Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

14 Mayıs 1950, Ak Devrim, Yeter Söz Milletindir…

 Mehmet Abidin Kartal

1950’in  bahar ayları Türkiye ayaktaydı. Yaklaşan değişimin, yeni dönemin ayak sesleri seçim meydanlarında çınlıyordu. Kitleler heyecanlı kıpır kıpırdı. Seçimler yaklaşırken İstanbul ve Ankara’dan iki cenaze kalktı. Birincisi  eski başbakanlardan Recep Peker’di. İnönü’nün sert tabiatlı Başbakan’ı, hükümetten olduğu gibi, dünyadan da sessiz sedasız çekilip gidiveriyordu. Ama ikinci cenaze hiç o kadar sessiz sedasız olmadı. Kurtuluş savaşında yaptıklarından dolayı kahraman olarak tanınan, cumhuriyet kurulduktan sonra dindarlığına rağmen yapılan manevi tahribatların ortağı olduğu için bazı çevrelerce iyi anılmayan, Millet partisi lideri Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesinde olaylar çıktı. Çakmak önemli isimdi. Ama iktidar başta cenazeye önem vermedi. Radyolar neşeli müzik yayınına devam ettiler. Birden halk sokaklara doluverdi, olaylar çıktı. Bu iki cenaze iki partinin; DP ve CHP’nin kamuoyu yoklaması oldu. Değişimin, yeni dönemin rüzgarı sert esmeye başlamıştı. CHP`de kendinden emin bambaşka bir hava hakimdi. Erken bir zafer sarhoşluğu partilerin başını döndürüyordu. İnönü’yü İstanbul’daki miting yanıltıyordu. İnönü’yü İstanbul Taksim’de on binler karşıladı. İstanbul valisi F.Kerim Gökay  kürsüye çıktı ve ‘İste Paşam, İstanbul’ dedi. Oysa bu kalabalık o gün İnönü’yü alkışlayıp üç  gün sonra oyunu DP’ye verecekti. Türkiye, bu atmosfer içinde 14 Mayıs seçimlerine gitti. Bu seçimler 1946’dan çok farklıydı. Açık oy gizli tasnif tarih sayfalarında yerini almış, millet gizli oy açık tasnif oyunu belli etmişti. Türkiye’ye on iki yıldır damgasını vuran  ‘Milli şef ‘ İsmet Paşa, Ankara’da Çankaya Köşkü’nden seçim sonuçlarını takip ediyordu. Gelen ilk haberler İnönü’nün canını sıkarken, DP cephesinde bir bayram havası meydana getiriyordu. Adnan Menderes, heyecanlı… Seçim sonuçlarını takip ettiği yer Aydın’da Şevke Hasırcı’nın evi. Seçim sonuçlarını radyodan dinliyordu. Gelen haberlere pür dikkat kesiliyor, heyecandan oda içinde bir oraya bir buraya gidip geliyordu. Gece saat 01.00 sıraları Ankara’dan Fuat Köprülü, Menderes’i arayarak müjdeli haberi verdi.

            “Ağam olanlar oldu. Dik şapkanı başının üstüne.Çık sokağa ilan et. Daha şimdiden sayılan oylarla memlekette oyların % 64’ünü  kazandık. Hemen atla bir vasıtayla Ankara’ya gel. Ankara’ya geldi parti merkezi dolup taşıyordu…”[1]

14  Mayıs 1950 seçim sonuçları aşağıdaki tablodaki gibidir.

 

Adnan Menderes’in  yakın dostu, milletvekili, bakanı olan Mükerrem Sarol’un Bilinmeyen Menderes isimli kitabında 14 Mayıs 1950 gününü şöyle anlatılıyor.
“Vatandaş hasretle 14 Mayıs’ı bekledi.14 Mayıs 1950 Pazar günü sabaha kadar Türkiye uyumadı. Tarlasına suyunu çeviren köylü, ecelle randevusu olan hasta, kalkıp seçim sandığı başına gitti. Ve oyunu kullandı. Çünkü 1946’da yapılan oy hırsızlığı ortaya dökülmüştü ve millet, oyunu çalmaya hevesleneceklerin başına seçim sandıklarını geçirmeye kararlı idi. Çok şükür, kimsenin başında seçim sandığı parçalanmadığı gibi, otuz yıldan beri devleti elinde tutan ve iki muhalefet partisinin başını yiyen CHP tepetaklak oldu; Demokrat Parti bütün yurtta seçimleri kazandı…”

Türkiye’nin demokrasi açısından dönüm noktası olan ilk çok partili hür seçimlerin yapıldığı, demokrasinin milâdı kabul edilen gün. 14 Mayıs 1950 günü siyasî tarihimize “Beyaz ihtilâl” “Ak devrim” olarak geçti. CHP’nin 27 yıllık tek parti diktasını halkın oylarıyla deviren bu seçim zaferi, aynı zamanda Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Türkiye gerçek manada cumhuriyet rejimiyle, demokrasiyle 14 Mayıs 1950 günü tanıştı.

      14 Mayıs 1950’de CHP tepetaklak oldu; Demokrat Parti bütün yurtta seçimleri kazandı. Türkiye’de ‘Beyaz ihtilal’ yaşanıyordu. İhtilalcılar beyaz elbiselerine hiçbir leke sıçratmadan sandıkların içinden çıkmış Ankara sokaklarını doldurmuştu. Herkes birbirini öpüyor, kucaklıyor, tebrik ediyordu. Bütün yurtta şenlikler başlamıştı.

1950’ye kadar, köylere fazla bir şeyler götürülmediği için, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar.”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları `Hasolar`, `Memolar` veya `ağzı çorba kokanlar`la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Millet kendine değer verenlere, hizmet edenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

14 Mayıs tarihi, Türkiye’de devlet- parti özdeşliğine dayanan bir bürokratik diktatörlükten, öznesini milletin meydana getirdiği yeni bir siyasete geçişi temsil etmektedir. Ancak bu tarihten sonra Türkiye”de “halk” cumhuriyetçi retoriğin sırf bir malzemesi olmaktan çıkıp kamu siyasetinde kısmen de olsa belirleyici bir rol edinmeye başlayabilmiştir. “Millet”in kağıtlara yazılı olan “egemenlik”i ancak bu tarihten sonra işlevsel olmaya, “Millet”in bireyleri “vatandaş” haline gelmeye başlamıştır. “Devlet ve aydınları” bu gelişmeyi kabul etmemekte direndikleri için, bu süreç bugün de hala devam etmektedir. Türkiye”de yönetimin meşruluğunun yegane kaynağının halk veya millet olduğu herkesçe kabul edilmediği sürece de, bu mücadele devam edecektir. [2]

Bazı tarihlerin toplumlar için bir dönüm noktası olduğu açıktır. Demokrasi mücadelesinde kalın harflerle not edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken birkaç tarihten biri de 14 Mayıs’tır. Demokrasi yolundaki uzun ve dolambaçlı mücadele sürecinde 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde, Türkiye tarihinde ilk defa, evet ilk defa, vatandaşın kullandığı oylarla ortaya koyduğu eğilimle siyasi iktidar kadrosu belirlenmiş ve iktidar el değiştirmiştir. İktidar kadrosunun seçim yoluyla, barışçı bir biçimde ve milletin istediği biçimde el değiştirmesi siyasi gelişmenin en önemli göstergesi ve merhalesidir. Demokrasiyi anlamlı ve tercih edilebilir hale getiren belli başlı temel ilkelerden biri ve en önemlisi iktidarın sandık yoluyla ve milletin istediği biçimde barışçı şekilde el değiştirmesidir. Demokrasi siyasi iktidarı kullanacak kadroları belirleme sorununa basit, anlaşılabilir ve pratik bir çözüm getirmektedir. İktidarı kullanacak olanlar toplum üyelerinin kendi hür tercihleriyle belirledikleri kadrolardır. Seçimlerde ortaya çıkan halkın iradesine göre iktidar el değiştirmektedir. 14 Mayısta iktidar ilk defa barışçı yolla el değiştirmiştir… Türkiye`de ilk defa sandık yoluyla iktidar 14 Mayıs 1950’de el değiştirmiştir. Bu tarihten önce de seçimler yapılmıştır; halk sandıklara gitmiş, oy kullanmış, temsilcilerini seçmişlerdir. Cumhuriyet döneminde birden çok partinin katıldığı ilk seçimler 1946 genel seçimleridir, fakat bu seçimlerde halkın iradesiyle iktidar el değiştirmiş değildir. ‘Yeter söz milletindir’ sloganıyla yola çıkan bir ekibin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde milletten büyük bir destek alarak iktidara gelmesi ve on yıl kaldığı iktidarda gerçekleştirdiği icraatlar hala milletin hafızasındadır.

14 Mayıs 1950 ‘de Adnan Menderes’in  Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak,  CHP’ye tarihi bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, CHP zihniyeti  bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.

Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu içinde, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor,  milletin  istediği işler yapılmaya başlıyordu.14 Mayıs 1950’de Menderes dönemi başlıyordu.

Çarıktan medeniyete geçişin adıydı Menderes dönemi. Kimi “Beyaz ihtilâl” “Ak devrim” dedi ismine, kimi “altın yıllar”….Asırlardır hizmete susamış Anadolu insanı; baraja, yola, fabrikaya, okula, suya, elektriğe onunla kavuşmuştu.Anadolu insanı  Ezanına, Kur’an-ı Kerimine de onunla kavuşmuştu. Sevinç gözyaşları içinde duygularını yaşamıştı… Bunun için ona “İslam Kahramanı” denmişti. Artık millet huzurluydu, mutluydu..Mahsul para ediyor, elleri nasır tutan köylünün yüzü gülüyordu. Sefaletin, Anadolu’nun kaderi olmadığını anlıyordu artık insanlar. Halk horlanıp itilip kalkılmaz olmuştu. Devlet dairelerinin kapıları milletin girebilmesi için sonuna kadar açılmıştı. Sadece halkın değil, ülkenin itibarı da zirveye yükseliyordu. Türkiye için yeni dünya düzeninde öylesine bir ülke öngörenlerin hesaplarını şaşırtıyordu Menderes. Kendi halinde bir ülke gömleği dar gelmeye başlıyor, adeta geçmişteki şanlı yerine doğru başını yeniden doğrultuyordu Türkiye…[3]

Türk siyasi hayatının on yılına Başvekil  olarak damgasını vuran Adnan Menderes… Türk demokrasisinin geleceğini, “fikir, inanç ve teşebbüs Özgürlükleri”nde görmüştür. Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının ancak geniş bir özgürlükler ortamında mümkün olabileceğini vurgulamıştır.

l3 Nisan 1949’da yapılan DP Aydın İl Kongresi’nde “Üyelerden biri, ‘Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olamaz’ dedi. Ben, aksini söyleyeceğim. Hürriyetin olduğu yerde sefalet olamaz.” diyen Menderes, CHP iktidarlarında temel hak ve özgürlüklere getirilen kısıtlamalara da karşı çıkmıştır:

“Vatandaşın, söz, fikir ve vicdan hürriyeti, demokrasinin temelini teşkil eder. Bir memlekette demokrasi vardır diyebilmek için de bu hürriyetin her türlü tehditten masun olması şarttır. Bu hürriyetlerin tehdit altında bulunması veya bulunabileceği korkusunun kalplerde hakim olması, kanunlarda yazılı olanlar ne olursa olsun o memlekette demokrasinin yer bulmamış olmasının şaşmaz delilidir…”[4]

14 Mayıs 1950’den itibaren millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.

Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük ölçüde mümkün oluyordu. Kur’ân derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış, kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş, okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisinin sattığı 800 camiye karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır. İmam Hatip okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Bediüzzaman Menderes’e, “İslâm kahramanı” demiştir.

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi, on sekiz yıldan beri inananları rahatsız eden ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması olmuştur.

Seçimden 20 gün sonra yayınlanan demecinde Menderes; herkesin dinî vecibe ve ibadetlerini yerine getirebilmesini, vicdan hürriyetinin gereği ve laikliğin esası olarak ifade etmiştir. Bu yüzden ezanın asıl şekliyle  okunması yasağının devamı laikliğin gereği değil aksine, bunun ihlâli olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca, bu yasak devam ederken cami içinde bütün ibadet ve duaların Arapça olarak yapıldığını ifade ederek, bir bakıma yasağın mantıksızlığına dikkat çekmiştir.

Menderes Hükümetinin bir ayı dahi dolmadan meclise kanun teklifi vererek yasağın kalkmasını sağlaması ve Ramazan ayının başına tevafuk eden serbestiyetin sağlanması, halk nezdinde büyük bir memnuniyete vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Ezan-ı Muhammedi’nin (a.s.m.) neşriyle Demokratların on kat güçlendiğini beyan etmiştir.

Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…

Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözler kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilâli yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri, şehir içinde, şehirler arasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir. Köylü cebine para girince, yapılan yollarla şehre, kasabaya giderek sosyal ve ekonomik hayatında olumlu değişiklikler yaşamıştır. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir.[5]

DP Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir. Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.

Türkiye’nin 14 Mayıs 1950 tarihinde yaşadığı barışçı-demokratik iktidar  değişikliği, halkın iradesini ilk defa siyaset düzeyine intikal ettirmesi  bakımından tarihî bir olaydır. Bundan dolayı 14 Mayıs’ı Türk Demokrasisi’nin  “milâdı” olarak yorumlamak yanlış olmaz. Türkiye’de demokrasinin doğum  tarihinden bu yana zaman zaman gel-gitler, tereddütler, siyasî “irtica” girişimleri olmuş olmakla beraber; 1950 öncesine dönüş yolunun kesin olarak  kapanmış olması, demokratik süreci zaman zaman kesintiye uğramasına rağmen demokrasideki olgunluk gösteriyor ki, artık demokrasiden geriye dönülemez. Demokraside karar kılmış olmak ise dayanaksız bir ilkeye “romantik” bir bağlılıkla değil, somut sonuçlarıyla da temellendirilebilecek bir başarıdır.  Ancak demokrasi sayesindedir ki; Türk insanı “vatandaş” konumuna  yükselebilmiş, temel hak ve özgürlüklerine kavuşabilmiş, yönetimi kendi  iradesi doğrultusunda yönlendirilebilir hale gelmiştir. Türkiye iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmasını da büyük ölçüde demokratik dönemde  gerçekleştirmiştir. Türk vatandaşı, hayat standartlarının yükselmeye  başladığını ancak bu dönemde hissetmiş; yoksulluğu,  kendi iradesiyle değiştirebileceğini görmüştür.

Günümüzde ve gelecekte kalıcı ve istikrarlı bir demokrasi için, halkın demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, teröre, her türlü vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda milletindir. Millet 14 Mayıs 1950’de seçimle  ilk başbakan olarak Adnan Menderes’i, 10 Ağustos 2014 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’a, oyların %52 sini vererek seçimle ilk ve Türkiye’nin  12. Cumhurbaşkanını seçmiştir. Bu seçimler Türk demokrasi tarihinde, demokrasinin gelişmesi ve milat olması  açısından önemlidir. Millet seçtiklerine sahip çıkmalıdır. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için vardır.

[1] – Darağacı-Demokrasi Kahramanı Menderes, Mehmet Abidin Kartal, İskenderiye Kitap, İstanbul 2015, s.73-74

[2] – Tercüman, 16.05.2005-Mustafa Erdoğan

[3] – Darağacı-Demokrasi Kahramanı Menderes, Mehmet Abidin Kartal, s.19-20

[4] -Demokrasinin Temelleri, Adnan Menderes, Vatan Gazetesi, 22 Haziran 1946.

[5] – Demokrat Partinin İktisat Politikası [1950-1954] Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)

Son Kale

Tarihi süreç içinde eski devirlerinden itibaren insan kendini, ailesini ve yiyeceğini korumak amacı ile yaşadığı yerin etrafını duvarlarla çevirmek ihtiyacını hissetmiştir. Bu yapılara kale diyoruz.

Kaleler, düşmandan korunmak ve saldırısına engel olmak için kalın duvarlarla yapılan, düşmana ok ve mermi atma yerleri olan, içinde askerin barınacağı yerler bulunan büyük savunma, korunma yapılarıdır. Topun icat edilmesi ve kullanılmaya başlanmasına kadar büyük önem taşıyan kaleler, 15. yüzyıldan sonra önemini kaybetmeye başlamıştır.

Anadolu, pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Bu coğrafyayı mesken tutanlar, yaşadıkları büyük savaşlar ve göçler nedeniyle kendilerini korumak için görkemli kaleler inşa etmişlerdir. Hemen aklımıza gelenler kaleler; Kız kalesi, Mersin, Dolmabahçe Sarayı, İstanbul, Gaziantep Kalesi, Gaziantep, Sinop Kalesi, Sinop, Rumeli Hisarı, İstanbul, Diyarbakır Kalesi, Diyarbakır, Topkapı Sarayı, İstanbul, Mardin Kalesi, Mardin….

Tarihin belli bir dönemine kadar, bir yerleşim bölgesini ele geçirebilmek için önce o bölgedeki kaleyi ele geçirmek gerekiyordu. Tarihi seyir içinde kaleler bulundukları yerleşim merkezinin siyasi, kültürel ve sosyo-ekonomik gelişiminde önemli bir unsur olarak karşımıza çıkarlar..

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Çünkü, Türkiye, son on yılı aşkın yürüttüğü politika ve insani siyasetiyle, köklerinden gelen merhamet, adalet ve şefkat medeniyetini ihya etmeye başlamıştır. Bunun sonucudur ki, üç milyonu aşkın Suriyeli kardeşlerimize merhamet ve şefkatle bağrımızı açmışız.

“Türkiye son kaledir. Çevremizdeki bunalımların krizlerin içinde mazlumların, mağdurların sığınabileceği son kaledir. Birileri son kaleyi yıkmak, tahrip etmek istiyor. Yahya Kemal’in deyişi ile ‘son ordusudur İslam’ın’ diyerek istiklal harbinde son bir hamle ile kurulan Türkiye, nasıl o zaman bütün mazlumların duası ile kuruldu. Bugün de mazlum milletlerin duaları ile ayaktadır. Bizler son kaleyi savunmak için ne gerekiyorsa yapacağız…”(Başbakan Ahmet Davutoğu -4 Şubat 2016 Basın)

Türkiye  son kaledir. Türkiye İslam aleminin umududur. Bediüzzaman “İmanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya (Türkiye’ye) gelmek lazımdı; çünkü en ziyade burada ihtiyaç var”.Türkiye her açıdan İslam aleminin merkezi ve kalbi konumundadır. Merkez ve kalp bozuk olursa diğer taraflar da bozuk olur. Öyle ise tedaviye merkez ve kalpten başlamak gerekir. Bediüzzaman’ın Türkiye tercihi bu manaya işaret ediyor. Kur’an’ın  tefsiri olan Risale-i Nur eserleri manevi setlerdir. Bu setler terörün en büyük engelidir.

 

İslam aleminin son umudunu, son merhamet ve şefkat kalesini düşürmek, ele geçirmek için, yıkmak için her şey yapılıyor. İçerideki hainler dışarıdakilerle el ele seyrediyoruz. Millet seyrediyor. Oyunun farkında olan bu aziz millet, oyunu oyuyla bozdu. Son kaleyi kurtardı. Millet seçtiği Cumhurbaşkanının, hükümetinin yanında. ‘Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz’ diyorlar Hainler bunu hazmedemiyorlar.Terör olayları bunun müşahhas örnekleridir. Bunun için, Cumhurbaşkanımız Erdoğan üzerinden milli irademize yönelik devamlı suikast tezgahlıyorlar.

PKK lideri ve KCK eş başkanı Cemil Bayık İngiliz The Times’da yayınlanan röportajında. “Erdoğan bizi yenerse, Türkiye’de demokrasi isteyen herkesi mağlup edebilir. Erdoğan’ı devirmek istiyoruz. Onun rüyalarının gerçeğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel biziz. Eğer Erdoğan bizi saf dışı bırakırsa, kazanır. Erdoğan’ı ve AKP’yi devirmek istiyoruz. Erdoğan ve AKP devrilmedikçe, Türkiye asla demokratik bir ülke olamaz. ” Diyerek kusuyordu.

Erdoğan’ı itibarsızlaştırma odaklı algı operasyonları artarak devam ediyor. Çamur at izi kalsın. Türkiye’yi yalnızlaştırmak, son kaleyi yıkmak için hedefteki sembol isim Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü o milli irade ve ümmetin dik duruşunun umududur.

Türkiye düşmanları; onların kalenin içindeki maşaları Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ı, devre dışı bırakmak, itibarsızlaştırmak için her yola başvuruyorlar. Amerikan, İsrail lobileri, paralel yapı, HDP, PKK-DAEŞ, DHKP-C, Putin, Esad aynı şeyi söylüyorlar. Hedef Erdoğan’ı devirme projesi. Yani “Erdoğan gitmeli” Niye? Son kale başka türlü ele geçirilemez de ondan. Hatırlayın bu proje önce; Gezi’yi örgütleyenlere, sonra 17-25 Aralık darbe girişimini yapan paralel yapıya, MİT tırları durduranlara, şimdilerde cani terör örgütü PKK’ya  verilmiş durumda..İhaleyi alan PKK öldürüyor, yakıp yıkıyor. Meclisteki, medyadaki, sosyal medyadaki uzantıları meşrulaştırıyor., Paralelcisi, Esadcısı, Putincisi, solcusu, Amerikalısı ve Amerikancısı alkış tutuyor. Bu oyuna gelecek miyiz? Diz çökecek miyiz?

Türkiye’nin önünü kesmek isteyen, zulümle, menfaatle, kanla beslenenler, kendilerini dinlemeyen güçlü Türkiye istemiyorlar.Türkiye’ye diz çöktürmek istiyorlar. Oynanan oyun bundan ibarettir. Artık bunu aklı selim her vatandaş anlamalı. Olay parti meselesi değil  memleket, vatan meselesidir. Bunu göremeyenlerin zalimin, teröristin zulmüne destek olma ihtimali var. “Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur.

Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra yardım da göremezsiniz. ”(Hud, 11/113) Düşünce ve davranışta zalimlere meyletmek zulümle; hainlere ortak olmak ihanetle; suçlulara arka çıkmak cürmün kendisi ile eşdeğerdir. Zalimler karşısında hakkı söylemek en büyük cihattır. Zalimin zulmünü önlemek hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa ermenin yoludur.

‘PKK’nın siyasi uzantısı olan HDP’nin Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın PKK’nın Suriye’den getirerek Türkiye’ye sokmak istediği silahları arabasıyla taşıdığı ve terör örgütünün Suruç yapılanmasına teslim ettiği ortaya çıktı. Mülteci kamplarında kalan Suriyelileri silah kuryesi olarak kullanan PKK, silahları taşımak için de HDP’li vekillerin araçlarını kullanıyor.

Suruç’taki kampta kalan Mehmed Muhammed Ali’yi para vaadiyle silah kuryesi olarak kullanan PKK, Şanlıurfa Emniyeti’nin teknik ve fiziki takibi sonucu yakalandı. Emniyet’in gizlice takip ettiği silah kaçakçılığı olayında, Ali’nin getirdiği bavulları aracıyla taşıyacak kuryenin HDP milletvekili Faysal Sarıyıldız olduğu ortaya çıktı. Söz konusu aracı yakalayan Emniyet görevlileri, HDP’li vekil Sarıyıldız’ın “Ben milletvekiliyim, bana dokunamazsınız” tepkisiyle karşılaştı. Dokunulmazlığı nedeniyle işlem yapılamayan HDP’li vekilin silah kuryeliği Emniyet tutanaklarına yansıdı.’(Yeni Akit 26 Temmuz 2015)

Arabasıyla terör örgütüne silah taşıyan, örgütün sığınaklarında teröristlere canlı kalkanlık yapan, evini teröristlere tahsis eden, terör örgütünün her eyleminde ön safta yer alan milletvekili, milletvekili değil teröristin ta kendisidir. Bu hainlikleri, ihanetleri yaparken düşman olarak gördüğün devletin tüm imkanlarından faydalanacaksın. Hainliklere her gün yenisini ekleyeceksin. Bunun hesabı bir gün sorulur. Şehit Piyade Komando Ayhan Erdoğan’ın babası Recep Erdoğan, “Ben Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’na seslenmek istiyorum; bu, Meclis’teki teröristleri cezaevine tıksınlar, milletvekillerini. Tıkarlarsa hakkımı helal ederim, yapmazlarsa helal etmem.’ Derken milletin duygularına tercüman oluyor, hesap sorulmasını istiyordu.

Halk Tv’de Halk Arenası programının moderatörü Uğur Dündar programda skandal ifadeler kullanıyordu. Operasyonlarda öldürülen teröristleri savunan Uğur Dündar “7 Haziran’dan bu yana bu kadar şehit vermemize sebep olanlar gerçek vatan hainleridir. O bölgede yüzlerce masum Kürt yurttaşımızın hayatını kaybetmesine neden olanlar asıl vatan hainleridir” iddialarında bulunuyordu.( http://www.ulke.com.tr/medya/haber/627252-ugur-dundardan-kustah-sozlerteroristleri-savundu) İhaleyi alan PKK öldürüyor, yakıp yıkıyor. Son kaleyi yıkmaya çalışıyor. Sen Kürt  yurttaşlarımız  hayatını kaybediyor diyeceksin. Onlar Kürt vatandaşlarımız değil, terörist PKK. Siyasi görüşümüz ne olursa olsun, ortak kaygımız vatan olması gerekmez mi?…

Söze ne hacet.  Her şey gözlerimizin önünde oluyor. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Son kaleyi yıkmak isteyenlerin içerdeki, meclisteki  temsilcilerinin son marifetini millet televizyonlardan seyretti. PKK’nın marşını söylüyorlardı.

HDP’li vekiller dokunulmazlıkların Anayasa komisyon görüşmelerini terörize ettikten sonra Meclis’i terk ettiler. Türkiye Büyük Millet Meclisini terk ederken terörist marşını söyleyerek Kandil’e biat ettiklerini, hainliklerini resmen ilan etmişlerdir. Bunlar milletin vekili olamazlar.

Meclisteki hainlerin paçaları tutuştu. Arabasıyla PKK’ya silah taşıyanlara dokunulacak..Bu ülke hiç kimsenin çiftliği değil. Ülkemizin her karış toprağı şehit kanlarıyla vatan olmuştur.

Şehirlere barikatlar, çukurlar kurdular. Camileri, hastaneleri, durakta bekleyen insanları acımasızca bombaladılar. Bütün bu cinayeti işleyenlere, teröre destek olanlara dokunulacak. Bunun için ilk adım atıldı. Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin Anayasa değişikliği teklifi, TBMM Anayasa Komisyonu’nda kabul edildi. Süreç başladı. Son kaleyi yıkma ihaneti içinde bulunanlar kanun karşısında hesap verecekler. Dokunulmazlıklar kalkacak ve yargının önüne çıkacaklar. İhanetin bedelini ödeyecekler. Yolun sonu görünüyor. Bundan kurtuluş yok.

”Sana ihanet edeni affet ama vatana ihanet edeni affetme” Hz. Ali (r.a)

“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir” Bediüzzaman

Kardeş Olabilmek

Aynı anne babadan doğan ve ortak değerlere sahip olan kimseler kardeştirler. Hiç kimsenin kardeşini seçme hakkı yoktur. Kardeşler arası ilişkiler;  insanlar arası  yakınlık, bağlılık ve  himaye duygusunun sembolü olmuştur. “Onu kardeşim gibi severim”, “Bana kardeşim kadar yakındır” “Onun yaptığı iyiliği insana kardeşi bile yapmaz” gibi sözler sosyal hayatda sıklıkla duyulur. Bu sözler, kardeşlerin birbirlerine karşı hissettikleri yakınlık, sevgi, bağlılık ve fedakârlık duygularının boyutunu pratik hayattaki yansımaları ile ortaya koyuyor.

Kardeşliğin dünyadaki ilk örneği babamız, insanlığın babası, ilk peygamber  Hz. Adem’in (a.s) çocukları Habil ve Kabildir. Kur’an’da bu iki kardeş ile ilgili anlatılan kıssada bize mesaj olarak Allah-kul ilişkilerinde ihlas, samimiyet ve teslimiyetin temel unsur olduğunu öne çıkarmaktadır. Kıssanın diğer masajı ise, kişisel zaaflara esir olunması, ihlas ve samimiyetin hayatımızdan çıkması halinde insanları birbirine yaklaştıran, bağlayan kardeşlik bağının koparak düşmanlığa dönüşmesidir. Bu düşmanlığın kardeşlerin birbirini öldürmelerine sebep olmasıdır. Habil ve Kabil kardeşliğinde yaşanan kişisel zaaflara esir olunmanın sonucudur.

