Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

İstanbul Boyanıyor

Her mevsim, yeni bir dönemin, yeniliklerin, inkılapların başlangıcı ve sonudur. Kışın şiddetli soğuğu, fırtınası,  karı, yağmuru altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır. Karakış, Aralık, Ocak, Şubat  yerini: Mart, Nisan, Mayıs tatlı ve ılık bir bahara bırakıyor… Dünya değişiyor, alem başkalaşıyor, kainat  bayrama hazırlanıyor. Kardelen çiçekleri beyaz yorganlarının altından başlarını çıkarmış, etrafa sıcak gülücükler dağıtıyorlar. Baharın gelmesiyle, rengârenk güller, laleler, nazenin çiçekler, ağaçlar, otlar, bin bir türlü böcekler geliyor, kainat şenleniyor. Yeryüzü rengârenk elbiselerini giyiyorlar. Dünya boyanıyor. İstanbul boyanıyor..

Bahar ve yaz ayları evlerde tamiratların, iç mekânın yeniden düzenlendiği, tasarımların değiştirildiği, boyama işlerinin yapıldığı zaman dilimleridir.Bu zamanlarda, yazılı, sözlü ve görsel medyada boya reklamlarının arttığını görürsünüz.Reklamlarda “Kendime yeni bir renk lazım”,”Hayattan rengi alın geriye ne kalır ki”,”Renklendir hayatı”, “Gülen boya”, “en güzel boya”, diyor.Hayatımızı ve dünyamızı renkler şenlendiriyor, güzelleştiriyor.  Evimizi boyamak istersek, boyacılığı meslek edinen kimseye, yani boyacıya veya iç mimara ihtiyacımız olacaktır. Boyacı, evimizi yapısına ve çevresine uygun olarak boyamak için fırçasını ile evimizi boyayacaktır. Evimizin her tarafı aynı renkle boyanmasa da, yine de duvarlara, tavanlara, kapılara hakim olan bir renk vardır. Evimizin taşınabilir eşyalarının bir kısmı boyahanede boyanmıştır. Sabit yerler için lazım olan boyalar da boyahaneden gelmiştir.Boyacı, fırçasını sallarken hangi malzemede hangi fırçayı ve hangi hızla kullanacağını gayet iyi bilmektedir. Çünkü iç mimarın yanında veya boyahanede ustasının dizinde yetişmiş olan boyacı, eşyaya renk vermek ve onların güzelliklerini ortaya çıkarmak için çabalarken, kendi kalbinin ve ruhunun güzelliklerini yansıtmaktadır.

Gerçek evimiz olan kalbimizi güzelleştirmek, Allah’ın boyası ile boyanmakla mümkündür. Allah’ın boyası ile kalp evlerini boyayanlar renklerden haberdardırlar. Yüce Kitabımız Kur’an -ı Kerim’de buyrulduğu üzere; “Allah’ın boyası ile boyan. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.” (Bakara, 138). Biz Müslümanlar, Allah’ın verdiği rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Kupkuru ağaç, vakti gelince birden bembeyaz çiçeklerle süsleniyor, boyanıyor. Bir müddet sonra yemyeşil yapraklarla ve neticesi, semeresi yani meyvesi de icabında kıpkırmızı, sapsarı rengiyle karşımızda duruyor ve o  renk cümbüşünün sahibini, boyacısını ilan ediyor. “Sıbgatullah” diyor. ”O boyalar Allah’ın boyaları” diyor.

Baharın gelmesiyle ağaçlar baştan ayağa  değişik renklere boyanırlar. Beyaz, pembe, yeşil ve eflatun rengi gelinliğini giyer ve aylarca sürecek bayramda resmi geçit yaparlar.Kırmızı, yeşil, sarı, siyah, beyaz renk renk  meyveler olgunlaşmaya başlar, Her bir ağaç, latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı, en sanatlı meyveleri bizlere takdim ederler Parklarda, bahçelerde, tarlalarda renk renk laleler, çiçekler, güller, menekşeler, kıpkırmızı gelincikler, papatyalar ve meyveler boyanmıştır. Acaba onların boyalarını kim sürdü? Her birisine çeşit çeşit renkli fırça çekilmiş. Kimdir bunların boyacısı? Salondaki boyanın ustası olduğu gibi, meyvelerin, güllerin, lalelerin, renk renk çiçeklerin, menekşelerin, hayvanların, kuşların bir boyacısı bir ustası olması gerekmez mi? Bir resim tablosuna bakarken hemen ressamını merak ediyoruz, öyle değimli? Tablonun altında ressamın imzası var.  Bahar geldi, her taraf tablo, hem de canlı, her an değişen, her an boyanan insana huzur veren çeşit çeşit renkte tablolar…Bu tabloların Ressamını tanımamak en büyük ahmaklıktır. Aklı olan bu tabloların sahibinin huzurunda eğilerek O’na sevgi ve muhabbetle teşekkür eder.

Maharetli bir boyacı bir papağanı, tavus kuşunu kaç günde boyayabilir? Boyayabilir mi? Bu öyle bir boyama olmalı ki, renkler birbiriyle uyumlu olup, ne solmalı, ne de dökülmeli. Dünyanın bütün boyacıları bir araya gelse suyun içinde yüzen bir balığa o çıkmaz boyayı vuramaz. Nerede kaldı ki bulunduğu ortama göre yedi sekiz farklı renge bürünen ahtapotu, bukalemunu boyayabilsinler. Kainatın boyacısı, Allah,  “Sıbgatullah” ile her mahluku, bitkileri, ağaçları, çiçekleri, hayvanları, kuşları, insanları israf etmeden, dökmeden en güzel renklerle, uyumlu bir şekilde, sessizce boyamakla, boyama fiilindeki büyüklük ile Mütekebbir ismini göstermektedir.

Baharın gelmesiyle toprağın bağrından sadece renk renk bitki ve ağaçlar çıkmaz. Hayat ve ruh taşıyan milyonlarca tür böcekler, karıncalar ve kurtçuklar dünyaya teker teker teşrif ederler. Cansız, ruhsuz o kupkuru toprak hiçbir becerisi, kabiliyeti olmadığı halde hayat fışkırır. Sihirli bir aynadır toprak. Ölümün rengi ona vurulduğunda, hayatın canlı renklerine dönüşür. Kışların ölü sessizliği, ilkbaharın neşesine döner. Cansız renksiz zerreler, canlı,  değişik renklere boyanmış, çiçeklere, meyvelere dönüşür toprak aynasında… Hiçbir şey bu sihirli yansımadan  kendini alıkoyamaz. Her şey eninde sonunda toprağa girer ve yine her şey topraktan gelir.

Ölü, şuursuz kara topraktan nimetler fışkırıyor. Bağlar bahçeler yeşeriyor. Dağlara ovalara rengarenk boyanmış desenli halılar seriliyor. Kupkuru bir daldan en şık ambalajlarda, tatlı meyveler süzülüyor. Bahar sayfalarında otlar, ağaçlar, güller, papatyalar, menekşeler, laleler patlıyor.

