Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Bağışlama Ayı: Ramazan

Mehmet Abidin Kartal

Tüketim uygarlığı, insanı, sürekli olarak almaya, yutmaya, tüketmeye teşvik eder ve bunları bir hayat amacı olarak önümüze koyar. Problem, insanın kendi içinde kaybetmesi, yaratılışındaki görünüşte olumsuz, fakat hayırlara vesile olabilecek duyguların, sıfatların, potansiyellerin, nefsaniyetin etkisinde tamamen olumsuzlaştırarak insana hakim olması, bunun sonucunda insanın çevresi ve dış âlemle ilişkilerinin ben-merkezcilik ve menfaat temeline oturması, bunun eşya ve olaylara bakışı, hayatı algılayışı ve genel dünya görüşünü de tayin eder bir konuma getirilmesidir. Çözüm, tüketim uygarlığına karşı, önce insanın kendi içinde, sonra da mevcut sosyal yapının ıslahı ve yeniden inşasıyla mümkündür. İnsanın dünya ile ilişkisinin yeniden tanzimi, gerçek konumuna yerleştirilmesi ve düzenlenmesi adına en önemli unsurlardan biri İslâm’daki infak düsturudur. Allah rızası için vermek, dağıtmak, bağışlamak, fakiri gözetmek…

Ramazan ayı, bir yandan oruç tutma, diğer yandan da vermenin, bağışlamanın zirvede yaşandığı bir aydır. İnananlar bir yıl boyunca toplumdan aldıklarını, bir ay boyunca topluma vermek için, kendi kendileriyle uzun soluklu bir yarışa girerler. İnanan insanın dünyasında bu yarış her yıl tekrarlanarak, bir ömür boyu devam eder. Toplumdan almanın yeri ve zamanı olmadığı gibi, topluma vermenin de yeri ve zamanı yoktur. Bağışlamanın, vermenin ilahi adı olan zekat ibadeti genelde Ramazan ayında yerine getirilir.

Nasıl ki hayatın hayatı imandır, sosyal hayatın ruhu da zekâttır. Çünkü o, insanların davranışlarını maddi ve manevi sahada disipline eden mukaddes bir emr-i İlâhîdir. Bu bakımdan beşer, bugün karşılaştığı birçok ekonomik meselelerin, krizlerin altından kalkmak istiyorsa, sosyal hayatta zekât kurumunun revacına gayret etmelidir. Çünkü zekât, toplumun sosyal ve ekonomik problemlerini çözüm getirecek, rahatsızlıklara sünger çekebilecek bir şifa özelliğine sahiptir

Ramazan ayının ve orucun şükre vasıta oluşu, nefsi terbiye edişi, sosyal ve ekonomik hayatta diğergâmlık gibi duyguları pekiştirici yönü toplumda kendini göstermektedir.. Şükrün paylaşma olduğunu unutmayalım. İmkanlarımızı bağışlayalım.

İnsanın yeme, içme gibi bedene ait en temel ihtiyaçlarına Ramazan ayıyla birlikte iradî bir sınırlama getirmesi, öncelikle insanın yüzleşmiş olduğu kâinatın “nimet-i İlâhîye” ile dolu olduğunu hatırlatmaktadır. Gaflet perdesi altında unutulan bu mananın oruç ibadetiyle ihtar edilmektedir. Bu yönüyle bakıldığı zaman, karmaşık ilişkiler bütünü olan sosyal ve ekonomik hayat içinde orucun insanları şükre sevk eden bir ibadet, İlâhî bir terbiye olduğu muhakkaktır.

En zarurî ihtiyaçların  imsak ve iftar vakitleriyle sınırlandırılması, bu vakitler arasında İlâhî bir yasaklama getirilmesi, insanı, madden ve manen şükre sevk etmekte ve günlük hayatını bu İlâhî emre göre ayarlamasını netice vermektedir.

Ramazan ayı boyunca Müslümanların aynı duyarlılıkla ve kurallarla kendilerini sınırlamalarının, orucu bireysel bir ibadet alanına hapsetmeyip, doğrudan tüm Müslümanların yerine getirdiği küllî bir ibadete dönüştürdüğünü gösterir.

Ramazan ayının ve orucun bu özelliğine bakıldığı zaman  Ramazan ayının ve orucun niçin şeair-i İslamiye içinde ifade ettiğini anlamak mümkündür. Her şeyden önce Ramazan ayında Müslümanların bir bütün olarak yerine getirdikleri oruç, teravih namazı, zekat gibi ibadetler, Müslümanların cemaatler halinde Yaratıcıya yönelmesine vesile olmakta ve bu zaman dilimine Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda bir mana kazandırmaktadır.

Orucun vermiş olduğu açlık hissinin vicdanda arınmaya ve kemalata sebep olabileceği muhakkaktır. Bu durum tespiti oruçlu bir insanın sık sık nefis muhasebesi yapmasını istemesinden de kaynaklanmaktadır. Açlık hissinin nefis muhasebesi ve zihnî egzersizle bir araya geldiği zaman insanların yeryüzü sofrasında başıboş olmadığını, tam aksine muhatap olunan bütün nimetlerin arkasında bir Yaratıcının olduğunu hatırlatmaktadır.

Oruc zengin ve fakiri eşit seviyeye getirerek hem nefsi kemalata, hem de zengini fakirin halini düşünmeye yöneltmektedir. Oruç bu yönüyle değerlendirildiğinde ve bu anlamlarla ifa edildiğinde tüketim ahlâkının “şükür” ve “sadaka” ölçülerine uygun şekillenmesini de netice verebilecektir.

Peygamber Efendimizin (sav) sünnetinden anlaşıldığı gibi, İslam beşerî özelliklerin mana ve amacına uygun kullanılmasını, yani yok edilmeyip istikametinin düzeltilmesini öngörmektedir. Orucun beraberinde getirdiği çile, açlık, susuzluk gibi hisler, insana bir Yaratıcının mülkünde olduğunu hatırlatmaktadır. En temel ihtiyaçlar bile, izin olmadan yerine getirilmemekte ve bu da insanı şükre, sabra ve nefis muhasebesine itmektedir.

Modern hayatın sosyo-kültürel ve ekonomik şartları, beraberinde yeni bir hayat tarzı da getirmiştir. Bu yüzden tüketim ahlâkı, eğlence kültürü, beden terbiyesi gibi alanlarda popülerliğin etkisi artmakta ve insanlar ister istemez popüler kültürün etkisi altına girmektedirler.

Modernliğin eskiyi reddedip kendi kurallarını koyduğu bir toplumun tüketim ahlâkı incelendiği zaman, dinî hükümler dışında bu ahlâkı sınırlayan bir anlayışın olmadığı kolaylıkla görülebilecektir. Sürekli değişen sosyal ve ekonomik şartlar insanları daha fazla, bedenin kölesi haline getirmektedir.

Üstelik bu ilişki, insanı hem bedeninin kölesi, hem de efendisi haline getirerek ne olduğu belli olmayan bir tüketim ve beden anlayışı ortaya çıkarmıştır. Modern hayatın inkâr edilemeyecek özelliklerinden birisidir bedenin her istediğini yerine getirmek, sürekli tüketmek ve bu faaliyetleri kişisel menfaat üzerine kurmaktır.

Ramazan ayıyla birlikte tutulan oruç ise bu yerleşik ve zorlayıcı kalıpları fazlasıyla reddetmektedir. Öncelikle yeme-içme belli bir adaba kavuşturulmakta, insanlar ancak belli vakitlerde yiyebilmektedir. Bu, orucun ilk etkisidir. Bunun dışında oruç, nefis terbiyesi ve muhakemesiyle birlikte yerine getirildiği takdirde, insanı şükre ve güzel ahlâka sevk etmektedir.

Yeme ve içme alışkanlıklarının, tüketim kültürünün insanın varlık ve ahlak anlayışından bağımsız olmadığı kesindir. Oruç ibadeti de tüketim ve yeme-içme ahlâkına getirmiş olduğu sınırlamalarla nefsi terbiye eden İlâhî terbiye metodudur. En bayağı ve rutin görünen bedenî ihtiyaçlara koyulan bir sınırlama ile insan ahlâkında arınmaya sebep olan oruç, bedeninin kölesi olan, helâl ve haram dengesini yitiren, tüketim ahlâkını menfaat üzerine kuran bireyin ve toplumun kurtuluş reçetesidir.

Hz. Peygamberin (sav) hadis-i şerifinde belirttiği gibi: “Oruç, birinizin savaştan koruyucu kalkanı gibi Cehennem ateşinden koruyucu bir kalkandır.”

Kişisel ahlâkla ilişkilidir, çünkü oruç İslamiyete göre en temel şartlardan birisi olan “şükür”e sevk eder. Sosyal ahlâkla ilişkilidir, çünkü oruç zengini fakirin yardımına itecek bedenî ve manevi unsurları bünyesinde taşıdığı ve ayrıca zekât müessesiyle Ramazan’ın manasını tamamladığı için diğergâmlık duygusunu güçlendirmekte ve sosyal yardım anlayışını diriltmektedir.

İnsan ile toplum arasındaki çok boyutlu alışveriş, ekonomik ve kültürel hayatta reel ekonominin odak noktasıdır. Reel ekonominin canlılığı, insan ve toplum arasındaki alışverişin yoğunluğundan kaynaklanır. Bireysel zenginlik ile toplumsal zenginlik birbirini besleyip, büyüten çift yönlü bir süreçtir. Toplumdan aldıklarından daha fazlasını topluma verenler, bağışlayanlar toplumlarını zenginleştirirler. Toplumdan aldıklarının daha azını topluma verenler de, toplumlarını yoksullaştırırlar. Reel ekonomi, tek tek insanlarla birlikte toplumu da “veren el” kılan ekonomidir.

Ramazan ayı, gerçek ihtiyaçların karşılanmasına dönük reel ekonominin büyük bir canlılık kazandığı aydır. Ramazanda ticari hayat canlanır. Ramazan ayının alışveriş profili yönünden diğer aylara göre farklılık gösterir.  Bilhassa  yiyecek, içecek, gıda piyasasında canlılık yaşanır.. Ramazan ayında yardım ve hayır yapmak amacıyla hazırlatılan ramazan paketleri sosyal yapıdaki  uçuruma sünger çekerken gıda piyasasını da canlandırır. Yetkililer Ramazan ayında gıda sektöründe yüzde 30 daha fazla hareketlilik ve dinamizm yaşandığını piyasaya 3-4 milyar lira daha fazla paranın girdiğini belirtiyorlar. Reel ekonomide ürün ve hizmet, sanal ekonomide ise para ve kağıt alışverişi yapılır. Reel ekonomi karınları, sanal ekonomi gözleri doyurur. Reel ekonomi insanların ihtiyaçlarını, sanal ekonomi isteklerini karşılar.

Ramazan ayında, oruçla insanlar, isteklerin değil, ihtiyaçların karşılanmasının önemli olduğunun bilincine varırlar. İftar ve sahurlar, toplumu güçlü ve zengin kılan ekonominin sanal ekonomi değil, reel ekonomi olduğunun en önemli göstergeleridir. İnanan insanının dünyasında, ürünleri toplamaktan daha çok, onları ihtiyaçları olanlara dağıtmak önemlidir. Zor olan toplamasını değil, dağıtmasını bilmektir. Diğerkâmlık, fedakârlık, paylaşma, yardımlaşma, verme, bağışlama birlik ve beraberlik duygularının yoğun bir şekilde yaşandığı Ramazan ayı, bu açıdan hepimiz için iyi bir fırsattır, bir imkandır. Bu ayda, gönül dünyamızı bütün kardeşlerimize, muhacirlere açarak, huzur ve mutluluğa vesile olmak büyük bir kazanım ve bahtiyarlık olacaktır. Ramazanda ve her zaman bağışlayarak “Ben” merkezli düşüncelerden arınarak “Biz” merkezli düşüncelerle kimsesizlerin kimsesi olmalıyız.

İnanan insan, başkasının eline geçene değil, kendi eline geçene bakar. O başkasının kazancından önce kendi kazancında bir haksızlık olup olmadığını araştırır. Bunun için, o eline geçenin bir kısmını vererek, bağışlayarak farkında olmadan yol açtığı haksızlıklardan arıtmaya çalışır. Oruç ayı, bir karşılık beklemeden bağışlamanın doruk noktasına çıktığı aydır.

Bağışlama ayı, herkesin kendi kendisiyle iyilikte, güzellikte ve doğrulukta yarıştığı aydır. Kendi kendisiyle iyilikte yarışanlar iyi işlere, güzellikte yarışanlar güzel işlere ve doğrulukta yarışanlar da doğru işlere yeni boyutlar kazandırırlar.

Bağışlamada ölçü:

“Ey iman edenler! Allah’a, ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi siz de sadakalarınızı başa kakmak ve muhtaçları incitmek suretiyle geçersiz hale getirmeyin…” (Bakara Suresi: 264.)

Medeniyetler, verme, bağışlama kültürünün şuuruna ermiş milletlerin eseridir. Verme kültürünün şuuruna varmış toplumlar ve fertleri huzuru ve mutluluğu yakalamışlardır. Cimri fertler ve bu fertlerden meydana gelen toplumların medeniyet inşası mümkün olmadığı gibi, israfa ve lükse dalmış, tüketen toplumlar da, medeniyetlerin çöküşünün habercileridir. Ağaçları gösteren, meyveleridir. Her iki uygarlığın da verdiği meyveleri karşılaştırdığımızda, bunlardan birinin fakiri, diğerinin zengininden daha zengin gibi görünüyor. Yirmi beş saatlik bir elektrik kesintisinin, New York’ta yağmalanmadık dükkân bırakmadığını hatırlayalım. Bir gecelik karanlığı bile toplumsal bir yağmalama eylemi için fırsata dönüştüren bir uygarlığın, fakirini bir yana bırakın, zengini bile bir gece vakti bir sadaka taşıyla baş başa kaldığında, orada başkaları için de bir şeyler bırakmayı aklından geçirir miydi dersiniz?

İşte o medeniyetin fakiri, işte bu medeniyetin zengini. Siz hangisinin yerinde olmak isterdiniz?

Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) yolu gösteriyor.

“İnfak et, cömert davran ve daima etrafına dağıt. Sakın ola ki, malı elinde tutup saklama ve elinde bulunan fazlalığı cimrilikle saklama, yoksa Allah da sana karşı kısar ve verme hususunda böyle davranır.”

      Allah Cevad’dır, Vehhab’dır, Kerim’dir; cömerttir, verendir, kerem sahibidir. Hayır yolunda cömertliği, vermeyi ve kerem sahibi olmayı sever. Bağışlayan veren kimse Allah’ın keremine, vehhabiyetine ve cömertliğine mazhar olmuştur. Sahip olduğumuz her şey bize verilendir. Sahibi biz değiliz. Emanetçiyiz. Emaneti Veren için muhtaçlara bağışlayan kurtulur.

