Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Darbe Gecesi Abdestli Millet…

Mehmet Abidin Kartal

“Temizlik imanın yarısıdır.” Diyor, Efendimiz (sav). Temizlik, bütün ibadetlerin  yapılabilmesinin ve Allah katında makbul olmasının temel şartıdır. Abdest maddi ve manevi temizliğin birinci ve en önemli şartıdır.

İnsan abdest aldığında abdest azalarının suyla teması sonucunda psikolojik bir rahatlık hisseder. Yapılan araştırmalarda abdest alırken vücudun mutluluk hormonu salgıladığı tespit edilmiş ve günde beş vakit namaz kılan insanların hayata daha pozitif bakan mutlu insanlar olduğu belirtilmiştir..

Ayrıca abdestli olduğu zaman insan birçok günahlardan da uzak durur. Kendisini ibadete hazır hissettiği için huzurlu olur. Haram olan fiillerden de kendini uzak tutar.

Ebu Hureyre anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki “Mümin bir kul abdest aldı mı yüzünü yıkayınca, gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar su ile veya suyun son damlasıyla yüzünden dökülür, iner. Ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar su ile veya suyun son damlasıyla ellerinden dökülür iner. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği günahlar su ile veya suyun son damlasıyla dökülür. Günahlarından arınmış olarak tertemiz çıkar (Muvatta)

Hiçbir günahkâr yoktur ki, güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarak mağfiret dilesin de, affedilmiş olmasın. (Tirmizi)
Güzelce abdest alıp namazını cemaatle kılanın bütün günahları affolur. (Müslim)
Güzelce abdest alan günahlarından sıyrılmış olur. (Buhari)
Güzelce abdest alıp bir din kardeşini ziyaret eden, Cehennemden uzaklaşır. (Ebu Davud)

Abdestli gezmek sünnettir Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehit sevabı vardır. (Hakim)

Hadis-i Şeriflerden anlıyoruz ki abdest sadece maddi bir temizlik olmayıp mümin bir kimsenin manevi temizliğine de sebep olmaktadır. Aynı zamanda ebedi saadeti elde etmesine de sebep olmaktadır.  Kişi abdest alarak, Rabbimizin sonsuz merhameti sayesinde ruhunu ve kalbini kirleten hata ve günahlardan kurtulmuş oluyor.

                                   ****

Kore’de Bir Türk Askeri

Kore savaşlarına katılan bir Mehmetçik, her yeri buzların kapladığı soğuk bir gecede, rüyasında ihtilam olup gusül abdesti alması icap etmişti. Bu durumunu kimseye söyleyemedi. Ama cünüp de durmak istemiyordu. Daha henüz sabah olmamıştı. Arkadaşlarına ve kumandanına haber vermeden, karargâhın yakınında bulunan bir derede buzları kırarak boy abdesti aldı. Tam elbiselerini giyip karargâha döneceği sırada, Çinli bir grup asker tarafından etrafı kuşatıldı. ‘’Teslim ol!’’ çağrısını yaptıkları sırada bu askerler, kendi silahlarını bırakıp teslim oldular, geriye döndüler. Mehmetçik, onların bıraktığı silahları aldı. Arkasından onları takip ederek karargâha getirdi ve kumandanına teslim etti.

Kumandan tercüman vasıtasıyla Çinli askerlere sordu:

– Sizi buraya kim getirdi? Bu tek askere niçin teslim oldunuz?

Çinli askerler:

– Hayır, bizi buraya bu asker getirmedi. Onu tam teslim alacağımız sırada, başlarında sarık bulunan silahlı askerler ansızın etrafımızı çevirdi. İşte onlar bizi teslim aldılar ve buraya kadar getirdiler.

O anda kumandan ve hiç kimsenin görmediği bu askerler, şiddetli soğuğa aldırmadan temizlenmek için gusül eden askere Allah tarafından gönderilen yardımcılar idi.

                                   ****

Her birimize 15 Temmuz darbesinin olmasını ister miydiniz  diye sorulsa, istemezdik elbette bu alçak 15 Temmuz darbesinin başımıza gelmesini deriz.  Bunca insanın şehit olmasını. Yaralıların olmasını.. Bunca acıyı.. Ama olanda hayır vardı, zalimler, hainler zulümlerini, hainliklerini icra etmişler ama rahmet onun önüne geçmişti 15 Temmuz gecesi.. .Alemlerin Rabbi, Rabbimiz, “Allah, sizin hoşlanmadığınız bir şeyde nice hayırlar yaratmıştır.”(Nisa suresi 19. ayet)

Ne olacak bu gençlerin hali diye dert yanıyorduk. 15 Temmuz gecesi ne oldu? Biz, gençlik gitmiş, bu gençlerden bir şey olmaz, düşünceleri içindeyken. Cenab-ı Allah’ın lütfüyle  gençlerin  imanlı birer mücahit olduğunu, işinde gücünde, kendi halinde toplumun her kesimindeki her renkteki vatandaşlarımızın birer cengâver  genç olduklarını gördük.

15 Temmuz gecesi kahramanlık hikayelerini televizyonlarda izliyoruz. Abdestimi aldım, iki rekat şükür namazımı kıldım çıktım, diyor kahramanlar…

Çünkü, abdest müminin silahıdır. 15 Temmuz gecesi asker elbisesi giymiş hainlerin karşısına bu millet abdest silahıyla çıkmıştır. İnsi ve cini şeytana karşı bu silahı kullanan zafere ulaşır. Mümin daima abdestli durmaya dikkat etmeli, Rabbinin huzuruna  abdestli çıkmaya hazır olmalıdır.

Abdest nurdur. Abdest varken tazelemek nur üstüne nurdur. Peygamberimiz (sav) şunu tavsiye ediyor: “Ümmetim kıyamet gününde abdest nurlarından yüzleri, el ve ayakları parlak olduğu halde çağrılırlar. Yüzünün parlaklığını arttırmak isteyenler, elinden geldiği kadar abdest alsın.” (R.Salihın: 2/362)
Peygamberimiz son zamanlarında mezarlığa gider, selam verir ve: “İnşallah bizde size katılacağız.” der ve ilave eder: “Kardeşlerimi görmek isterdim” Sahabe:
“Biz senin kardeşlerin değil miyiz? Deyince:
Siz Ashabımsınız. Henüz gelmemiş olanlar kardeşlerimdir.
Onları nasıl tanırsın? Derler.

“Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu.
Sahabe:
“Evet, bulur, ey Allah’ın Rasûlü!” dediler.
Ben de onları el ve ayaklarında ki abdest nurundan tanıyacağım.” der. (R.Salihın: 1033)

                                   ****

Başkomutanımız Recep Tayyip Erdoğan o gece Cenab-ı Allah’ın taktiriyle, korumasıyla vatan hainlerinin eline düşmekten kurtulmuştur.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan’la 15 Temmuz darbe girişimi gecesinde Marmaris’ten İstanbul’a gelen Enerji Bakanı Berat  Albayrak, yaşananları şöyle anlatıyordu: “Cumhurbaşkanımız o gece besmele çekti, abdest aldı iki rekat sefer namazını kıldı ve sonra o geceyi yönetti.”

                                   ****

Binbaşı Barış Dedebağı, Ankara zırhlı birliklerdeki 200 tankın kışladan çıkışını engelleyen kahramanlardan biri…. Darbecilerle çatışmaya girdiler, tankları bozup Ankara sokaklarına çıkmalarını engellediler… Hainleri teker teker gözaltına aldılar.

Dinleyelim kahraman subayımızı; ‘Bu vatan hainleri hazırlıklıydı. 40 yıldır hazırlık yapıyordu. Bu Anadolu’nun saf çocukları ise hazırlığını dakikalar içinde o anda yaptılar. Ben uyandığımda olayı anlayana kadar şok içerisinde..Eşim kadın refleksiyle gitme, kızım baba gitme… Şunu demek zorunda kaldım. Ben bu memleketin ekmeğini eteklerinizin arkasına saklanmak için mi yedim. Hakkım helaldir, siz de helal edin… Yaşarsak aldığımız maaşı helal ettirme fırsatı, şehit olursak günahlardan kurtulma fırsatı… Abdest aldım iki rekat namaz kıldım, silahımı tesisatımı kuşandım…’

                                   ****

Erzurum’da imam-hatip olarak görev yapan İbrahim Yılmaz, bayram tatili için İstanbul’da bulunuyordu. O gece kendisi gibi imam-hatipli olan ağabeyi İsa Yılmaz ile babası Ünal Yılmaz’ın Fatih’teki evinde buluşup son kez hasret gidereceklerdi.

15 Temmuz gecesi abdestini alarak babasından önce dışarı çıkan İbrahim Yılmaz, İstanbul Saraçhane’de 4 aylık kızı Hatice ve ailesini geride bırakarak kahramanca mücadele ederken şehit oldu.

O gece babası Ünal Yılmaz ve ağabeyi İsa Yılmaz da darbecilere karşı onurluca mücadele edenler arasında yer aldı.

Gece ağır yaralanan genç hafızı, Saraçhanede seyyar satıcılık yapan arkadaşı hastaneye götürdü. Şahadetinden bir gün sonra şehit ailesini ziyaret eden seyyar satıcı; “oğlunuzu rüyamda gördüm. Anamın, babamın ellerinden öp, fırsatım olmadı, haklarını helal etsinler” dedi, diyordu. Bu abdestli kahramanlardan bilmediğimiz daha niceleri vardır. Bu kahramanlar vatan hainlerinin gerçek yüzünü görmemize sebep olmuşlardır. Allah hepsinden razı olsun. Bir gecede vatanlarını kurtarmışlardır.

FETÖ’cü hainlerin darbe girişimi millet tarafından destan yazılarak durdurulurken o gece ye ilişkin ortaya çıkan yeni görüntüler binlerce insanın vatanını canı pahasına nasıl koruduğunu gözler önüne seriyor.