Yabani bir dağ bitkisiyken, bir kültür çiçeğine dönüşen lâle, adına bir devir açacak kadar sevilip kabul görmüş, zamanla İstanbul’un baş tacı olmuştur. Osmanlıda Lale, saflığın ve güzelin simgesiydi…Osmanlı’da halkın ve saray çevresinin, lale çiçeğine karşı beslediği sevgi, Lale Devri ile zirveye çıkar. Osmanlı’da bir dönem ‘Lale Devri’ adıyla yaşanır. Günümüzde de İstanbul’da her yıl Nisan ayında başlayan Lale Festivali Mayıs ayına kadar sürüyor.İstanbul’un her tarafı başta değişik renkteki laleler olmak üzere, çiçeklerle, ağaçlarla, yeşilliklerle boyanıyor.

Mimar Sinan’ın şaheseri Selimiye Camii’nde mermere işlenmiş olan ters lale için, “Allah’ı terk ederseniz batarsınız”, “Hilali düşürürseniz batarsınız” gibi farklı yorumlar yapılır.

Güzelliğinin ve estetik bir çiçek olmasının ötesinde, kültürümüzde resimden minyatüre, çiniden çeşitli el sanatlarına kadar pek çok sanatçıya ilham veren lale, İslamiyet’te ve Tasavvuf’ta çok özel anlamlar taşıyor. Arapça yazılışı itibariyle “Allah” kelimesi ile aynı harfleri taşıyan lale, Tasavvuf’ta da “Allah’ın Birliği”ni (Tevhid) temsil ediyor.  Ayrıca yine Tasavvuf’ta, lale yapraklarının yukarıya doğru duruşunun, bir dervişin, müminin dua edişini resmettiğine inanılıyor. Lalenin tek dallı bir çiçek olması, gövde kısmının dimdik olması, soğanının dallanmayıp tek bir sap ve bir çiçek vermesinden ötürü lâle çiçeği ile Elif harfi arasında bir ilişki kurulabilir. “Allah”  ismi, elif, lâm ve he harfleri ile yazılmaktadır. Bu harflerin Osmanlıda kullanılmış olan ebced hesabı ile sayı değeri 66’ya tekabül etmektedir. Lâlenin de, lâm, elif ve he harfleri ile yazılmasında, aynı sayıya ulaşılmaktadır.Bu, Yaratıcının  yarattığında tecellisi şeklinde ifade edilmektedir.

Anadolu’da, lâleyi şiirlerinde ilk kez kullanan kişi Hz. Mevlâna Celaleddin Rumi’dir.

“Mademki, aşk yoluna düştün gidiyorsun, eteğini topla; çünkü bu yolun toprağı kanla yoğrulmuştur. Görmüyor musun? Lâle, gül renkli etekliğiyle gidiyor. Ama topraktan kanlara bulanmış olarak bitiyor. Başkaldırıyor. Benim canım, o gönüle doğru kanat çırpıp gitmede; çünkü o, pek güzel, pek neşeli, pek ölçülü gidiyor.”

“Sevgilinin, yüzlerce ilkbaharın gül bahçelerine benzeyen yüzünü görmezsem, lâle gibi gönlüme ateş düşer yanar, kararırım.”

“Ecel gelip çattığı için yüzün safran gibi sararıp soldu ise üzülme, ötelerde erguvan renkli lâlelikte oturmaya başlarsın.”

Bugünlerde İstanbul’un her yerinde laleler resmi geçit yapıyorlar.İstanbul’da parklar, bahçeler, yol kenarları toprağın olduğu her yer, renk renk lalelerle, çiçeklerle, ağaçlarla boyanmış, İstanbul  ve kainat sayfası boyanıyor. İstanbul’da çeşit çeşit renkte boyanmış elbiselerini giyen, başta laleler olmak üzere, çiçekler, ağaçlar  resmi geçit yapmaya devam ediyorlar. Bu geçit Emirgan parkında zirveye ulaşıyor. 11. İstanbul Lale Festivali, ‘İstanbul’da Lale Zamanı’ sloganıyla Emirgan  Korusu Etkinlikleri ile başladı, 3 Mayısa kadar sürecek. 2006 yılında “Lale Evine Dönüyor” anlayışıyla başlatılan etkinliğin 11. yılında İstanbul’un her köşesinde açan laleler baharın müjdecisi olarak şehrin birçok noktasında rengarenk açarak, Peygamberimiz (sav)’in müjdesine nail olan İstanbul’un güzelliğine güzellik katıyorlar. Festival kapsamında Emirgan Korusu başta olmak üzere İstanbul’un çeşitli semtlerine yaklaşık 20 milyon lale dikilerek yerli ve yabancı turistlerin beğenisine sunuldu. Yerli ve yabancı birçok turistin İstanbul’a akın etmesini sağlayan festival amatör ve profesyonel bir çok fotoğrafçının da ilgi odağı oluyor…Sultanahmet Meydanı, farklı bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin on bir yıldır lale festivaliyle taçlandırdığı İstanbul, 563 bin canlı lalenin oluşturduğu 1728 metrekare halıyla bir dünya rekoruna ev sahipliği yapıyor. Dünyada ilk defa geçen yıl bu kadar çok canlı su içindeki lalelerle dokunan halı, bu yıl da şehrin tarihi meydanında muhteşem bir motif oluşturuyor. Dünyanın en büyük canlı lale halısı olma özelliğini taşıyan motif benzerlerinden farklı olarak, Sultanahmet Meydanı’nda 30 Nisan’a kadar tüm ziyaretçilere açık olacak. Kainat kitabının bahar sayfası Yüce Sanatkârın en güzel tablolarıyla boyanıyorlar. Baharda yeryüzü renklere bürünüyor, desenlerle süsleniyorlar. Tabiatın bahar sayfasında bu  büyük inkılâplar  gerçekleşirken hiç kimse rahatsız olmuyor, her şey sessizlik içinde oluyor. İstanbul’da ve baharın yaşandığı her yerde, boyananlar kendi dilleriyle bizlere sesleniyorlar : “Bize bakın”  “Bizi seyredin”  “Yaratıcımızın ne kadar yüce bir  Sanatkâr olduğunu anlayın”  “Ona itaat edin”  diyorlar.

Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

Yunus Emre, Kur’an’dan aldığı dersle ‘Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü’ der. Ama herkes Yunus Emre kadar olgun olmayabilir. Şöyle bir olay anlatılır:
Bir grup insan hac vazifesini eda ederken, beyaz ırka mensup bir Müslüman, zenci birini görünce biraz yüzünü ekşitir. Zenci, yanındaki arkadaşına yönelir ve şöyle der:
‘Bana yüzünü ekşiterek bakan şu Müslüman kardeşime sor bakalım, boyayı mı beğenmemiş, yoksa boyacıyı mı’?

Boyacı , bitkileri, hayvanları, insanları yaratırken en güzel ve en uygun renklerle boyayarak yaratmıştır. Bir karpuzun dışı ambalajı yeşile içi yenecek kısmı kırmızıya boyanmıştır. Bundan daha güzeli düşünülemez. İnsanın dış boyası ne renk olursa olsun, en güzel boya Allah’ın boyası ile boyalanmak takva elbisesini giymektir. Üstünlük takva elbisesini giymektir.

Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:

– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

Sonra da ilave etmiş.

– Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil…

İnsanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allah’tır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur. Kendi iradesiyle yaptığının hesabını verecektir.İnsan kendine verileni üstünlük olarak göremez, kendi iradesiyle yaptığı güzel, iyi işler değerini yükseltir.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sarı Çiçek Cevap İster

Çiçekler, tabiatın güzide, güzel eserleridir. Bulundukları yerleri cennete çeviren çiçekler; insana huzur ve yaşama sevinci verirler. Çiçekleri sevdiklerimize, dostumuza, arkadaşımıza farklı anlamlar yükleyerek hediye olarak veriyoruz. Beyaz gül, masumiyet, kırmızı gül aşk, sevgi, sarı gül, sıcak sevgi, beyaz karanfil, temizlik, saflık, kırmızı karanfil, sevgi, menekşe alçak gönüllü  gibi…anlamlar yüklüyoruz.

Altı asır üç kıtayı kucaklayan Osmanlı kültür ve medeniyeti, aile, mahalle ve şehir hayatıyla, insana saygı ve sevgi medeniyetini yaşatmıştır. Osmanlı’nın aile, mahalle ve şehir hayatı, hoş bir nostaljinin ötesinde, insana insan olmanın zevkini ve keyfini doyasıya yaşatan bir güzellikler hazinesidir.

Osmanlı sokaklarında dolaşırken o güzelim cumbalı ahşap evlerin pencerelerinde çiçekler görülürdü. Ecdadımız bizim yüklediğimiz manalardan farklı, çiçeklere çeşitli manalar yüklenmişti. Meselâ pencerenin önündeki sarı çiçek; “Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca sessiz geçin.” manasına gelmekteydi.
Çiçek kırmızı ise; “Bu evde evlenme çağına gelmiş genç bir kızımız var, sakın ola kötü bir söz edip de, onun kalbini ve ruhunu incitmeyin.” demekti.

Osmanlıda Lale, saflığın ve güzelin simgesiydi…Osmanlı’da halkın ve saray çevresinin, lale çiçeğine karşı beslediği sevgi, Lale Devri ile zirveye çıkar. Osmanlı’da bir dönem ‘Lale Devri’ adıyla yaşanır. Günümüzde de İstanbul’da her yıl Nisan ayında başlayan Lale Festivali Mayıs ayına kadar sürüyor.

Mimar Sinan’ın şaheseri Selimiye Camii’nde mermere işlenmiş olan ters lale için, “Allah’ı terk ederseniz batarsınız”, “Hilali düşürürseniz batarsınız” gibi farklı yorumlar yapılır.

Hayatımızda bir baharı daha yaşamaya başladık. Baharın zamanı geldi. Bahar bir davetiyedir. Devamlı bir üst modeli çıkan telefonun kamerasına, özelliklerine  hayret eden insan, Yaratıcının sana hediye ettiği ve dünya kadar servetin olsa bu serveti vererek alamayacağın gözlerinle  baharı temaşaya davet ediliyorsun. Gözlerini son model telefonlara bakmaktan kaldır. İbretle bahar sayfalarını seyret. Bak, ölümünden sonra bitkiler, ağaçlar, çiçekler nasıl diriliyor. Tefekkür et. Bahar mevsimi tefekkür zamanıdır.

Baharın gelmesiyle zemin yüzü sarı çiçeklerle, kımızı çiçeklerle, çeşit çeşit renkteki çiçeklerle boyanır. Ağaçlar baştan ayağa beyaz, pembe, yeşil ve eflatun rengi gelinliğini giyer ve aylarca sürecek bayramda resmi geçit yaparlar. Meyveler olgunlaşmaya başlar, Her bir ağaç, latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı, en sanatlı meyveleri bizler takdim ederler İhtiyaçlarımız bahar vagonuyla bize takdim edilir.. Kışın iskelet halindeki odun parçalarından nasıl oldu da yapraklar yeşerdi, çiçekler açtı,  meyveler ortaya çıktı ve bitkiler alemi yeniden dirilmeye başladı? Bütün bu olanlar, yeniden diriliş sahneleri, halife-i zemin olan biz insanlara mesaj vermek içindir.

Mesajı öğrenmek için, baharı dinleyelim, bahar sayfalarını okuyalım, bakalım ne diyor? Ey insan, bana bak beni oku. Bak kışın şiddetli soğuğu, fırtınası,  karı, yağmuru altında, çiçeklerin tebessümü saklıdır. Sana şiddetli soğuk kışın, karın, yağmurun ardından bahar gönderildi. Görmüyor musun? Rabbin hakkındaki zannını değiştirmeyecek misin? Ey insan, seni memnun etmek için dünyanın görüntüsü,  çehresi değiştirildi. Kupkuru ve kapkara topraktan yemyeşil filizler,  çeşit, çeşit renklerde çiçekler  sevgi ile gülümsüyorlar. Ölü, şuursuz kara topraktan nimetler fışkırıyor. Bağlar bahçeler yeşeriyor. Dağlara ovalara rengarenk desenli halılar seriliyor. Kupkuru bir daldan en şık ambalajlarda, tatlı meyveler süzülüyor. Bahar sayfalarında otlar, ağaçlar, güller, papatyalar, menekşeler, laleler patlıyor. Ey insan, hepsi senin için, sana hizmet etmek için seferber olmuşlar. Ama sen bunların farkında değilsin? Hala kalbindeki sevgi yeşermiyor, nefreti yeşertiyorsun, bu da seni bataklıklara, çıkmaz sokaklara götürüyor. Farkında değimlisin? Neden hala içinde ekilmiş sevgi tohumlarını sulamıyor ve zemin yüzünü safra-i nimet olarak sana gönderene cevap vermiyorsun? Bak bahar mevsiminde ağaçların dallarına, dilinin ve damağının istekleri konduruldu. Bahar sayfasına meyveler ve nimetler adedince sofralar kuruldu. Hepsi senin için. Ey insan,  o dilinle hala Rabbine hamd etmeyecek misin? Sana bir çiçek verene teşekkür ediyorsun. Bir topu iğnenin kendiliğinden yapılamayacağını biliyorsun. O çiçeği ve bütün alemleri yaratanı görmezden mi geleceksin, bir teşekkür olsun, demeyecek misin?  Bak Rabbin sana ne diyor:

“O, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Allah’ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.”( İbrahim Suresi/34)
Zalim ve nankörlükten kurtuluşun yolu, kalpte sevgi çiçeklerini yeşertmektir. Çiçeklere bakarken, ne güzel değil, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış diyebilmektir. Verilene teşekkür etmektir. Zalim ve nankörlerden olmamak için Rabbimize teşekkür edelim. Gönderdiğin sarı çiçekler için,  çeşit çeşit bahar çiçekleri için,  onlarla alemlere sunmuş olduğun nimetler adedince teşekkürler, Ey Rabbimiz.

Her an içinde yaşadığımız, nimetlerinden faydalandığımız ve alışkanlıktan dolayı bize sıradan gelen bu muhteşem kainat hakkında yeterince tefekkür ediyor muyuz?  Sorusuna  doğru cevap verebilmek, bütün insanların birinci görevi olsa gerek…

Sarı bir çiçekte bir bahar kadar güzellik görüp bir cennet kadar mana okuyan Bediüzzaman’nın tefekkürüne  kulak verelim: “Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra, şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub, o mühür, o mektubun sahibini gösterir; öyle de, şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem, şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmânî hey’âtını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Her bir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde, bütün eşyayı kendi Hàlıkına isnad eder, kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder.” (Sözler) Bediüzzaman, sarı çiçeğin istediği cevabı vermektedir. Sarı çiçek bir mektup, mektubu okumak, mektubu göndereni tanımak, teşekkür etmek gerek. Sarı çiçek mektubunu okuyarak, sarı çiçeğe cevap verenleri ebediyet bahçelerinin sarı çiçekleri bekliyor.

