Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Öğretmen

Mehmet Abidin Kartal

Türkiye’de her yıl 24 Kasım, Öğretmenler Günü olarak kutlanır. Bu, 1981 yılında başlamış bir uygulamadır.

Öğretmen, eski ismiyle muallim, bize bilmediğimizi öğreten, bilmenin yollarını gösterendir. Muallim, talim ettirendir ve talim, insanın bir meseleyi yani bilgiyi yaşayarak öğrenmesi anlamına gelir. Öğretmen, ustadır, kılavuzdur, doğru yolu gösterendir. Çırak için usta, derviş için mürşit kim ise, öğrenci için de öğretmen odur.  Öğrencilerin kendilerine model olarak öğretmenlerini alması bundandır. Okul hayatını düşündüğümüzde bizi derinden etkilemiş,  davranışlarıyla hafızamızda iz bırakmış öğretmenler olduğunu hemen hatırlarız. Hele ilkokulda öğretmen çocuğun gözünde örnek alınacak üstün şahsiyettir. Onun söyledikleri doğru,  yaptıkları önemlidir. O,  anne ve babadan da önde gelir. Her şeyi bilendir, yanılmayandır. Çocuk artık anne ve babasına değil,  öğretmeninin söylediğine inanır. “Öğretmenin böyle dedi” diyerek anne ve babasına karşı çıkar.

Bu sebeple  çocuklara bilgi vermenin,  dersi sevdirip, okuma, çalışma alışkanlığı kazandırmanın yanı sıra, çocuğun tutum ve alışkanlıkları,  ilgi ve eğilimleri,  değer yargıları,  kısaca kişilik özellikleri kazanmasında öğretmenin rolü büyüktür.

Öğretmen sadece bilgi aktaran, beceri kazandıran değil,  aynı zamanda fazilet öğreten,  güzel ahlaka örnek olan kimsedir. Hatta onun fazilet yönü daha ağır basar.  Bu açıdan öğretmenlik mesleğine,  öğrenciye objektif bilgi ve öğretim metotları kadar,  ondan önce insani değerleri kazandırma mesleğidir diyebiliriz.

Eğitim ve öğretimde başarının en önemli unsuru, eğitim sanatının mimarı  öğretmendir. Klasik bir ifade ile hamur yoğrulan teknenin başında hep o vardır. Ustanın mahareti sanatına yansıyacağından eğitim ve öğretimde ustabaşı hükmünde olan öğretmenleri çağın  ihtiyacına göre milli ve manevi değerlerle yetiştirmeden bu alanda  girişilecek tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanacaktır.  Öğretim programları,  metot ve teknikler,  araç ve gereçler öğretimi geliştirmek için önemli olmakla birlikte,  öğretmen  canlı kişiliğiyle eyleme konulmadıkça bu alanda yapılan çalışmalar az, ya da hiçbir olumlu etki  göstermeden sonuçlanacaktır.

Öğrenme ve öğretmede, medeniyetlerin ilerlemesi ve yükselmesinin en önemli aktörleri hep öğretmenler olmuştur.  Öğretmen, insan yetiştiren bir sanatkardır. Bu sanatın adı,  eğitim, davranışları değiştirme sanatı. Kişide olumlu, faydalı davranışların yerleşmesi, olumsuz davranışların sonlandırılması amacıyla sürdürülen sistematik bir program, insanı insan yapan bir süreçtir. İnsanın insan olabilmesi, onun beşikten mezara kadar bir eğitim sürecinden geçmesini zorunlu kılar. Bu sürecin en önemli öğesi öğretmendir. Öğretmen, kendisine emanet edilen çocukların “insan” olarak yetişebilmeleri için onları maddi ve manevi açıdan sevgiyle şekillendirir. Bu, öğretmenlerin, birer sanatkâr olduklarının bir göstergesidir. Öğretmen, yaratılanların en şereflisi olan insanı yetiştiren, gelişimine katkı sağlayan ve terbiye eden sanatkardır.

Hayatımızın her alanında bizlere, insanlığa örnek olan Sevgili Peygamberimiz (sav), aynı zamanda beşeriyetin öğretmenidir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip size bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.”(Bakara-151)

Öğretmenlerimizin önlerinde çok muazzam bir model vardır. En güzel, en mükemmel öğretmen Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dır. Kendisinin bir muallim olduğunu Sevgili Peygamberimiz (sav) şu sözü ile ifade eder: “Ben ancak öğretici olarak gönderildim.”  

Konumumuz ne olursa olsun hepimiz birer eğitimciyiz, öğretmeniz aslında. Hepimiz ya öğretici ya da öğrenci konumundayız. Bizleri bu anlamda daima dinamik tutan “Yaradan Rabbinin adıyla oku” ve “Sakın cahillerden olma” gibi ayeti kerimeler ile, en güzel öğretmen, Peygamberimiz’in (sav)“İlim öğrenmek, kadın-erkek her Müslüman’a farzdır” ve “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen ya da bunları seven ol. Beşincisi olan cahillerden olma, helak olursun” gibi hadisi şeriflerdir.

Girdiği mescitte biri Kur’ân okuyup Allah’a dua eden, diğeri ilim öğrenen ve öğreten iki ayrı topluluk görünce her iki grubun da hayır üzere olduğunu, ama birinin diğerinden daha üstün bir iş yaptığını buyuruyor ve ilave ediyor Sevgili Peygamberimiz (sav): “Şunlar, Allah’a dua ediyorlar, O’na yöneliyorlar. Allah dilerse istediklerini onlara lütfeder. Fakat şu ikinci topluluğa gelince; onlar ilim öğreniyorlar ve bilmeyene o konuda bilgi veriyorlar. Ben de zaten bir öğretmen olarak gönderildim.” Ardından gönderiliş amacını iyice açıklamak ister gibi ilimle meşgul olan halkaya katılıyor Efendimiz.( İbn Mace, I/83, el-Mukaddime, Babu Fadli’l-Ulemâi ve’l-hassi alâ talebi’l-ilim.)

Ne diyor, Hazreti Ali Efendimiz, “bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Ama o harf mana-yı ismi ile değil, mana-yı harfi ile olursa… Yani bize a’yı, b’yi öğretenler, a’nın bir harf olduğunu, bir harfin kendisini ancak bir harf kadar gösterebileceğini ders verdikten sonra, eğer o harfi yazan yani ortaya koyan yazarından, sanatkârından söz etmezlerse olmaz. İşte ideal öğretmen, aranan öğretmen kainata, olaylara mana-yı harfi ile bakan,  mesleğinin hakkını veren öğretmendir.

Mana-yı harfi: Mahlukata ve bütün kainata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile bakmaktır. Yani kendi başına bir mana ifade etmez; ancak başkasına işaret ederse anlam kazanır manasınadır. Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, Mucidi ve Sanatkarı olan Allah’a bakan yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkara ve mucide bakan yüzlerce yöne mana-yı harfi denilmiştir.

Çiçeği çiçek olarak değil, Allah’ın çiçeği olarak anlattıkları için… Harfi harf olarak değil, o harfi yazandan bahsettikleri için… Tabiatı, bitkileri, hayvanları, ağaçları, fiziği, kimyayı, edebiyatı, coğrafyayı, tarihi, ne varsa, her şeyi ama her şeyi Allah’ın (c.c.) yarattığını bilerek, hissederek ders veren öğretmenlere ihtiyacımız var.