Habil ve Kabil Allah’ın yakınlığını kazanmak amacı ile birer kurban sunmuşlardır.Habil’in kurbanı Allah tarafından kabul görürken Kabil’inki kabul edilmemişti. Kıskançlığa düşen  Kabil kardeşine yeminle  hitap ederek onu öldüreceğini söyler. Bu durum karşısında Habil, Kabil’e karşılık vermeyeceğini, kendisini öldürmesi halinde onun, her ikisinin de günahlarını yüklenerek cehenneme gideceğini hatırlatır. Sonuçta Kabil kıskançlık krizi içinde  kardeşini öldürmekten kendini alamaz. (Maide, 5/27-30)

Başkalarının sahip olduğuna sahip olma isteği, hem de sahip olduğunu, başkasına kaptırma korkusu, bir ilişkinin veya bir kişinin yitirileceği endişesi olan kıskançlık,  dünyada ilk cinayetin işlenmesine sebep olan hem de kardeş katiline sebep olan çok tehlikeli bir duygudur. Bu duygu insanı devamlı huzursuz ve mutsuz yapar. Psikolojik bir hastalıktır, tedavi edilmesi gerekir.

Kardeşlik deyince iki kardeşlik türü aklımıza gelmelidir. Bunlardan biri aynı anne babadan doğan çocukların kardeşliği, nesep kardeşliği, bir diğeri de din ve iman kardeşliğidir.

Nesep kardeşliği aynı karından dünyaya gelmeyi ifade eder. Yani soy kardeşliğidir. Kur’an-ı Kerimde şöyle buyrulur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık”. (Hucurat 49/13)

Din kardeşliği ise; aynı dine mensup olmayı ifade eden kardeşliktir.. İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle itikat ve iman temeline dayanan bir kardeşlik türüdür.  Bu konuda da şöyle buyurulur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup sakının umulur ki esirgenirsiniz” (el-Hucurat 49/10).   ve siz O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz. ” (Al-i İmrân, 3/103).

Kardeş olmak, arkadaş ve dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak demektir; sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak, paylaşmak demektir.  Bu konuyu sevgili Peygamberimiz (sav)hadislerinde şöyle açıklar:  “Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez.” (Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71)

Kardeşliğin hayata yansımasının  güzel örneklerini Peygamberimizin (sav) hayatında görmekteyiz. O, bir yandan insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini anlatırken, diğer yandan bu inanç etrafında toplananları din kardeşliğinde birleştirip kaynaştırmıştır. Bu sistemde Habeşistanlı bir köle ile Kureyşli bir asilzade arasında fark kalmıyordu.

İslam’da kardeşlik denince elbette ilk akla gelen Ensar ve Muhacir kardeşliğidir. Müminler  arasındaki muhabbetin, sevginin, en göz kamaştırıcı örneklerinden biri, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlerle onlara kollarını açan Medineli Ensar arasındaki kardeşliktir. Medine’ye hicretten 5 ay sonra Resul-i Ekrem (s.a.v), Ensar ile Muhacir bir araya toplamış Medine Sözleşmesi gereği kırk beşi Muhacirlerden kırk beşi Ensardan olmak üzere 90 kişiyi kardeş yapmıştır. Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî ve manevî yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyordu. Modern dünyanın “toplum dayanışması” dediği ve aradığı oluşumu, Hz. Peygamber (sav), kıyamete kadar yaşayacak olan ümmetine örnek olmak üzere muahat (kardeşlik) uygulamasıyla, daha ilk İslâm toplumunda gerçekleştirmiştir. Bu sebeple müslümanlar, kardeşliği Kitap ve Sünnet ile ilan edilmiş ve Medine İslâm toplumuyla o kardeşliği yaşamaya başlamış bir ümmettir. Kurulan bu kardeşlik hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur.

 

İbnu Ömer (r.a) anlatıyor: “Rasulullah (sav)  buyurdular ki: “Müslüman müslümanın kardeşidir.Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür.  Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını kıyamet günü örter.” (  Buhârî, Mezâlim 3, İkrâh 7; Müslim, Birr 58, (2580).) Bir gemide bir cani ile dokuz masum bulunsa o caniyi cezalandırmak için o gemi batırılmaz. Bir müminde ise nefreti gerektiren bir kusur bulunsa, sevgiyi, kardeşliği gerektiren yüzlerce vasıf vardır. O halde kusurlar müminler arasında nefret ve düşmanlığa sebep olamaz.

 

İslam kardeşliğinin temel kuralları vardır. Bunlardan bazıları; güven, sadakat, doğruluk, iyi niyet, hüsnü zan, yardımlaşma, paylaşma, sevgi ve saygı, kardeşi için feragat etmek, kendi ihtiyacı varken başkasını kendisine tercih etmek, merhamet, şefkat, hoşgörü, adalet, sözünde durmak, güzel ve yumuşak sözlü olmak, ziyaret etmek, hediyeleşmek, selamlaşmak gibi güzel davranışlardır.

Her sistem gibi Allah katında geçerli hak din olan İslâm da kendi toplumunu belli esaslar üzerine kurmuştur. İnançta tevhid’i; toplum hayatında uhuvvet’i yani kardeşliği esas almıştır. Kardeş olmanın, birlik olmanın yolu Kur’ân’a teslim olmak ve onu yaşamaktan geçmektedir. Bugün maalesef münafıkların ve kafirlerin mezhepçilik, ırkçılık  gibi ağlarına takılan Müslümanlar parçalanmakta, birbirlerini öldürerek kardeşliğe darbe vurmaktadırlar. İslâm dünyasının, münafıkların ve küfür ehlinin oyuncağı olmasının tek sebebi parçalanmışlıktır, tefrikadır (bölücülük, ayrımcılık), kardeş olamamaktır.

 

Girmezse tefrika bir millete düşman giremez

Yürekler toplu çarptıkça onu top sindiremez Mehmet Akif Ersoy

Asya’nın münafıkları, Avrupa’nın zalim kafirleri, İslam alemine mezhepçilik, ırkçılık silahlarını kullanarak tefrikayı sokmaktalar. İslam aleminin idarecilerinin ve halkının bunun farkında olması elzemdir. Irkçılığın ve mezhepçiliğin önü alınamazsa kardeşliğin tesis edilmesi çok zor.

Gelecekteki olumsuzlukları gören, Peygamber efendimiz (sav) her şarta kardeşlere yardım yapılmasını teşvik etmiştir “Zalim olsun mazlum olsun kardeşine yardım et” buyurmuş; mazluma yardımı anladık ama zalime nasıl yardım ederiz? diye sorulanca da; “onu da zulmünden vazgeçirirsiniz, bu da ona yardımdır” buyurmuştur.( Buharı, mezalim ) Bir başka hadis-i şerifte müslümanların yek diğerleri üzerindeki hakları şöylece sıralanmıştır: “Karşılaştığında selam ver. Davet edince, icabet et. Nasihat istediğinde nasihat et. Aksırıp elhamdülilah deyince ‘”yerhamükellah” diye dua et. Hastalanınca ziyaretine git. Öldüğünde de mezara kadar cenazesini teşyi et!”( Müslim, selâm)

Peygamber Efendimiz (sav) kardeşlik duygusunu yıpratan, Müslümanları birbirine düşman yapan, olumsuz tutum ve davranışları şu ifadeleri ile yasaklamaktadır:

“Birbirinize haset etmeyin. Müşteri kızıştırmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize arka çevirmeyin. Birbirinizin pazarlığı üzerine pazarlık etmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yalnız ve yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. Kişiye Müslüman kardeşini küçük görmesi günah olarak yeter. Müslümanın müslümana malı, kanı ve namusu haramdır.”(Müslim, Birr ve Sıla, 9)

Günümüzde İslâm dünyası kardeş olamamanın acısını, cezasını ümitsizlik, cehalet, fakirlik ve anlaşmazlık olarak yaşamaktadır. İslam dünyasında bölücülük, ayrımcılık, anlaşmazlık almış başını gitmektedir..Müslümanlar,  insan hakları ihlâlleri, halkına zulmeden idarelerin despotizmi, terör ve savaş altında inlemektedirler. İslâm toplumlarındaki dağınıklık, bölünmüşlük sebebi olarak pek çok şey sıralanabilir. Ancak en önemli sebeplerin başında iman ve ahlâk alanındaki yozlaşma ve aşınma gelmektedir diyebiliriz. Bütün bu olumsuzlukların üstesinden gelmemiz ancak  kainatın Efendisinin dediği gibi, “Size iki emanet bırakıyorum ki, onlara tutundukça sapmayacaksınız: Allahın Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Sünnetim” Emanetlerden uzak bir hayat, Müslümanlara kardeş olduklarını unutturdu.

Toplum olarak, İslam dünyası olarak kardeşliğe, birlik ve beraberliğe, kaynaşmaya, uhuvvete, barışa her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Maddî manevî hayatımıza zarar veren kini, nifakı, adaveti, husumeti, inadı, hasedi, kavgayı, terörü, şiddeti, tarafgirliği sadece toplum hayatından değil, içimizden, ruhumuzdan ve benliğimizden de söküp atmamız lâzımdır.

Çözüm kardeşliğin tekrar tesis edilmesinden geçiyor.