Her bir çiçek çeşidi, her bir ağaç bir kelimedir. Çiçeklerin üzerinde yeşerdiği tepeler, ovalar satırlardır. Su, toprak ve diğer unsurlar kelimelerin, üzerine yazıldığı sayfalardır. Bu kainat bir kitaptır. Okunması için bir Katip tarafından yazılmıştır. Dinin ilk emri de oku değil midir? Ancak biz bu okumayı yalnız matbu kitap okumakla sınırlı sanmışız.

Yeryüzü, kainat kitabının  bir tek sayfası, bahar mevsimi ise bir formasıdır. Her baharda üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar halinde bitkiler ve hayvanlar birbiri içinde hatasız, yanlışsız, karıştırmadan, şaşırmadan mükemmel ve muntazam bir tarzda yazılır. Bazen ağaç gibi bir kelimede bir kaside, çekirdek gibi bir noktada kitabın tam fihristesini yazan bir kalem olduğunu gözümüzle görürüz. İşte bu kainat kitabı çok anlamlı ve her kelimesi hikmetli büyük bir kitap olarak yazılmıştır. Kainat kitabının yazarı, ağaçların programlarını çekirdeklerinde ve insanların geçmişini hafızalarında yanlış yapmadan yazmıştır. O’nun ilmi sonsuz olup her yazılmış varlığa çok hikmetler koymuştur.

Hafta sonları kırlara, tarlalara, dağlara çıkalım, şehirlerde parkları gezelim. Kainat kitabının bahar sayfasını okuyalım. Bizim için çiçeklere nice parfümlerin döküldüğünü görelim. Bahar sayfasını, çiçekleri okurken baktıklarımızı görelim…“Şimdi Allah’ın rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.” (Rum Sûresi, 30/50) Kainatın Efendisi, Efendimiz (s.a.v)’in şu hadisini de hatırlayalım: “Baharı gördüğünüz vakit, insanların kabirlerinden çıkıp mahşere geleceğini hatırlayın.”

Sordum sarı çiçeğe,
Annen baban var mıdır ?
Çiçek eydür derviş baba,
Annem babam topraktır.

Hak, la ilahe illallah,
Allah, la ilahe illallah. Yunus Emre

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Kitaplar Okundukça Yaşar…

Kitaplar okundukça yaşar. Okunmayan kitap ölmüştür. Yaşamanın ölçüsü faydalı olmaktır. Kitaplar bizi ömür boyunca yalnız bırakmayan, faydalı olan gerçek dostlarımızdır. İnsanın gerçek dostu kitaptır. Okuruna dostça hizmet eder, hayatı daha çekilir kılar, insanı insana yaklaştırır.. İyi bir kitap, hiç bir yan etkisi olmayan tek ilaçtır. İnsan beyni okuyarak beslenir ve bilgiler güçlenir. Okumayan insan cahildir. Olaylara farklı pencerelerden bakamaz. Kullanılmaya müsaittir. Okuyan insanların farklı bakış açıları vardır. Olayları değerlendirirken mukayese yaparlar. Kelime dağarcıkları yüksektir. Bilgi edinme istekleri vardır. Kitap okumak, düşünceleri besler ve güçlendirir. Tıpkı bir pusula gibi insana yol gösterir.

Türkiye’de ilk kez 1964’te, Kasım ayının son haftası kutlanan Kütüphane Haftası, Türk Kütüphaneciler Derneği kararıyla 1971’den bu yana her Mart ayının son Pazartesi günü başlayan hafta kutlanıyor. Kütüphanelerin ev sahibi kitaplardır. Kütüphaneleri ziyaret edenler, kitaplarla görüşürler. Onları okuyarak sohbet ederler, dost olurlar.

Kitap sevgisi ve okuma alışkanlığının çocukluk döneminde kazanılması gerekir. Burada anne ve babalar yanında okulların rolü çok büyüktür. Okumanın faydasını saymakla bitiremeyiz. Çocukluk sonrası gençlik döneminde de okumanın sayısız faydaları vardır. Gencin kendini tanıması, yeteneklerini keşfetmesi ve dünyaya doğru ve sağlıklı bir göz ile bakması kitaplar sayesinde çok daha kolay olacaktır. Başarılı olan gençlere bakın merak eden, okuyan ve araştıran kişilerdir.

Yapılan araştırmalar, herhangi bir konuyu, mesleği öğrenmenin, ve edinilen bilgilerin kitap okuma ile sağlandığını ispatlamıştır. İlimlerin gelişmesi bir sonraki devirlere aktarılması kitaplarla olmuştur.İlk okuldan, üniversiteye hatta hayatımızın sonuna kadar kitaplar okuyarak kendimizi geliştiriyoruz, belli konularda, mesleklerde uzmanlaşıyoruz. Tıp ve Hukuk alanında eğitim görenlerin, uzmanlaşanların en fazla kitap okuduklarını söyleyebiliriz.Tıp ilminin bugünkü seviyelere gelmesinde, İbn-i Sina’nın, Biruni’nin yazdığı tıp alanındaki kitapların önemi inkar edilemez. Ortaçağ’da İbn-i Sina demek, tıp demektir. Onun “Tıp Kanunu” kitabı batıda altı yüz yıl, hekimlik alanının baş kitabı sayılmıştır. Tıp Kanunu batıda  en çok basılan kitap olmuştur. İbn-i Sina, bu kitabında kendinden önce gelenlerin buluşlarını toplamakla kalmamış, kendi gözlemleri ve bulgularıyla tıbbı zenginleştirmiştir.

Eserler, kitaplar yazarsanız unutulmazsınız. Yazarsanız, ölseniz bile unutulmazsınız.

Yazmak, sonsuzluğa mektup atmak gibidir. İbn-i Sina, Biruni,  Mevlana, Bediüzzaman ve yazdıkları eserleriyle iz bırakan ilim admları, yazarlar unutulmuyorlar. Kitaplarıyla yaşıyorlar. Unutulmayan yazarlar topluma, insanlığa maddi ve manevi katkıları olan şahsiyetlerdir.

Kitap, aynı masada oturup sözünü, düşüncesini, ekmeğini bile paylaşmayacak insanları buluşturur. Kişiler ve toplumlar arasında gözle görülmeyen köprüler kurar. Okuyana, bir başkasının dünyasını anlama, paylaşma ve empati yapma gücü verir.

Doğruyu öğreten kitaplar, insanlığın geleceğine ışık tutan birer güneştirler. Bilmediklerimizi öğretirler, doğruyu, iyiyi, güzeli bulmamıza yardım ederler. Kitap okumak, ilmin göstergesidir. Kitap okumak, azmin, sabrın ve öğrenme isteğinin göstergesidir.

İnsana sunulan değerler arasında en önemlilerinden biri şüphesiz kitaptır.Aklımızın dili olan düşüncelerimize en anlamlı cevapları ve yorumları kitaplarda buluruz. Kitap okunmak içindir .Kitaplar okundukça yaşar.Okunmayan kitap süstür.

