz korkmalarıdır.

Bu konuyu daha iyi anlamak için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Mektûbât eserinde verdiği şu misal bize örnek teşkil etmektedir;

«Bir zaman –Allah rahmet etsin– mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık gark olur.” Dedi: “Bir iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üç yüz altmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!”

   Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan her bir günde ölmek ihtimali var, öyle ise üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim.

   Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil! Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”» (Mektubat, s 470-471)

Bu misalde çok güzel bir şekilde olaylara nasıl bakmamız gerektiği ifade edilmiştir.

Buradan aldığımız derse binâen, Koronavirüsten dolayı evham ve korku yapanlara biz de diyoruz ki; “Ecel gizli olduğundan her bir günde ölmek ihtimalimiz var, öyle ise eğer on yıl daha yaşayacağımızı düşünüyor isek üç bin altı yüz elli günde her gün vefatımız muhtemeldir, ihtimal dairesindedir. İşte bu Koronavirüs gibi üç yüz binden bir ihtimal değil belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” İşte işin hakikati budur.

 

Virüsün insanlara bulaşma ihtimali yüzdelik olarak bakılınca az bir ihtimaldir. Fakat ölümün geleceği ise kat’idir, kesindir. Bunun oranı ise bütün insanlar için “%100” oranındadır. Öyle ise ölümden sonraki hayat için bize lazım olan şeylere çalışmalıyız, tabi dünyadan da hissemizi (nasibimizi) unutmadan. (bkz. Kasas Sûresi, 77. Âyet ve Meâli)

Ve unutmamak gerektir ki; “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil!” Misal olarak; kaza yaparım düşüncesi ile trafiğe hiç çıkmamak, virüs bana bulaşır korkusu ile haddinden fazla abartılacak şekilde korunmaya çalışmak, ‘ya batarsa’ deyip gemiye binmemek, çok zayıf düşme ihtimalinden dolayı uçağa binmemek gibi meşru olmayan abartılı korkular hayatı korumaz, aksine hayatı çekilmez hale getirir. Hayatı o kişiye zehir eder. Korku damarının insana hayatı korumak için verilmesi ve hayatı tahrip etmek için verilmemiş olmasındaki hakikat budur.  Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Koronavirüs’ten Vefat Edenler Şehit Olur mu? Şartları Var Mıdır?

Öncelikle şehitlik ancak ve ancak Müslüman olanlar için geçerlidir. Kelime mühimdir. Bu kelime İslâmî bir tabirdir. Onun içindir ki, şehit olabilmesi için ilk şart; Mü’min ve Müslüman olmasıdır. Mü’min ve Müslüman olmayan bir kimse şehit olamaz.

Bu virüs ile vefat edenler de iman ve İslâm şartlarına haiz iseler, Allah’ın izniyle şehittirler. Bunu bizzat Alemlere Rahmet (bkz. Enbiya Sûresi, 107. Âyet ve Meâli) olan Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’den öğreniyoruz.

Zîrâ O Zât (asm) “Taundan ölen şehittir.” (Müslim, İmâre 166) buyurmuştur. Bir diğer Hadîs-i Şerîflerinde ise bunu “tahsis” etmiş ve kimleri kapsadığını şu şekilde izah etmiştir; “Taun, her Müslüman için şehitliktir.” (Buhâri, Cihâd 30, Tıb 30) Yani Müslüman ise ve bu salgın hastalıklar ile vefat ederse Hadîs-i Şerîfin de nassı ile o kimse biiznillah “şehit”tir.

Konuyla ilgili Kur’ân-ı Hakîm’in ve Sahih Hadîslerin bu asırda mânevî bir tefsiri, izahı ve şerhi olan Risale-i Nur’a bakıyoruz ki, şöyle deniliyor; “Evet, hastalıkların bir kısmı var ki eğer ölümle neticelense manevî şehit hükmünde şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle: Çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar {*Hâşiye: Bu hastalığın manevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.} Ve karın sancısıyla, gark ve hark ve taun ile vefat eden, şehid-i manevî olduğu gibi çok mübarek hastalıklar var ki velayet derecesini ölümle kazandırır.” (Lem’alar, s. 259)

Buradan da anlaşılıyor ki, “taun ile vefat eden, şehid-i manevî”dir. Bu ifade yukarıda beyan ettiğimiz Hadîs-i Şerîflerin izahı mahiyetindedir.

Onun için yakınları bu salgın hastalıktan vefat edenler bu dereceyi bilmeli, anlamalı ve İman – İslâm ölçüsü ile bakmalıdırlar. Bu taundan vefat eden ehl-i îmâna, Cenâb-ı Hakk rahmetiyle muamele eylesin ve şehadet makamına nail eylesin inşaAllah. Âmîn. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu