Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

İyi ki Yeşilay var!

Yeşilay, 1920’de İngiliz işgal güçlerinin İstanbul Limanı’na gemilerle getirdiği binlerce kasa alkollü içkiyi gençlerimize bedava dağıtıp onları zehirlemesine, işgale karşı direnişi kırarak hürriyetlerini ve onurlarını  ellerinden almak istemelerine karşı alkollü içkilerle mücadele amacıyla dönemin Şeyhülislam’ı İbrahim Haydarizadenin himayesinde Dr. Mazhar Osman ve arkadaşları tarafından Padişahın izniyle 5 Mart 1920’de İstanbul’da “Hilal-i Ahdar” adıyla kuruldu.“Hilal-i Ahdar” ismi daha sonra “Yeşil Hilal” ve “Yeşilay” olarak değiştirildi.

Yeşilay’ın kuruluşuna sebep olan  ortamı göz önüne getirecek olursak yapılanlar tam bir kurtuluş savaşıdır. İngilizler İstanbul’u işgalinden itibaren, gemiler dolusu içki getirerek Müslüman halka parasız olarak dağıtmaları savaşın bir diğer cephesin gösteriyordu.İngilizlerin beyin uyuşturan içkileri getirip İstanbul’a sokmaları uyuşturulmuş beyinli,  geleceği düşünmeyen, vatan savunmasına katılmayan, vatan elden gitmiş ne olur ki diyebilecek, duygusuz, ruhsuz, başıboş, serseri, aklı uçkurunda bir gençliğin oluşması düşmanın işini kolaylaştıracaktı. Şimdide düşmanlar boş durmuyorlar toplumumuzda beyni uyuşturan planlar devam ettiğini hepimiz görüyor, şahit oluyoruz. Suriye’de savaş var, iç kargaşa var.Vatanını zalim Esed rejimine karşı savunan vatanseverler var. Suriye’de görmediğimiz  bir savaş daha yaşanıyor. İngilizler gemilerle  İstanbul’a getirdikleri içkileri, şimdilerde  Suriye’ye getirdikleri içki ve uyuşturucuları kıyı şehirlerinde Rum kadın ve kızlarını da kullanarak bu içkilerin gençler arasında yayılmasını sağladıkları ifade ediliyor. Eğer bu doğruysa, Suriye’de bunun içinde mücadele yapılması gerekir. Düşmanlar boş durmuyor.Geçmişte yaptıkları gibi, halkın ahlâkını bozmak suretiyle direnme gücünü kırmak ve kendilerine taraftar yapmak için birçok girişimlerde bulundular ve hâlâ da bulunuyorlar.Su uyur, düşman uyumaz.Maddi savaşın yanında her ortamda manevi savaş devam ediyor. Manevi savaşı kazanamayan, maddi savaşı kazanamaz.

İngilizlerin geçmişte cennet vatanımızı ele geçirmek için kurduğu bedava içki dağıtarak gençleri duygusuz, ruhsuz, vatan sevgisinden yoksun hale getirmek için, şeytani plana karşı, manevi savaşı kazanmak için, Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) kurulmuştur. Kurucuları arasında, o zamanın meşihat diğer adı “Darül Hikmetül İslâmiye” azalarından Bediüzzaman, Fahrettin Kerim Gökay, Mazhar Osman, Eşref Edip gibi birçok ünlü isim yer almıştır. O dönemin vatansever aydınlarının hepsi neredeyse bu oluşumun içinde bulundular. Savaşlar sadece maddî anlamda olmaz asıl savaş maneviyat ile olanıdır.
Resmî kurucuları on yedi kişi olan ve günümüze kadar hâlâ varlığını sürdüren Yeşilay’ın amacı, içki ve benzeri zararlı maddelerle mücadele edip, halkımızı bunlara karşı korumaktır. Bu konuda da büyük çaba sarf ederek içkinin yaygınlaşmasını önlemeye çalışılmaktadır. Zaman içerisinde sigara, alkol, uyuşturucu, kumar, fuhuşt vs. bunlar Yeşilay’ın tüzüğüne giriyor. Son dönemde de internet ve TV bağımlılığı yine Yeşilay tüzüğüne girmiş bulunmaktadır. “Uyuşturucu kültürü”, nün amacı  egemen güçlerin toplum yapısının temelini teşkil eden manevî değerleri, inanç ve mukaddesleri yok etme faaliyetidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Hilâl-i Ahdar ile münasebetine gelecek olursak. Üstad  1897- 1898 yıllarında Van’da Tahir Paşa Konağında kalırken; Tahir Paşa, bir gazetenin haberini Bediüzzaman’a gösterir. Gazetenin haberi şu idi: William Ewart Gladstone Kur’ân’ı eline alarak İngiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’ân’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” der. Bu haberi okuyan Bediüzzaman ta o tarihte İngiliz siyasetçilerinin Müslümanlar için tertipledikleri oyunları bilmiş ve İngiliz siyaseti ile mücadelesini ta o zamandan başlatmıştır. Okuduğu bir haberden sonra İngiliz siyasetinin en azılı düşmanı olan Bediüzzaman, “İngiliz Muhipler Cemiyeti” (İngilizleri Sevenler Derneği) karşı, İngilizlerin İstanbul’u işgal günlerinde, büyük bir gayret göstererek İngilizlerin yaptıklarını gözler önüne sererek, aldatıcı ve koyu bir İslâm düşmanı olduğunu anlatıp, halkın büyük bir kısmını, özellikle âlimleri İngilizlerin aleyhine çevirmeyi başarmış. Yayınladığı “Hutuvat-ı Sitte” (Şeytanın Altı Oyunu) adlı eserini el altından dağıttırmış, böylece İngilizlerin oyunlarını büyük ölçüde bozup, uydurma fitnelerini deşifre etmiştir.