Okuma, okuyucunun okuduğunu anlamaya uğraştığı, anladıklarını ve bilgilerini birleştirerek yeni manalar ortaya koymaya çalıştığı, okuyucuyla yazar arasındaki bir görüş alış-verişidir. Okuma safhasında yazılar zihinsel kavramlara çevrildiği, anlamlandırıldığı için okuma zihnin gelişimine en büyük katkıyı sağlayan öğrenme alanı olarak görülmektedir Okuma insanların yeni kelimeler öğrenmesini, yeni düşünceler kazanmasını, yeni hayaller  kurmasını, geliştirerek ufkunu genişletmesini ve derinleştirmesini sağlar. Öğrenme, büyük oranda, okumayla gerçekleşir. Okuma alışkanlığı olmayan ve okuduğunu anlayamayan öğrencilerin derslerinde başarılı olması, yeni deneyimler kazanması beklenemez. Okuma becerisinin bu öneminden dolayı toplumdaki iyi eğitim almış olan bireyler için “İyi okumuştur.”, iyi eğitim almamış olan bireyler için ise “Okumamış.” ifadesi kullanılır olmuştur.

İnsan olmanın birinci şartı okumaktır. Okumamanın mazereti yoktur. Çünkü Rabbimiz “Oku!” emrini, okuma bilmeyen bir kuluna verdi. O kul ki kullar içinde en seçkini, en üstünü ve en güzeliydi. Ama “Oku!” emrine muhatap olduğu zaman, okuma-yazma bilmiyordu. Bilmemek mazeret değildi. Çünkü insan okumak üzere yaratıldı. Okumak için akıl yeterdi ve okumak şarttı. Okumadan olmazdı. Demek ki okumak tek manaya gelmiyordu.

İnsanların bildiklerini, öğrendiklerini kitaplara yazması ilk insanın yaratılmasına dayanır.. İlk insan Hz. Adem’e Allah tarafından Cebrail gönderilerek iman bilgileri, dini bilgiler emredildi. Kendisine kitap gelip, lüzumlu bütün ilimler dahil, fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri de öğretildi. Allah tarafından  gönderilen son kitap Kur’an-ı Kerim de kainatın yaratılmasına sebep olan, ferid-i kevnü zaman olan Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e gönderilmiştir. Kur’an-ı Kerim hiçbir harfi değiştirilmeden günümüze kadar ulaşmış ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Allah’ın vahiyleri asırlara, insanların seviyelerine, ortadaki sosyal, kültürel ihtiyaçlara göre farklılık arz eder. Bu sebepledir ki, 100 sayfa, dört büyük kitap ve 124.000 peygamber gönderilmiştir.  Eğer bu farklı ihtiyaçlardan olmasaydı, Hz. Adem (as)’e gönderilen sahifeler kıyamete kadar devam edecekti. İnsanlık camiasının gelişmesine ve ihtiyaçlarına paralel olarak, farklı sahife ve kitaplar gönderilmiştir.

Kur’an, en son kitap olarak ve bütün vahiylerin temel esaslarını içine alan kapsamlı bir vahiydir. Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğramaması onun  mucizevi yönüdür. Çünkü Allah, “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. ”  (Hicr suresi 9. ayet) buyurmaktadır.

Kur’ân’ın inmeye başladığı anda gelen ayetlerde ‘Oku’ emri iki kere tekrarlanmıştır. Elbette her iki emir de tekrarın ötesinde manalar içermektedir Şöyle ki, bizler iki büyük kitapla karşı karşıya bulunmaktayız ve iki kitabı okuyup anlamakla yükümlüyüz. Onlardan ilki Kâinat Kitabı ve ikincisi ise İlâhî Kitap Kur’ân’dır. Her iki kitap da, insanı Yüce Allah’ı tanımaya götüren açık delil ve belgelerle doludur. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan/aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak suresi 1-5 ayetler)

Bediuzzaman Said Nursi, Rabbimizi bize tarif eden 3 külli muarrif var, bunlar “Kainat, Kuran ve Rasulullah (sav) olarak belirtiyor. Tevhid’in üç temel değeri olan kâinat, Kur’an ve Hz. Peygamber arasında önemli bir bağlantı vardır.

En başta, Allah’ın bir sanatı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur’an vardır. Kur’an’ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed’dir (sav). Kâinat kitabı ise varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde Kur’an-ı Hakim’in ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur’an varlık âleminin gerçeğini anlatırken, Peygamberimiz (sav) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.

 Kur’an Kainat kitabını okuyor.

“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim(sürekli okuyalım). Evet, söz odur ve ona derler…”

Güneş ışığı ile dünyamızı aydınlatıyor, ısısı ile dünyamızı ısıtıyor ise, Kur’an da manevi bir güneş olup gönül dünyamızı aydınlatıp, fikir bahçemizi ışıklandırıyor. Bize hem dünyada hem ahrette şaşmaz ve şaşırtmaz rehberlik yapıyor.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kâinat büyük bir mesciddir. Yedi gök, yer ve bunların içindekiler Allah’ı tespih eder; O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Bu mescidi anlaşılır kılan ise Kur’an’dır.

Kur’an, insanı ve kainatı anlamayı kolaylaştırır. Her okumada, insana ve Kâinata dair daha önceki okumadan farklı sırlar önümüzde açılır. O’nu okuyan, Allah’ın hikmetle yarattığı sayısız güzelliği, fark eder ve şuur kapısından içeriye girer.

Bütün bilimler, kâinattaki düzenin şahididir ve onu anlamaya çalışır. Bu açıdan kâinattaki bütün gerçekler Esma-i Hüsna’nın, Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır. Bediüzzaman Said Nursi, kâinattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, “bir sergi,” “bir tarla,” “bir misafirhane” , “bir saray” ve “bir kitap” gibi… Risale-i Nur’da “sıfat-ı Kelam’ın kitabı” olan Kur’ân ile “sıfat-ı İrade’nin Kudret kitabı” olan kâinat arasındaki ilişkinin önemli olduğuna dikkat çekilir. Kâinat kitabı ve onun tefekkür ile okunması örneklerle anlatılır.

Esma-i Hüsnâ’nın, kainat üzerindeki  varlıklar üzerindeki muhteşem tecellilerini okumaya başladığımız zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrımızı anlamış ve bu dünya üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan bir misafir olarak Rabbimizi tanımaya, marifetullah ve muhabbetullah deryalarında gezinmeye başlamışız demektir.

Allah’ın yarattığı tabiat bir kitaptır. Bu sıradan bir kitap değildir; “tabiat dedikleri şey olsa olsa bir sanattır, Sani’ olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz.” O halde bu harika sanat eserine bakarak, okuyarak onun yaratıcısı hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.

“Nasıl ki bir kitap-bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış-kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sayfası çok kitapları tazammun eder. Hatta, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır.

Yeryüzü bir sayfadır; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.

İşte, böyle bir kitap, evsaf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. ” (Onuncu Söz)

İnsan sadece kitapları değil, başta kendisi olmak üzere, her varlığı okumalı… Kaliteli insan, kâinatı bütünüyle bir kitap gibi okuyabilir. Onun gözünde her varlık, taşı, toprağı, ayı, yıldızı, güneşi, ineği, sineğiyle muhteşem bir kitaptır. Kitap okuyan kainat kitabını da okuyabilir.