Eğitimde mana-yı harfi anlayışını öğretmenler nasıl anlatacak?

 

 “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” Yani, demek ki, medeniyetin ürettiği fen ve teknolojinin aydınlatacağı merkez akıldır. Din ilimlerinin, manevi ilimlerin aydınlatacağı yer ise vicdandır. Dolayısıyla bu iki kanat birbiriyle çarpışan, çatışan değil, kaynaşan, bütünleşen bir sistemdir.

Bu iki yönlü insanı tek yönlü olarak eğitirsek ne olur?

Sadece aklını aydınlatacak olan fen ilimlerini verirsek veya sadece kalbini, vicdanını aydınlatacak olan din ilimleri ile eğitirsek o zaman ne olur?
 

Böyle bir durumda, yani din ile fen ilimleri ayrıldığı vakit, birinden taassup, diğerinden ise hile ve şüphe ortaya çıkar… Sadece fen ilimleri verilmesi halinde hile ve şüpheci bir anlayış, her şeye şüphe ile bakan, kimseye güvenmeyen, hileci ve her şeyi inkar eden mutsuz bir anlayışa sahip insan modeli ortaya çıkar. Kısacası her iki tarafta da yarı aydın insanlar oluşmuş olur. Sonuç, eğitim görmüş doktor, avukat, mühendis olmuş ama aynı zamanda terörist olmuş insanlarla karşılaşırız. Doğu – Güneydoğu’nun sokaklarında heba olan çocuklar tek kanatlı eğitimin  kurbanlarıdırlar. Sahte inkar tohumları eken öğretmenler  ve öğretiler yüzünden kan gölüne dönen ve anlamsız yaşayan dünyanın ve insanların imdadına, aklı ve vicdanı eğitecek, necisin, nereden gelip nereye gidiyorsun sorularına cevap verecek öğretmenler aranıyor.
Bediüzzaman  diyor ki: “Ben bu zamanda dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarıyla bakıyorum. Bir muallim çocuğa ne verirse, ne anlatırsa, çocuk onu mıknatıs gibi çeker. Menfi ise menfi, müspet ise müspet alır. Akşamleyin annesine, babasına hocasından dinlediklerini tekrarlar. Menfi ise menfi, müspet ise müspet. Ben bu zamanda mümkün olsa her muallime 10 altın verip ‘Kardeşim benim çocuğumu iyi yetiştir; Allah’ını, Peygamberini tanıttır’ diyeceğim.”
 

Yanına gelen muallimlere, “Bu zamanda terbiye ana babadan alınmış, muallimlere verilmiş. Muallimliğin ortası yoktur. Ya minare başındadır veya kuyu dibindedir. Ya esfel-i safilinde veya ala-yı iliyyindedir.” dermiş.

Okullarımızda önce aklın ve vicdanın eğitilmesi lazımdır. Eğitimde hedef insanın yetiştirilmesidir. Çünkü ekonomik ve sosyal faaliyetleri idare eden istikamet veren insandır. Verimliliğin arttırılması ve kalkınmanın gerçekleşmesinde çare ferttir. Ferdin eğitimi ve vasıflı hale getirilmesinde öğretmenlerin rolü inkar edilemez. Aklı ve vicdanı eğitecek öğretmenlere ihtiyaç var.Akıl ve vicdan eğitilmediği için üniversiteleri bitiren insanlar, doktor, avukat vs. oluyorlar ama terörist de oluyorlar. Doğu – Güneydoğu’nun sokaklarında gençler heba oluyorlar. Bundan dolayı, Bediüzzaman, eğitim politikasının bazı esaslara dayanması gerektiğine işaret etmektedir. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı, sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.” (Divan-ı Harbi Örfi)

Çözüm, insanları ala-yı iliyine çıkaracak öğretmenlere ihtiyaç var. Bunun için okul müfredatlarından, öğretmenlerin yetişmesine kadar köklü ve kalıcı reformların yapılması gerekiyor. Sağlıklı kişiliğe sahip, hayatın bütün alanlarında yetkinliğe ulaşmış insan potansiyelini elde etmek için bu elzemdir.

Öğrencilerine güzel bir gelecek hazırlama adına her türlü fedakârlığa katlanan, onların akıl ve vicdanını eğitecek, onların kalplerine sevgi ve şefkati ekecek öğretmenler aranıyor…Bilgi satan değil, minik yüreklere sevgi tohumu ekebilen; tebessümle onların en saf ve en taze duygularına tercüman olabilen ve lisanı hal ile onları geleceğe hazırlayacak şefkat kahramanı öğretmenler aranıyor…

 24 Kasım Öğretmenler günü vesilesiyle ebedi aleme göç etmiş olan 1. sınıf öğretmenim Sabit Şerifoğlu’nu rahmetle anıyorum. İlkokul 2. sınıftan 5. sınıfa kadar Hatay- Yayladağı- Yavuz Selim İlkokulunda öğretmenim olan Şerafettin Dertsiz’e sağlıklı, huzurlu bir hayat dilerken, en içten hürmetlerimi takdim ederim. Orta, Lise, Üniversite, Akademik hayatım boyunca öğretmenim olanlara saygılarımı ve hürmetlerimi sunuyorum…

 

Kapitalizmin İnsanlığa Hediyesi!…

Mehmet Abidin Kartal

İnsanlığın baş belası kapitalizmin getirdiği türevler var. Globalleşmesi, küreselleşmesi vesaire… Say sayabildiğin kadar. İnsan sağlığına dönük en anormal türev ise obezite. Kapitalizmin insanlığa hediyesi obezite, aşırı şişmanlık, insan sağlığını tehdit ediyor.

Obezite, çağımızın en ciddi tehlikelerinden biri. Şişmanlık yüzünden belki de insanlık tarihinde ilk defa bir sonraki jenerasyonun ortalama hayat beklentisi, bir önceki jenerasyondan daha az. Şişmanlık ve diyabet riskinin arttığı, diyetin ciddi bir endüstri haline geldiği, ama problemlerin de pek kolay çözülemediği bir dünyadayız.

  1. Yüzyılın en çılgın tezadı, bir yanda savaşlarda, Afrika ve Asya’da dünyanın birçok yerinde açlıktan ölenlerin olması; öteki yanda gelişmiş Batının refah ekonomilerinde en önemli sosyal sorunun obezite olması!

Aslında postmodern kapitalist tüketim toplumları doyumsuz. Ve bu doyumsuzluk her alanda kendini gösteriyor. Tatmin olma hissi ortadan kalkmış. Mutlu olamıyorlar, huzurlu olamıyorlar. Olanla iktifa etmeyip, hırsla saldırıyorlar.

Kapitalizmin insan sağlığına zararlı olduğu her geçen gün yeni bir örnekle ispatlanıyor. Kapitalizmin insan sağlığına zarar verdiği yönündeki delillerin temelinde, kapitalist sistemin “insan denen varlığı insan olarak görmeme”si yatıyor. İnsanı, insan yapan özelliklerinden soyutlayıp tüketici veya üretim faktörlerinden yalnızca biri gibi bir kategoriye indirgediğinizde, ahlaki değer yargılarınızı da yitiriveriyorsunuz.

Tütün ürünlerinin vücutta meydana getirdiği  tahribatı insanlık yeni yeni fark etmeye başladı. Sigaranın zararlarına karşı insanları bilinçlendirmek çok zorlu bir süreç olsa da, bu yolda epey mesafe alındı. Bu süreçte en büyük zorluğun sigara üreticisi karteller tarafından çıkarıldığını; bu kapitalist tröstlerin kendi kârlarını korumak uğruna insan hayatı gibi evrensel öneme sahip bir konuda bile pervasızca yalanlar söyleyebildiklerini gördük.

Modern insanın sağlığını ciddi şekilde tehdit eden yeni bir illet, Atlantik ötesinden kalktı, Avrupa’dan geçti ve epey bir süredir Türkiye’de de boy gösterir oldu: obezite.

Obezite ve obeziteyle mücadele konusunda internette sayısız kaynak var. Televizyon ve/veya bilgisayar başında saatlerce hareketsiz kalıp çok miktarda junk-food ve yağlı besin tüketilmesi obezitenin ana sebebi. Anlaşıldığı kadarıyla insan vücudu saatlerce hareketsiz kalıp lifsiz, ama yüksek oranda yağlı besinlerle doyurulmak için tasarlanmamış. Özellikle gençler ve çocuklar, bilgisayar ve televizyon başında çakılıp fast-food (McDonalds gibisi yok) ve junk-food (Hadi yiyin gari) ile karınlarını doyurdukça; yaşam alışkanlıkları bu şekilde biçimlendiği için çok erken yaşlardan itibaren ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşmaktalar.

Dünyadaki obez insan sayısı, dünyadaki aç insan sayısını geçti. Kapitalistlere bakacak olursanız sevinilecek bir haberdir bu. Açlık sorunu nihayet insanlığın gündeminden çıkmak üzere, hadi bunu alkışlayalım!

Oysa durum farklı. Kapitalizm, zenginleştikçe insanları doyuruyor, ama asla sağlıklı besleyemiyor. Geçenlerde televizyonda izlediğim bir haber dikkatimi çekti:

Obezite üzerine yapılan psiko-sosyal bir araştırma göstermiş ki, yakın çevresinde obez insan bulunan biri, artık kendi fazla kilolarını da umursamaz oluyor ve bunun normal ve zaten olması gereken bir durum olduğunu düşünmeye başlıyormuş. Bunun sonucu olarak da obezite sosyal etkileşim yoluyla da yayılmaktadır, deniyor. Biraz düşününce bu delilin doğru olduğunu siz de göreceksiniz.

İnsan gözü etrafında güzellikler görmek ister, orası tamam. Ama etrafımızda yeteri kadar kilolu insan görünce kendimizi artık kilolu hissetmiyoruz, iyi ve güzel hissediyoruz. Bir süredir zihnimde şekillenen bir fikre göre, obeziteye karşı (tıpkı sigaraya karşı verilen mücadele gibi) sosyal ve kitlesel bir mücadele, geniş çaplı bir bilgilendirme kampanyası hayata geçirilmeliydi.

Nasıl ki  uzun yıllar ve uzun mücadeleler sonucu, 18 yaşından küçük gençlere sigara satılmasına ve kamuya ait kapalı yerlerde sigara içilmesine engel olabildik ve nasıl ki sigara paketlerinin üzerine kocaman harflerle “Sigara sağlığa zararlıdır” “Sigara cinsel iktidarsızlığa ve hamilelerde düşüklere sebep olur” “Sigara kalp ve damar hastalıklarına sebep olur, kalp krizi riskini arttırır” gibi uyarılar yazdırabildiysek; belki de artık buna benzer uyarıları junk-food paketlerinin üstüne ve fast-food restoranlarının kapılarına yazmanın zamanı geldi!

Hatta belki on sekiz yaşından küçük çocukların bu tür gıdaları, ancak velilerinin denetim ve gözetiminde tüketebilmelerini sağlayacak önlemlerin alınması gerekecek. Internette ziyaret ettiğim sitelerden birinde obeziteye karşı girişilecek böylesi toptan bir mücadelenin yalnızca McDonalds ve Coca-Cola gibi gıda üreticilerinin değil, Microsoft gibi iletişim ve bilişim sektörü devlerinin sert muhalefetiyle karşılaşacağı anlatılıyordu.

Sözü edilen şirketlerin pek çok işkolunda -bilhassa müzik, eğlence ve spor sektöründe- “sponsorluk” yoluyla desteklediği diğer şirketler ve girişimler de obeziteye karşı düzenlenen bir kampanyaya karşı duruş sergileyecekler. Buna kuşku yok. (Rock’n Coke konseri iptal edilecek olursa üzülecek çok insan tanıyorum.)

Birden fark ediyorsunuz ki, kapitalizmin pompaladığı müzik, eğlence ve spor -bilhassa futbol- sektörleri, aslında kitleleri pasifize edip uyuşturmanın en önemli araçları ve obezite sorunu zaten insanların pasifize edilip uyuşturulmalarının bir sonucu!

Kapitalist sistem, insanı insan olmaktan çıkarmaya devam ediyor, daha fazla kâr etmek uğruna. Onlara soracak olursanız çözüm reçeteleri de hazırdır:

“Bizim yüzümüzden sağlığınızı ve güzelliğinizi kaybettiniz, öyle mi? Hiç üzülmeyin! Yepyeni diyet formüllerimiz ve sağlık programlarımızla sizi sağlığınıza ve güzelliğinize kavuşturacağız. Estetik cerrahinin nimetleri ve ‘botoks’ ne güne duruyor? Siz yeter ki paracıklarınızı bize ödemeye devam edin.”

Zor da olsa, sigaraya karşı insanları bilinçlendirme işinde büyük mesafe alındı. Halen büyük sigara üreticilerini dize getirmekten çok uzağız. Belli ki en az iki nesil daha sigaraya bağlı rahatsızlıklardan ölümler devam edecek.

Modern kültür, birçok konuda olduğu gibi, obezite konusunda da ikiyüzlü bir tutum sergiliyor. Obezite, insan bedenlerini tahakküm altına alıp onları basit bir tüketim aracına dönüştüren kapitalizmin bir başarısı olarak da okunabilir. Bu öyle bir başarı ki, hem özellikle yoksul toplumlar hızla “fast food” kültürünün egemenliğine giriyor, hem de ortaya çıkan gerçek tıbbî sorunlar devasa bir sağlık pazarı meydana getiriyor. Çünkü amaç, daha fazla para kazanmak…Para var, huzur var mı?

Doç. Dr. Mesut Başak; ülkemizde obezitenin erkeklerde % 9 ve kadınlarda % 23 oranında görülmekte olduğuna dikkat çekti. Başak’a göre Amerika Birleşik Devletleri’nde şu anda obezite % 25. Bu oranın 2030 yılında %100 olacağının tahmin edildiğini bilgisinin önemsenmesi gerektiğinin, işaret fişeklerinin atıldığının önemli bir göstergesi olduğunu aktardı. İnsanlar “Acıkmadan yemeğe oturmamak ve doymadan yemekten kalkmak” kuralına uymadıkları için şişmanlık ile başlarının dertte olduğunu anlattı. (Hürriyet 3 Eylül 2008)

Huzurlu, mutlu, uzun bir ömür sürmek; olağanüstü işler başarmak mı istiyorsunuz? Bunun formulü şu: Az, öz yemek, hareket etmek, mideyi değil beyni çalıştırmak. Mutluluk ve başarının formülü: Az ve öz yemektir. Eskilerimiz buna riyazet, yani, nefis terbiyesi derlerdi. Riyazet; maddi, nefsi istek ve arzuları en asgari seviye ve en geri plana itmek; ruhi, manevi, ulvi, yüce duyguları öne almak, nefsi terbiye etmek, perhiz ve idman yapmaktır. Yani, pozitif enerjiyi yükseltmektir. Tasavvuf terbiyesinde, bu psiko-fizyolojik ve psişik kazanımlar; kıllet-i taam, kıllet-i menam, kıllet-i kelam (az yeme, az uyuma, az konuşma) diye formüle edilmiştir. Risale-i Nur`da formu korumanın, moral gücünü yüksek tutup; az yeme/içme; rejim, perhiz yapmanın; düzenli ve ölçülü uyumanın; zaman israf etmeyip değerlendirmenin sırları verilir. Bu husustaki ana fikri şudur: Yaratılışın, hayatın asıl gayesi, yüce Yaratıcıyı tanımak, ulvi duyguları geliştirmek, nefsini terbiye etmektir. Nefsi, olumsuz hislerden değil, ulvi duygulardan zevk ve lezzet almaktır. `Şehvet gücünü` (yeme, içme, uyuma, eğlenme gibi her türlü menfaatli şeyi çeken, cezbeden yönümüzü) aşırılıklardan koruyup `orta` çizgiye çekmek; dengeli hayat sürmektir. `Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz` mealindeki ayete dikkat edilirse; yeme-içmeden değil; israf, aşırılıklardan men ediliriz. Bediüzzaman`a göre, kainatın en önemli kanunu iktisattır  ve biz de onun bir parçası olduğumuza göre, o kanuna uymak zorundayız. İsraf tüketimi körükler; tüketim; olumsuz rekabeti, helal-haram ayırımı yapmadan yeme-içmeyi, bu da vicdani baskıyı; o da gerilim ve stresi beraberinde getirir. Az yemek aynı zamanda yemek bağımlılığını asgariye indirip maddenin esaretinden kurtulmaktır. Bir hadiste, `Kişi yeme içmeyi azalttığında içine nur, ışık, mana dolar` denir. Tıbbın tesbitine göre günlük ortalama 1000-1200 kalori kafi gelir. Tıp; Peygamberimizin (asm), `Ademoğlu, mideden daha kötü bir kap doldurmaz. Oysa belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir. Ancak nefsin galebesiyle, illa da mideyi doldurma işini yapacaksa bari onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefesine tahsis etsin, üçte birden fazlasına yemek koymasın. Her türlü hastalığın küpü midedir`  hadisini doğrulamaktadır. Doktorların üstadı İbni Sina, bu hadisi, `Az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Psiko-fizyolojik yapıya, mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemek yemektir. Yani, vücuda en zararlı şey, dört beş saat ara vermeden yemek yemek, veyahut lezzet için çeşitli yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır` şeklinde yorumlar. Uzun yaşayıp başarılı olmanın sırrı az yemek-içmek, az uyumaktan geçer. Unutmayın; tıka basa yemek, sağlığı tehdit etmekte ve gerçek lezzeti de yok eder ve hipertansiyona, asterosklaroza, diabet, kanser gibi hastalıklara yol açar. Un, şeker ve tuzun aşırısından uzak durun. Vücudu hastalıklardan koruyan vitamin ve mineral deposu sebze ve meyveyle dost olun. Akıl midemize, ruh cesedimize, kalb nefsimize hakim olur; sünnet-i seniyye dairesinde kalıp israftan sakınabilirsek; az yemekle hem doyar; hem uzun ömürlü, hem mutlu oluruz. Aldığımız gıdalara katacağımız şükür; lezzet ve mutluluğumuzu kat kat artıracaktır.

Obezite bugün birçok hastalığın baş sebebi. Batı nüfusunda obezitenin artmasının yanında ülkemizde obezite tehlike sinyalleri veriyor. Şişmanlıkla birlikte yüzlerce diyet formülü yazılıyor, uygulanıyor. Çözüm: Peygamber Efendimizin (sav) beslenmeyle ilgili uygulamalarına ve sözlerine uymaktır.

Resulü Ekrem (sav) hadis-i şeriflerinde

Her şeyin zekatı vardır. Bedenin zekatı da az yemektir, buyururlar

Asr-ı saadette Müslüman hastaları tedavi için İran’dan gelen bir doktor, uzun zaman Medine’de ikamet ettiği halde kendisine müracaat eden hasta olmayınca, bu kadar zamandır Medine’de olmama rağmen hiçbir hasta gelmedi. Bunun sebebi nedir? Diye sorar. Efendimiz (sav): ‘Benim ashabım acıkmadan yemezler ve doymadan sofradan kalkarlar. Bu yüzden de hasta olmazlar’ buyurmuştur. Şişmanlamak istemiyorsanız, sağlıklı ve mutlu olmak istiyorsanız, sünnet-i seniyeye uyunuz..

Dünyanın en uzun ömürlü insanları olan Japonya’nın Okinawa adası sakinleri, sofradan tam doymadan kalkıyormuş. (Vatan, Vatan iki eki, 7 Haziran 2006)

Yaş ortalamasının kadınlar için 86, erkekler için 77 olan Okinawa’daki bu uygulamanın, uzun yaşamanın sırlarından biri olduğu ifade ediliyor.

Sofradan tam doymadan kalkmak, Peygamberimizin sünnetlerinden ve Müslümanlara tavsiyelerinden biri değil midir? Demek ki, bilmeyerek de olsa Okinawa halkı bu ‘sünnet’e ittiba ediyor…

Modern hayatın yemesi-içmesi-çalışması-eğlenmesi, kısaca “yaşam biçimi” insanları çeşitli sağlık sorunları ile baş başa bırakıyor. Sağlık problemleri çocukların, gençlerin bütün toplumun huzursuzluğunun, başarısızlığının, mutsuzluğunun  en büyük ve birinci sebebidir.

Dengeli beslenmeyi, sağlığımızı korumayı, içki, kumar, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan uzak durmayı, temizliğe dikkat etmeyi, kendi kendimize zarar vermemeyi, bedenimize karşı görevlerimiz arasında sayabiliriz.

Nasıl ki, yemek içmek, beslenmek, soğuktan, sıcaktan, tehlikelerden korunmak bir görev ise ruhumuzu da asılsız ve yanlış inançlardan korumak, doğru ve sağlam, inanç sahibi yapmak, hurafelerden uzak, doğru ve faydalı bilgilerle donatmak, kötü düşünce ve kötü huylardan uzaklaştırıp iyi düşünce ve güzel huylarla süslemek  görevimizdir.

Bedenimize ve ruhumuza karşı görevlerimizi yerine getirirsek, ruhen ve bedenen sağlıklı olup, kendimize, ailemize, insanlığa, dinimize, vatan ve milletimize karşı görevlerimizi yerine getirebiliriz. Ruh ve beden sağlığı bozuk insanların verimli çalışması,  başarılı,  huzurlu ve mutlu olması beklenemez.

Hz. Aişe validemizin şu sözü üzerinde düşünüp ders almaya ne dersiniz:

“Peygamberlerinden sonra  bu ümmette  meydana çıkan  ilk bela tokluktur. Çünkü, insanlar doyunca  bedenleri şişmanladı, kalpleri zayıfladı. Dünya hırsları kabardı.”

 

Mehmet Abidin Kartal

Emri Olur Başım Gözüm Üstüne…

Mehmet Abidin Kartal

Bugünlerde sözleri Mustafa Cihat’a ait olan, Emri Olur Başım Gözüm Üstüne… Hz. Vahşi’nin dilinden söylenmiş sözlerden kinaye bir ezgi olarak dinliyoruz. Ezgiye konu, Hz. Vahşi (ra) ve verilmek istenen mesajı hatırlamak istersek asr-ı saadete gidelim…

Uhud savaşında, Hz. Hamza  (r.a) şehit düşmüştü. Hz. Hamza’yı Vahşi isimli Habeşli bir köle şehit etti. Vahşi, Hz. Hamza’nın Bedir Savaşında öldürdüğü Tuayme’nin kardeşinin oğlu olan Cubeyr b. Mutim’in kölesi idi. Cubeyr ona; “Hamza’yı öldürürsen seni azat ederim ve tahmin edemeyeceğin büyük bir servet veririm” vaadinde bulunmuştu. Mızrak atmada son derece mahir olan bu köle, savaş boyunca sinsice Hz. Hamza’yı takip etti ve karşısına çıkma cesareti gösteremeden kalleşçe sırtından mızrakla vurdu. “Allah’ın Arslanı” lakaplı Hz. Hamza Uhud savaşında şahadet şerbetini içti.

Savaş bitmiş, herkes evine dönüyordu. Medine’de yetmiş evde feryatlar yükseliyor, yas tutuluyordu. Hz. Peygamber (sav), amcası Hz. Hamza’nın evine derin bir teessürle girerken gözyaşlarını tutamadı. “Her şehidin ağlayanı var ama benim amcamın ağlayanı yok!” dedi ve gözyaşlarına boğuldu. Onun mahzunluğu, ağlaması ve bu sözleri Medine’de yankı buldu, yüzlerce kişi Hz. Hamza’nın evine koştu, Efendimizin acısını paylaştı.

Vahşi hedefine ulaşmıştı. Kölelikten kurtuldu, büyük bir servetle Mekke’ye geri döndü.

Vahşî bin Harb’in Hz. Hamza’yı şehit edişinin üzerinden yıllar geçmişti… Geçen zaman içinde müşrikler günden güne zayıflamış, İslam ise güçlenmişti.

Günler ilerledikçe, Vahşî, Hz. Hamza gibi bir İslam kahramanını katletmenin suçluluğunu ve ıstırabını daha fazla hisseder olmuştu. Nihayet Mekke Müslü­manlar tarafından fethedildi. Vahşî hemen Tâif’e kaçtı…

Bir müddet sonra bir Tâif heyeti, İslamiyet’i kabul etmek üzere Re­sû­lul­lah’a gidiyordu. Vahşî böyle bir durumu öğrenince dünyalar başına yıkılacak gibi ol­du. Demek artık buralar da İslamlaşıyordu… Vahşî korkuyordu. Hz. Muhammed’in (sav) amcasının katilini çok feci bir şekilde cezalandıracağına inanı­yordu. “Acaba nereye gitsem?” diye düşündü. Şam’a mı gitmeliydi, yoksa Yemen’e mi? Acaba Müslümanlar hangisini daha önce fethederdi?… Tam bu düşün­celerin kıskacında kıvranıp dururken, o heyetten birisi Vahşî’ye gelip şöyle de­di:

“Yazıklar olsun sana! Sen bilmiyor musun? Bu dine giren kim olursa olsun, öldürülmez, eski günahlarından dolayı hesaba çekilmez.”

Bu sözler Vahşî’yi rahatlatmıştı. Tâif heyetiyle birlikte Re­sû­lul­lah’a gitmeye karar verdi. Ancak yine de emin değildi. Acaba Hz. Muhammed (sav.) kendi­sine nasıl bir muamele edecekti?

Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiklerinde Vahşî, kendisini tanıtmaksızın Kelime-i Şehadet getirdi. Heyecanlıydı. Re­sû­lul­lah nasıl mukabele edecekti? Resûl-i Ek­rem başını kaldırdı ve “Sen Vahşî değil misin?” dedi. Vahşî “Evet.” dedi. Engin, şefkatli, İslam’ın Yüce Peygamber’i en küçük bir kızgınlık alameti göstermeksizin, “Buyur, şuraya otur.” dedi. Sonra da amcası Hz. Hamza’yı nasıl katlettiğini anlatmasını istedi. Vahşî sözünü bitirdikten sonra Re­sû­lul­lah ancak şunu söyle­di:

“Ey Vahşî! Sen benim gözüme görünme!”

Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Vahşî’yi her görüşünde, İslam’ın bir bahadırı olan amcası Hz. Hamza’yı hatırlayacaktı. Buna da nazenin kalbinin dayanması mümkün değildi. Çare olarak sadece bu yolu tercih buyurmuştu.

Vahşi başı önde, mahcup yaşadı hep…  Resûlüllah’ın sohbetlerine katılamadı, o kadar çok sevmesine ve istemesine rağmen… Allah da Resûlüllah da onu bağışlamıştı…  Hakkında ayet nazil olmuştu… Bu da ona yeterdi…

Vahşi b.Harb’ın  bitmez tükenmez tereddütleri karşısında Allah (cc) Vahşinin şahsında tüm insanlığa    Zümer suresinin 53 ayeti ile mesaj verir.

 

Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım!.. Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.Allah, bütün günahları bağışlar.Çünkü O, gafur ve rahimdir, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.  (Zümer suresi 53.ayet)

Bazı sahabeler Efendimizin huzuruna geldi o günlerde… Duymuşlardı, inen ayetleri ve Vahşi’nin Müslüman oluşunu… Dediler ki: “Ya Rasûlallah! Bizler de Vahşi gibi pek çok günah işledik! Ayetlerdeki müjdeler bizleri de içine alıyor mu?”

Allah Resûlü’nün hepimizi sevindirecek ve ümitlendirecek cevabı şöyleydi:

“Bu şartlar ve vaatler bütün Müslümanlar için geçerlidir!”

Peygamber Efendimiz (a.s) bu ayetin ortaya koyduğu müjdenin büyüklüğüne dikkat
çekmek için şöyle buyurmuşlardır:

“Bu ayeti dünyaya ve dünyada bulunan hiçbir şeye değişmem!”

Vahşi’nin hidayetinden kısa bir süre sonra Resûlüllah (s.a.v) ahrete göç eyledi…

Vahşi’nin büyük günahı bağışlanmıştı ama o şimdi, büyük bir şeyler yapmak istiyordu günahlarının kefareti için… İşte o zaman belki bir nebze olsun rahatlayabilirdi… İç dünyasında fırtınalar koparken “Cihat!” aklına geldi… Cihat ederek ve büyük yararlılıklar göstererek, belki diye düşündü…

Vahşî, artık “vahşi” olmaktan kurtulmuş, hidayete ermişti. Sahabe olmuştu. “Hazret” diye anılacaktı. Hz. Vahşi Radıyallahü Anh denecekti. İman insa­na neler kazandırıyordu! Vahşetten kurtuluşa, “vahşi”likten nura çıkarıyor­du… “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”(Sözler, 23. söz)

Vahşî bin Harb, İslam’a girdikten sonra, o bitmez tükenmez hakikate öyle kuvvetli bir şekilde sarıldı ki, eski kötü adını unutturdu. Nihayet Yalancı Pey­gamber Müseyli­metü’l-Kezzâb ile Yemâme Harbi yapılacaktı. Vahşî, uçarcası­na harp meydanına koştu. İşte İslam düşmanları, karşısında idi. Vaktiyle küfür içindeyken bir İslam erini katletmişti. Bunun ıstırabı ciğerini dağlıyordu. Yüre­ğine su serpecek nasıl bir iş yapmalıydı ki biraz rahatlasın? Kaderin garip tecelli­si, Vahşî’nin elinde, yıllar önce Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağı vardı.

İşte, Yalancı Peygamber Müseylime, elinde kılıcıyla karşısında duruyordu. Bütün gücüyle onun üzerine hücum etmek üzere hazırlandı. Aynı anda, Ensâr’dan bir sahabi de Müseylime’ye hücum etmişti. Nihayet Vahşî, mızrağını Mü­seylime’ye sapladı ve cehenneme gönderdi. Böylelikle Müslümanların başın­daki mühim bir gaile bertaraf edilmiş oluyordu. Artık Vahşî’nin saadetine sınır yoktu. Daha sonra hatıralarını naklettiğinde şöyle derdi:

“Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en şerlisini öldürdüm.” (www.resulullah.org/vahsi-bin-harb-ra)

Uhud Savaşında Peygamberimiz (sav) birkaç kâfire beddua etmişti…

Vahşi’ye niçin lanet etmiyorsun dediklerinde, buyurdu ki:

“Miraçta Hamza ile Vahşi’yi birlikte kol kola Cennete girerken görmüştüm!”

Affetmek büyüklüğün şanındandır. Allah en büyüktür. En büyük olan Allah kullarını affetmek için tövbe etmemizi istiyor. Allah rahmetinden ümidimizi kesmememizi istiyor.

Emri Olur Başım Gözüm Üstüne… ezgisinde,  Miraçta Hz. Hamza (ra) ile kol kola cennete giren Hz. Vahşi’nin yaşadığı imtihan canlandırılıyor.

Vahşi  bir sahabe, çetin imtihanları yaşamış bir sahabe, iman ederek, tövbe ederek, esfel-i safilinden, ala-yı illiyyine yükselmiş bir sahabe.

Herkes için tövbe kapısı açıktır.

Yarın geç olabilir. Yüreğimizdeki  vahşinin tövbe vakti gelmedi mi…Haydi secdeye, haydi tövbeye…

Görünmeyen Terör

Mehmet Abidin Kartal

Terör, siyasi, dini veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla sivillere; resmî, mahalli ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımını ifade eden terimdir.

Dünyada siyasi ve ekonomik hedefleri gerçekleştirmede şiddeti, öldürmeyi metot olarak seçen ve kendilerini hak ve hukuk ile bağlı görmeyen devletlere terörist devletler diyoruz. Terörist devletler, hedef ülkeleri ahlâken çökertirler, aile yapısını bozarlar, iç karışıklıklar çıkarırlar, insan ölümlerini normal hale getirirler. Bunun için her yola başvururlar. Hak, hukuk, adalet, ahlak tanımazlar. Terörist devletlerin nihai hedefleri, masum insan kanını akıtarak, insanları korkutmak, sindirmek ve köleleştirmektir

Terörist devletler, bugün ekonomik  çıkarların ön planda olduğu, haklının değil, güçlünün sözünün geçtiği dünyada, böl ve yönet oyunu ustalıkla sürdürerek hedeflerine varmaya çalışıyorlar. Bu devletlerin,  en üstte benim altta kalanın canı çıksın anlayışı,  ekonomide, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülüklerini, modern yamyamlıklarını, zulümlerini de arttırdı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdiler. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ekmeği çaldılar. Barışa darbe yaptılar. Bugün dünyanın değişik bölgelerinde yaşanan olaylar, savaşlar bunlardan ibarettir. Bu gözle görülen terörün sonucudur.

Gözle görülen terörün zirvesi 15 Temmuz 2016’da Terörist devletlerin maşası, taşeronu olan, Fetö hain terör örgütü tarafından, ordumuzdaki asker elbisesi giymiş hainler tarafından ülkemizde darbe yaparak yönetimi ele geçirmek isteyenler tarafından yapılmıştır. Terörist devletler hedeflerine varmak için bütün terör örgütlerini kullanarak Türkiye’ye diz çöktürmeye çalışıyorlar. Cumhurbaşkanımızın bunlara cevabı, “Başaramayacaksınız, Milletimizi bölemeyeceksiniz, bayrağımızı indiremeyeceksiniz, vatanımızı parçalamayacaksınız, Türkiye’yi bölemeyeceksiniz, devletimizi yıkamayacaksınız, ezanlarımız susturamayacaksınız, bu ülkeye diz çöktüremeyeceksiniz, bu halka boyunduruk vuramayacaksınız.” Şeklinde oluyordu.

Görünmeyen terör nedir? Burada da insanlar öldürülüyor. Nesiller yok ediliyor. Nasıl mı? Yavaş, yavaş…

Allah insanı, alemleri yaratmış ve ölçüyü (mizan) koymuştur. “Ölçüyü bozmayın” demiştir insana… Fıtratı bu ölçüler üzerine kurmuştur. Sanki ölçülere uydukça varoluş gerekçesinin devam edeceğini yazmıştı kader defterine… Fıtrat zorlandıkça da, varoluş gereklerinin azalacağını… “Ekini ve nesli mahvetmek” ölçüde azgınlaşanların yoludur…Ekin ve neslin mahvedilmesi ise, insanın tükeniş çığırında yol alması demektir

Bilindiği gibi canlıların ve bitkilerin hücrelerinde bütün kalıtsal özelliklerini taşıyan DNA’lar ve DNA sarmallarında da o canlının ya da bitkinin binlerce özelliğini kodlayan genler bulunur. Diyelim ki domatesin kırmızılığını sağlayan kırmızılık geni, sertliğini sağlayan sertlik geni vb. Eğer domatesin daha sert olup raf ömrünün uzun olmasını istiyorsanız, sözgelimi fındığın kabuğunun sertliğini sağlayan geni alıp domatesin gen dizisine ekliyor, böylece sert bir domates elde etmiş oluyorsunuz. Artık kırmızılığı için de bir kırmızılık geni bulmak zor değil. Bunu hayvanlar, hatta insanlar üzerinde de yapabilir ve bir canlıdaki özelliği bir başka canlıda oluşturabilirsiniz. İşte doğal yollarla olması mümkün olmayacak şekilde, genleriyle oynanarak elde edilen bitkiler ya da canlılara GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) tabir edilir. Bunlar için transgenik ürünler tabiri de kullanılır.