Mehmet Abidin Kartal

Dostlar Meclisi’nin  2016 iftarı

Mehmet Abidin Kartal

İnsanların hayatında, dostluğun ve arkadaşlığın çok büyük önemi vardır. Dostluklar, kişinin bütün hayatını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Dostluklar,  okul, iş, hastane, komşuluk gibi zorunlu beraberliklerde ya da kendi irademizle yaptığımız bir tercihle kurulur. Hangi sebep bir araya getirse de, karakterleri uyuşan kimseler arasında dostluk gerçekleşir ve kalıcı olur. Birbiriyle uyuşan iki kişi arasındaki münasebet, iyi niyet, sevgi, güven ve dayanışma sayesinde gelişir. Dostlukta erdem vardır, hoşgörü vardır, her türlü şartta insanı kuşatan ve kucaklayan bambaşka bir sıcaklık vardır. Dost en kritik zamanlarımızda bile yanımızda olan, karşılaştığımız zorlukları, acıları bizimle paylaşan ve her şeyden önemlisi, bize güvenen ve güven veren insandır

İnsanlar yaratılışları gereği birbirinin yardımına ve dayanışmasına muhtaç oldukları için neredeyse arkadaşsız bir kimse yoktur. Sosyal hayat yaşayan herkesin mutlaka bir çevresi, arkadaşları ve yakın dostları vardır. İyi günde herkes insanın yanındadır. Dost kötü günde belli olur. Acıları ve sevinçleriyle bize sunulmuş bu hayat, dostlarımız sayesinde bir anlam kazanacaktır. Çünkü paylaşılmayan sevinçlerin zamanla coşkusunu yitirip sıradanlaştığı; acılarınsa, bizi içinden çıkılmaz karanlıklara sürükleyerek tükettiği, bilinen bir gerçektir

‘Dostunu söyle, kim olduğunu söyleyeyim’. Bu atasözünü bilmeyenimiz yoktur. Gerçekten de arkadaşın insan üzerinde kendini pek hissettirmeyen ama çok derin etkileri vardır. “Kişi, dostunun dini ve ahlâkı üzeredir. Öyleyse herhangi biriniz dostluk edeceği kimseye baksın” buyuran Peygamberimiz (s,a.v.), arkadaş seçimine dikkatimizi çekiyor. Kişinin, dostunun dini üzere olmasından kasıt, dini yaşama durumudur. Gerçekten iyi bir dost iyiliğe, güzel işler yapmaya teşvik eder,  kötü arkadaş ise, arkadaşını günah işlemeye yöneltir. Dostluğun en güzelini, birbirini Allah için sevenler gösterir. Dostların dostlukları onları Yaratana götürmelidir. “Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.”

Dostlar meclisindeki dostların yolları 1990’lı yıllarda İstanbul’da Nesil yayınlarında kesişti. Bu dostlar kurumun değişik birimlerinde maddi beklentileri aşarak, ihlasla iman ve Kur’an hizmetine destek verdiler. Kurum içinde Nesil Yardımlaşma ve Dayanışma derneği kurarak  sosyal dayanışma, yardımlaşma ve kaynaşmayı sağladılar. Kurumun yöneticileri yapılan  bu sosyal dayanışma ve paylaşmaya gıpta ettiler. Gün geldi bu dostlar, çalıştıkları kurumdan değişik sebeplerden dolayı ayrıldılar. Müteharriki bizzat olarak işlerine ve hizmetlerine devam ediyorlar. Bazıları aynı kurumda görevlerine devam ediyorlar. Bazıları emekli oldu. Emekli olan Haldun İmamoğlu ağabeyimiz Sivas’a yerleşti.

Dostlar meclisinin dostları zaman zaman bir araya gelerek dostluklarını pekiştirirler. Her yıl Ramazan ayında  bir iftarı muhakkak beraber yaparlar. Bu yılki iftar 18 Haziran  2016’da İstanbul’un Büyükçekmece ilçesinin  Mimarsinan  beldesinde  Ovalı Konya mutfağı tesislerinde yapıldı. Murat Güleç kardeşimiz geçen yıl olduğu gibi meclisin bir üyesi olarak Almanya’dan bu iftar için geldi..19 haziran 2016 Pazar günü sabah saat  5’de Almanya’ya döndü.. Murat kardeşimiz hastası olmasına rağmen bu fedakarlıkta bulunmuştu. İnşallah hastası için dua edelim.

“Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Kâinatın kuvveti toplansa bizi yüksek Üstâd Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar. Zira biz Kur’ân’a hizmet ediyoruz ve edeceğiz. Ahiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir. Çünkü bütün Müslümanlar saadet-i ebedîye makarrında toplanacaklardır.”

Bu haykırışın tezahürü olarak 19. Dostlar meclisi iftarını gerçek dost ve kardeşlerle yapmamızı lütf eden  Cenab-ı Allah’a hamdolsun, şükürler olsun. İlk Dostlar meclisi iftarına katıldığımda 33 yaşındaydım….

Meclisimizin birinci üyesi  Muhterem Mehmet Fırıncı abimiz  programının müsait olmamasından dolayı katılamadı. İftarda da telefonla arayarak nezaketle gelemeyeceğini de söyledi. Cenab-ı Allah’tan Fırıncı abimize sağlık, sıhhat ve hizmetinde muvaffakiyetler diliyoruz.

Bu yıl iftarımıza meclisimizin devam etmesinde büyük katkıları olan Haldun abide Sivas’a yeni taşındığı için katılamadı. Manen yanımızdaydı. Muhabbetimize telefonla katıldı.

Bu yılki iftar toplantımızda ve devamı sohbetlerimizde dostluklarımızı yad ederken İbrahim beyin, Bayram beyin, Murat beyin evlerinde baktıkları kedileri ile olan muhabbetlerini dinledik. İbrahim bey ben Ebu Hureyre mesleği yapıyorum diyordu.

Bir gün Abdurrahman b. Sahr adlı bir sahabe bir kediyi kucağına almış onu beslerken Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i görür. Kediyi beslediğinden dolayı utanır ve saklanmaya çalışır. Peygamber Efendimiz (s.a.v)de ona gülümseyerek Ebu Hureyre (kedilerin babası) der ve gider. O günden sonra Abdurrahman b. Sahr artık halktan kendisine Peygamber Efendimiz (s.a.v)in hitap ettiği gibi hitap edilmesini ister.

Bediüzzaman, kediler için “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” sorusunu soruyor ve cevabını yine kendisi veriyor. İşte 24. Söz’ün Birinci Dal’ında yer alan o satırlar:

Hatta bir gün kedilere baktım.

Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi, sarih bir surette “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm“ diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.