Kur’an ayetleri, gözleri Kâinat kitabına yönlendirir.

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) aciz ve bitkin halde sana dönecektir. ” (Mülk Suresi, 3-4)

Kainat kitabının üzerinde Katibini anlatan, gösteren ve öğreten sayısız ayetler vardır. Bu ayetleri okumak, okuyabilmek gerekir. Bunun için bir öğretmen, bir muallime ihtiyaç vardır.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Efendimiz Hz. Muhammed (sav) büyük kainat kitabının en büyük ayetidir ve muallimidir. Bütün kainat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kainattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük ayet Hz. Muhammed’dir  (sav.).

Huzurlu ve mutlu olmak isteyen insan, görevlerini yerine getirebilmek için, en büyük öğretmen, Kainatın Efendisi Hz. Muhammed’e(sav) tabi olmak, onu okumak, onun okuduklarını dinlemek ve öğrenmekle görevlendirilmiştir.

Bütün kitaplar, tek bir kitabı daha iyi anlamak için okunur…. Bu cümleyi hayatımıza rehber yapıp, kitabımız Kur’an’ı anlayarak okursak ve yaşarsak huzuru yakalarız. Bediüzzaman,  huzur ve mutluluğu   sağlayacak reçeteyi “Kur’an’ın Eczahanesi”nde hazırlayarak insanlığa sunmuştur. Bu reçete,  Kur’anı anlamak için Risale-i Nur eserleridir. O zaman Kur’an’ı anlamak için, kainat kitabını okuyarak tefekkür etmek  için reçeteyi okuyalım. Bugün sıkıntımız, insanlığın sıkıntısı Kur’an’ın anlaşılmamasıdır. Kainat kitabının okunmamasıdır. Anlaşılsaydı, okunsaydı günümüz dünyasında, insanlar hayattan zevk ve lezzet alamayacak duruma gelmezdi. İntiharlar, savaşlar, terör ve benzeri hadiseler olmazdı…Dünya, sevgi, yardımlaşma, huzur ve  mutluluğun hakim olmasıyla cennete dönüşürdü.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmez isen
Ya nice okumaktır

Okumaktan mânâ ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmez isen
Ha bir kuru emektir  (Yunus Emre)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Türkiye Geçilebilir Mi?

Bundan bir asır önce, Çanakkale’yi geçmek istediler, geçebildiler mi?  Geçemediler. Çanakkale geçilmezdi ve Çanakkale’yi geçemeyeceklerdi. Niçin geçilmezdi ve neden geçememişlerdi? Çünkü karşılarında, Bilecik tren istasyonunda son yongası olan oğlunu uğurlarken:

‘Oğlum;

Babanı Dimetoka’da,

Dayını Şipka’da,

Ağabeylerini Çanakkale’de kaybettim.

Sen benim son yongamsın.

Sen dönmezsen ben Allah’ a emanet.

Git, sen de git!

Minareler ezansız, camiler Kur’an’sız kalacaksa sen de git’ diyen, vatanı ve dini için oğullarını gözünü kırpmadan şehitliğe gönderen mübarek analar ve onların ölüme gül bahçesine girme sevinciyle giden oğulları vardı.

Eğer Çanakkale geçilseydi, 18 milyon metrekarelik, ‘Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk’ olarak telakki edilen İngiltere egemenliği devam ederdi… Churchill,  “ Biz Çanakkale’yi geçemedik yenilmezliğimizden şüphe başladı, Hindistan’ı ve diğer İslâm ülkelerini elimizde tutmak şansını kaybettik. Yalnız bizim sömürgelerimizde değil, bakın Avrupalı ülkelerin Müslüman sömürgelerinde aynı ümit ışıldamaya başladı” diyordu.

 

Çanakkale’de şehit olan dedelerimizin ruhlarının mesajları bize hep ümit veriyor. Onların İmanı, tevhidi, sabrı, sebatı, ümidi fısıldayan mesajları üzerimizdedir. Bu mesajlar yolumuzu aydınlatan ışıklarımızdır. Bu ışıklarla yolumuza devam ettiğimiz sürece, Türkiye geçilemeyecektir.

Dün Çanakkale’yi geçmek için, Çanakkale’ye gelenler, bugün yüzümüze gülerken içimizdeki hainleri kullanıyorlar. Hedefleri, Türkiye’yi geçmek.

Dün Çanakkale’de İngiliz, Fransız savaş gemilerini batırmıştık. Haçlılar birlikte saldırmışlardı…Bir asır sonra aynı Haçlılar şimdi “Kukla” kullanıyorlar… İçimizdeki hainlere, taşeronluk veriyorlar. Kendilerini göremiyoruz, bizi birbirimize kırdırıyorlar. Kısacası, bugün  yaşanan terör olaylarının hedefi Türkiye’ye diz çöktürmek, Türkiye’yi geçmek.

Bunu yapmak için emperyalist güçlerin taşeronu başta  PKK olmak üzere terör örgütleridir.

İşin en acı yönü ise, alnı secdeye gidenlerin siyasi görüş ve menfaat çatışması yüzünde, terör örgütleri ile beraber hareket etmeleridir. Rus gazetelerine röportajlar verilmesidir. Sanki Rusya Suriye’de insanları öldürmüyor, mağdur ve mazlumlara yardım ediyor sanırsınız. Allah akıl, fikir, basiret versin. Gidilen yol çıkmaz sokak.

Müslüman aklını kiraya veremez. Yanlışı mürşitte, hocada, alimde yapsa sorgular. Sorulamayanın işi zor. Erdoğan gitsin de  ülke batarsa batsın, böyle bir anlayış, Bediüzzaman’ın ifadesiyle gizli zındıka komitelerinin ağına düşmektir.

Türkiye  geçilmez. Türkiye İslam aleminin umududur. Bediüzzaman “İmanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya (Türkiye’ye) gelmek lazımdı; çünkü en ziyade burada ihtiyaç var”.Türkiye her açıdan İslam aleminin merkezi ve kalbi konumundadır. Merkez ve kalp bozuk olursa diğer taraflar da bozuk olur. Öyle ise tedaviye merkez ve kalpten başlamak gerekir. Bediüzzaman’ın Türkiye tercihi bu manaya işaret ediyor. Kur’an’ın  tefsiri olan Risale-i Nur eserleri manevi setlerdir. Bu setler terörün en büyük engelidir.

 

İslam aleminin son umudunu, son kaleyi düşürmek, ele geçirmek için, yıkmak için her şey yapılıyor. İçerideki hainler dışarıdakilerle el ele seyrediyoruz. Millet seyrediyor. Oyunun farkında olan bu aziz millet, oyunu oyuyla bozdu. Son kaleyi kurtardı. Millet seçtiği Cumhurbaşkanının, hükümetinin yanında. Hainler bunu hazmedemiyorlar.Terör olayları bunun müşahhas örnekleridir. Çanakkale’yi geçemeyenlerin, hedefleri içimizdeki hainleri kullanarak Türkiye’yi geçmek.

Bunun için, Cumhurbaşkanımız Erdoğan üzerinden milli irademize yönelik devamlı suikast tezgahlıyorlar.