Allah “Allah’ın size verdiği rızıkların helâl ve temiz olanından yiyin.” (Mâide, 5/88, Nahl, 16/114) buyurarak gıdaların mutlaka “helal” olmasını şart koşmuştur. Hayatta kalabilmek için beslenmek zorunda olan insan, bu ihtiyacını çeşitli şekillerde karşılayabilmektedir. Ama her beslenen, doğru beslenemediği için çeşitli rahatsızlıkların görülmesi de kaçınılmaz olmuştur. Tabii gıdalar büyük orandaki nüfusu doyurabilmek için ister istemez sanayi ürünü gıda üretimine başvurulmuştur. Sanayi tipi gıda üretimi karşımıza GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) ürünleri çıkarmıştır. Yanı sıra binlere çeşit katkı maddesi ile karşı karşıya gelinmiştir. Dünyada elinde imkân bulunan belli bir zümrenin ekinin ve neslin bozulması konusunda çok büyük bir gayret içerisinde olduğunu görüyoruz: „Öyle insanlar vardır ki, dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Kalbinin temizliğine de Allah”ı şahit tutar. Oysa o çok yaman bir düşmandır. İş başına geçince yeryüzünde fesat çıkarmak ve ekini de nesli de mahvetmek için çabalar. Ona: “Allah’tan kork!” dense gururu, kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir; ne kötü bir yataktır o!.. “ (Bakara 2/204-205). İnsanlık düşmanı bu insanlar, yönetimin başına geldiklerinde onların önce inancını bozar ve arkasından hem tarım ürünlerini, ekini hem de nesli bozarlar.

Aslında GDO’ların ortaya çıkma nedeniyle ilgili değerlendirmelerde, artan nüfusu beslemek, açlığı gidermek, verimi artırmak gibi amaçlar yoktur. Tek bir amaç var; kendi ürettiğini satmak. Bu sayede tekelleşen dünya tohum pazarını kullanarak ülkeleri kontrol altında tutmak. İnsanların hasta olması, ölmesi onları hiç ilgilendirmiyor. Kazanmak için her şey mubah. Bu gıda terörüdür. İnsanlar yaşayabilmek için gıdaları yemek zorundadırlar. Gıda terörü insanları yedirerek öldürmektedir. Temiz ve helal olan gıdalar kirletilmiştir. Beşerin bulaşık eli mizanı ve dengeyi bozmuştur.

Rahman Suresinde Allah kainata bir mizan yani bir ölçü, bir adalet koyduğunu söylüyor ve ekliyor: Şayet bu insana (onun hevasına/ihtiraslarına) kalsaydı insan mutlaka mizanı bozardı. Genetik müdahaleler fıtratı bozduğu gibi mizanı da bozmaktadır.

Şu ana kadar ki hiçbir müdahale Allah’ın yarattığı kadar güzelini ve iyisini meydana getiremedi, getiremeyecektir. Hekimler sağlıklı olmanın  yolunun hiçbir suni müdahaleye maruz kalmamış sebze ve meyvelerle beslenmeden geçtiğini söylüyorlar.

Bugün dünya  görünmeyen  terörün kıskacı arasındadır. Görünmeyen terör gıda terörüdür. Gıda terörü, canlıların hayatlarını devam ettirebilmeleri için yemek suretiyle tüketmeleri gereken maddelerin, ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla her türlü yolun kullanımıdır. Bu ‘her türlü yol’ da gıdalarda tağşiş (Tağşiş, gıda maddelerinin ve gıda ile temasta bulunan madde ve malzemelerin, mevzuata veya izin verilen özelliklerine aykırı olarak üretilmesi halini) ve taklitten, (Taklit, gıda maddesini ve gıda ile temasta bulunan madde ve malzemelerini; şekil, bileşim ve nitelikleri itibariyle evsafında olmayan özellikleri haiz gibi göstermeyi, ifade eder.) GDO’ lu gıda üretimine kadar her yol mubahtır gıda teröristlerce…

Gıda terörü, sağlığı tehdit ediyor. Gıda sektörü tarafından üretilen ve aldatıcı reklamlarla dezenformasyonlarla insanlar için elzem gıda maddesi olarak sunulan işlenmiş ve binlerce katkı maddesi kullanılmış gıdalar insanların sağlığına değil yüz milyarlarca dolarlık piyasası olan gıda sektörünün faydasına çalışır. Bu gıdalarla insanlar sağlığını kaybederken gıda sektörleri kasalarını doldururlar. Yüksek oranda zararlı yağ, şeker, tuz ve katkı maddeleri ihtiva eden işlenmiş gıdalar sahte gıdalara dönüşmüştür ve insanları beslemez. Bunların raf ömrünü uzatmak için içine konulan kimyasallar, düşük besin değerleri tüketenlerdeki toksinleri arttır hastalıkları tetikler.

Araştırmalar gıda terörünün başında yer alan,  insan sağlığının baş düşmanları olan, hazır, katkı maddesi kullanılmış yiyeceklerin, sigaradan daha ölümcül olduğunu ortaya koymaktadır.İngiltere’de yapılan  bilimsel çalışmaya göre cips, fast food, gazlı içecekler ve tatlılar hastalıkların ve ölümün temel nedenini oluşturuyor.
İngiltere’de bu tür gıdalarla bağlantılı ölümlerin oranı yüzde 10.8 iken, sigaranın neden olduğu ölümlerin oranı 10.7 olarak belirlendi.
Araştırmalar, kötü, hazır yiyeceklerle beslenmenin,  hastalıkların görülmesinde en önemli faktör olduğunu vurguluyor.
İlkokulu bitiren beş çocuktan birinin obez, 3 yetişkinden ikisinin de aşırı kilolu olduğuna dikkat çekiliyor.
Araştırmalar, sağlıklı bir hayat için sigara alışkanlığından vazgeçilmesini, sağlıklı beslenilmesini ve egzersiz yapılmasını öneriyor.
Sağlıklı bir nesil için çikolata, şeker ve gazlı içecekler gibi ürünlere vergi getirilmesi ve boyutlarının küçültülmesi de talep ediliyor.

Bugün ve gelecekte insanlığın karşılaşacağı en büyük problem sağlıklı gıda problemidir. İnsanların hayatlarını devam ettirip gelecek nesillerin gelişimi için yeterli ve besleyici, sağlıklı gıda almaları gerekmektedir. Bu konuda toplumun eğitilerek bilinçlendirilmesi elzemdir. Suni hale gelmiş sözde gıdalar bizi yalnız fiziken değil ruhen de hasta ediyor. İnsanlığın bu gıda teröründen bir an önce bilinçlenerek kurtulması gerekmektedir.

Ölçü, sağlıklı, hamiyetli, vatanperver, dindar bir nesil inşa etmek istiyorsak, işe yiyip içtiklerimizin helal mi haram mı, temiz mi olduğu konusundan başlamalıyız.

“Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkun! Şüphesiz ki Allah, Gafurdur (çok bağışlayandır), Rahîmdir (çok merhamet edendir).” Enfal Suresi 69. ayet

 “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. ” (Sözler, 6. söz)

“Hayatın hakikî zevkini ve lezzetini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle (farzlarla) ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” (Sözler: 23. Söz)

 

Sultan Muhammed Alparslan ve Haşhaşiler

Büyük  Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı olan büyük devlet adamı Alparslan, Müslüman Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askerî komutan ve hükümdardır. Gerçek adı Muhammed olup, daha çok unvanı olan Alparslan adıyla tanınmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden ecdadımızdan birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâm’ın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine vatan edinmişlerdir…

Sultan_Alp_ArslanAlparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063’te evlat bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063’te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslan’a biat etti  27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064’te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan’ı fethetti. Kars’ı ve Ani’yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu’ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

Afşin Bey 1067’de Malatya civarında çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri’yi fethederek Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu’da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a da Anadolu’nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu’ya dalmış ve fetih harekatına başlamıştı.