Kardeşlik, uhuvvet; ihlâsı, muhabbeti, yardımlaşmayı, soğukkanlılığı kazanmayı, muhafaza etmeyi sağlayan ve makam, mevki sevgisini, korku, bugün İslam dünyasını savaş alanına dönüştüren ırkçılık,  mezhepçilik, terör,  tembellik ve hırs gibi muzır manileri de def etmenin çaresidir.

Kardeş olmanın yolu birlikten, vahdetten, tevhidden  geçmektedir. “ Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak (dostça, samimane birleşme) ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti (kardeşliği) iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak(ayrılık) ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mümine karşı hakikî adâvet etmek (düşmanlık) ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete (kardeşlik ilişkileri) karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf (haksızlık yapma) olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın…” (Mektûbat, 22. Mektub)

Uhuvvet, kardeşlik;  Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav)’ın taltifine mazhar ve sahabe mesleğine dahil olmaktır. Kainatın Efendisine (sav) kardeş olmaktır.“Resulullah (sav) bir gün buyuruyor: ‘Kardeşlerim! Kardeşlerim!’ Sahabe-i Güzin efendilerimiz soruyorlar: ‘Ya Resulallah kimdir o kardeşlerin?’ Resulullah Efendimiz (sav) buyuruyor: ‘Onlar ahir zamanda gelecekler, nur yiyecekler, nur içecekler, nur konuşacaklar, nurdan hanelerde oturacaklar. Bilmiyorum onlar mı bana daha yakın, yoksa siz mi?’ Ashâb-ı Kirâm: Ey Allâh’ın Resûlü! Ümmetinden sonra gelecekleri nasıl tanıyacaksın? Dediklerinde, buyurdular ki: ‘Onlar dünyada da iken aldıkları abdestlerden dolayı alınları nur gibi parlayarak gelirler. Ben daha önceden gidip onları havzın başında bekleyeceğim…’ (Müslim, Tahâret 2/39)  Bu müjdeye nail olmak için “Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini (nefsin hoşuna giden zevk, lezzet) bırakıp mahviyet (alçak gönüllülük)  ile tesanüd (yardımlaşma) ve ittihadı muhafaza eden bir halis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor”  (Şuâlar, On Üçüncü Şuâ ) ifadelerindeki kardeşimiz gibi olmamız gerekiyor.

Uhuvvet, kardeşlik dairesine girebilmek, Güllerin Efendisine (sav) kardeş olabilmenin şartı, “Mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini (kardeşliklerini) ve tesanütlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lazım ve zaruridir” (Şuâlar, On Üçüncü Şuâ ), kuralına uymaktır.

Şimdi hepimiz kendimize soralım; Efendimiz Miraçtan gelir gibi çıksa gelse göğsümüzü gererek: Yâ Resûlallâh! “Senin kardeşlerin olmayı hak eden ümmet işte biziz!” diyebilecek cesareti kendimizde bulabiliyor muyuz?  Bu cesareti bulabilmek için, yaşadığımız üç aylarda, mübarek gecelerde, Miraç gecesinde dualarımızda, Cenab-ı Allah’ın “Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım” dediği “Habibullah”a kardeş olmaya söz verelim.

Hz. Peygamberi örnek alıp sünnetini yaşamadıkça, O’nu (sav) yere göğe sığdıramayacak sözlerle yüceltmeye çalışmamız kurtuluşumuz için yetmeyecektir.

Kardeş olmanın yolunu, Resul-i Ekrem (sav) ümmetine göstermiş:  “Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”

“Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve her bir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen ve âdetini ibâdete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et.” (Mektubat)

Kainatın Efendisine Efendimize (sav) kardeş olmak, ne kadar güzel bir ifade değil mi? O, bizler için kardeşlerim, hem de özlediğim kardeşlerim dediği halde bizler neden, Onunla kardeş olmak için gayret göstermeyelim? Bunun yolu Rabbimize hakkıyla kulluk vazifemizi yapmamız, sünnet-i seniyeye göre hayatımızı yaşamamızdan geçiyor. En büyük makam, unvan Kainatın Efendisine (sav) kardeş olabilmektir. Bu gayret içinde olanlara ne mutlu…

‘Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir Kıyameti koparacak.’

Sözler, Onuncu Söz, Zeylin İkinci Parçası

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Köprüler Kurmak…

Dere, çay, nehir, vadi ve denizleri birbirine bağlayan boğazlar gibi  geçilmesi güç bir engelin iki kıyısını bağlayan veya herhangi bir engelle ayrılmış iki yakayı birbirine bağlayan veya trafik akımının, başka bir trafik akımını kesmeden üstten geçmesini sağlayan yapılara köprü diyoruz.. .

Köprülerin bir çok çeşitleri vardır. Ahşap köprüler, Taş köprüler, Demir ve çelik köprüler, Betonarme köprüler, Çelik köprüler, Kiriş köprüler, Kemer köprüler, Asma köprüler, Hareketli köprüler…Köprüler gelişmenin, medeniyetin bir göstergesidir. Tarihi süreç içinde köprü teknolojisi gelişerek günümüze kadar gelmiştir. Teknoloji sayesinde bugün asma köprüler yapılmaktadır. Bu köprüler insanların maddi dünyalarını bağlarken,  ruh dünyalarına kapılar açıyor, gönülleri birleştiriyorlar. Köprülerin esas fonksiyonu, manevi dünyaları, ruh dünyalarını birleştirmeleri, kaynaştırmalarıdır. Gönül köprüleri, sevgi köprüleri, kardeşlik köprüleri, yardım köprüleri…

Köprü den bahsedip Mimar Sinan’dan söz etmezsek haksızlık yapmış oluruz. Mimar Sinan, çağını aşan teknikleri ve bilimsel uygulamaları kullanarak sosyal meselelere  mimarlık boyutunda çözümler getirmiştir. Yaptığı uygulamalar bu anlamda oldukça ilginçtir. Su kemerleriyle uzaklardan getirdiği içme suyunu Taksim’deki kuleden tazyikli olarak tüm İstanbul’a dağıtmıştır (taksim etmiştir).Mimar Sinan’ın getirilen suları bugünkü Taksim meydanından, İstanbul’a dağıtması, taksim etmesi, buraya Taksim adının verilmesine sebep olmuştur. Mimar Sinan’ın çok sayıda köprü inşa ettiği bilinir. Sinan eserleri arasında adları geçen köprülerinin bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan ikisi haricinde diğerleri Marmara Bölgesi’nde bulunur. Büyükçekmece Köprüsü, birbirlerine yapay adalarla eklemlenen dört parçalı sistemi ve 638 metrelik uzunluğuyla önemli bir mimari eserdir. Sinan’ın tezkirelerinde, gerekse döneminin tarihi kayıtlarında özellikle vurgulanmıştır. Büyükçekmece Gölü üzerindeki köprü, dünyada göl üzerine yapılabilmiş tek köprüdür Mimar Sinan’ın kendi mührü Büyükçekmece Köprüsü üzerinde kazılıdır.

Mühür şöyledir:

El fakirul – Hakir Ser Mimaranı Hassa
(Değersiz ve muhtaç kul, Saray özel mimarlarının başkanı)

Sinan, olgun başak misali doldukça eğilebilmeyi, mütevazi olmayı başarabilen bir şahsiyettir
Mimar Sinan, 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 suyolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir.

Osmanlı Devletinde köprülerin korunması ile bakım ve onarımından sorumlu olanları “köprücü” olarak adlandıran özel bir hizmet sınıfı meydana getirilmiştir. Devlet tarafından ya da vakıf olarak yapılmalarına bakılmaksızın köprülerin bakım ve korunmasına tayin edilmiş olan kimselere genelde köprücü adı verilmektedir.

Köprü denince ülkemizde hemen aklımıza gelen köprüler…

MALABADİ KÖPRÜSÜ: Türkülere konu olan bu köprü, Silvan ilçesi yakınlarında bulunan, Artuklu dönemi eserlerindendir. Köprü taş köprüler arasında kemeri en geniş olan köprülerden sayılıyor. Kemerlerin iki yanında kervan ve yolcuların konaklaması için odalar bulunuyor.

TAŞ KÖPRÜ (ADANA) Adana şehir merkezini ikiye ayıran Seyhan Nehri üzerindeki tarihi Taşköprü, bir Roma dönemi eseri. Roma İmparatoru Hadrianus zamanında mimar Auxentus’a yaptırılan köprü, 310 metre uzunluğunda ve 11,5 metre genişliğindedir. Orijinali 21 gözlü olarak inşa edilen köprünün bugün sadece 14 kemer gözü kalmış durumda. İlk restorasyonlar sırasında taş korkuluklar kaldırılarak yerine metal olanlar konulduysa da, 2007 yılındaki çalışmalarda taş korkuluklar ve döşemeler aslına uygun olarak yenilendi. Günümüzde Seyhan ile Yüreğir ilçelerini birbirine bağlayan Taşköprü, tarihi Saat Kulesi ile modern binalar arasında kalan Adana’nın simgesidir. Günümüzde şehir logosunu süsleyen dev taş gövdesiyle Taşköprü, taşıt trafiğine kapatılarak sadece yayalara hizmet veriyor.

UZUN KÖPRÜ (EDİRNE) Sultan II. Murat döneminde Mimar Muslihiddin’e yaptırılan ve 1443 yılında tamamlanan bu tarihi eserin inşası kayıtlara göre tam 18 yıl sürdü. Yunanistan sınırına 6 kilometre uzaklıkta yer alan Edirne’nin Uzunköprü ilçesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Trakya’daki ilk yerleşimlerinden biri. Ergene Ovası’na yayılan bereketli topraklarıyla ünlü ilçe, bazı kaynaklara göre dünyanın en uzun taş köprüsü olarak nitelendirilen Uzun Köprü’ye de ev sahipliği yapıyor.