Saraçhane’de İBB binası önünde çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği o gece darbeci askerle polis arasında yaşanan çatışma kameralar tarafından saniye saniye görüntülendi. Görüntülerde darbeci askerlerin polisin ve halkın üzerine ateş ettikleri görülürken o sırada şehit olma ihtimaline karşı belediye binasının bahçesindeki süs havuzunda abdest alan insanlar kameraya yansıyor. Hainleri durdurmadan önce abdest alan kahramanlar. Hainlerin karşısına abdestli çıkmak istiyorlar, abdestli olarak şehit olmak istiyorlar. Bu Çanakkale ruhu. Bu ruh ülkemizi Cenab-ı Allah’ın nusretiyle uçurumun kenarından kurtarmıştır.

Cenab-ı Hakk’ın inayet ve himayeti ile, Başkomutanımızın dirayet ve liderliğinde,  milletimizin topyekun göstermiş olduğu basiret, feraset, fedakarlık ve hamiyeti ile, ülkemiz ve milletimiz, İstiklal ve varoluş mücadelesini kendisine  yakışır şekilde muzafferiyetle neticelendirmiştir. Bu muzafferiyet ve kazanım, topyekun milletimize aittir.

Bu muzaffer kahraman millete vatan haini Fetö ne diyor, “Varsın bir sürü ahmak bir başarı elde etmiş gibi güle dursun. Düğünler dernekler kursun. O komik durumlarını bayram ilan etsinler. Fakat dünya bu meseleyi alaya alıyor. Eğer bunlar hayatta kalırlarsa keşke diyecekler ama diyemeyecekler.” Yorum sizin…

Bu Fetö başka ne diyor, “Biz çeteysek, örgütsek, Allah bizim belâmızı versin; eğer paralel devletsek bizim belâmızı versin  duaları kabul olmuştur. Amin diyenler düşünsün. Tövbe kapısı açıktır.

FETÖ’nün tövbe etmek, pişman olmak gibi bir derdi yok,  hiç aklına gelmiyor. Bu hain, zalim adam bu kadar ihanet ortaya çıktıktan sonra ‘tövbe ediyorum, oyuna geldim, kandırıldım’ demiyor.  Hainliği aziz millete iftiralar atarak, hakaret etmeye devam ediyor. Terörist başı Gülen, 15 Temmuz darbe girişimi gecesi ve sonrasında demokrasi nöbeti için sokaklara çıkan vatandaşlara para verildiğini söyleyerek yalanın zirvesine çıkıyor. “Birilerini protesto etme adına ceplerine 100’er dolar koymak, mitingler yapmak, birilerine sövme adına yığın yığın paralar vermek işte bunlar millete kan kusturularak şu anda yapılıyor” diyerek yeni bir alçaklığa imza attı. Gece vatan nöbetlerine, Yenikapı mitingine giderken 100 dolar alan var mı? O zaman Mahkeme-i Kübra’da hepimiz Fetö’den hakkımızı alacağız.

15 Temmuz 2016 gecesi abdest silahını alan millet asker elbisesi giymiş vatan hainlerinin karşısına çıktı, tankların, uçakların, bombaların, silahların karşısına göğsünü siper etti şehit oldu, gazi oldu ülkesini hainlerden kurtardı. 15 Temmuz gecesini evlerinde uyanık geçiren milletimizde abdestini alarak, namaz kılarak, Kur’an okuyarak, dua ederek, hainlere karşı mücadele eden kardeşlerine manevi destekte bulundular.

Bu milletin mayası sağlamdır. Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber diyerek özünü hatırlamıştır. 15 Temmuz gecesi ve sonrası bu mübarek sözleri slogan atmak için söylemiyorduk. Gücümüzü, kuvvetimizi oradan aldığımız için söylüyorduk. Bir ömür O’nun inayetiyle yaşadığımız için musibet anında da aklımıza O’nun adı geliyordu. 15 Temmuzda ve sonraki nöbetlerde, inşallah son nefesimize kadar, Allah’a sığındığımızda, güvendiğimizde ne kadar kuvvetli olduğumuzu öğrendik.

Abdest müminin silahıdır. Ne mutlu devamlı silahlı olanlara…

‘El hain ma iflah’, ‘Hainler hiçbir zaman iflah ve başarılı olamazlar.’

 

Millet, Yeni Türkiye’nin ‘Yenikapı’sında buluştu

Tarih boyunca insanlar, gelişen olaylardan haberdar olmak için, birbirleri ile haberleşmek için kullanabilecekleri mekanlar “Meydanlar” olmuştur. Meydanlar: kutlamalara, hutbelere, törenlere, cenazelere, bayramlara ve hatta bazen yargılama ve idam gibi sayısız olaylara şahitlik yapmıştır. Meydanlar, toplumlaşmanın, kaynaşmanın, görüşmenin, tanışmanın, bir ve beraber olmanın, aynı inanç ve duyguları paylaşmanın kalbidir. Yenikapı meydanında 7 Ağustos 2016’da millet ile devletin kaynaşmasına, Tek millet, Tek yürek olmasına şahit oluyorduk.

Kainatın Efendisi Peygamberimiz (sav) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat meydanının ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa veda hutbesinde mesajlar veriyordu. Veda hutbesi, dünya hayatının nasıl geçirilmesi gerektiğini ifade eden bir manifestodur. Veda Hutbesi’nde Rasûlullah özetle şu esasları insanlığa tebliğ ediyordu: 1. Allah’tan başkasına tapılmayacak 2. Cana, mala, akla, dine ve nesle zarar verilmeyecek 3. Herkes yaptığının hesabını verecek 4. Cahiliye geleneklerinden uzak durulacak 5. Şeytana küçük günahlarda bile uyulmayacak 6. Allah’ın helal kıldığı helal, haram kıldığı haram sayılacak 7. Aile hukuku gözetilecek 8. Sosyal haklar korunacak 9. Renk, ırk, dil ve makam imtiyazı olmayacak 10. Müminler kardeş olacak 11. Suçların şahsiliği prensibi olacak 12. Kur’an yol gösterici kabul edilecek 13. Dine ekleme ve çıkarma yapılmayacak 14. İslam’ı tebliğ vazifesi herkesin sırtında olacak. Arafat meydanında Rasûlullah (sav) tarafından bu esaslara bağlanan dünya hayatı, hacca gidenler tarafından Arafat Vakfesi’nde (duruşunda) yeniden düşünülmelidir. Veda Hutbesi, İslam dininin özü ve özeti niteliğindedir.  Başta Hacca gidenler ve bütün Müslümanlar, Arafat meydanında okunan Veda Hutbesinin neresinde olduğumuzu sorgulamalıyız.

Arafat, ırk, dil ve cinsiyet ayrımını, ırkçılığı ortadan kaldıran bir meydandır. Arafat, zenginliğin, şöhretin ve makamın uzun yaratılış serüveninde anlamını yitirmesi gerektiğini öğreten meydandır. Bu hayatta zenginliğin, şöhretin ve makamın geçici olduğunu ahirete taşınamayacağını yaşatan bir meydandır. Arafat, dünya duruşunu tayin eden meydandır. Kime, neye, niçin, nasıl ve nerede duracağını anlatır sana. Şeytan ve onun hizbine karşı, Allah’ın ve O’nun dostlarının yanında yer alman gerektiğini anlamış olmalısın, bu meydanda.

Arafat Meydanına gidelim, Güllerin Efendisine, Kainatın Efendisine (sav)’e kulak verelim, insanlık kulak versin. İnsanlar ve toplumlar barış ve huzur mu istiyor. Veda Hutbesindeki mesajlara sarılsınlar ve yaşasınlar. Başka çözüm var mı?

Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz…

Türkiye, millet, milletin her kesimi 15 Temmuz 2016’dan  7 Ağustos 2016’ya kadar ayakta meydanlarda. Her gece Türkiye’nin her yerinde meydanlarda  nöbet tuttu.. Niçin?

Çünkü, Türkiye, dalgalarla boğuşan ve sadece dalgalarla boğuşmakla kalmayıp düşman gemileri tarafından da taciz edilen bir gemi… Ve geminin içinde, “Benim dediğim olmazsa batsın bu gemi!” diye isyan eden ve sağdan soldan delikler açan hain gruplar tayfası… Duyguları akıllarının önüne geçmiş, robotlaşmışlar, gemiyi batırmaya çalışıyorlar, farkında değiller; o gemi batarsa kendileri de batacak…Bu hain gruplardan birisi, Küresel taşeron, maşa  FETÖ çetesi 15 Temmuz 2016’da gemiyi batırmak için düğmeye bastı.

Düğmeye basanlar Arafat Meydanında okunan Veda Hutbesindeki hakikatleri kullanarak, münafıklık yaparak bu aziz milleti kandırdılar. Hutbede, ‘Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.’ Diyordu. Bu hainler, milletin ve ümmetin umudu Cumhurbaşkanımızı öldürmek istediler. Milletin malını, parasını aldılar, çocuğunu aldılar, imanını kullandılar. Tankların, silahların karşısında bir vatandaşımız şöyle diyordu, ‘İmanımızı kurtardık, imanımızı tazeledik.’Bunlar  kırk yılı aşkın bir zamandır bu ülkenin maddi ve özellikle manevi değerlerini istismar ettiler, yakalananlar itiraf etmeye başladılar, bu milletin değerlerini kendilerine maske yaparak neler yaptıklarını, devlet kadrolarını nasıl ele geçirdiklerini,  soruları nasıl çaldıklarını, kendilerinden olmayanlara nasıl zulüm yaptıklarını, milletin saf temiz dini duygularını, Kur’anı, sünneti, Risale-i Nurları ustaca,  sinsice kullanan,  bu yolla büyük bir güç ve varlığa kavuşan ihanet çetesi FETÖ,  bu ülkenin varlıklarına bütünüyle sahip olmak için 15 Temmuz 2016’da çok alçak bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Şişen irin patlamıştır. Pisliği her tarafa yayılmıştır. Millet bütün bu hainliklere karşı vatanını korumak için bedenini siper etmiştir, milletini, geleceğini, idarecilerini korumak için meydanlarda nöbet tutmuştur.

Vatan hainleri, 15 Temmuz 2016’da yapılan alçak darbe girişimi ve saldırı karşısında yine akıllara durgunluk veren bir Erdoğan dik duruşu ve stratejisi ile karşılaşmışlardır.

Başkomutanımız bu defa milletine seslenmiş, meydanlarda toplanarak darbecilere darbe yapmaya çağırmıştır.

Tüm dünyanın hayretler içinde kaldığı bir çabuklukla bu millet, siyasi görüşü bir kenara bırakıp demokrasisine, vatanına, idarecilerine sahip çıkmak adına Erdoğan’ın Başkomutanlığında meydanlara yığılmıştır.

Bu da hiçbir ülkenin tarihinde olmayan bir lider organizasyonudur.

Yürekten gelen bir çağrı olmuştur… Millet de Başkomutanına yürekten cevap vermiştir…

“Reis isterse, vatanımız için, bayrağımız için, ezanımız için, geleceğimiz için canımız feda” diyen milyonlar, demokrasi, vatan ve geleceğine sahip çıkma nöbetlerine başlamıştır.

Arif Nihat Asya’nın mısraları gerçek olmuştur…

“Yürüyeceksin, millet yürüyecek ardından…”

Ve bu asil millet, Ordusuyla, polisiyle, hükümetiyle, Başbakanıyla, bakanlarıyla, muhalefetiyle… Seçilmiş Cumhurbaşkanı ve Başkomutanının ardından yürümüş ve demokrasisine, vatanına, bayrağına, ezanına sahip çıkmıştır…

Darbe girişimini bastıran millet demokrasi nöbetlerinde yeni bir siyasi uzlaşmanın temellerini de attı. Toplumun her kesiminden insanlar bu nöbetlerde kucaklaştılar, bir ve beraber oldular.
Bu vatan nöbetlerinde, Türkiye’nin refahını, güvenliğini ve bütünlüğünü korumak için seferber olan bir milleti gördük.  Bu nöbetlerde, vatan, devlet, bayrak ve demokrasi konularında ortak milli menfaat zihniyetin temelleri atıldı. Konu vatansa geri teferruattır, anlayışı milletin zihinlerine kazındı.

Millet 15 Temmuz 2016’da hainlere Osmanlı tokadını vurarak vatanını kurtarmıştır. Bir Ömer çıkmış haini alnından vurmuştur. Daha sonra Rabbine kavuşmuştur. Bütün millet Ömer olmuştur. Bazıları şehit olmuş, bazıları gazi olmuştur. Ömerlerin bacıları da onların yanında şehit olmuşlar, gazi olmuşlardır. Hainler her şeyin hesabını iyi yapmışlar ama milleti unutmuşlar.

15 Temmuzdan bu yana tutulan demokrasi nöbetlerinin taçlandırıldığı 7 Ağustos 2016 Pazar günü Yenikapı Meydanında  saat 17.00’de “Demokrasi ve Şehitler” mitingine, başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Meclis Başkanımız İsmail kahraman, Başbakanımız Sayın Binali Yıldırım’la ile birlikte Milliyetçi Hareket Partisi lideri Sayın Devlet Bahçeli, Cumhuriyet Halk Partisi Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Kuvvet komutanları ve milletin her kesimi katılmıştır.

Devlet erkanının parti liderleriyle  aynı fotoğraf karesinde yer almaları, sohbet etmeleri çay içmeleri bu milletin özlediği bir tabloydu. Bu tek millet tek yürek olmanın görüntüsüydü. Bu Türk tarihinde beklide ilk defa gördüğümüz  çok güzel bir manzaradır, dostlara güven,  iç ve dış düşmanlara korku salan bir tablodur. Bu mitingle, bu milletin 15 Temmuz’da yazdığı destan taçlanmıştır. Bu miting ile şehitlerimizin ruhları yâd edilmiştir. Bu miting ile vatanımızın sahipsiz olmadığı tüm dünyaya haykırılmıştır, gösterilmiştir. Bu miting ile al bayrağımız milyonların elinde coşkuyla dalgalanmıştır. Bu miting ile,  millet konu vatansa gerisi teferruattır demiştir. Bir ve beraber olduğunu dost ve düşmanlara göstermiştir. 15 Temmuzda tarih yazan millet, 7 Ağustos yeniden tarih yazdığı bir gün olmuştur. Millet torunlarına en güzel mirası bırakmıştır. Ülkesini bir gecede kurtarmış, 15 Temmuzdan 7 Ağustosa kadar meydanlarda nöbet tutmuş. 7 Ağustos 2016’da da bu nöbeti, Türkiye’nin Yenikapı’sında buluşarak taçlandırmıştır. Nöbetine 10 Ağustos ‘a kadar Başkomutanının emriyle devam edecektir.

Yenikapı meydanında yapılan ve Türkiye’nin 80 vilayetinin meydanlarında yankılanan, Yenikapı’da verilen mesajlar, başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere, dünyanın her tarafından dikkate  alınacağından şüphe yok. Verilen mesajlar, siyasi sıkıntılar, iç savaşlar sebebiyle zor duruma düşmüş ülkelerde derin izler bırakacaktır. O ülke halklarına, bundan sonraki siyasi davranışlarında yol gösterici olacaktır.Bu aziz millet darbelere nasıl karşı konulacağını dünyaya göstermiştir. Bu millet gibi yapanlar şerefleriyle yaşarlar.

Yaklaşık 5 milyon kişinin katıldığı Yenikapı Mitingde yapılan konuşmalardan pasajlar verecek olursak, milletin  15 Temmuzda gösterdiği kahramanlığın siyaseti de dizayn ettiğini görüyoruz. Millet devleti yeniden inşa ediyor. Siyasiler barış dili, uzlaşmacı dil, öz eleştiri dili kullanıyorlardı. Millet devleti ile gerçekten kucaklaşıyordu. Beklide ilk defa bir Genel Kurmay Başkanı milletle kaynaşıyordu, millete emrinizdeyiz diyordu. Bunlar Türkiye’nin geleceği açısından çok güzel gelişmeler. Cenab-ı Allah bu milleti bir biri ile devleti ile kaynaştırdı. “Allah, sizin hoşlanmadığınız bir şeyde nice hayırlar yaratmıştır.”(Nisa suresi, 19.ayet)

Yenikapı mitinginde Türkiye’nin tek yürek olduğunu gösterdiğini  dile getiren MHP başkanı Devlet  Bahçeli, konuşmasında özetle:

“Ayrımız, gayrımız yoktur. Müştereklerimiz, farklılıklarımızdan daha  çoktur. Ecdadımızın hayır duaları, şehitlerimizin hatıra ve vasiyetleri,  hepimizin namusuna emanettir. Birliğimizi kararlı şekilde korumalıyız. Kutuplaşma  ve cepheleşmeleri, bıçak gibi kesmeliyiz. Şehitlerimizin ruhları, şehit  analarının göz yaşları, yetimlerin yürek yaraları, nesillerin gelecek ümitleri  bizimledir, yanımızdadır ve aramızdadır. Sizler darbe heveslerini, teröristlerin  kursaklarında bıraktınız. Devlete ve millete meydana okuyan çürümüşleri, elinizin  tersiyle ittiniz. Bu nedenle 15 Temmuz bir milat, bir dönüm noktasıdır. Nereli  olursanız olunuz, ister güneyden ister kuzeyden, isten doğudan ister batıdan, kim  olursanız olunuz, ülkemin neresinde doğarsanız doğunuz, kökünüz, kökeniniz,  mezhebiniz ne olursa olsun, ‘vatanım, bayrağım, milletim, demokrasim, şehitlerim,  kardeşliğim ve mukaddesatım’ demek için Yenikapı’yı doldurdunuz. Bu ruh devam  ettiği müddetçe hiçbir hain bize yanaşamayacaktır. Milli birlik ve kardeşliğimiz  sağlam kaldığı müddetçe, hiçbir çıldırmış, hiçbir hayasız ve vicdansız,  Türkiye’ye saldırmayı aklından bile geçiremeyecektir.”

Bahçeli, yeni bir sayfa açılmasını isteyerek, milli bir uzlaşmayla,  hukukun üstünlüğünü gözeterek, insan hak ve özgürlüklerini muhafaza ederek,  geleceğin haritasının çizilmesi gerektiğini söylüyordu.

Yenikapı mitinginde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, camiye, kışlaya  ve adliyeye siyasetin sokulmaması gerektiğini belirterek, “Camiye sokarsak  toplumu böleriz. Adliyeye sokarsak adaleti bulamayız. Askeriyeye, kışlaya  sokarsak darbeyi önleyemeyiz. Adalet arıyorsak onları başka yerde, bağımsız bir  şekilde aramamız lazım.” Diyordu. Görüşlerini 12 maddede anlatıyordu.

“Devletin inşasında liyakat sistemini esas  almalıyız. Yani liyakat sisteminden vazgeçmemeliyiz. İnancımız da bunu böyle  öngörüyor zaten. Liyakat sistemi önemlidir. İşi ehline ver, diyor Yüce Yaradan.  İşi ehline verdiğimiz zaman göreceksiniz ki Türkiye çok daha güzel  yönetilecektir. Bu bizim tarikattan, bu bizim cemaatten, bu bizim partiden değil,  kim o işi iyi yapıyorsa işi ehline teslim etmek gibi bir geleneği artık  Türkiye’de başlatmak zorundayız. Garibanın oğlu, sizin çocuklarınız KPSS’de  beklerken, sınav için alın teri dökerken birileri sınav sorularını çalıp, eğer  sınav yapıyor ve devletin önemli yerlerine geliyorsa buna hep beraber itiraz  etmek zorundayız” diyordu.

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Binali Yıldırım,  “Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda destan yazan bu millet, aynı ruhla 15 Temmuz  destanını da yazdı. 15 Temmuz ikinci Kurtuluş Savaşı’dır.”diyordu.

Yıldırım, 15 Temmuz akşamı da bir işgal girişimiyle, FETÖ terör  örgütünün hainlerinin bir ihtilal teşebbüsüyle karşı karşıya kaldıklarına işaret  ederek, şöyle devam ediyordu:

“Üzerimizden uçaklar uçtu, tanklar caddeleri işgal etti, asker  kıyafetindeki teröristler silahlarıyla millete kan kustu. Cumhurbaşkanımız,  Başkomutanımız milleti meydanlara davet etti. Yine selalar okundu, ezanlar başta  başa Türkiye’de yankılandı. İşte bu aziz millet, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de  81 vilayette hep birden şunu söyledi, ‘Toprağın üzerinde şerefsiz yaşamaktansa,  toprağın altında şerefle yatarız, şehit oluruz, gazi oluruz’. Çanakkale’de,  Kurtuluş Savaşı’nda destan yazan bu millet, aynı ruhla 15 Temmuz destanını da  yazdı. 15 Temmuz ikinci Kurtuluş Savaşı’dır. Allah’a hamdolsun, toprağın altında  şerefiyle yatan şehitlerimiz sayesinde bugün bu topraklarda şerefimizle,  bağımsızlığımızla, kardeşliğimizle bir olarak, beraber olarak yaşıyoruz. Güya  Türk askeri kılığına girip topraklarımızı işgal edeceklerdi. Sanki bu milletin  iradesini çalacaklardı. Allah şerleri hayra çevirir, bizi öldürmeyen her darbe  bizi daha da güçlendirir. İşte burada olduğu gibi.”

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, “15 Temmuz  günü ülkemizin tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte Türk Silahlı Kuvvetlerine  sızmış bir grup illegal çete mensubu terörist hain Fetullahçı Terör Örgütü,  tarihimizde görülmemiş bir şekilde, vatanımıza, milletimize, cumhuriyetimize bu  zilleti ve rezaleti yaşatmış ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin şan ve şerefle dolu  geçmişine kara bir leke sürmüşlerdir.”

“Milletimizin bağrından çıkan ‘Bayrak, vatan, devlet ve milleti için  ölürsem şehit, kalırsam gazi…’ anlayışıyla ve bir ibadet feyziyle görev yapan  Türk Silahlı Kuvvetleri, tüm personeliyle demokratik hukuk sistemi içerisinde  devletimizin, yüce milletimizin emrinde ve görevinin başındadır…”derken milleti ile kucaklaşıyordu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “15 Temmuz,  dostlarımıza bu ülkenin sadece siyasi, ekonomik, diplomatik saldırılara değil,  aynı zamanda askeri sabotajlara karşı da güçlü olduğunu, yıkılmayacağını,  rayından çıkmayacağını göstermiştir. Aynı gece Türkiye’nin yerle yeksan olması  için ellerini ovuşturarak bekleyen düşmanlarımız ise ertesi güne bundan sonra  işlerinin çok daha zor olduğunu görmenin kahrıyla uyandılar.” Diyordu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, her zaman “Bir olacağız, iri  olacağız, diri olacağız, kardeş olacağız, hep birlikte Türkiye olacağız” dediğine  değinerek, “Bu manzara Türkiye’dir. Tüm renkleriyle, bağımsızlığına ve geleceğine  yönelik atılan bu adımlar çok önemli. Bu geleceğe yönelik adeta vatanımıza sahip  çıkmanın ilanı ve ispatıdır. Bu manzara, bin yıllık vatanımızın tek bir taşına  dahi göz dikenlerin, ödemeyi göze alacakları bedelin ilanı ve ispatıdır. Bu  manzara, Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşacağının ilanı ve ispatıdır.”

” Sizler 15 Temmuz’da esaret ve zillet kabul etmeyeceğinizi namlulara göğsünüzü  dayayarak, tankların önüne yatarak, uçaklara ve helikopterlere dahi hamleler  yaparak, bilfiil gösterdiniz. Hani ne diyor İstiklal Marşımızda; ‘Siper et  gövdeni dursun bu hayasızca akın.’ Siz göğsünüzü siper ettiniz, namluların ucuna  geldiniz, bizzat vücudunuzu koydunuz, tankların altına yattınız.  Bakıyorum ki  bir gazimiz tankların iki paletinin arasına kendini atıyor, birinci tanktan  kurtuluyor, ikinci tankın altına da kendini aynı şekilde atıyor. Sadece kolu  ciddi manada yaralanıyor. Kendisini telefonla aradığımda ne söyledi biliyor  musunuz? ‘Siz beni bırakın Cumhurbaşkanım, siz nasılsınız?’ diyor. Bu bambaşka  bir ruh, bambaşka bir aşk.”

Yenikapı mitinginde, Türkiye ‘Yenikapı’sından geçmiştir. Artık bundan sonra Yeni Türkiye’de yapılacak bütün işler, Yeni Türkiye’nin Yenikapı’sından geçilerek yapılacaktır. Yenikapı ruhuna  aykırı siyaset yapanların bundan sonra işleri zor.Temennimiz Yenikapı’da verilen mesajların, Yenikapı ruhunun unutulmamasıdır. Millet görevini yapmıştır. Sıra idarecilerimizde, partilerimizdedir. 15 Temmuzu bir milat kabul ederek önümüze bakarsak, Yenikapı ruhunu unutmazsak baharları yaşayacağımız günler yakındır. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır.

Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!..

 Mehmet Abidin Kartal

Yalnız Değilsiniz, Millet Yanınızda…

Yalnızlık, insanın  kendini dünyadan, toplumdan kopmuş hissetme duygusudur. Bu duyguyu yaşayanlar, başka insanlarla anlamlı bir iletişime girmekte zorluk çeker, kendilerini ifade etmekte zorlanırlar. Yalnızlık, duygularımızı içtenlikle paylaşacak birinin olmaması demektir. Her insan, kendisini yargılamadan dinleyecek birine ihtiyaç duyar. Yalnızlık, sadece yaşlılıkta değil, gençlikte de sağlığı olumsuz etkiliyor. Psikologlar yalnızlığın; gençlikte hareketsizlik, yaşlılıkta ise diyabet kadar kötü olduğunu söylüyorlar.

Psikologlar, uzmanlar öncelikle yalnızlıkla tek başına olmanın birbirinden ayrılması gerektiğini ifade ediyorlar. Yalnızlık ve tek başına yalnız olmak birbirinden farklı, tamamen ayrı durumları tanımlamak için kullanılan kelimelerdir. Bazen insanlar isteyerek tek başına kalmayı tercih ederler ve yalnız olmaktan zevk alırlar, kendilerini dinlerler. Yaşadıkları hayatın muhasebesini yaparlar. Bu yalnızlık insanı geliştirir, verimli hale getirir. Birçok insan günlük hayatın stresinden sıyrılmak için, kitap okumak, kitap yazmak, resim yapmak vb. kişisel faaliyetlerde bulunurken  tek başına kalmayı seçebilirler. Bu durum, kişinin kendini geliştirmesi için gerekli bir davranış şeklidir. Dehaların hayatlarını inceleyen psikanalistler onların nasıl yalnızlıktan büyük eserler çıkardıklarına dair sonuçlara varmışlar. Alimlerin, yazarların hapishanelerdeki yalnızlıkları verimli yalnızlıklardır. Bediüzzaman’ın Denizli, Eskişehir, Kastamonu hapishanelerinde geçirdiği zamanlarda,  iman ve Kur’an hakikatlerini anlatan eserlerini yazması yalnızlıktan doğan verimli haldir.

Yalnızlık olarak adlandırdığımız duygu, tek başına olmaktan, kalmaktan farklıdır. Yalnız olduklarını düşünen kişiler, tek başına kalmak isteyenlerin tersine bir boşluk ve bırakılmışlık duygusu yaşarlar. Bu da kişileri üzer; psikolojik sorunlara neden olur. Yalnızlık duyan insan terk edilme, dışlanma, stres, güvensizlik, umutsuzluk, anlamsızlık, değersizlik ve kızgınlık duygularıyla doludur. Böyle bir insan hiç kimsenin sevgisine layık olmadığını düşünür, bundan dolayı da  sosyal hayatta zorluk çeker. Bu kişiler, kalabalık bir ortamda da kendini yalnız hissedebilir. Modern hayat  kalabalıklar içinde insanı yalnızlaştırmıştır.

Modern hayat, kentleşme ve teknolojinin hızla gelişimi insanları bireyselleşmeye doğru götürüyor. Modern hayat, insanı hem kendi içerisinde hem de dışında yalnızlaştıran bir hayattır.Ailenin düşmanı bireycilik bu hayatın tabiatıdır. Bireyselleşme, insanı kendi içinde yoksullaştırıp kendisinden mahrum bırakırken, kendi dışında da diğer insanlarla ilişkisini mekanik hale, sanal hale getirmektedir. Modern hayat tarzının olumsuzlukları, insanı bedenine hapsediyor. Hayatı tek kişilik  hücre mahkumluğuna dönüştürüyor. İnsanlar kalabalıklar içinde kendilerini yalnız hissediyorlar. Kısacası, modern hayat tarzı, bireyselleşme,  hızlı yaşama, koşuşturmalar, kazanma hırsı insanı yalnızlaştırıyor…

Paulo Coelho  dünyanın önemli yazarlarından birisidir. Yazar ‘Kazanan Yalnızdır’ romanında  başarı ve yalnızlık arasında mükemmel bir ilişki ortaya koyuyor. Kitabın adı da zaten oradan geliyor. Herkesin imrendiği, gıpta ettiği, sahip olmak istediği başarıların nasıl insanı yalnızlaştırdığı, insanın yalnızlaşırken bunun farkında olsa dahi durumu terse çevirecek iradeyi gösteremeyişi; kazanmak, diğer insanların sadece imrenerek baktıkları başarılara ulaşmak ama zamanı gelince bunu kimseyle paylaşamayacak kadar yalnız kalmış olmak, paylaşamamak romanın konusunu oluşturuyor.