Dostlar meclisinde kayda değer ve inşallah ilerleyen zamanlarda uygulamaya koymayı düşündüğümüz manevi projeleri konuştuk. İnşallah zaman içinde kabul gören projelerimizi hayata geçirilmesi duasıyla sahura doğru bu yılkı Dostlar Meclisi iftar muhabbetimizi, önümüzdeki yıl inşallah toplantıdaki dostlarımızın bildiği sürpriz bir yerde yapmak niyetiyle dostlarla kucaklaşarak ayrıldık. İnsanın hiçbir menfaat gözetmeden kucaklaşabileceği dostlarının olması bu dünyada en büyük nimet olsa gerek…

Daha nice Dostlar Meclisi iftar programlarına…

Osmanlı’nın Hayırmatikleri: “Sadaka Taşları”

Kapitalist Batı medeniyetinin hakim olduğu beşeri, sosyal ile siyasi sistem ve etkileri haricinde esasında yaşadığımız dünyada, yardımlaşma, paylaşma kainatta ceryan eden en kapsamlı kanundur. Bu kanun tabiatta, kainatta işletildiği gibi, insanın sosyal hayatına da konulmuştur. Kainata baktığımızda, toprak, su, hava, ışık gibi cansız denilen unsurların, bitkilerin yardımına koştuğunu görürüz. Meselâ bir incir, nar, muz… ağacı çamur yer, onu tatlı bir meyve hâline getirir ve canlılara ikram eder. Bitkiler, diğer canlıları beslerler. Hayvanlar sütleri, etleri, yumurtaları ve yünleri ile canlıların imdadına koşarlar. Cansızı, madenleri, bitkileri, hayvanları ile bütün kâinat da insanların ihtiyaçlarını temin etmek için seferber olur. Kandaki alyuvar hücreleri, canlı bedenin diğer hücrelerine yardım götürmek uğrunda kendilerini telef ederler. Dolayısıyla bütün bir kâinatın normal ve sağlıklı bir tarzda varlığını sürdürmesi, bu muazzam yardımlaşma sayesinde olur. Kainatta yardımlaşma esastır. Bu esas, görev bölümüyle   de yakından ilgilidir. Elementler arası yardımlaşmadan, gökyüzündeki yıldızlar ve sistemler arasındaki büyük yardımlaşmalara kadar uzanan, insanın organları arasındaki yardımlaşma ile kendini açıkça gösteren  ve  insan ruhundaki “akıl, kalp, hafıza ve duygular arası işbirliği”  ile en son noktasına varan bir yardımlaşma, bütün kainatı kuşatmış gibidir.

İnsanlar fiziki yapı, mizaç olarak farklı yaratıldıkları gibi, ekonomik imkanlara sahip olmak açısından da farklı bir şekilde yaratılmamışlardır. Her toplumda zenginler de vardır, fakirler de. Toplumdaki dengeli işleyiş için bu farklılık gerekmektedir. Çünkü sosyal bir varlık olarak yaratılan insanların birbirleriyle ilişki içinde olmaları, yardımlaşmaları ancak bu farklılıkla mümkündür. Diğer taraftan insanların bazısı zenginliği, kimisi de fakirliği ile imtihana tabi tutulmaktadır. Öncelikle herkes helâl rızkını elde etmek için çalışmak zorundadır. Allah kiminin rızkını genişletir, kiminkini de daraltır. Ancak zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu kapatmak için de zenginlerin fakirlere “zekât” vermesini farz kılmış, faizle onları sömürmelerini de yasaklamıştır. Bu formül ile hem fakirler şerefli bir hayat seviyesine ulaşabilir, hem de iki tabaka arasındaki çatışma potansiyeli, sevgi, şefkat, saygı ve kardeşliğe dönüşür. Kur’ân’ın bu çözümü dünyadaki yoksulluğu ortadan kaldıracak kadar etkili bir yoldur.

Kur’an medeniyeti, hayatın temeline yardımlaşmayı yerleştirmiştir. Peygamberimiz(sav), akraba, komşu, yetim, kimsesiz, yaşlı ve sair muhtaçlara her an yardım edilmesi gerektiğini anlatmıştır. Davranışlarını bu esaslar çerçevesinde şekillendiren Müslümanlar, tarih boyunca yardımı esas alan yapıları ortaya çıkarmışlardır. Vakıflar, imarethaneler, şifahaneler, yetimhaneler, okullar, kuş barınakları, sadaka taşları hep böyle bir anlayışın sonucudur. İslam toplumlarında adeta bir yardımlaşma mimarisi vücuda gelmiştir.

Yardım yapılırken gösterilen davranış şekli de  önemlidir. Kırıcı, yanlış bir davranış, karşı tarafın duygularını rencide edebilir. İnsan, gösteriş duygusuyla, yaptığı hayrın önüne geçmemelidir. Bu durumda kazanılmaya çalışılan sevap, enaniyet duygusunun kabarmasıyla yok olacaktır. Veren elin, alan elden üstün olduğunu ifade buyuran Efendimiz(sav) aynı zamanda sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması gerektiğini belirtmiştir.

Gittiği yerlerde adaletle hükmeden ecdadımız,  cami, çeşme, han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi eserlerin yanında, halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları gibi insanı hayrete düşüren ilginç hayır eserleri de kazandırmışlardır. Bunların yanında hayvanlara da sevgi vardı; o devirlerde bir binanın güneş duvarında bir kuş sarayı varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz kuşları, köpekleri, kedileri pek severmiş. Sokak hayvanlarına barınak, kuş evleri, bunlar için sulaklar, yapılırdı…

Dedelerimizin sosyal adaleti, sosyal barışı sağlamak içim hayır eserlerinden biride, Sadaka taşlarıdır. Sadaka taşları, iffet ve utancından dolayı fakirliğini gizleyenler; şeref ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için,  yine onlara “alan el” olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak, şahsiyetlerini zedelememek ve onları istemek zorunda bırakmamak için gayet zarif bir yardım yoludur. Geçen günlerin bir akşam yemeğini ailemle beraber yaparken, aile  sohbetimiz döndü dolaştı sadaka taşlarına geldi. Kızım Ayşenur, oğlum Mehmet Bilal, eşim konu hakkında bildiklerini ifade ettiler. Bende bu sohbetin meyvesi olarak, sadaka taşları konusunda bir araştırma yapmaya karar verdim. Araştırmam sonunda aşağıdaki bilgilerle karşılaştım. Özetleyerek nazarlarınıza sunuyorum.

Sadaka, İslamiyet’in önemli bir sosyal organizasyonudur. Hadisi şeriflerde en üstün sadakanın gizli verilen olduğu belirtilmektedir. Peygamberimiz(sav) “Gizli sadaka, Rabbin gazabını söndürür”  buyurmaktadır. Sadakanın gizliliği önemlidir, sağ elin verdiğini sol el duymayacak şeklinde olmalıdır. Sadaka ne verene bir gurur vesilesi olmalı, ne de alana  verene karşı bir minnettarlık duygusu meydana getirmelidir. İşte bu düsturu kendine hayat şekli haline getiren ecdadımız sadaka taşları kültürünü bizlere miras bırakmışlardır.

Osmanlı insanı, ecdadımız şeref ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye söyleyemeyenler için farklı bir yardım metodu geliştirmişlerdir. Her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma araçlarından birisi, beklide birincisi Sadaka taşlarıdır.

“Sadaka taşları”, insanı incinmeden yardım almasını sağlayan yardımlaşma sistemlerinden biri olarak bilinmektedir. Sadaka taşlarının diğer yardımlaşma sistemlerinden en belirgin farkı ise, yardımlaşmanın yalnızca zengin-fakir çizgisinde değil, bir mahalle içinde aynı sosyal statüye sahip insanlar arasında da kurulmuş olması noktasındadır. Bu noktada vakıflar, imarethaneler gibi yardım kuruluşlarının aksine sadaka taşlarının birbirleriyle daha yakın duran, komşuluk ilişkileri içerisinde olan insanlar arasında bir yardım düzeneğini tesis etmektedir.(1)

Sadaka taşı uygulaması,  muhtaç kişilere yardım yaparken gurura kapılıp büyüklenme ve gösteriş gibi bir duyguya kapılmaya, fırsat vermiyor. Yardım alan kişinin de edep ve onurundan dolayı, bilinmesini istemediği fakirliği, başkaları tarafından bilinmemiş oluyor. Muhtaç olmanın eksikliğini ve ezikliğini başkalarına belli etmemiş oluyor.

Osmanlı Devleti, ülkenin değişik yerlerine, üstünde çanak şeklinde bir çukur olan, yaklaşık, bir buçuk, iki metre boyunda, yanında birkaç basamak bulunan, mermer sütunlar dikerek bunlar vasıtasıyla, zaman zaman varlıklı, hayırsever kişilerin, bu taşların oyuklarına yardımlarını koyarak, sadaka vermelerini sağlamış. Sadaka taşları; Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak İstanbul’da değişik yerlere, özellikle cami, çeşme, mezarlık gibi yerlerin yakınında, mahallelerin birleştiği yerlerde(Üsküdar İmrahordaki gibi). Fakir, hasta ve muhtaç insanların bulunduğu yerlerde(mesela; Üsküdar Miskinler tekkesi önündeki gibi), Yardım, adak niyetiyle gidilen türbe, dergah, zaviye gibi yerlerin yakınlarında (Yahyalı (Kayseri)’deki Şeyh Yahya Türbesi ile yanındaki Ulu Cami’nin müşterek avlularındaki ile, Konya Sarıyakup Cami’nin harem kapısı önündeki örnekleri gibi). yerlerde yapılmış. Süleymaniye Camii avlu içinde, Ayasofya camii girişinde,  Camii’nde meydana açılan bahçe kapısın iki yanında, Karaköy Arap Camisi giriş kapısı yanında, Cağaloğlu Hacı Beşir Ağa çeşmesi karşısında, Üsküdar Doğancılar İmrahor  Cami yanında, Üsküdar Karacaahmet Fethi Ahmet Paşa Camii yanında, Karacaahmet Aşçıbaşı Camii avlusunda, Fatih Mehmed Ağa Camii ana giriş kapısı sağında, Aksaray Sofular caddesi ile Ragıp Bey sokağını birleştiği köşede, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii ve türbesinde, Kocamustafapaşa Hekimoğlu Ali Paşa Camii avlusunda bulunan sadaka taşları günümüze kadar gelebilmiştir. Nidayi Sevim’in hazırladığı “Medeniyetimizde Toplumsal Dayanışma ve Sadaka Taşları” adlı kitapta, bugün İstanbul’un 25 farklı noktasında sadaka taşı veya sadaka taşı olması muhtemel taşların bulunduğu belirtilmektedir.(2)

Dünya hayatında her an, herkes, maddi  ve manevi sıkıntılar yaşayabilir. Bir insan için de en zor şey başka birisine el açmak ondan yardım istemektir. Belki çokları da izzet ve haysiyetleri sebebiyle çok zor durumlara düştüklerinde bile sırf başka bir insana el açmamak için ihtiyaçlarını gizliyorlardır. İşte sadaka taşlarını ecdadımız bu tür durumlara çare olarak görmüş. Komşusu açken tok yatmamak için ihtiyacının fazlasını sadaka taşlarının üzerine bırakmış, ihtiyacı olan da ihtiyacı kadarını istediği saatte gitmiş oradan almıştır.

Sadaka taşına para koymak isteyen yardım severler genellikle akşam namazından sonra uğrarlar. Yatsı namazından sonra da muhtaç olanlar buraya gelir, ihtiyacı kadar alır, gecenin karanlığında gözden kaybolarak evlerine giderlermiş. 17. Asırda Osmanlı coğrafyasını gezen Fransız bir seyyahın seyahatnamesinde, bir sadaka taşına bir hafta boyunca kimsenin para almak için uğramadığını yazması da o devrin anlayışını ve ahlak seviyesini bize en güzel şekilde gösteriyor.

Osmanlı hayat tarzını inceleyen Fransız seyyah M. de Thevenot, şunları yazıyor: “Osmanlılar, çok dindar, çok insancıl, şefkat ve merhamet sahibidirler. Gönülleri din gayreti ile doludur. İslamiyet’i bütün cihana yaymayı kendilerine görev bilirler. Birbirleriyle vuruşup dövüşmezler. Bizde sıkça rastlanan düello, onlarda adeta bir meçhuldür. Bunun sebebi de çok sevip candan bağlı oldukları dinin, içki ve kumar gibi iki büyük kötülük ve düşmanlık kaynağını kurutan hâkimane siyasetidir.”(3)

Maddi çıkarlar için insanların birbirlerini ezdiği, sömürdüğü, haksızlık ettiği günümüzle, sadaka taşlarının hiçbir emniyet tedbiri alınmadan herkesin kullanımına sunulduğu geçmişimizi günümüz ile karşılaştırdığımızda değerlerimizden ne kadar uzaklaştığımızı, toplumun dejenerasyona uğradığını taktir edeceksiniz.

“Günümüz insanının en temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile hemen baş vurmak zorunda bırakıldığı, her köşe başına kurulu bir tuzak gibi dikilmiş, ruhsuz, acımasız ve soğuk bankamatik makinelerinin kirli yüzünü ve bu kurulu tuzaklara kapılarak faiz belası pençeleri arasında inim inim inleyen, ocağı sönmüş, yüz binlerce zavallı insanın feryadını duyduktan sonra, bu sade, yalın ama alabildiğine mütevazı sadaka taşlarının değerini, ne anlam ifade ettiklerini daha da iyi idrak ediyoruz… Bankamatik bencilliğin simgesi, sadaka taşları ise diğer gamlığın, vermenin simgesini temsil ediyor. ”(4)

Osmanlı’nın bankamatikleri, sadaka taşlarıdır. Sadaka taşlarına para yatırmak için şifreye gerek yok. Para çekmek içinde şifreye gerek yok. Şifre gönüllerde.  Burada yardımlaşmanın, paylaşmanın zirvesi yaşanıyor. Osmanlı insanı sadaka taşından ihtiyacı olan parayı alıyordu. Günümüz insanı ise bankamatiği, bankayı soyuyor. Bu durum esfel-i safiline doğru gittiğimizin işaretidir.

Tarihimiz üzerine bir araştırma yaptığımızda, medeniyetimizin insanlığa verdiği mesajın, özetinin “her şey insan için” prensibinde saklı olduğunu görürüz.  Şeyh Edebali’nin, Osman Gazi’ye verdiği “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” nasihatinin hayata yansımasıdır. Sadaka taşları ve buna benzer hayra dayalı daha birçok uygulamaları yaşatabilseydik, insanımızı dejenere etmeseydik, yaşadığımız toplumda hiç istemediğimiz haksızlık, yolsuzluk,  hırsızlık, kap kaç ve dilencilik olayları olur muydu? Faiz belasına düşerek ocaklar söner miydi?

Sadaka taşları uygulamasını günümüzde yapabilir miyiz, modern çağın teknolojisini de kullanarak devam ettirebilir miyiz?  Bu konuya günümüzde “Askıda Ekmek” uygulaması oldukça güzel bir örnektir. “Hayır işlerinde yarışınız.”(5) mealindeki İlâhî beyanı düşündüğümüzde, bu güzel uygulamayı başlatanları takdir etmemek mümkün değil. Burada da, alanla verenin karşı karşıya gelmeyişi, hayırda riyadan kaçınanlar için bulunmaz bir fırsattır. Bu uygulama herkes tarafından desteklenmelidir. Muhtaçlara mazlumlara, muhacirlere yardım yapabiliriz adımızın söylenmesine, reklama gerek yok. Yardımlarınızı insanları rencide etmeden, ezmeden ihlasla yapmak ölçümüz olmalıdır. Allah bilsin yeter, öyle değil mi?