Yeşilay, her yıl 1-7 Mart tarihleri arasında kutlanan Yeşilay Haftası’nı da vesile kılarak halkımızın bağımlılık konusunda bilinç ve farkındalık düzeylerini daha da artırmayı hedeflemektedir. Bu yıl “İyi ki Yeşilay var!” konseptiyle kutlanan hafta, bağımlılıkla ve bağımlılığı teşvik eden güç ve odaklarla mücadele etmek konusunda tüm otoriteleri ve toplumu harekete geçirmeyi amaçlamaktadır.

Yeşilay, Türkiye Bağımlılıkla Mücadele Eğitim Programı (TBM) kapsamında, 20 milyon öğrencinin bağımlılıkla mücadele eğitimini başlatmış, hükümetin açıkladığı Uyuşturucu Eylem Planı’nın her safhasında yer almış, Yeşilay Eğitim ve Danışmanlık Merkeziyle (YEDAM) birlikte madde bağımlısı ya da madde bağımlılığına yakalanma riski olan çocuk ve gençlerin topluma kazandırılması ve rehabilitasyon görevini üstlenmiştir.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Yeşilay Cemiyeti tarafından bu yıl 3’üncüsü düzenlenen Zümrüdüanka Ödül Töreni‘ne katıldı. Törende özetle şöyle diyordu: (4 Mart 2016 Cuma, Anadolu Ajansı)

“….Sosyal medya da bir cinayet. Maalesef birileri ısrarla bu ülkede özgürlüğü, milletin kültürüne, tarihine, medeniyet ve inanç değerlerine düşmanlığın bir kılıfı, bir bahanesi gibi kullanmaya çalışıyor. Çağdaşlaşmayı, alkol kullanmakla, zararlı alışkanlıkları teşvik etmekle, tek tip bir hayat tarzına sahip olmakla özdeş hale getirenler var. Bu ne yeni bir tavırdır ne de ülkemize münhasırdır” diyordu.

Alkolle ilgili 2 yıl önce yapılan düzenlemeleri hatırlayalım. Ülkemiz için hayırlı olan bu düzenlemeler gazeteler, sosyal medyada, ekranlarda ve kimi siyasetçiler tarafından günlerce adeta yerden yere vuruluyordu..Alkol tüketimi, kansere neden olan ilk 10 neden arasında yer alıyor. “İçki bütün kötülüklerin anasıdır.”diyor, Kainatın efendisi (sav). Cinayetlerin, cinsel saldırıların, trafik kazalarının ve kadına şiddet olaylarının en önemli sebebi  alkoldür. Dünyada bağımlılığı en yaygın madde olan alkol, başta kanser olmak üzere 200 hastalığa davetiye çıkarıyor. Ciddi hastalıklara yol açan alkol, vücutta en fazla hasarı beyne veriyor.Bu tıbbı gerçeklere rağmen, daha düne kadar devletin en üst makamının kokteyllerinde alkolün başı çektiği zihinlerimizde. İçki içmeyenlerin, alkol kullanmayanların fişlendiği günleri de unutmadık. Yedek subay olarak askerlik yaptığım dönemde Tugay komutanlığı askeri subay, astsubay personelini ve eşleriyle birlikte yemekli tanışma toplantısına davet etmişti. Toplantıya katıldım. Masaların içki şişeleri ile donatılmış olduğunu gördüm. Aradığın her türlü içki var. Toplantının yemek parasını gelen personel ödüyor. Ben personel subayına yemeğin bedelini öderken içki içmediğimi söyledim. ” İç içme herkesten aynı parayı alıyoruz” dedi. Bende lütfen bundan sonra beni bu tür içkili toplantılara çağırmayın dedim.Böylece fişlenmiş olduk….