GALATA KÖPRÜSÜ (İSTANBUL) İstanbul’un sembolü haline gelen Galata Köprüsü, bu şehirde hayatını  sürdüren hemen herkesin anılarını süsleyen bir mekân. Şehrin merkezine konumlanan bu nostaljik köprü öğrencilik dönemlerinin kahve kaçamaklarına, öğün arasına sıkıştırılan balık ekmek lezzetlerine, aşıkların ilk buluşmalarına tanıklık etti nesiller boyunca.“Altın Boynuz” olarak tanımlanan Haliç üzerindeki ilk köprü, Bizans tarihçilerine göre I. Iustinianus döneminde Eyüp-Sütlüce arasına yapıldı. Sonraki devirlerde Haliç’in iki yakasını birleştirmek için pek çok köprü projesi geliştirildi ama bu projeler çeşitli nedenlerden dolayı 19. yüzyıla kadar ertelendi. 1836 yılında Hayratiye adıyla Unkapanı-Azapkapı arasına yapılan köprünün ardından, İstanbul’un gelişen ticari yoğunluğunu karşılamak üzere Galata Köprüsü inşa edildi. Sultan Abdülmecit döneminde, 1845 yılında, annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından yaptırılan bu köprü sonraki yıllarda Yeni Köprü, Büyük Köprü, Valide Köprüsü, Yenicami Köprüsü ve Güvercinli Köprü gibi farklı isimlerle anıldı.

Eski İstanbul’u simgeleyen Sultanahmet ve Kaleiçi semtleriyle, Haliç’in karşı kıyısına doğru genişleyen Karaköy, Beyoğlu ve Harbiye semtlerinin oluşturduğu yeni kent arasında farklı kültürleri de birleştiren bir köprü vazifesi gördü Galata. Haliç üzerindeki benzerleri gibi teknelerin geçebilmesi için açılır kapanır bir sistemle tasarlanan köprü, birçok kez onarımdan geçerek yenilendi. Bir zamanlar eski İstanbul’un günlük görüntülerinden olan tramvayların kampanalar çalarak üzerinden geçtiği Galata Köprüsü, 1992 yılındaki büyük yangın sonrası Balat-Hasköy arasına yerleştirildi. Yerine ise eskisinin nostaljik görüntüsünden uzak, metal donanımlı modern bir köprü konuldu..

BOĞAZ KÖPRÜLERİ (İSTANBUL) 

İstanbul Boğazı’nın incileri sayılan köprüler, Asya ve Avrupa kıtasını birbirine bağladıkları için hem Türkiye hem de İstanbul tarihinde önemli bir yere sahiptirler. İsterseniz İstanbul’daki boğaz köprülerinin yapılmasına ve yaşananlara göz atalım.

Nuri Demirağ 1931 yılında İstanbul’da Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak Boğaz Köprüsü projesinin etütlerine başlar. CHP hükümetinin Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya “Boğazın güzelliğini bozar” diye projeyi reddeder. Dönemin CHP’li Başbakanı İsmet İnönü de hiç oralı olmayınca Demirağ, “İstanbul buna muhtaçtır, ben yapmazsam çocuklarıma bırakırım” der.
Çok da sürmez. Demirağ’ın öngördüğü bu büyük ihtiyaç kendisini iyice gösterir. 1950’de DP ile tek başına iktidar olan Adnan Menderes, Nuri Demirağ’ın havada bırakılan projesinin o günün İstanbul’u için elzem olduğunu tespit ederek Karayollarından, Boğaz’a 9 ayrı yerden köprü yapmanın mümkün olduğu raporunu alır. 25 Mayıs 1960’da bir İngiliz müşavirlik firmasıyla sözleşme imzalanır. Ama iki gün sonra 27 Mayıs Darbesi olur ve projeye de darbe vurulur. Adalet Partisi’nin 1965’te tek başına iktidara gelmesine kadar proje rafta kalır. Süleyman Demirel‘in başbakanlığı döneminde, 1967’de 4 uzman mühendislik firmasına yeni bir proje yaptırılır. En uygun öneriyi yapan İngiliz firmasıyla 1968’de anlaşma imzalanır. İnşaatına 1970 yılında başlanan köprünün temel atma törenine dönemin ve aynı zamanda darbe yönetimlerinin ilk Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay da katılır.

CHP ve sol medya köprü yapılmasın diye büyük bir kampanya başlatır. Türkiye’de köprü düşmanları meydana gelir. İlhan Selçuk, “Bu köprüyle ne biz övünebiliriz, ne çocuklarımız. Boğazın iki yakasında evleri olan zenginlere tüketim malları taşıyan kamyonlara yol açmak için çare: Boğaz köprüsü.derken,  Nadir Nadi ise “ Bu köprü sağcıların köprüsüdür. Boğaziçi köprüsü kel başa şimşir tarak. diye yaygarasını kopartır. CHP ağzıyla yapılan kampanyalara rağmen yapımı üç yıl süren köprü, Cumhuriyetin ilanının 50. Yılı olan 30 Ekim 1973’te hizmete girer.

Boğaz Köprüsü hizmete girer fakat artan araç sayısı ile İstanbul’un yükünü kaldıramaz. Nüfus patlaması yaşayan kente ikinci bir köprü yapılması gereklidir. Bunu icraata döken ise 12 Eylül’den sonra ANAP ile tek başına iktidara gelen Başbakan Turgut Özaldır. İstanbul’un Fetih günü olan 1985’in 29 Mayıs’ında temeli atılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü‘nün yapımı da 3 yıl sürer. Birinci Köprü aleyhine yapılan kampanyaların benzeri İkinci Köprü için de yapılır fakat Özal kararlığını gösterip yine bir Fetih günü olan 29 Mayıs 1988’de Asya ile Avrupa’yı ikinci kez birbirine bağlar.

Bir tevafuk mu diyelim yoksa yerli ve milli yatırımların kaderi midir bilemeyiz fakat köprülerin üçüncüsünü de, yine tek başına iktidar ve yine bir sağ parti inşa etti. Erdoğan da tıpkı Demirel ve Özal gibi bu köprüler için tüm iradesini ortaya koydu. Hatırlarsanız Gezi’de darbeye kalkışanların sözde “uzlaşma maddelerin”den biri de köprü inşaatının durdurulmasıydı.Geziciler de köprü düşmanıydı. 7 Haziran 2015 seçiminde sandıktan koalisyon çıkınca, köprü düşmanları ilk iş olarak köprü inşaatını durdurarak “3. Köprü artık iki beton kuleden ibaret” haberlerini yapmışlardı. Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan çizgisinin Türkiye’nin yerli sanayisi ve milli yatırımlarına imza attığını çok iyi bilen halk son cevabını 1 Kasım 2015 te verdi.

Bu arada İstanbul- Bursa-İzmir Otoyolu Projesi’nin en büyük ayağını oluşturan İzmit Körfez Geçiş Köprüsü’nün son tabliyesini yerleştirildi.(21.04.2016)  Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul- Bursa-İzmir Otoyolu Projesi’nin en büyük ayağını oluşturan İzmit Körfez Geçiş Köprüsü’nün adının “Osman Gazi Köprüsü” olacağını açıkladı. Köprünün araç trafiğine Ramazan Bayramı öncesinde açılması planlanıyor. .

Cumhurbaşkanı Erdoğan Osman Gazi köprü açılışında, ” ‘Vakit nakittir’ demiş büyüklerimiz. İşte buyurun, ekonomi bu, ekonomiden anlamak bu. Bütün yatırımlarla beraber vakti nakde dönüştürüyoruz. Böylece eskiden 2-2,5 saatte giden bir araç aynı mesafeyi yarım saatten daha kısa sürede kat etmiş olacak… Türkiye 13 yıldır gece gündüz çalışıyor, inşa ediyor, yapıyor. Türkiye bu hizmetleri, bu yatırımları yapacak iradeye sahiptir…”

Erdoğan konuşmasının devamında özetle, “Yıkmak kolay yapmak zordur. Bugün Türkiye yapıyor. Sizler bu inşaatında çalışan gençlersiniz. Sizler eli molotofla dolaşanlardan değilsiniz. Elinde kitapla dolaşan gençlerdensiniz. Sizleri kutluyorum. 3. köprü 26 Ağustos’ta açılacak. 130 milyon vatandaşımız Marmaray tünelinden geçti. Avrasya tüneli de bitiyor. Oradan da araçlar da geçecek. İstanbul’a dünyanın en büyük havalimanını yapıyoruz. Bizim yaptıklarımıza hayalleri bile ulaşamaz. Ferhat gibi dağları deldik. Dertleri inşaa etmek değil yıkmak. Medyada aleyhimize yayınlar yapılmıştı. Bunlar yıkım ekibi. Avrupa Parlamentosu da yıkım ekibine destek veriyor” diyordu.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Osman Gazi köprüsü açılışında “İnşallah kadim başkentimiz İstanbul, bu projeyle İzmir’e bağlanıyor. Ama nasıl bağlanıyor biliyor musunuz? Dünyanın uzunlukta 4. büyük köprüsüyle ve 8 saatlik yolu, 3 saate indiren otoyoluyla bağlanıyor. Böylece Fatih Sultan Mehmet Han, Kocaeli’de Akçakoca ile Bursa’da Osman Gazi ile İzmir’de Caka Bey’le buluşuyor, şehzadeler şehri Manisa ile İstanbul birbirine komşu oluyor. Allah bu yolu hayırlı eylesin; bu köprüyü, gönülleri birleştiren köprü eylesin. Allah köprülerimizi, gönül köprüleriyle taçlandırsın”diyordu.