Seneler geçti, geçiyor, kalpler imandan, İslam’dan uzak. Maddi, ekonomik çıkarları için, bütün ahlaki değerleri ayaklar altına alan, en üstte benim altta kalanın canı çıksın diyen,  beşeri sistemler, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülükleri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. Bırakınız yardım yapmayı, insanların sofralarındaki ekmeği çaldılar, çalıyorlar. Türkiye’den başka hiç kimsede bu duruma itiraz etmiyor. İşte Suriye’de yaşananlar. Rusya ve Suriye rejimi, katliamlarına devam ediyor. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri, İran ile ekonomik ilişkilerini geliştirmek adına, Rusya ve Esed yönetiminin katliamına ses çıkarmıyor. Barışa darbe yaptılar. Sonuç, insanlar huzursuz, vatansız, çaresiz, aç, susuz adaletli ve şefkatli bir elin dokunuşunu bekliyorlar. Toplumlar, ekonomik menfaatlerden önce, adaletle, merhametle ve şefkatle hükmeden idarelere muhtaçlar.

Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.(6)

  1. http://www.envanter.gov.tr/halk-kulturu/index/detay/29560
  2. http://www.envanter.gov.tr/halk-kulturu/index/detay/29560
  3. http://www.moraldunyasi.com/1529-31-18-osmanlida_kinat_kuran__insan_ayettir.html
  4. Medeniyetimizde Toplumsal Dayanışma ve Sadaka Taşları, kitabının kapak yazısından
  5. Bakara, 2/148. 6. Bakara, 271.

www.NurNet.org

Mehmet Abidin KARTAL

Deftere Yazılanlar

“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar.” (İsra Suresi 71)

İnsan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp amel defterine yazılır ve bütün fiillerinin sonuçları muhasebe için kayıt altına alınır. On bir ayın sultanı Ramazanı yaşıyoruz. Manevi ticaret ayı ramazan. Ticaret yaparken kar ve zararlarımızı deftere yazarız. Ramazanda yapacağımız manevi ticaretler amel defterine yazılmaktadır. Manevi ticaret sonucunda kazandıklarımızı amel defteri verildiğinde göreceğiz.

Defter, hepimizin bildiği gibi üzerinde yazı veya çizim yapılması amacıyla boş kağıtların birleştirilmesiyle meydana getirilen bir nesnedir.

Günlüklerin yazıldığı defterler, hatıra, şiir defterleri,  öğrencilik yıllarında çantamızda taşımak zorunda kaldığımız kimi kareli kimi çizgili, bilmem kaç formalı, ön kapağında güzel resimler arka kapağında haftalık ders programı ve çarpım tablosu bulunan okul defterlerimize dahi kendimizden bir şeyler katmışızdır farkına varmadan. Kiminin kenarlarına çiçek, desen çizmişizdir, kiminin ilk sayfalarını güzel sözlerle, mısralarla doldurmuşuzdur. Benim çocukluğumda bir spor defterim vardı. Büyük boy çizgisiz harita ve metot defteri adı altında satılan bir defter almıştım. Her sayfasına tuttuğum futbol takımı ile ilgili yazılar yazdığımı, gazetelerden maçlarla ilgili yayınlanan resimleri keserek yapıştırdığımı hatırlıyorum…

Söz uçar, yazı kalır. Defterler sözlerin uçmaması için, yazıya dönüştüğü nesnelerdir. Öğrencilik yıllarımızda, İlk okuldan, üniversiteye kadar hatta hayatımız boyunca bir şeyler öğrenmek için anlatılanları, yazılanları not almışızdır. Hepimizin not defterleri vardır. Artık dijital not defterlerimiz var.

Hayatta eğitimler, öğretimler sonucunda bir meslek sahibi oluruz. Kendi işimizi kurarız, devlet veya özel sektörde çalışmaya başlarız. Çalışmalarımız ilgili defterler kayıtlarla başlar. Kendi işimizi kuracaksak devletin ilgili kurumlarına kaydımızı yaptırırız. Yani devletin defterlerine kaydımızı yaptırırız. Daha sonra devlet yaptığımız bütün faaliyetleri, alışları, satışları, ödemeleri, tahsilatları defterlere kaydetmemizi ister. Yaptığımızın işlerin hesabını sorar. Yaptığımız bir işlemi deftere kaydetmemişsek, evrakını düzenlememişsek ceza yazar.

Özetle, kurulan ticari işletmeler, iktisadi ve mali durumlarını, borç ve alacak ilişkilerini takip etmek,  her bir faaliyet dönemi sonuçlarını belgelendirmek için yasaların öngördüğü, işletme yapılarına uygun defterleri tutmak zorundadır. İşletme defteri, Yevmiye defteri, Defter-i kebir, Envanter defteri, Karar defteri…Yasal defterler, bir yandan vergi mükelleflerinin gelir ve giderlerini vergi yasalarında belirtilen şekilde kayıt edilerek ödenmeleri gereken vergilerin denetimine imkan sağlarken, diğer yandan işletmeler hakkında karar verecek olanlara bilgi  sağlaması, işletme ile ilgili veri oluşturması açısından önem arz etmektedir.

Her kitap başlangıçta yalnızca boş bir defterden ibarettir. Boş sayfaları her gün  yaşayarak yaptıklarımızla doldururuz … Eksik yanımızı, insan yanımızı, hatalarımızı, sevaplarımızı deftere yazar, tamamlarız. Dünyanın bittiği yerde bekler bizi defterlerin sayfaları.   Her defterin bir ömrü olduğu gibi her ömrün de bir defteri vardır ve yürüdükçe sayfalarını silinmez yazılarla doldururuz . Aldığımız nefes kadar satır, yaşadığımız yıl kadar sayfa bırakırız ardımızda. Herkesin bir ömür defteri vardır.

Her ömrün defteri, Amel defteridir. Amel defteri, İnsanın ömrü boyunca işlediği iyi-kötü işlerin, faaliyetlerin, eylemlerin, amellerinin yazıldığı manevî defter demektir. İnsanın yaşadığı bütün hayatın ayrıntılarıyla kaydedildiği ana defter veya insanın kendi davranışlarıyla yazılan ve mahşer günü için esas tutulan büyük defter. Kur’ân’a göre, kendilerine Kirâmen Kâtibîn denilen şerefli melekler insanın her yaptığını bilip kayda almaktadırlar. Bu melekler insanla birlikte bulunmakta, insanın sağında ve solunda oturmakta ve insanın söylediği her sözü, eylemi zabta geçirmektedirler. İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur`an`ın tabiriyle şöyle diyecek “Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış.” (Kehf, 18/49). Amel defterine güzel, doğru şeyler yazanlar ebedi mutluluğu elde edeceklerdir…

 Tohumların ve çekirdeklerin baharın amel defterinin sayfaları hükmünde olduğunu ve içindeki programların ikinci baharda yeniden, daha parlak ve daha alımlı bir biçimde neşredildiğini vurgulayan Bediüzzaman, insanın hayatının neticesi olan amel defterinin de insanın  hizmetine ve ibadetine çok büyük sevap verilmek ve işledikleri günahların hesabı sorulmak üzere muhafaza edildiğini ve mahşer gününde neşredileceğini kaydeder.

Cenâb-ı Hakkın Âdil, Hakîm, Hafîz ve Rakîb isimleri insan için amel defteri tutulmasını ve yaptıklarının harfiyen yazılmasını gerekli ve hatta zorunlu kılmaktadır. Koca baharın çiçekli meyveli bütün bitkilerinin amel defterleri eksiksizce tohumlarında yazılmakta ve ikinci bir baharda onlara göre eşsiz bir muhasebe içinde sayfa sayfa neşredilmektedir. Böylece kocaman diğer bir baharın, önceki baharı aratmayacak derecede yeryüzünü kaplaması Cenâb-ı Hakkın Hafîz isminin ne derece şiddetle tecelli halinde bulunduğunu göstermektedir.