Bireyselleşen insanın kazandığını paylaşamamasının sonucu yalnızlıktır. Bizim kültürümüzde kazınılanın paylaşılması esastır Bizim medeniyetimiz, hayatın temeline yardımlaşmayı, paylaşmayı yerleştirmiştir. Peygamberimiz (sav), akraba, komşu, yetim, kimsesiz, yaşlı ve sair muhtaçlara her an yardım edilmesi gerektiğini anlatmıştır. Davranışlarını bu esaslar çerçevesinde şekillendiren Müslümanlar, tarih boyunca yardımı esas alan yapıları ortaya çıkarmışlardır. Vakıflar, imarethaneler, şifahaneler, yetimhaneler, okullar, kuş barınakları, sadaka taşları hep böyle bir anlayışın sonucudur. İslam toplumlarında adeta bir yardımlaşma, paylaşma mimarisi vücuda gelmiştir. İnancını yaşayan Müslüman yalnız değildir. Çünkü o namazını cemaatle kılmaya çalışır. Zenginliğini zekat ve sadaka ile fakirlerle paylaşır. Cemaatle beraber olan, zenginliğini paylaşan yalnız olur mu? Müslüman, İman ve Kur’an hakikatlerini anlatmak, tebliğ vazifesini yapmak için sosyal hayatın içindedir. İnananlar  Allah’la beraberdir. Allah’la beraber olan dünyada da ahirette de yalnız olur mu? Allah bize şah damarımızdan yakındır. Yalnızlığın en dehşetlisi kabirdeki yalnızlıktır. Dünyada Allah’ın istediği gibi yaşamayanlar için kabir vahşet, yalnızlık ve zindandır. Mevt, ehl-i dalâlet için, bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara ithal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. (Sözler, sekizinci söz)

                                   ************************

Modern hayatta sahip olduğumuz teknolojik araç ve aletlerin yanlış kullanılmasından tutun da yaptığımız işe kadar pek çok değişik şeyler  insanları yalnızlaştırıyor. Ülkeler ve idaricileri de menfaatler çatıştığında  yalnızlık girdabına  itilebilmektedirler. Haksız, adaletsiz ekonomik çıkarlara, güçlünün haklı olduğu ideolojilere dayalı siyaset, yanlışlara tepki gösteren ülkeleri ve idarecilerini yalnız bırakma özelliği taşımaktadır.

Bugün ekonomik  çıkarların ön planda olduğu, haklının değil, güçlünün sözünün geçtiği dünyada, böl ve yönet oyunu ustalıkla sürdürülüyor. İşte doğudaki terör olayları, Suriye’de yaşanan vahşetler bundan ibarettir.Türkiye’yi karıştırmak, kardeşi kardeşe düşürmek isteyenlerin, Suriye’yi  yemek isteyen köpek balıklarının hedefi, Türkiye’yi dünyada ve bölgede yalnızlaştırmaktır. Çünkü Türkiye haktan, hukuktan, adaletten, insanların öldürülmemesinden, barıştan, yardımdan, haklının kuvvetli olmasından, paylaşmadan bahsediyor. Bu köpek balıklarının işine gelmiyor. Çünkü onlar savaştan, menfaatten, çatışmadan, güçlünün kuvvetli olmasından, yalnız kendilerini düşünmekten yanalar. Öldürmekten, sömürmekten zevk alıyorlar.

Türkiye’de 2002’ den bu yana alışılmışın dışında bir idare var. Yanlış yapanların yüzüne hiç çekinmeden yanlışını söyleyen bir Türkiye var. Türkiye’nin, mazlum milletlerin menfaatlerini, haklarını gözetirseniz, sizi yalnızlaştırırlar.Sizi yok etmek için, yıkmak için hain planlar yaparlar. Zulümle, menfaatle, kanla beslenenler, kendilerini dinlemeyen güçlü Türkiye istemiyorlar. Oynanan oyun bundan ibarettir.

İslam aleminin son umudunu, son kaleyi yalnızlaştırmak için, yıkmak için her şey yapılıyor. İçerideki hainler dışarıdakilerle el ele seyrediyoruz. Millet seyrediyor. Oyunun farkında olan bu aziz millet, oyunu oyuyla bozdu. Son kaleyi kurtardı. Millet seçtiği Cumhurbaşkanının, hükümetinin yanında. Hainler bunu hazmedemiyorlar.Türkiye’de ve çevremizde oynanan oyunlar bunun müşahhas örnekleridir.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan üzerinden milli irademize yönelik devamlı suikast tezgahlıyorlar. Erdoğan’ı itibarsızlaştırma odaklı algı operasyonları artarak devam ediyor. Çamur at izi kalsın. Türkiye’yi yalnızlaştırmak için, hedefteki sembol isim Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü o milli irade ve ümmetin dik duruşunun omuzları ve umududur.

Türkiye’yi yalnızlaştırmak, yıkmak, işgal etmek için son hain oyunu da oynadılar. Küresel taşeron, maşa  FETÖ çetesi 15 Temmuz 2016’da gemiyi batırmak için, Başkomutanımızı öldürmek için düğmeye bastı. Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Bu hainler son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış bu vatan hainlerinin 15 Temmuz 2016 gecesi, haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük.  Bunlar için hedeflerine varmak  için her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne kul hakkı var, ne herhangi bir kutsalı var.

Mazlumun, mağdurun, muhacirin, ezilenin, haklının yanında olan Türkiye yalnız değildir. Mazlumlar, mağdurlar, muhacirler, ezilenler, ağzı dualı neneler, dedeler, bu necip millet, İslam alemi Türkiye’nin onu yönetenlerin yanındadır. Mazlumun, mağdurun, muhacirin yanında olan, Allah’la beraberdir. Allah’la beraber olan yalnız olur mu? Allah’la beraber olanları darbelerle yıkamazsınız.

Kainatın Efendisi, Efendimizi (sav)’de yalnız bırakmak istemişlerdi. Zulümler, ambargolar uygulamışlardı. Başarabildiler mi? Başaramadılar? Hatta Efendimizi (sav) öldürmek istediler. Efendimiz (sav) bunun üzerine Hz. Ebubekir’le birlikte, Cenâb-ı Hakk’tan gelen vahiy doğrultusunda Mekke’den Medine’ye hicret için gizlice yola çıkarlar. Sevr mağarasına sığınırlar. Onları takip eden müşrikler, Sevr Mağarası’nın önüne kadar gelirler. Peygamber Efendimiz (sav) ve Hz. Ebubekir (r.a) içeriden onların geldiğini görürler. Fakat müşrikler onları göremezler. Bu esnada Hz. Ebubekir telaşlanır, üzülür ve Efendimiz’e en ufak bir zarar gelmesinden korkar. Rasulullah Efendimiz de (sav) onu teskin etmek için:

Üzülme/Korkma! Allah (c.c) bizimle beraberdir. buyurur.

Ebu Cehil’in torunları bugünde boş durmuyorlar, kıyamete kadarda durmayacaklar. Hak batıl mücadelesi kıyamete kadar devam edecek. Kafirler, münafıklar, fitneciler görevlerini yapacaklar. Münafıklar, fitneciler 15 Temmuz 2016 ‘da  kırk yıldır kullandığınız, bu aziz milleti kullanamadınız. Bu millet size alet olmadı. Millet sizin ne olduğunuzu anladı. Her şey deşifre olmuştur, her şey gözler önündedir. Daha bundan büyük hainlik olamaz. Vatan hainliği…Hz. Ali (ra) efendimiz ne diyor, ‘Her şeyi affedin ama vatanınıza ihanet edeni asla affetmeyin.’

Tükürün milleti alçakça vuran Darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!  (Mehmet Akif Ersoy)

Mehmet Abidin Kartal

Dahilde Silah Kullanılmaz…

Taif şehirde taşlanma olayından sonra Peygamber Efendimiz (sav) bunca cefa ve kötülüklerden sonra yine kafirlere karşı şefkati elden bırakmamıştı. Cebrail, iki tarafındaki dağları kaldırıp Taif’i üzerilerine yıkmayı teklif etmiş, Resulullah (sav); Hayır, onların böyle helak olmalarını istemem. Belki onların neslinden Allah’a iman eden bir kavim çıkar,” buyurmuşlardır.

Bediüzzaman, zulmün en şiddetlisine maruz kaldığında dahi asayiş aleyhinde hareket etmedi Emirdağ sürgünündeyken yakın talebelerinden Hüsrev Altınbaşak, Üstad’ının zehirlenmiş, ihanetin en ağırına uğramış, ateşler içinde yanan vücuduna bakarak, “Ne olur Üstadım, bir günlüğüne Bediüzzamanlığını bana ver. Bunu sana yapanlara kahr ile beddua edeyim de cezalarını bulsunlar!” diye yalvarmıştı.

Yolu Kur’an ve sünnet olan, Kur’anı ve sünneti asrımızın idrakine sunan Bediüzzaman en ağır işkenceler, zulümler altında dahi menfî duygulara, olumsuz hislere mağlup olmamış, “Biz yıkmak için değil, yapmak için geldik” demiştir.

Bediüzzaman hedefine varmak için  plan yapmadı, kimseye pusu kuracak organizasyonları düşünmedi; kuvvetle meydana atılmanın, intikam almanın, hesap sormanın derdine düşmedi. Hayatı hapishanelerde geçti. Hapishaneleri Medrese-yi Yusuf iye yaptı, Eskişehir’de Otuzuncu Lem’a’yı, Denizli’de Meyve Risalesi’ni, Afyon’da El-Hüccetü’z-Zehra Risalesi’ni telif etti ki bu risaleler baştan sona imandır, Allah’ın varlığını, birliğini anlatan iman hakikatlerinin izahtır. “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur” (Divân-ı Harb-i Örfî) onun yol işaretleriydi…

Şeyh Said’ten 1925’in Ocak ayında  Bediüzzaman’a bir mektup gelir “Efendim, sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekatımıza katılır, yardım ederseniz, kazanırız.” Said Nursi’nin, bu mektuba cevabı ise tarihi nitelikteydi.. Bu cevap  bugünlere kadar uzanan bir mektuptur. Bu mektup, 15 Temmuz 2016 da bu milletin silahıyla, tankıyla, topuyla uçağıyla sivil halkı, polisleri, kendilerine karşı gelen askerleri öldüren, bu ülkenin Başkomutanını, başbakanını, milletvekillerini öldürmek için düzenlenen, hain darbeyi yapanlara tokat gibi bir cevap niteliğindedir.