Köprüler vardır iki yakayı birleştiren, köprüler vardır acıyı, sevinci, paylaşmayı birleştiren, köprüler vardır nice aşkları, muhabbetleri birleştiren…Bütün bu birleşmeler, gönül köprüleri kurmakla gerçekleşir.

Bugün Balkanlara, Orta Doğu’ya, Orta Asya’ya, Afrika’ya gittiğimizde Osmanlı döneminde yapılmış eserler görüyoruz.

Bu dedelerimizin gönül köprülerinin göstergeleridir. Asırlar boyunca İslam’ın sancaktarlığını yapmış, İslam aleminin hadimliğini üstlenmiş bir milletin evlatları olarak, köklü tarihimiz bize bazı sorumlulukları da miras olarak bırakmıştır. Gönül köprüleri kurmak, mazlumun, mağdurun, ezilenin elinden tutmak… Bugünde dünyanın değişik bölgelerinde yapılan eserlerle, oralarda yaşayan insanlarla gönül köprüleri kuruyor, dünyayla aramıza örülen duvarları yeniden yıkıyoruz.

Köprüler önemlidir. İnşaat yapısının ötesinde iletişim dünyamıza girmekte ve şuurlu varlıklar olan biz insanlar için karşılıklı ilişkileri içinde barındırabilmektedir. Örneğin, ‘köprü kurmak’ diye bir deyimimiz vardır. İnsanların, toplumların birbirleriyle iletişim kurmaları, anlaşmaları, kaynaşmaları, paylaşmaları ‘köprü kurmakla’ gerçekleşir. Fakat maalesef  günümüzde menfaatlerin, paylaşmanın önünü almasıyla, köprü kurmak yerine ‘köprüleri atan’ duruma doğru hızla gitmekteyiz.  Nedir köprüleri atmak, girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye imkânı kalmayacak şekilde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak biçimde bozmaktır. Kaynaşmamak, paylaşmamaktır.  Fert olarak, toplum olarak ‘köprüleri atan’ değil, ‘köprüler kuran’ olma yolunda olanlar, gönül köprüleri kuranlardır. Gönül köprüleri kuranlar barış ve huzur içinde dünyayı yaşanır hale getireceklerdir.

Köprü; kültürel, toplumsal ve sosyolojik tanımlama olarak ortak bir bağ kurma inancını da taşımaktadır. Zekat, ‘köprü kurmaktır’ gönül köprüsü zekattan geçer. Zekat, fakirleri ve zenginleri birbirine yaklaştıran, kaynaştıran, toplumda sosyal barışı, ekonomik adaleti sağlayan köprüdür. Kainatın Efendisi, Efendimiz (sav), “Zekât İslâm’ın kantarasıdır (köprüsüdür) ” buyurmaktadır. Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâm’ın köprüsüdür. Demek, biri dini, diğeri asayişi, sosyal barışı muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Gönül köprüleri kurmak için, zekat köprüsünden geçmek gerekiyor…Sırat köprüsünden geçmek mi istiyorsunuz, gönül köprüleri kurun, zekat köprüsünden geçin…

” Sabır, köprü gibi Cennetin sıratıdır.” Hz. Mevlana

“İnsanlar köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar. ” Newton

” Alem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. ”   Mesnevî-i Nuriye

” Bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. ”  Mesnevî-i Nuriye

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Ders Vermek…

Her şeyden önce ders vermek, okul hayatında, öğretmenin öğrencilere verdiği eğitim, öğretim ve bilgidir. Ders vermek deyimini geniş anlamda düşünürsek, nasihat, uyarma, yol gösterici sözler söyleme ya da davranışlarda bulunma olarak ifade edebiliriz. Halk arasında yanlış yapan birine uyarmak için, hoşuna gitmeyecek nasihatlerde, davranışlarda bulunmak da ders vermek olarak adlandırılır. Yanlış yapan birine tepkimizi gösterirken ‘dersini verdim’ deriz.

Ailede anne, baba çocuklarına düşünceleriyle, davranışlarıyla, tepkileriyle ders vermiş olurlar. Ailede verilecek dersler çocukları iyiye, güzele, olumluya götürecek yolları açmalıdır. Bunu okulda öğretmenin verdiği eğitim, öğretim, bilgi desteklemelidir. Okullarda bilginin yanında milli ve manevi değerlerde çocuklara, gençlere anlatılarak, onlara örnek alacakları rol modeller gösterilmelidir. Hayat boşluk kabul etmez.  Çocuğun, gencin dünyasını doğruyla, güzelle doldurmazsanız. Bu dünya yanlışla, çirkinliklerle dolabilir. Bu da toplumda, problemli, zararlı, mutsuz bireylerin meydana gelmesine sebep olur. Toplumların geleceklerinin parlak olması ‘ders verecek’ gençleri yetiştirmelerine bağlıdır.

Davranışlarıyla, düşüncesiyle, yaptıklarıyla topluma ders verecek gençleri yetiştirecek öğretmenlerin de derslerini  doğru vermeleri önemlidir. Öğretmen verdiği derslerle sadece bilgi aktaran, beceri kazandıran değil,  aynı zamanda fazilet öğreten,  güzel ahlaka örnek olan kimsedir. Hatta onun fazilet yönü daha ağır basar.  Bu açıdan öğretmenlik mesleğine,  öğrenciye objektif bilgi ve öğretim metotları kadar,  ondan önce milli, manevi ve insani değerleri kazandırma mesleğidir diyebiliriz.

Öğretmenlik mesleği ilahî bir meslek­tir. İlk öğretmen Rabbimiz Cenab-ı Allah ‘dır. Âdem (a.s.)’a eşyanın isimlerini dolayısıyla bütün insanlığa bilmediklerini öğreten O’dur. Her şeyi bilen, her şeye muhtaç olduğu bilgiyi, sezgiyi ve duyguyu veren Odur. Peygamberleri ilim ve hikmetle donatıp insanlığa öğretmen tayin eden de Odur.

Allah, kendine giden doğru yolu göstermek için peygamberleri birer öğretmen olarak göndermiştir. Kainatın Efendisi (sav) “Ben muallim olarak gönderildim´” buyurarak bu noktaya işaret etmiştir. Yine sevgili Peygamberimiz, “İlim sahiplerine saygı gösterin; bilin ki onlar peygamberlerin varisleridirler” buyurmuşlardır.

Hayatımızın her alanında bizlere ders veren, insanlığa örnek olan Sevgili Peygamberimiz (sav), aynı zamanda beşeriyetin öğretmenidir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip size bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.”(Bakara-151)

Allah Resûlü’nün (sav) Mekke’de birlikte yaşadığı toplum, insanlık adına tam bir karanlıklar çağını (Cahiliye dönemi) yaşıyordu. İnsanî değerlerin tümüyle yok sayıldığı, insanlık dışı uygulamaların pervasızca sergilendiği, kabalığın, tecavüzün, cana kıymanın, malı talan etmenin hüküm sürdüğü, güçlünün egemen olduğu bu çağ,  Cahiliye çağıydı. Kadınların aşağılandığı, kız çocuklarının acımasızca diri diri toprağa gömüldüğü, her ortamda sefilliğin, rezilliğin hüküm sürdüğü bir çağ yaşanıyordu.

Böyle bir toplum yapısından Asr-ı Saadet neslini meydana getirmek, Allah’ın Resûlüne bahşettiği büyük bir lütuftur. Allah’ın yardım ve inayetiyle O bunu başarmış ve insanlığın kurtuluşuna vesile olmuştur. Bu nasıl olmuştu? Efendimiz (sav) Allah’tan gelen ilahi mesajları, başta cahiliye çağını yaşayan ve kıyamete kadar gelecek insanlara ders vererek bunu başarmıştır.

Efendimizin (sav)  verdiği dersler sonucunda,  tarihin akışı içinde benzerine rastlanmayan, Asr-ı Saadet olarak isimlendirilen ve insanlığa bu dünya da yaşayabileceği en mükemmel, huzur, mutluluk, refah dönemi yaşanıyordu, Çin Seddin den Avrupa’nın ortalarına kadar üç kıtaya hükmeden ve asırlarca coğrafyasında yaşayan farklı etnik, din ve kültüre sahip, insanlara barış, huzur ve  mutluluğu İslam üniversitesinde verilen dersler sağlıyordu.

Asr-ı  saadet, Peygamber efendimiz (sav)’in yaşadığı, ders vererek kainatı saadetleriyle aydınlattığı mutluluk devridir. Asr-ı saadet, alemlere rahmet olarak gelen ve Peygamberlik güneşinin en son ve en şaşalı tecellisi olarak karanlıkları nura, dalalet ve inkarı hidayete, zulüm ve haksızlıkları adalete tebdil etmiş bulunan o Büyük Zatın inkılabına sahne olan zaman dilimidir.

Asr- saadette Kur’an’dan alınan dersin sonucunda, kalp katılıkları yerini merhamete terk etmiştir. Kin, düşmanlık, terör yerini kardeşliğe bırakmıştır. Menfaatler uğruna işlenen cinayetler, yerini başkalarını nefsine seve seve tercih edecek kadar yüksek fedakarlıklara terk etmiştir.Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma sosyal hayatı şekillendirmiştir.

Asr-ı saadet, iki cihan güneşi Peygamber efendimizin (sav) nuruyla insanlığın önünde, medeniyete, kemale, refaha ve ebedi saadete açılmış pırıl pırıl, ışıl ışıl bir saadet kapısıdır…Asr-ı saadetin nuru Kur’an’dı.Beşeriyetin yolu bu nur ile aydınlanıyordu.