Selçukluların Anadolu’da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civarında bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye’yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolu’nun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan’a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye’nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat’ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat’a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt’e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

“Allah’ım! İslâm’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alparslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!”

Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helalleşmişti. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

‘Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!”

Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

“Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamıyla O’nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız!” diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

“Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekleyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım.”

Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, “Bismillah!” diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde Müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan’ın  huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator’a sordu:

“Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

“Kamçılattırırdım” diye cevap verdi. Alparslan:

“Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?”

“Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız.”

Alparslan bu cevap karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes’e: “Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım” demiştir.

Alparslan, Diogenes’e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul’a kadar emniyetle gitmesini temin etti. (Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 3. Alparslan ve Zamanı, Ankara:2001,Türk Tarih Kurumu Yayınları)

Malazgirt zaferi üzerine Anadolu’nun kapısı Müslümanlara açılmıştır. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolmuş, tekbirlerle nurlanmıştır.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyet’i harfiyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyet’in kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan  başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Malazgirt’in büyük kahramanı, halkın içinde Hak’la beraber bir hakikat eridir. Mutfağında her gün elli koyun kesilir, fakirler ve yoksullar hep onun mutfağından yerlerdi. Divanında yoksul kimselerin isimleri kayıtlı idi. Bunlar muntazaman gelir ve kendileri için tayin edilmiş maaş ve geçim masraflarını alırlardı. Bazen hasta veya yoksul bir kimseyi gördüğü zaman son derece hislenir, teessüründen ağlar ve derhal yardım ederdi, Zira bu insanlar ona, Allah’ın birer emanetiydiler ve bu emanetten dolayı da Allah’a hesap verecekti .
Tarihçi Râvendi “Alparslan bütün cihâna at sürdü”, İbnül’Adim “hükümdarlar arasında onun kadar dine ve cihada bağlı kimse yoktur” derken, onun hayatının gayesi olan yüce ideal ve mefkûrelerin tahakkuku için her şeyini vakfettiğini belirtmektedirler.
Sultan Alparslan Maverâünnehir seferi esnasında esir edilen bir kale kumandanı tarafından hançerlendi.
Suikasta uğradığı zaman söylediği şu cümle, hem dindarlığını hem de cihan hâkimiyeti şuurunu güzel belirtir. “Bir tepe üzerine çıktığım vakit, ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime “Ben dünyanın hükümdarıyım. Bu ordu ile Çin’i fethederim” diyordum, Bu gurur yüzünden bu duruma düştüm. Halbuki her sefere çıkışta daima Allah’tan yardım dilerdim…”

                                         *****

Tarihi kaynaklarda, Haşhaşilik, 11. Yüzyılda İsmaili tarikatına mensup din adamı Hasan Sabbah tarafından kurulmuş bir tarikattır. Haşhaşîlerin en belirgin özelliği; faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmeleri ve kendilerine muhalefet edenleri suikast yöntemi ile yok etmeleridir.

Bu sebeple “Suikastçılar Tarikatı” olarak da adlandırılmışlardır. Bâtınî hareket uzun yıllar imamlar ve dâîler tarafından son derece gizlilikle yürütülürken Hasan Sabbâh’ın liderliğinde “yeni bir kimlik” kazanmış ve böylece “Haşhaşîlik” ortaya çıkmıştır.

Haşhaşîler etki altına alamadıkları insanları kendilerine muhalif kabul etmişler ve onlara “şüphe” ile bakmışlar, bazılarını da zehirli hançer ile cezalandırmışlardır. Zaten Haşhaşî felsefesinde; dâîlerle propaganda, tehdit, sindirme, psikolojik baskı, muhaliflere suikast vazgeçilmez unsurlardır. Böylece birçok idareciyi kendi saflarına çekmişler ya da onları kendilerine karşı pasif konumda tutmayı başarabilmişlerdir. Diğer taraftan insanların beyinlerini uyuşturarak akıllarını kullanamaz ve mantıklı hareket edemez hale getirmişlerdir.

Selçuklu devlet erkanı ülkeyi Haşhaşîlerden korumak için gerekli tedbirleri alırken onların devlet kurumlarına sızmalarını önlemeye yönelik çalışmalar da yapmışlardır. Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk devlet hizmetine alınacak İranlılar’ın bilhassa dinî inanış bakımından temiz Müslüman olmalarına çok dikkat etmiş ve böyle yapılmazsa devletin varlığının bile tehlikeye düşebileceğini ifade etmiştir.

Sultan Alparslan beylerinden Erdem’in maiyetinde İsmailî inanca sahip birinin çalıştığını öğrenince çok sinirlenmiş ve Erdem’e: “Senin kâtibin olan Hurdâbe dedikleri o adamcağız, Haşhaşî değil midir?” diye sormuş, Erdem Bey: “Ey bendelerinin efendisi, o eğer hep zehir olsa, bu dergâhın sakinlerine ne zarar verebilir ki?” demişti. Huzura getirilen kâtibin Sultan’a Haşhaşî değil Şiî olduğunu söylemesi üzerine Alparslan: “Ey kötü adam, Râfızî mezhebi o kadar iyi midir ki, onu Haşhaşî düşüncene kalkan yapıyorsun?” diyerek kâtibi cezalandırmıştır. Sonra da: “Suç bu adamcağızın değildir, suç kötü inançlı birini kendi hizmetine alan Erdem’indir. Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar” demiştir. Böylece Haşhaşî yapılanmaya karşı tavrını ortaya koymuş ve devlet adamlarının da onlara karşı dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir.

Başkomutanımız Recep Tayyip Erdoğan, Haşhaşiler hakkında şöyle diyordu: “Büyük Selçuklu Devletinde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terk etmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez ve vermeyecektir.”(15 Ocak 2014 Akşam)

Cumhurbaşkanımız, FETÖ teröristleri için her gittiği yerde “Haşhaşi”  sıfatını kullanıyor. Fakat bu ifadenin hukuk, siyaset ve halk üzerinde etkisi olmuyordu. Çünkü  cemaat kırk yıldır gerçek yüzünü Kur’anı, Sünneti, Risale-i Nurları kullanarak çok iyi gizlemişti. 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra FETÖ teröristleri için bu kelimenin biçilmiş kaftan olduğu, onları bu isimlendirme dışında başka şekilde tarif etmenin de mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Haşhaşi benzetmesinin bugün ne kadar doğru ve gerçek bir ifade olduğunu artık hepimiz daha iyi anlıyoruz.

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Fetö hainleri son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış insanların tavanının 15 Temmuz 2016 gecesi, altın neslin, katil, hain nesle dönüşerek  haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük. Bunlar için hedeflerine varmak  için Haşhaşiler de olduğu gibi  her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne kul hakkı, ne herhangi bir kutsalı var. 

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz…” diyordu, asrın manevi doktoru. Dinlemediler, bedelini vatan hainliği ile ödüyorlar.

“Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar.” Sultan Muhammet Alparslan

‘Her şeyi affedin, ama vatanınıza ihanet edenleri asla affetmeyin.’ Hz. Ali (ra)

Mehmet Abidin Kartal