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşat etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

1952 yılında Eşref Edip’in  Beiüzzaman’la  yaptığı röportajı okuduğumuzda:

Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler! “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslamiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulüm karlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helal olsun. Onlara beddua bile etmiyorum…. ”

Bir gemide dokuz masum, bir cani ile bulunduğunuzu düşününüz. Caniyi cezalandırmak için gemiyi batırmaya çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bizzat anlarsınız. Hatta bunun tam tersi, “bir tek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz” der Bediüzzaman

Türkiye, dalgalarla boğuşan ve sadece dalgalarla boğuşmakla kalmayıp düşman gemiler tarafından da taciz edilen bir gemi… Ve geminin içinde, “Benim dediğim olmazsa batsın bu gemi!” diye isyan eden ve sağdan soldan delikler açan hain gruplar tayfası… Duyguları akıllarının önüne geçmiş, robotlaşmışlar, gemiyi batırmaya çalışıyorlar, farkında değiller; o gemi batarsa kendileri de batacak…Bu hain gruplardan birisi, Küresel taşeron, maşa  FETÖ çetesi 15 Temmuz 2016’da gemiyi batırmak için düğmeye bastı.

Bunlar  kırk yılı aşkın bir zamandır bu ülkenin maddi ve özellikle manevi değerlerini istismar ettiler, yakalananlar itiraf etmeye başladılar, bu milletin değerlerini kendilerine maske yaparak neler yaptıklarını, devlet kadrolarını nasıl ele geçirdiklerini,  soruları nasıl çaldıklarını, milletin saf temiz dini duygularını, Kur’anı, sünneti, Risale-i Nurları ustaca,  sinsice kullanan,  bu yolla büyük bir güç ve varlığa kavuşan ihanet çetesi FETÖ,  bu ülkenin varlıklarına bütünüyle sahip olmak için 15 Temmuz 2016’da çok alçak bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Şişen irin patlamıştır. Pisliği her tarafa yayılmıştır. Dahilde silah kullanılmıştır. Bizim inancımız dahilde silah kullanılmaz diyordu…

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Bu hainler son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış insanların tavanının 15 Temmuz 2016 gecesi, haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük. Her gün ortaya çıkan haberlerle bunlara şahit oluyoruz. Bunların Amerika’da okula girerek çocukları tarayan, öldüren katillerden farkı yok. Bunlar için hedeflerine varmak  için her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne herhangi bir kutsalı var.

Halbuki, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz…” diyordu, asrın manevi doktoru.

Dahilde silah kullandınız da ne oldu? Karşınıza, kefenini giymiş bir başkomutan ve kefenini giymiş bir milleti buldunuz. Bunu beklemiyordunuz. Kırk yıldır kullandığınız, bu aziz milleti kullanamadınız. Bu millet size alet olmadı. Millet sizin ne olduğunuzu anladı. Her şey deşifre olmuştur, her şey gözler önündedir. Daha bundan büyük hainlik olamaz.  Hala, neyin doğru neyin yanlış olduğu belli değil diyemeyiz. Meclis bombalanıyor, ülkenin cumhurbaşkanı öldürülmek isteniyor, milletin aldığı silahlarla millet öldürülüyor. Doğru yanlış bu kadar net olmamıştı. Gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar, dilleri var hakkı hakikati konuşamazlar çünkü onlar gözleri kapalı olarak gündüz dolaşırlar, ilahi mesajını unutmayalım. Bir tarafta küresel ihanet şebekelerinin taşeronu, maşası FETÖ, diğer tarafta vatanı için, namusu için, imanı için bedenini silaha, tanka siper eden aziz millet. Tabanda ve ortada hizmet ediyorum diyenler, vicdanınızı dinleyin, uyanmaktan korkmayın, yaşananlar rüya değil, uyanın, kapının önünde beş parasız kalırız demeyin. Parasız pulsuz, arkadaşsız yurtsuz kalalım ama Allah’ın rahmetinden mahrum kalmayalım deyin. Bu hainliğe, zulüma ortak olmayın. Tövbe kapısı açıktır…

Zalimlerden korkmayın. Benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamamlayım ve doğru yolu bulasınız. (Bakara Suresi, 150)

Allah istemeden bir yaprak bile sallanmadığına iman eden ve bu imanın neticesi olarak zalimlerden değil sadece Allah’tan korkan bir milleti hiçbir şey korkutamaz, hiçbir güç yenemez. Bu aziz millet “Vatan sevgisi, imandandır. ” Hadisi Şerifinin kalbine yazmıştır. Asker ocağına Peygamber ocağı demiştir. Konu vatan olduğunda her zaman canını feda etmekten çekinmemiştir. Bu millet, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır, şuurundadır. 15 Temmuz 2016 gecesindeki dik duruşuyla bunu bütün dünya ya göstermiştir. Dik duruşunu Başkomutanının emrine kadar meydanlarda devam ettirmektedir. Millet dik duruşuyla Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz.’ Demektedir.

Bu milletin mayası Kur’an ve  Sünnet-i seniyye ile yoğrulmuştur. Bu konuda bize düşen hakkıyla mü’min olmaktır. Allah’a hamd olsun ki, bu manayı çok iyi kavramış ve hayatına aksettiren bir Cumhurbaşkanı bu millete, Cenab-ı Allah tarafından ihsan edilmiştir. O,  milletin adamı, milli irade ve ümmetin dik duruşunun umududur.

 “Ey iman edenler, sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Kesinlikle Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara, 153)

Sabırla, namazla Rabbimizden yardım isteyeceğiz. Sabırla zalimlere ve hainlere karşı dik duracağız.  Ancak namazla Allah’ın huzurunda eğileceğiz. Namazla nasıl bir Allah’a dayandığımızın şuuruna vararak, her zaman zalimlere, hainlere karşı dik durarak gerekirse şahadet şerbetini içeceğiz.

Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı, gündüzü vardır. Her gelecek şey yakındır. Bazen çok büyük şerlerde çok büyük hayırlar saklıdır. İnşallah yaşadığımız bu şerde, ülkemizin ve İslam aleminin baharları saklıdır.

Mehmet Abidin Kartal

İslam Dünyasını geri Bırakan Sebepler ve Ekonomik Kalkınmasının Şifreleri

Tarihin akışı içinde benzerine rastlanmayan, Asr-ı Saadet olarak isimlendirilen ve insanlığa bu dünya da yaşayabileceği en mükemmel, refah dönemi yaşatan, Çin Seddinden Avrupa’nın ortalarına kadar üç kıtaya hükmeden ve asırlarca coğrafyasında yaşayan farklı etnik, din ve kültüre sahip, insanlara barış, huzur ve mutluluk getiren İslâm dininin mensupları olan Müslümanlar ve İslâm Dünyası, neden, sürekli savaş ve kaosla çalkalanan bir bölge haline gelmiştir. Neden geri kaldık ve İslâm Dünyasını geri bırakan sebepler nelerdir?

Tarihi süreçte gerileme dönemine girmeden önce, Batı’nın henüz ilerlemeye başladığı on üçüncü yüzyılda İslam dünyasında bilim ve ekonomik kalkınma, refah düzeyi doruk noktasını geçmiştir. Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken, Müslümanlar yüksek bir ekonomik ve sosyal medeniyet düzeyine sahiptiler. On dört asır önce İslam’ın, insan hayatının iman, bilim, ekonomik, teknik, sosyal, psikolojik, bütün yönlerinin bütünleşmesini içerecek tarzda meydana getirdiği yapı, sadece teoride kalmamış, İslam medeniyetinin altın çağları yaşanmıştır. Asr-ı saadet devri, Endülüs Emevi medeniyeti, Ortaçağ, Selçuklular, Osmanlılar bu altın çağlara bir örnektir. İslam medeniyetinin altın çağlarını yaşadığı dönemlerde, Müslümanlar aynı zamanda ekonomide de dünya lideri olmuş, özellikle ticarette büyük başarılar kazanmışlardır. Ancak bu zenginleşme, bugünkü beşeri sistemlerde olduğu gibi  bir grup zenginin elinde kalmamış, zekatın  bir kurum olarak devletin gözetiminde uygulanmasıyla sosyal ve ekonomik adaletin sağlanması gerçekleştirmiştir. Fakirlik toplumun gündeminden çıkmıştır. Faizsiz ekonomi, zekat, İslam medeniyetinin sosyal yardımlaşma kurumları olan vakıflar, külliyeler, aş evleri, kervansaraylar, halka açık hamamlar, kütüphaneler; İslam’da refahın ve kültürün sadece bir zümrenin elinde kalmadığını, tüm topluma yayıldığını göstermiştir.  Bu yüzden, İslam’ın gelişmeyi engellediği, geciktirdiği iddiası realiteyle aykırıdır.İslam’ın inanç sistemini, toplum hayatına getirdiği kurum ve kuralları incelediğimizde herhangi bir sistemle karşılaştırıldığında, İslami değerlerin, kuralların ekonomik ve sosyal gelişmeyi daha destekleyici olduğunu söylenebiliriz.

On altıncı yüzyılın ortalarında Viyana önlerine kadar genişleyebilen İslam dünyası, birçok iç ve dış unsurla birlikte gerileme sürecine girmiştir. Buna karşılık Batı, başta İslam dünyası olmak üzere dünyanın diğer coğrafyalarına üstünlük kurmaya başlamıştır. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, Türkiye ve İran’ın dışında, İslam coğrafyasının önemli bir kısmı ya Batı’nın ya da Ruslar’ın sömürgesi haline gelmiştir.