Hazreti Ömer (ra) bir şeye  çok güler bir şeye çok ağlarım diyerek cahiliye dönemini gözler önüne seren anısını şöyle anlatır Biz kızlarımızı diri diri toprağa gömerdik bende annesinin giydirdiği yeni elbiselerle kızımı gömmek için kazdığım kuyunun yanına götürdüm, ben kızımı kuyunun içine koyarken kızım benim elbiselerimin üzerindeki toprağı temizliyordu bu olayı hatırladıkça çok ağlıyorum, tapmak için yaptığımız helvaları acıkınca yerdik. Bunu hatırlayınca da çok gülüyorum.”

Kainatın Efendisi (sav), Hazreti Ömer (ra)’e ders verdikten sonra, adaletiyle ün salan, bir asr-ı saadet müslümanı haline gelir. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri gömen Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra bir çocuğa üç altın vererek kuşu ölümden kurtarır.

Efendiler efendisinin son dersi Veda Haccı’nda, yüz binden fazla insana okuduğu Veda Hutbesi, İslam dininin özü ve özeti niteliğinde. Efendimiz insanlığın kıyamete kadar karşılaşabileceği sıkıntıları da çözümlerini de o hutbede özetliyor.

Can, mal, ırz, din emniyeti gibi en temel haklardan, kadın haklarına kadar birçok konuya değinen ve sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitabeden Efendimiz’in tavsiyeleri taptaze ve dupduru duruyor.

İnsanlar ve toplumlar barış ve huzur mu istiyor. Veda Hutbesindeki mesajlara sarılsınlar ve yaşasınlar. Başka çözüm var mı?

Peygamberlerin varisleri olan alimler tarihin akışı içinde, yaşadıkları dönemlerde insanlara, toplumlara dersler vererek dünya ve ahiret saadetinin anahtarlarını hatırlatmışlardır.

Bir asr-ı saadet müslümanı olan Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye adlı hutbeyi 1911’de Şam’daki Emevi Camiinde, içinde 100 büyük âlim bulunan 10 bin kişilik muazzam bir cemaate Arapça olarak irticalen, yani yazılı bir metin olmaksızın ders vermiştir..

Konuşma önce Arapça kitap olarak basıldı. 1950’den sonra da Bediüzzaman bu eseri bizzat Türkçeye tercüme edip “Bu benim siyasetimdir” diyerek bastırdı.

İslam âleminin temel problemlerine, geri kalmışlığına neşter vurup sağlam teşhisler koyan ve çarelerini Kur’an eczahanesinden çıkarıp gösteren bu muhteşem hutbe, bu ders geçerliliğini ve tazeliğini muhafaza ediyor.

Bediüzzaman bu eserde Müslümanların geri kalmasına sebep olan altı hastalığı şöyle sıralıyor:

  1. Ye’isin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi;
  2. Sıdkın (doğruluğun) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi;
  3. Adavete (düşmanlığa) muhabbet;
  4. Ehl-i imanı birbirine bağlayan manevî rabıtaları bilmemek;
  5. Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat;
  6. Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bunların ilaçlarını da ümit, doğruluk, muhabbet, hürriyet-i şer’iye, meşveret-i meşrua, ihlâs ve tesanüdü netice veren haklı şûra gibi esaslar halinde izah ve tahlil ediyor.

“Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” demenin pek yanlış bir hata olduğunu söyleyen Said Nursî, “Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz” müjdesini veriyor.

“Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş” diyen Said Nursî, “Zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş” diyerek, esaret altına girmemizin sebebini yeis olarak teşhis ediyor. Tedaviyi “el-emel” olarak gösteriyor.

Bediüzzaman İslam aleminin geri kalış hastalığının tedavisi için birinci ilaç olara, ümit diyordu. Tabiatta canlılığı sağlamak, ölen tohumu diriltmek için gönderilen hava ile güneş neyse, İslam dünyası için ümit de odur. İnsanı yaşatan ümit, öldüren yeistir.

İslam alemi bugün içinde bulunduğu sıkıntılardan, kargaşalardan, geri kalmışlıktan kurtulmak için Kur’ânî bir reçete olan Hutbe-i Şamiye, bugünde Müslümanlara, Müslümanların idarecilerine “Kurtarıcınız benim!” diyerek sesleniyor.

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 13. Zirve toplantısı 14-15 Nisan 2016 tarihlerinde yapıldı. Konu ile ilgili yazılı, görsel basında, sosyal medyada olumlu olumsuz yorumlar, konuşmalar yapıldı, yapılıyor.

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’daki toplantısı, Teşkilatın tarihinde, onu bir göstermelik kurum olmaktan çıkarıp etkin kılacak önemli bir dönüm noktasını olmuştur diyebiliriz. Toplantıda teşkilatın tarihinde ilk defa İslam ülkelerindeki ve  dünyadaki meselelere bu kadar cesurca itirazda bulunan, bugünün dünya düzeni içinde bir tür  muhalefet görevini yüklenmesine tanık oluyorduk.

Toplantının İstanbul’da yapılması, bunun yanında  İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) başkanlığının Mısır’dan Türkiye’ye geçmesi, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği mesajlar,verdiği dersler toplantının önemini artırıyordu.

Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan, uluslararası zeminlerde bir gerçeğin altını devamlı çiziyor. Soğuk Savaş döneminin algılarıyla şekillenen uluslararası teşkilatlanmaların artık problem çözemez hale geldiğini, hatta önemli ölçüde meselelerin kaynağı olduğunu vurguluyor. Erdoğan, bu yapıların dünyada oluşan yeni güç dengelerine göre ve adaletli biçimde yenilenmesini savunuyor. ‘Dünya beşten büyüktür’ ifadesi bu gerçeğin yansımasıdır.

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantılarında, Erdoğan’ın verdiği mesajlar, buradaki tablonun da pek de iç açıcı olmadığını ortaya koyuyordu. Bu teşkilatın da İslam dünyasında ve dünya siyasetinde aktif olmasını istiyordu.

Toplantıda Cumhurbaşkanımız Erdoğan üye ülkelerin temsilcilerine ders veriyordu. Konuşmalarında gelecek için ümit veriyordu. Mezhep krizine karşı, teröre karşı, bölgenin asli kimliğini öne çıkarmak için uyarıyordu. Beraber olalım, ittifak oluşturalım, meselelerimizi kendimiz çözelim, ortaklıklarımızı öne çıkaralım, bu acıya ve savrulmaya son verelim diyordu.

Erdoğan verdiği derste, bu toprakların yüz yıllardır olduğu gibi, millete ve ümmete çıkış yolunu gösteriyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez, sadece Anadolu için değil İslam dünyası için uyarıyor, yol gösteriyordu..Müslüman ülkelerin idarecilerin yüzlerine acı gerçekleri söylerken, artık bir şeyler yapılması gerektiğinin dersini veriyordu.Özetle ders notlarına bakacak olursak:

“Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda dünya nüfusunun dörtte birini teşkil eden müslümanların tek bir daimi temsilcisi var mı? Geçici üye olmanın anlamı var mı? Beş üyeden bir tanesi olumsuz davransa iş bitti. Dünya beşten büyüktür. Dünya 1. Dünya Savaşı şartlarında değildir. BM’in reforme edilmesi şarttır. Adil bir dünya için bunu beklemek hakkımızdır.

Müslümanlar olarak, üstesinden gelmemiz gereken sorunlarımızın başında mezhepçilik-ırkçılık fitnesi geliyor. Benim dinim Sünnilik de değildir Şiilik de değildir. Benim dini İslam’dır. Ben tıpkı 1, milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece müslümanım.

Biz Müslümanlar olarak Efendimiz’in veda hutbesinde ifade ettiği ‘Müslüman Müslümanın kardeşidir, bir Müslümanın kardeşine kanı da malı da helal olmaz’ sözünü dinlemezsek acılar dinmez.

İslam ülkeleri içinde yaşanan terör olaylarına ve benzeri krizlere karşı, başka güçlerin müdahil olmasını beklemek yerine teröre karşı İslam ittifakı girişimi aracılığıyla çözümü kendimiz üretmeliyiz. Niçin biz Müslümanlar olarak aramızdaki bu tür ihtilaflarda, bu tür terör eylemlerinde başkalarından yardım bekliyoruz? Biz bunu kendimiz çözmeliyiz. Bunlara biz kendimiz müdahale etmeliyiz. Biz etmiyoruz, başkaları müdahale ediyor. Onlar müdahale ederken oralardaki petrol için müdahale ediyorlar, aramızdaki huzuru sağlamak için değil.

İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz. Çünkü düşmanlıklardan zarar görenler sadece Müslümanlardır. Dostları çoğaltmak, düşmanları da azaltmak durumundayız.Biz hızlı hareket etmezsek umudunu bize bağlayan mazlumlar hüsrana uğrayacaktır…”

Bugün arkasında millet desteği olan Türkiye’yi yöneten siyasi irade, tarih yapıcı bir güce sahiptir. Bu yüzden saldırılara uğramaktadır. Yapılan icraatlar engellenmeye çalışılmaktadır. Türkiye içerdeki ve dışarıdaki düşmanlarının öngöremediği, kontrol edilemeyen ve kalıplara konamayan, mazlumları, mağdurları kuşatıcı politika ve olaylar karşısında sağlam duruş geliştirdiği için saldırı altındadır. Meyveli ağaç taşlanmaktadır.

Bir sonraki İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantılarında, İslam âleminin temel problemlerine, geri kalmışlığına neşter vurup sağlam teşhisler koyan ve çarelerini Kur’an eczahanesinden çıkarıp gösteren Hutbe-i Şamiye’nin ders konusu olması dileğiyle…

 “…Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org