“Nakkaş-ı Ezeli gözümüzün önünde kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, yeryüzü sayfasında üç yüz binden fazla çeşit mahlukatı kudret ve kader kalemiyle en güzel şekilde yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz; beraber yazar birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.” .”(Sözler, 10. Söz)

Hafîz (1) isminin bu yüksek tecellisi gösteriyor ki, insan için önemli bir amel muhasebe defteri açılacak, mahiyetçe en büyük, en şanlı ve en şerefli olan insanın amelleri, fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek. Ona göre muamele görecek.

İnsan başıboş yaratılmamıştır. Yaptıkları Amel defterine kaydedilmektedir. Yaptıklarının hesabını verecektir. Zerre miktarı hayrın ve şerrin karşılığını bulacaktır. Deftere yazılanların şahitleri kendi nefsinden olacaktır. Herkesin sustuğu günde kişinin kendi azaları konuşacak ve defterde yazılanlara şahitlik edecektir.

Amel defterimizin kapanmasını istemiyorsak, Sevgili Peygamberimiz (sav), Müslim’in Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet ettiği hadis-i şerifi unutmayalım: “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyyet, 14.)

Amel defterimizin kapanmayıp da devam etmesini istiyorsak, Allah’ın bize bu dünyada bahşettiği fani nimetleri ebediye çevirmek istiyorsak, bu dünyada hiç olmazsa bu üç salih amelden birini yapmaya gayret etmeliyiz.

Defterlerine güzel, doğru şeyler yazanlara, amel defterlerini kapatmayanlara ne mutlu…

Deftere yazı yazılırken eli görmeyen kişi, yazı kalemin oynamasıyla yazılıyor sanır. Mevlana

 (1)- el-Hafîz, koruyup gözeten, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, kullarının yaptığı işleri bütün tafsilatıyla bilen; kullarının niyetlerini ve gönüllerinden geçenleri bilen, Kendisine gâip ve gizli olan hiç bir şey bulunmayan, hadisatı eksiksiz kaydedip hesaba çekmek üzere muhafaza eden, has kullarını helâk ve şer yerlerinden muhafaza eden, kudretiyle, her şeyi dengede tutan demektir.

Mehmet Abidin Kartal

Şefkat Eli

Ruhun beden ülkesinde devam etmesi duygularını kullanması ile mümkün olmaktadır..İnsanı insan yapan duygular, şefkat, merhamet, sevgi, hürmet, yardımlaşma… İnsanın kendi hayatında, aile ve sosyal hayatında huzuru, barışı sağlayan temeller hükmündedirler.

Şefkat ve merhametin canlılar dünyasındaki örneklerini gözlerimizin önüne getirelim. “Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir.(Mektubat- 21. Mektup)”Anneler, babalar gerektiğinde evlatları için bedenini, ruhunu hatta ebedi mutluluğunu bile feda ederler. Bu duygu daha sınırlı da olsa hayvanlarda bile vardır. Yavrusunu kapmak için köpeğe karşı koyan tavuk, onu korumak uğruna başını kaptırır, hayatını feda eder. Bir anne kuş, yavrusu için ölümü göze alabilmektedir…Sevgi ve şefkat sözlerinin tohumun filiz vermesine ve büyümesine sebep olduğu, kötü sözlerin tohumu çürüttüğü deneylerle ispatlanmıştır.( http://www.haber7.com/neler-oluyor-hayatta/haber/871309-kotu-soz-tohumu-bile-curuttu)

 

Şefkat cansız olarak nitelendirdiğimiz alemlerde bile kedini göstermektedir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile artık bu ispatlanmaktadır.

 

Geçmiş yıllarda Japon bilim adamı Masaru Emoto’nun medyada da sıkça yer alan deneyi vardı. Bu deneyde hangi dilden olursa olsun, şefkat, merhamet, sevgi, teşekkür duygularını ifade eden güzel kelimelerin fısıldandığı su zerreleri çiçekleri andıran çok hoş şekillerde mikroskopla tespit edilmişti. Buna karşılık, nefret, öfke duygularını yansıtan kelimelerin fısıldandığı su zerreleriyse neredeyse korkunç diyebileceğimiz şekillerle mikroskopta görüntülenmişti. (Dr. Masaru Emoto’nun ‘Suyun Gizli Mesajı’ kitabı Türkçeye de çevrildi). Masaru Emoto’nun  deneylerinin yer aldığı kitaptan insanlığa bir mesaj, “Yüzyıllar boyunca, insanlık, yeryüzünden sürekli çaldı ve her seferinde geride çok daha kirli bir dünya bıraktı. Ama şimdi su bizimle konuşuyor; su kristalleri aracılığıyla, bilmemiz gerekenleri bize söylüyor. Bugünden itibaren yepyeni bir tarih biçimlendirmeliyiz. Su, kendimize nasıl bir yön belirlediğimizi büyük bir dikkatle izliyor ve kayda geçiriyor. Benim tek arzum, suyun bütün insanlığa verdiği mesajın herkesçe duyulması ve özümsenmesi.”

Bilimsel araştırmalar merhamet, şefkat, yardımlaşma, empati  gibi duyguların beyinde mutlulukla ilgili alanları harekete geçirdiğini ve insanlar için en iyi “sakinleştirici” olduğunu da ortaya çıkarmıştır.
Araştırmaların bir diğer neticesi de, şefkatin ruh sağlığı yanında beden sağlığına da ciddî faydalar sağlamasıdır.
Şefkatin, merhametin yüze yansımış hâli olan tebessümün dahi beyindeki kimyasal reaksiyonların tetiklenmesini sağladığı için insanın mutlu olmasına yardım ettiği de bir diğer bilimsel gerçektir. (Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Duyguların Dili)
Kendimize ve çevremize yapabileceğimiz en büyük iyilik, şefkat ve merhamet göstermektir. Çünkü canlı cansız bütün varlıkların yüzü insana dönüktür, insanla ilgilidir. İnsanın kainata bakışı önemlidir.

Pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, insana tahkik-i imanı kazandırır. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir mektuptur.Tefekkür bu mektupları okumaktır. Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. İnsanın yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirmesi, kainattaki şefkat, merhamet, muhabbet, yardımlaşma sayfalarını okuyabilmesidir. Şefkati doğru kullanmak ancak imanla mümkündür.

Kainata tefekkür gözlüğüyle baktığımızda çok hassas bir şefkatle derinden derine terbiye edildiğimizi fark ederiz. Dünya bize bir beşiktir, ay lambamız, güneş sobamızdır, yeryüzü evimizdir, her şey bize şefkatle hizmet etmekteler. İtiraz eden yok. Elsiz bir kurtçukla dünyanın en güzel ipek kumaşları dokunur bize. Kıpkırmızı kan ile dışkılar arasından saf bembeyaz süt ikram edilir bize. Zehirli bir iğneye sahip olan arı dünyanın en güzel tatlısını sunar. Kara toprak, dört mevsim, on iki ay rengârenk çiçekler ve meyvelerle bir ziyafet sofrası gibi hazırlanır önümüze…Bunlar şefkat ve merhamet tecellilerinin müşahhas görüntüleridir.Kainatın Yaratıcısı bütün yarattıklarını insana şefkat ve merhametle hizmet ettirmektedir. Bizim yaptığımız bizim için hazırlanan bütün şefkat, merhamet sunumlarını kendimize ve sevdiklerimize “servis” yapmaktan ibarettir. Yoktan var eden O’dur. İnsanın görevi sadece gayret, faaliyet ve şükürdür.