İslam dünyasını maddi alanda geri bırakan altı hastalık

İslam dünyasının gerileme sürecine girmesi olan on altıncı yüzyılın ortalarından itibaren, insanlığın İslamsız yolculuğu başladı. Yıllar, yüzyıllar geçti, kalpler imandan, İslam’dan uzak. Bu uzaklık, İslamiyet’in adalet, paylaşma, sevgi, şefkat anlayışının ve uygulamasının aksine, en üstte benim altta kalanın canı çıksın diyen,  beşeri sistemleri ekonomide, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülüklerini, modern yamyamlıklarını, zulümlerini de arttırdı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdiler. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ekmeği çaldılar. Barışa darbe yaptılar. Bugün dünyada yaşanan olaylar, savaşlar bunlardan ibarettir. Sonuç, insanlar huzursuz, toplumlar huzursuz.

Dünya küreselleşmeyi konuşuyor. Yani dünyanın ulaşım ve iletişim açısından bir köy kadar küçüldüğü bir ortam… Paranın ve gücün, haksızın, adaletsizin, merhametsizin eline geçtiği bir ortam…Bu ortamda müthiş savaş gücü olan, küreselleşmeye paralel  bir imha gücüne erişen insan…Teknolojiyi kötüye kullanma sayesinde, insanları, hayvanları, bitkileri önüne gelen her şeyi öldüren insan… Ateşle yemek pişirmesi gerekirken, dünyayı yangın meydanına çeviren insan…İnsan kıyamet bombasını kucağında taşıyor. Bir yandan alkolle, bir yandan uyuşturucu ile, bir yandan şiddetle, savaşla, bir yandan cinsel çürüyüşle kıyamete doğru yol alan insan…Ahir zamanda, dalalet asrının merkezinde bir merkez hükmünde insan… Asır yeniden keşfediyor insanı… Bunca akan kan, zulüm, tecavüzler, sapıklıklar  insan eliyle. Patlayan bombalar gücünü insanın esfel-i safilin tarafından alıyor. Bunca gözyaşı, şeytanın secde etmediği insanın şeytana secde etmesinden kaynaklanıyor.

İnsanlığın İslam’dan uzaklaşması onlara adaletsiz, sömürüye dayalı bir ekonomik refahı getirmişti, fakat huzuru getirememişti. Beşeriyete adaletli ekonomik refah ve huzur hakim olabilmesi için, İslam medeniyetinin  tekrar yaşanır hale getirilmesi elzemdir. Önce İslam dünyasının ekonomik, teknolojik ve sosyal olarak geri kalış sebeplerinin tahlil edilmesi gerekir. Bu konuda yaşanan olayları dikkate aldığımızda, Bediüzzaman’ın tespitleri ve çözüm önerilerinin önem arz ettiğini görmekteyiz.

Bediüzzaman Hütbe-i Şamiye adlı eserinde, Müslümanların psikolojisini ve İslam aleminin sosyal ve ekonomik  hayatını gözlemleyerek, İslam dünyasının ekonomik, teknolojik ve sosyal olarak geri kalış sebeplerini temel altı hastalıktan kaynaklandığını teşhis eder. Hastalıkların reçetesini de yazar. İşte bu hastalıklar.

  1. a) Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup durulması,
  2. b) Sıdkın, doğruluğun sosyal ve siyasî hayatta ölmesi,
  3. c) Adavete muhabbet (düşmanlığın topluma yerleşmesi) ,
  4. d) Müslümanları birbirine bağlayan manevî bağları bilmemek,
  5. e) İstibdat arzularının gerçekleşmesine çalışmak,
  6. f) “Menfaat-i şahsiyesine himmetini hasretmek.”[1]

Bediüzzaman bu sebepleri, İslâm âlemini kurun-u vustada, yani Ortaçağ şartları içinde bırakan amiller olarak görmekte ve terk edilmesi gerekli sıfatlar olarak işaret etmektedir. [2]

Bediüzzaman yukarıda ifade ettiği kalkınmaya engel hastalıklara karşı, şu reçeteyi yazmaktadır:

  1. a) Emel (ümit),
  2. b) Ye’sin öldürülmesi,
  3. c) Sıdk (doğruluk),
  4. d) Muhabbete muhabbet, husumete husumet,
  5. e) Himmeti millet olmak,
  6. f) Meşveret-i Şeriye.[3]

Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde bu kelimeleri uzun uzun tahlil eder; “Niçin geri kaldık, nasıl tekrar kalkınırız?” sorularına doyurucu cevaplar verir.

Münazarat isimli eserinde de, insanın davranış ve yaşayışına tesir eden bazı sebeplere temas etmekte ve bunları zindan-ı atalet, yani geri kalmışlığın bir sebebi şeklinde ifade edilebilir sıfatlar olarak şöyle nazara vermektedir:

  1. a) Ümitsizliğe kapılmak,
  2. b) Meylü’t-tefevvuk (kendini üstün görme hastalığı),
  3. c) Acelecilik,
  4. d) Fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî (kişisel düşünme ve kendinden başkasını düşünmeme hastalığı),
  5. e) Başkasının tembelliğini kendine mazeret göstermek,
  6. f) İşi birbirine bırakma alışkanlığı,
  7. g) Rahatını düşünme arzusu,
  8. h) Kendi mesuliyetini aşıp, Allah’ın vazifesine karışmak. [4]

Ferdin özel hayatındaki alışkanlık ve sıfatlardan ileri gelen bu şartların ortadan kaldırılması, kalkınmanın en mühim bir safhasını teşkil eder. Böylece fert, toplum hayatına her yönden faydalı bir unsur olarak katılmak durumuna gelecektir. Bu sebeple, yukarıdaki şartların hangi görüş ve ölçülerle ıslah edilebileceği hususunu tespit etmek gerekir. Bu yolda şu ölçüler nazara verilmektedir.

  1. a) Emel:

Ümitsizlikten kurtulmak için emele sarılmak gerekir. Çünkü, ümitsizlik temiz ahlâkı öldürür, maneviyatı kırar, nemelâzımcılık duygusunu geliştirir. Bu sebeple, Müslümanlara dört yüz yıl esaret hayatı yaşatan ümitsizlikten kurtulmak için emele sarılmak ve şevk dolu duygularla istikbale hazırlanma arzusuna sahip olmak gerekir. Çünkü, ümitsizlik, yeis “mâni-i herkemaldir.”[5] Yani, her türlü ilerleme ve mükemmelliğin engelidir.

  1. b) Menfî rekabetin kaldırılması:

Meylü’t-tefevvuk, yani ferdin üstün olma arzusunun ortaya çıkardığı kıskançlık ve zararlı rekabet hissi, kalkınmanın ve yapıcı teşebbüsün mühim engellerinden birisi durumundadır. Hâlbuki, bu durumda, herkesin, Allah’a olan imanın telkin ettiği bir fedakârlık ve gayret içinde olması asıldır. Gerçek bir iman, hırsa girmeden, hakkına razı olma sınırında kalmayı netice vermelidir.

  1. c) Çalışmada merhalelere riayet etme ve sabırlı olma ihtiyacı:

Toplum içinde gerekli vazifenin ifası için uyulması icap eden psikolojik şartlardan biri de, işin icabına ve çalışma hiyerarşisine riayet edilmesidir. Aksi takdirde gösterilecek acelecilik, insanı neticeye götürmediği gibi, alınan menfî sonuçlar gayret ve himmet duygusunu da söndürmeye sebep teşkil eder. Bu bakımdan, zamana bağlı neticelerin alınması için aceleci olmamak ve sabırla çalışmak gerekmektedir.

  1. d) Kollektif çalışma şuuru:

Her fert, toplum içinde sosyal yaşama şuurunu muhafaza etmeli ve böylece kollektif çalışmaya zemin hazırlayarak, büyük teşebbüslere girmek imkânı doğmalıdır. Toplum için zararlı neticeleri bulunan fikr-i infiradî, yani zararlı ferdiyetçiliğe taraftar olunmamalıdır. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadisindeki manaya uygun yaşanmalıdır. Bu konuda başkasının tembelliğine bakarak, manasız bir tevekkül ile, himmet hissi köreltilmemelidir. Toplumun meselelerini müşterek bir gayretle ele almalı ve kollektif çalışma şuurunu her şeyin üzerinde tutmalıdır.

  1. e) Haveleciliğin terk edilmesi:

Ferdin, toplum hayatında sorumluluğunu yerine getirirken kendisine güvenmesi ve acizlik göstermemesi lâzımdır. İnsanın kendisine güvensizliğinin neticesi olan havalecilik, toplum hayatının en büyük yaralarından birisidir. Bu durumda, fert vazifesini yapamaz hale düşmektedir. İşi birbirine bırakmak şeklindeki tembelce bir havalecilik, ferdin çalışma şuurunu zedeler ve şevkini kırar, onu âtıl hale getirir. Bu durumda, başkasının hatası ve yanlış hareket tarzına itibar edilmemelidir. Yapılması gereken işi bizzat tamamlamaya çalışmalıdır.

  1. f) Rahat meylini terk etmek:

Toplumun fakirlik ve sefaleti ile sefahetini kaçınılmaz kılan unsurlardan birisi de, “meylü’r-rahattır.” Çünkü, rahat yaşama arzusu çalışma şevkini kırar, işsizliğe yol açar, işsizliğin getirdiği tembellik sefalet ve fakirliği netice verir. Bediüzzaman, pek çok kötülüğün, sefahetin, sıkıntının temelinde ataleti yani işsiz ve boş durmayı görür. Ona göre, ataletten hâsıl olan sıkıntı insanı sefahete atar. Sefahet ise medeniyetleri yıkıma götüren ana amillerden biridir.

Rahat yaşama arzusu fikrinin karşısına, Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldir” şeklindeki bir görüşle çıkmak gerekir. Yani, yaratılışı bakımından hareketli ve heyecanlı bir mizaç üzerinde olan insanın gerçek rahatı, çalışmada ve emeğini meşru yollardan değerlendirme mücadelesinde bulur.