PKK lideri ve KCK eş başkanı Cemil Bayık İngiliz The Times’da yayınlanan röportajında. “Erdoğan bizi yenerse, Türkiye’de demokrasi isteyen herkesi mağlup edebilir. Erdoğan’ı devirmek istiyoruz. Onun rüyalarının gerçeğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel biziz. Eğer Erdoğan bizi saf dışı bırakırsa, kazanır. Erdoğan’ı ve AKP’yi devirmek istiyoruz. Erdoğan ve AKP devrilmedikçe, Türkiye asla demokratik bir ülke olamaz. ” Diyerek kusuyordu.

Erdoğan’ı itibarsızlaştırma odaklı algı operasyonları artarak devam ediyor. Çamur at izi kalsın. Türkiye’yi yalnızlaştırmak, Türkiye’yi geçmek için hedefteki sembol isim Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü o milli irade ve ümmetin dik duruşunun omuzları ve umududur.

Zındıkların önündeki en büyük engel olan Erdoğan, “Bize güç ver. Cihat meydanını pehlivansız bırakma Allah’ım” derken millete ve ümmete ümit veriyor….

Türkiye’yi geçmek isteyen, zulümle, menfaatle, kanla beslenenler, kendilerini dinlemeyen güçlü Türkiye istemiyorlar.Türkiye’ye diz çöktürmek istiyorlar. Oynanan oyun bundan ibarettir.

Dedelerimiz bir asır önce ülkemizi ele geçirmek isteyenlere, diz çöktürmek isteyenlere Çanakkale Geçilmez’ demişlerdi…

Bir asır önce ‘Çanakkale geçilmez’ dedik. Bugün de ‘Türkiye geçilmez’ diyoruz.
Bunu neye güvenerek haykırıyoruz: Bizim dedelerimiz ‘Çanakkale geçilmez’ diyerek bu cennet vatanı bize hediye ettiler. Biz dedelerimizin yolundayız. Çanakkale ruhu, 21’inci yüzyılda da bizlere yol gösterecektir.  Bugün de cennet vatanımızı bölmek, parçalamak, ele geçirmek isteyenlere Türkiye Geçilmez diyoruz.

Bizim üzüntümüz hala aklını kiraya vererek, Türkiye’yi geçmek isteyen eli kanlı, zulümle, menfaatle, kanla beslenenlerin yanında olan alnı secdeye gidenlerdir. Allah onları ıslah etsin, feraset versin.

“Dikkat ediniz, küfrü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın.” (Şualar, 13. Şua)

 Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sınav Kitapçığı

Hayat bir sınavdır. Herkesin bir sınav kitapçığı vardır. Bu kitapçıktaki sorular kişiye özeldir. Kişinin karşılaştığı her olay bir sınav sorusudur. Sınav şekli, tıpkı sınav soruları gibi önceden bilinmiyor. Herkesin sınav şeklini belirleyen Allah’tır. Her kul imtihan şuuruyla hayatını yaşamak ve her halin ve karşılaşılan her olayın  bir sınav olduğunu akıldan çıkarmamakla, bu şuuru diri tutmalıdır. Dünyada kazanmanın yolu sınavlardan geçmektedir.  Kazanmak istenilen Allah’ın rızası ve cennet ise, mutlaka bunun sınavı olmak zorundadır.

Hayatımız bir sınavdan ibaret. İlkokuldan itibaren başlayan sınav maratonu hiç bitmiyor. Hayatımızın tamamını kuşatan sınavlar yalnızca öğrencilik yıllarında değil, özel hayatımızda da sürüyor. Kpss, Yds, Tus, Ales ve daha birçok sınavdan, ehliyet sınavına hatta işe giriş mülakat sınavlarına kadar bilumum sınavlar hayatımızın değişmeyen bir parçasıdır. Girdiğimiz her sınavda, soruların yer aldığı sınav kitapçığı verilmektedir. Girdiği sınavda başarılı olanlar, çalışarak sınava girenlerdir.

Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek gayreti içinde olmuşuzdur.. Okul hayatımızı düşünelim. O dönemden aklınızda en çok yer eden şeyler sık sık karşılaştığınız sınavlardır. Bunların içinde en önemlisi ise, kuşkusuz üniversite sınavıdır. Üniversite sınavlarına girenler için, bu sınavlar hayatının dönüm noktasıdır. Çünkü geleceklerini nasıl şekillendireceklerini bu üç dört saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten, tatilden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek gayeleri istedikleri üniversiteye, fakülteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler. Sorulan soruları doğru cevaplayanlar hedeflerine ulaşırlar. 13 Mart 2016’da bir Üniversite (YGS) sınavına daha girdi binlerce genç. Soruları doğru cevaplayanlar dünyevi hedeflerine ulaşacaklar.

Dünya hayatında elde edilmek istenen faydaların, başarıların, mutlulukların tümü, ne kadar ciddi bir çaba harcansa da, geçicidir. Dünyadaki sınavları başarı ile verdiğimizde, hedeflerimize ulaşıyoruz, iyi bir meslek, kariyer, para, mal, şöhret, imkanlar elde ediyoruz. Bunların hepsi geçici dünya hayatı için … Ama bunların yanı sıra bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz faydaların, sonsuz mutluluğun bulunduğu ve insanın ebediyete kadar kalacağı gerçek bir hayat vardır. Bu, inanan insanların dünya hayatı boyunca ulaşmak için ciddi bir çaba sarf ettikleri, tüm diğer konuların çok daha üstünde tuttukları, asla akıllarından çıkarmadıkları ölümden sonraki sonsuz hayatıdır.

Sonsuz hayatı kazanmanın yolu da dünya sınavından geçmektedir. Bu dünya insanların imtihan meydanıdır. Gerçek saadet ve azap diyarı ölüm ötesindedir. Hayat bir imtihan, dünya ise imtihan salonudur. Esas mesele bu imtihanı kazanmak ya da kaybetmekten ibarettir. Bu imtihanı kazananlar ebedi kurtuluşa ererken, kaybedenler ise hüsrana uğrayacaklardır. Dünya insanın asıl konağı, asıl yurdu değildir. İnsanın asıl hayat mekanı ahirettir. İnsanın yapması gereken, dünya hayatının geçici olduğunu ve buranın sadece ahiretteki konumunun belirlendiği bir imtihan alanı olduğu gerçeğini unutmaması ve ona göre hazırlığını yapmasıdır. “Asra yemin ederim ki, insan mutlaka hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Sûresi) Kurtuluşun iman-amel bütünlüğü içerisinde İslam’ı yaşamakla mümkün olduğunu bildiren Asr suresi kolay cennet beklentisi içinde olanlar için bir cevap teşkil etmektedir.

Rabbimiz buyurur ki; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”(Mülk suresi, 2) Hangimizin daha güzel amel yapacağını sınamak için Allah bizleri sınava tabi tutmuştur, bu sebeple ölümü ve hayatı yaratmıştır. Hayattayız, kabir kapısı kapanmıyor ve ölüm ile insanın imtihanı nihayete eriyor. Ölümün perde arkasında asıl gerçekler bizleri beklemektedir. Nasıl ki, öğrenci sınav bitiminde sınav kağıdı elinden alınır ve sınav sonucu açıklanınca, asıl kaç puan aldığını, öğrenmiş olur. Bunun gibi, asıl gerçekler dünya sınavının sonrası olan ahiret hayatında bizleri beklemekte ve biz bu sınav sırrını çözmezsek ebedi kaybedenlerden olabiliriz.