Şefkat ve merhamet, ruhumuzu besleyen ve yücelten ulvi duygulardır. Kendi içimizdeki huzursuzluğu, aile içindeki mutsuzluğu, çevremizde, dünyamızda şahit olduğumuz şiddet ve çatışma hadiselerini bu ulvi duyguların eksikliğinde aramak gerekir.

Bugün dünyamızda yaşanan pek çok sorunun temelinde maddi imkansızlıklar değil, merhamet, şefkat ve empati eksikliği var. Bugün güçlünün haklı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu anlayışta şefkat, merhamet, acıma, yardımlaşma yok. Bencillik var, menfaat var,  insanın yalnız kendi arzularına hizmet var. Bu anlayışın dünyayı ne hale getirdiği gözler önünde. Terör, savaşlar, fakirlik, adaletsizlik…

Bugün ekonomik  çıkarların ön planda olduğu, haklının değil, güçlünün sözünün geçtiği dünyada, böl ve yönet oyunu ustalıkla sürdürülüyor. Suriye’de yaşanan vahşetler bundan ibarettir.

En üstte benim altta kalanın canı çıksın diyen,  beşeri sistemler, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülükleri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttı. Doymak bilmeyen hırsları, merhametsizlikleri, şefkatsizlikleri insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ekmeği çaldılar. İnsanları yetim ve öksüz bıraktılar. Barışa, şefkate, merhamete darbe yaptılar. Sonuç, insanlar huzursuz, toplumlar huzursuz.

Dünyada bunlar yaşanırken, insana insan olduğunu hatırlatmak için, Birleşmiş Milletler’in (BM) düzenlediği ilk Dünya İnsani Zirvesi, 23-24- Mayıs 2016 tarihlerinde Türkiye‘nin ev sahipliğinde İstanbul’da yapıldı.

Antalya’da yapılan G20 Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan; 5 milyar insanın temsilcisi liderlere seslenirken, dünyadaki gerilimi, savaşları sorunlara kalıcı çözümler üretilmesi yolunda ortak çaba gösterilmesi çağrısını yapmıştı. Bugün dünyanın pek çok ülkesinde Türkiye; sadece Suriyeli sığınmacılar için değil, 5 kıtada 140’ın üzerinde ülkeye yaptığı yıllık 6.4 milyar dolar insani yardımla, milli gelirine oranla dünyanın en cömert ülkesidir. Türkiye’nin  “şefkat eli”  dini, dili, ırkı ne olursa olsun mağdurun, mazlumun, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın, muhacirin üzerindedir. Yapılanlar bunun ispatıdır.

Bu gün dünya üzerinde milyonlarca insan başlarında patlayan bombalar yüzünden evlerini ve yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda bırakılmıştır. Niçin? Menfaatleri için yaşayan, sömürgeci ülkelerin politikaları yüzünden. Şanlı ecdadımız Osmanlıdan sonra dünya barış ve huzura hasret. Dedelerimiz gittikleri her yere şefkat ellerini uzatmışlardır. Şiddete, kargaşaya, teröre, fitne çıkaranlara karşı kudret elini kullanmışlardır. Bugünde devletimizi yöneten idarecilerimiz şefkat gücünü, şefkat elini, kudret elini birlikte kullanmaktadır.

Dünya İnsani Zirvesi sonuç bildirgesinde şefkat elinin kullanılması yer almadığı için Türkiye imzalamamıştır. Şefkatin, merhametin, yardımlaşmanın, adaletin olmadığı yerde Türkiye yoktur. Yanlışa hayır demiştir.Biz güçlüyüz diyenler düne kadar hep kullandıkları Türkiye’yi artık kullanamamaktadırlar. Olaylara insani açıdan, adaletle, merhametle, şefkatle bakış yerine Batılı devletler hala kendi çıkarları doğrultusunda bir yol izlemeleri sonuç bildirgesinde kendini göstermiştir. Sonuç bildirgesinde insani meselelere çare bulunmasının ötesinde Batılı devletlerin, Amerika’nın, Rusya’nın oyunlarını rahat oynayabileceği ifadelerin yer almasıyla kapanmıştır. İki yüzlü Amerika, iki yüzlü Rusya… Terör örgütlerinin ellerindeki silahlara bakın, Amerikan silahı, Rus silahı. Bunların şefkat eli yok. Bunların elinde silah var. Silahları çıkarları için kuklalara dağıtmak var. Cumhurbaşkanımız Erdoğan Diyarbakır’da “ABD’nin YPG-PYD’ye verdiği desteği Diyarbakır’dan kınıyorum, bize verilmiş söz bu değil. Yanlış yerde duruyorsunuz, terör örgütü ile ilgili bütün belgeleri veriyoruz ama attıkları adım yanlış. Bize dost olanlar, bizimle NATO’da beraber olanlar, kalkıp da kendi askerini YPG’yle Suriye’ye göndermemeli, gönderemez.” şeklinde konuşurken zalimin yüzüne iki yüzlü olduğunu haykırıyordu.

Herkes çıkar peşinde. İnsanlar ölmüş, vatansız kalmış, çocuklar yetim kalmış, öksüz kalmış, kimsenin umurunda değil. Ama Türkiye’nin umurunda…

Artık, doğruya, güzele, merhamete, şefkate, adalete, paylaşmaya, yardımlaşmaya, helale, sevgiye, barışa, kardeşliğe, dünya 5’ten büyüktür anlayışına …EVET  diyen bir Türkiye var.

Yanlışa, kötüye, merhametsizliğe, adaletsizliğe, bencilliğe, düşmanlığa, savaşa, teröre, her türlü şiddete, ırkçılığa, fitneye, gıybete, harama, 5 dünyadan büyüktür anlayışına….HAYIR diyen bir Türkiye var. Dik duran, eğilmeyen Türkiye var.  

Dünya İnsani Zirvesi sonuç bildirgesinde taşın altına Türkiye’den başka elini hiç kimse koyamamıştır. Elleriyle insanların sofralarındaki ekmeği çalmaya devam ediyorlar Vermek için söz veriyorlar. Sonra kıvırıyorlar. Veren el olamıyorlar. Şefkat eli olamıyorlar. Hep çalan el konumundalar. Bunu kitabına uydurmaya çalışıyorlar.

Asırlar boyunca İslam’ın sancaktarlığını yapmış, İslam aleminin hadimliğini üstlenmiş bir milletin evlatları olarak, köklü tarihimiz bize bazı sorumlulukları da miras olarak bırakmıştır. Gönül köprüleri kurmak, mazlumun, mağdurun, ezilenin elinden şefkat ve merhametle  tutmak … Türkiye bugün bunu yapıyor. Şefkat eli oluyor. Dünya bunu anlayamıyor.

Türkiye bugün sadece Suriyeli muhacirler, göçmenler için değil, onlarca ülkenin ‘şefkat eli’ görevini hiçbir menfaat beklemeden, küçük görmeden, ezmeden, şefkatle, merhametle yapmaktadır. Türkiye tarih boyunca savaşlardan, yıkımdan, sürgünden, zulümden kaçanlara daima sığınılacak güvenli bir liman olmuştur.

Merhametler, şefkatler var oldukça, sonuçta adaletsizlikler, zulümler yok olmaya mahkumdur.

Mevlana gerek ferdi, gerekse sosyal, pek çok problemin reçetesini şöyle yazmıştır.

 

‘Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörürlükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.’

Mehmet Abidin Kartal