  1. g) Doğruluk:

İmanın gereği doğruluktur. Kâfir ve münafıkların vasfı olan yalanın her çeşidi İslâmiyette reddedilmiştir. Allah’ın Adil ismi nasıl zulmü yasaklıyorsa, Hak ismi de yalanı şiddetle yasaklar, doğruluğu emreder. “Sıdk (doğruluk), İslâmiyet’in üssülesasıdır ve ulvi seciyelerin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyenin mizacıdır.”

Kalkınma problemi içinde ele alınması gereken psikolojik hususlardan birisi de doğruluk ve doğru olma ihtiyacıdır. “Kalkınmayı temin için bize önce lâzım olan nedir?” diye sorulan suale, Bediüzzaman, “Doğruluk” diye cevap verir.

“Daha” denince, “Yalan söylememek” der.

“Sonra” denince sayar:

 “Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.”

Soru sahibi ısrar eder: “Yalnız?” (Sıdk mı?)

Bediüzzaman, “Evet” der.

Soru sahibi, “Neden?” deyince, açıklar:

“Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanütün devamıyladır.”[6]

Bediüzzaman’a göre toplum hayatında şiddetli bir ihtiyaç olan doğruluk, “İslâmiyetin üssü’l-esasıdır (temel prensibidir). Ve ulvî seciyelerin, rabıtasıdır. Ve hissiyat-ı ulviyenin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizde (sosyal hayatımızda) hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı (doğruluğu) içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.” [7] Çünkü, “Necat (kurtuluş) yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vüska (sağlam tutulacak İslâmiyet) sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanılacak zincir doğruluktur.”[8]

Her yönden kalkınmaya niyetli bir toplumun fertlerinde bulunması gereken manevî mahiyetteki bu esaslar, İslâm’ın ahlâkî değerler bütünlüğünün özünü teşkil etmektedir. Bu bakımdan, toplum kalkınmasını İslâm’ın manevî dinamizm kaynağı olan esaslarından ayrı düşünmek mümkün değildir. Maddeten tatmin içinde bulunan bir insanı, ruhen hasta ve bedbaht halde bırakan bir anlayış, kalkınmak isteyen bir toplumun ölçüsü olamaz. İnsanı madde ve maneviyatıyla kuşatan bir dünya görüşü, toplum kalkınmasının ve insan mutluluğunun son teminat kaynağıdır. Böyle bir hayat görüşü, en mükemmel haliyle İslâm’ın bünyesinde mevcuttur. Fert ve toplum olarak İslam alemi İslam’dan uzaklaştığı içindir ki, geriledik, kukla diktatörler ülkelerin başına geçti. “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler. ”[9]

İslam Ülkelerinin İmkanları ve Demokrasi

 

İslam ülkelerin bir kısmı “bayraklı kabileler”dir. Batılı emperyalist devletlerin güdümündeki hanedanlarca yönetilmekte ve efendileri tarafından korunmaktadırlar. Bir kısmı askerî diktatörlüklerdir. Bunlar da çoğunlukla Batılılarca desteklenmektedir. Hâlbuki İslâm’ın idare şeklinde diktatörlük, krallık, halkın isteklerine göz kapayan idare şekli yoktur. Gerçek anlamda hürriyet ve cumhurî idare İslâm’dadır. İslâm adalet, hürriyet, hukukun üstünlüğü, meşveret, seçim gibi prensipleri va’z etmiştir. Demokrasi şer’i prensiplere dayandırılmak suretiyle, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslâmiyet’in bahtını ve Asya’nın talihini” açacaktır. Bunun için demokrasinin moral değerlerle terbiye edilmesi gerekiyor. Müslüman toplumlar dışa kapalılıktan kurtuldukları ölçüde haklarının farkına varıyorlar. Şu anda farklı boyutlarda da olsa, İslâm ülkelerinin idarecisi durumunda olan kimseler, bazı sosyal taleplerle karşı karşıya bulunuyorlar. Toplumların siyasî, ekonomik ve sosyal taleplerinin artması, bu ülkelerin idarelerinin demokratikleşmesine ve Müslüman toplumların sosyal karakterlerinin güçlenmesine sebep olacaktır. Bu ülkelerde demokratik talepler arttıkça Batının ikiyüzlülük ve çifte standart alanı da daralacaktır. Bu gün başta Suriye, Irak’ ta yaşanan kargaşa, kaos, savaş bizleri ümitsizliğe sevk etmesin. Olaylara ve yaşananlara “Ola ki sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz (Bakara 216)” ayet-i kerimesinin rehberliğinde bakalım.

İslâm dünyası zengindir. Dünya petrol için İslâm dünyasına her zaman muhtaçtır. İslâm ülkelerinin hepsi aynı yapıda olmayıp, çok farklı bir oluşum içindedir. Zenginlik, resmî ve ekonomik yapı bakımından farklılıklar çoktur. Bazılarının sermayesi bol, bazıları teknolojik gelişme, bazılarının işgücü, bazılarının yeraltı kaynakları zengin gibi farklılıklar arz etmektedirler. Bütün bunlar arasında bir insicam ve işbirliği yapılırsa büyük imkânlar doğar. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Maddeten İslâmiyet’in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbalde hükmedecek”[10] gerçeği tahakkuk eder.

Kalıcı bir kalkınma için tespitler

Bediüzzaman  kalıcı bir kalkınma için,”Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Der. Buradaki cehalet, hem din hem fenne bakar. Buna karşı, marifet ve ilim silahı ile karşılık vereceğiz. Cehalet, eğitim ve irfan ile yok edilmedikçe, bu topraklarda gerçek kalkınmayı, huzuru yakalamak mümkün olamayacaktır. İhtilaf, ittifakın zıddıdır. Aslında tüm Müslümanları birbirine sımsıkı bağlayacak nurani bağlar dinimizde var iken bunların bilinmemesi veya bilenlerce de uygulanmaması sebebiyle, İslam alemi birbirine yabancı hatta bazen düşman hale gelmiştir. Bu nedenle, İslam dinindeki kardeşlik bağlarını artırıcı unsurları aramızda yaymak ve kuvvetli bağlar kurmalıyız. Sanattan kastın sanayi ve teknoloji olduğu anlaşılıyor. Keza eskilerin zanaat dedikleri belli bir alanda usta olmak da buna dahil edilebilir. zaruret ve fakirliği de sanat silahı ile mağlup edeceğiz.

Bediüzzaman, İslam toplumlarının birbirlerini anlayabilmeleri ve ekonomik, sosyal ilişkiler kurarak topyekun kalkınabilmeleri için İttihad-ı İslam’a kültürel zemin oluşturmak maksadıyla Medresetüzzehra adını verdiği bir eğitim projesi önermiştir. Toplumsal barışın ve refahın sağlanabilmesi için de zekatın hayata geçirilerek, faizin yasaklanması üzerine tahşidat yapmış, bu yolla toplumsal tabakalar arasındaki farkın azalarak karşılıklı muhabbetin gelişeceğini belirtmiştir.

Avrupa Zalimleri, Asya Münafıkları

“Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor. ”[11]

İslam aleminin geri kalmasının sebeplerinden biriside, Avrupa kafir zalimleri ve Asya münafıklarıdır. Bu zalimler ve münafıklar, Türkiye’nin, İslam aleminin güçlenmesini, kalkınmasını istemezler. Türkiye’nin son on yılı aşkın sürede gösterdiği ekonomik ve sosyal gelişmeler, münafıkları ve zalimleri rahatsız etmektedir. Türkiye’de ve İslam aleminde meydana getirilen karışıklıkların, savaşların hedefi bu gelişmelerin önünü kesmek, İslam ülkelerinin Türkiye’nin liderliğinde, ekonomik ve sosyal kalkınmalarını engellemektir. Ama nafile… Türkiye’deki gelişmeler İttihad-ı İslam için ümit veriyor.Bunu görmemezlikten gelemeyiz. İslam dünyasının on yıl sonra nerede, hangi konumda olacağını kim bilebilir. Ülkemizdeki, İslam dünyasındaki olumsuzluklar, savaşlar, terör olayları bizi ümitsizliğe sevk etmesin. Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı, gündüzü vardır. Her gelecek şey yakındır.

İslâm dünyasının Avrupa ve ABD ölçüsünde kalkmamakla birlikte, belli bir tecrübe birikimi kazanması, âdeta patlamaya hazır bir atom çekirdeği haline gelmesi demektir. İnsan potansiyeli açısından bakir bir gücün İslâm kardeşliği çerçevesinde, belli bir tecrübe birikimiyle, İslâm birliği şeklinde organize olduğu gün, dengeler alt üst olur. Bugün Türkiye ve dünyada yaşanan terör olaylarının, savaşların, başka hain planların tek amacı, Türkiye’nin liderliğindeki İslam birliğini engellemektir. İçeride ve dışarıda hainle niçin bu aziz milletin seçtiği Cumhurbaşkanına saldırıyorlar. Çünkü o milli irade ve ümmetin dik duruşunun omuzları ve umududur. Saldırılar boşuna. Kader inşallah hükmünü milletin ve ümmetin lehine icra edecektir. Ümitvar olalım.

İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladston’un: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.” sözüne “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.” Diyen Bediüzzaman’ı dinleyelim.

 

“Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacaktır.”

Mehmet Abidin Kartal

[1] -Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı C. 2, Hutbe-i Şamiye, Nesil Yayınları. İstanbul 1996, s. 1961

[2] – a.g.e. s. 1961

[3] – a.g.e. s. 1961-1971

[4] – a.g.e, Münazarat, s. 1958

[5] – a.g.e. Divan-ı Harbi Örfi, s. 1930

[6] – a.g.e. Münazarat, s. 1951

[7] – a.g.e. Hutbe-i Şamiye, s. 1967

[8] – a.g.e. s. 1967

[9] – a.g.e. Hutbe-i Şamiye, s. 1962

[10] –  a.g.e. Hutbe-i Şamiye, s. 1962

[11] – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı C. 1, Lem’alar, Nesil Yayınları. İstanbul 1996, s. 647