İnsanlar bu dünya sınavında, öyle bir ince elekten geçiyor ki, adalet yerini bulsun, herkes hak ettiğini bulsun, zalim ile mazlum arasında fark olsun. İnsanlık tarihi açıkça göstermiştir ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Çağımızda bozulmamış her vicdan, günde belki bin kere; “mazlumlar için yaşasın cennet!,” “zalimler için de yaşasın cehennem!” diye feryat ediyor. Yaşadığımız bir çok olay karşısında iyi ki ahiret var diyoruz ve rahatlıyoruz.

Mal ve mülk dünya hayatının en ciddi sınavlarındandır. Bu sınavın bizler için çok daha çetin geçeceğini bizzat Rasul-i Ekrem’den işitiriz: “Her ümmetin bir fitnesi (imtihan vesilesi) vardır, benim ümmetimin fitnesi ise maldır.” (Tirmizi, Zühd, 26.) Hayat standardımızın yükselmesi, zengin Müslümanların mal ile sınavına işaret etmektedir. “Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a aittir.” (Maide, 5/17.) hükmünü unutan nice Müslüman, malın kendisine “emanet” olduğuna dair bir şuuru günlük hayatın detaylarına taşıyamamaktadır. Lüks, israf, gösteriş, şaşaa, debdebe, ihtiras, kibir, haset gibi malın taşıdığı bir dizi bulaşıcı hastalık ruhlarımıza sirayet etmiş durumdadır. Maddi anlamda ilerlerken ahlaki anlamda gerileyen insan örnekleri gün geçtikçe artmakta, varlığı sadece para pul ile ölçen materyalist bir zihniyet Müslüman dünyasını da kuşatmaktadır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:“Sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar

ve ürünlerin eksikliğinden bazı sıkıntılarla imtihan edeceğiz.” (Bakara, 2/155.) Varlık ile darlığın, yokluk ile bolluğun Allah’tan bir imtihan olduğu ve insanın sabır sayesinde darlığı; şükür sayesinde de bolluğu aşabileceği anlaşılmaktadır. Yoklukta, fakirlikte elindekilerle yetinip sabretmek, varlıkta, zenginlikte imkânları paylaşmak suretiyle varlığa şükür gerçekleşmiş olur.

Dünyada bazı insanların sınav kitapçığında zenginlikle, varlıklı olmakla ilgili sorular vardır. Bazılarının sınav kitapçığında ise yoklukla, fakirlikle ilgili sorular vardır. Fakirliğin cevabı sabretmektir. Zenginliğin cevabı şükretmektir. Müslüman’ın varlıkla, zenginlikle imtihanı, nimeti başkalarıyla paylaşmak, kardeşinin ve ötekinin farkında olmaktır. Eğer imtihan oluyorsanız, bu Allah’ın sizi unutmadığının müjdesidir.

Bu sınav dünyasında bazı insanlar, başkasının zenginliğini, ona verilen nimetleri kıskanmakta, yani haset etmektedir. Haset,  başka insanlarda var olan, Allah’ın maddî-manevî nimetlerine karşı tahammülsüzlük göstermek, haset edilen kişiye karşı kin ve nefret beslemeye, ondan iğrenmeye kadar götüren iğrenç bir hastalıktır.

Asıl manası bu olan haset, çok tehlikeli bir hastalıktır. Çünkü bunun ucu iman esaslarına da dokunur. Zira, her nimet Allah tarafından takdir edilmiştir. Bu nimetlerin varlığına tahammülsüzlük göstermek, kadere karşı itiraz etmek, Allah’ın taksimatını beğenmemek gibi çok riskli bir ruh haletini yansıtır. İşin bu yönünü düşünüp tartmakla insan bu hastalığından kurtulabilir.

Ayrıca, düşmanımız da olsa kendisinde var olan, ister makam-mevki gibi manevî nimetler olsun, ister mal-mülk gibi maddî nimetler olsun, bunların hepsinin kısa zaman sonra yok olacağı, sahibi olan kimsenin ölüme mahkum olacağını, bütün nimetlerini -ölümle- bir kaç yıl içerisinde tamamen kaybedeceğini düşünerek; dünyanın fani ve geçici bir hayat zemini olduğunu tefekkür ederek bu haset hastalığından kurtulabiliriz.

Hasedin diğer bir manası; gıpta etmek, imrenmektir.  Burada kişi, başkasının elindeki nimetten rahatsızlık duymak  değil, onda var olan nimetlerin kendisinde de olmasını ister. Bu manaya gelen hased kavramını peygamberimizin şu hadis-i şerifinde görmekteyiz “Hased(Gıpta) ancak şu iki kişiye karşı düşünülebilir; birisi, Allah’ın kendisine ikram ettiği Kur’an’ı  gece, gündüz okuyan, onunla amel eden kimsedir. Diğeri ise, Allah’ın kendisine verdiği malını Allah yolunda harcayan kimsedir” (Mecmauz’-zevaid, 2/256-57).

Prensip olarak şunu belirtelim: Allah’a ve ahirete iman eden ve bu iman şuuruyla hareket eden kimsenin şunu bilmesi gerekir ki, dünyada pek rağbet gören çok şey var ki, ahirette hiç de bir geçer akçe değildir, Allah katında hiç de bir değer ifade etmez. Bu sebeple, dünyalık namına ne olursa olsun, hiç bir nesnenin aktif bir iman şuuruna sahip kimseyi hasede sevk etmemesi gerekir. Böyle bir kimsenin Kibre kapılmaması, Nifakın semtine bile uğramaması lazımdır..( sorularlaislamiyet.com)

Haset eden kişi kendi soru kitapçığındaki sorulara cevap vermek yerine, başkalarına verilen soru kitapçığındaki sorularla meşgul olmaktadır. Onun var benim niye yok? Onun niye villası, arabası var benim yok gibi başkasına sorulan sorulara kafa yorarak zaman geçirmektedir. Bu durum nimetlerin varlığına tahammülsüzlük göstermek, kadere karşı itiraz etmek, Allah’ın taksimatını beğenmemek gibi çok riskli bir ruh haletini yansıtmaktadır. Allah bazı insanlara vererek, bazı insanları da fakir yaparak, alarak sınava tabi tutmaktadır. “Sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden bazı sıkıntılarla imtihan edeceğiz.” (Bakara, 2/155.)

Sınava tabi olan bir varlık olarak insanlar, Allah’la olan ilişkilerinde her zaman dikkatli olmak zorundadır. İnsanın zihninde taşıdığı fikirlerin, davranışlarına yansıttığı fiillerin, ağzından çıkardığı sözlerin hepsi değerlendirmeye tabidir.

Kendi sınav kitapçığımızdaki sorulara doğru cevap verelim. Başkasına sorulan sorularla meşgul olmayalım. Sorulan sorulara doğru cevap vermek için faydalanacağımız kaynaklar Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyedir. Bu meydan-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller, saadet sarayları ve zindanlar ahirette onları bekliyorlar.

“Kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. ”(Mektubat)

Zor diyorsun, zor olacak ki imtihan olsun. Mevlana

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org