İstanbul’un işgali sırasında gençlerin işgal güçleri tarafından alkol kullanmaya teşvik edildiğini gören bir avuç kahramanın, bağımlılıkla savaşmak için Yeşilay çatısı altında bir araya geldiğini kaydeden Erdoğan, Yeşilay törenindeki konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Tek parti döneminin jakobenleri, Batılılaşma ve modernleşme adına alkol kullanımını teşvik etmişlerdir. Bu ülke afişler asılarak, tüm toplumun alkolün ne kadar faydalı olduğunu ikna edilmeye çalışıldığını günlerce, haftalarca görmüştür. Aileler, sağlığa faydalı denilerek ilkokul çağından itibaren çocuklarına birayı sevdirmeye çalışmıştır. Bunlar bu ülkede yaşandı, hatta zorladılar. Tarih kitaplarını karıştırdığınızda maalesef, Atatürk Orman Çiftliği’nde ellerine bira şişeleri tutuşturulmuş çocuk fotoğrafları görürsünüz. Bunlar vaka. Bu dönemde alkol toplumu zorla dönüştürmenin, kimliksiz hale getirmenin, değerlerinden koparmanın bir aracı olarak kullanılmıştır. Günümüzde de aynı zihniyete mensup belediye başkanları, sözüm ona üniversite profesörleri kültürel etkinlik olarak alkolü teşvik edici etkinlikler düzenlemeyi maharet sanıyordu, biliyorsunuz, Antalya’da yaşandı ve o genç öldü… Olaydan hemen kısa bir süre sonra öldü. Dediğim gibi bu sadece ülkemizde uygulamaya konulan bir politika da değildir. Afrika ülkelerinde sömürgecilerin de benzer yöntemlere başvurduklarını görürsünüz. Sömürgeciler özellikle plantasyon sahipleri, zorla yurtlarından kopardıkları köle gibi çalıştırdıkları Afrikalı işçilere çoğu zaman ücret yerine alkol vermişlerdir. Çok manidardır. İşçilerin içinde bulundukları şartlara, kendilerine reva görülen işkenceye karşı dirençleri, kişilikleri karakterleri alkol bağımlılığıyla kırılmak istenmiştir. Bugün hala ziyaret ettiğimiz ülkelerdeki bazı kronik sorunların temelinde sömürgecilerin bıraktığı bu acı ve kanlı mirasın etkilerini görüyorsunuz.”diyordu.

Zararlı alışkanlıklarla mücadelede sadece kanunlar, sadece yasaklar, sadece cezalar yeterli olmaz. Bunlar olacak ama asıl milletimizin her bir ferdinin bu mücadelede yerini almasını sağlamalıyız. Her bir ferdin. Nasıl teröre karşı yekvücut olmak durumundaysak bağımlılıkla ve zararlı alışkanlıklarla da mücadelede aynı şekilde bir ve beraber olmalıyız. Bizler çocuklarımızın alkole, tütüne, teknolojiye veya başka bir şeye bağımlı olmasını istemiyorsak öncelikle kendi alışkanlıklarımızı gözden geçirmeli ve onlara doğru örnek olmalıyız. Çocuklarının fiziki ihtiyaçları yanında manevi ihtiyaçlarıyla da alakadar olmayan anne-babalar siperde bekleyen fırsat kollayan kötü alışkanlıkların ve terör örgütlerinin onlarla çok yakından ilgilendiklerini bilmelidirler. O dağlara götürülenlerin uyuşturucu verilerek götürüldüğünü hepimiz biliyoruz.Canlı bombaların uyuşturucu bağımlısı haline getirildiğini biliyoruz. Ruh ve beden sağlığı yerinde olan insan terörist olmaz. Bu konularda anneler, babalar, komşular, akrabalar, mahalle ve tüm toplum tam bir seferberlik ruhuyla hareket etmelidir.Sigara, alkol, uyuşturucu, internet  bağımlılığına karşı mücadele de en başta aileler uyanık olmalıdır. Sigara, alkol, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklar, huzuru, huzurlu aileyi yok eden bombalardır.

Bir aile, evladına sahip çıkmazsa, bütün dünya sahip çıksa ne işe yarar? Bir toplum kendi insanına sahip çıkmazsa, en müreffeh bir hayata kavuşsa ne işe yarar? Cinayetlerin, intiharların artmaması, gençlerimizin telef olmaması için, aileden hareketle  toplumun bütün birimleri üzerlerine düşen görevleri yapmalıdırlar.

Unutmayalım, gençlik damarı,  akıldan ziyade,  duyguları dinler.  Bundan dolayı ailenin çocuklarının yanlış yapmaması için,  sabırla iletişim kurarak,  gencin aklı ile  duygularının dengeli kullanmasına yardımcı olmalıdırlar. Gençlik çağının önünde tuzaklar ve ağlar vardır. Kötü arkadaşlar,  sigara, alkol, uyuşturucu, internet bağımlılığı, sınır tanımayan kız erkek arkadaşlığı…Gencin bu tuzaklara düşmeden hayat merdivenlerini çıkması,  başarılı ve huzurlu yaşaması için  en önemli  şartlardandır.

Çağın ölüm tuzaklarına düşmemek, gerçek huzur ve mutluluğu yakalamak için, yapmamız gereken,Yeşilay’ın kurucularından Bediüzzaman’ın dediği gibi “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” cümlesinin uygulanmasında yatmaktadır. Bir hayat, iman ile kemale erer ve canlılık kazanırsa, onu hemen ibadet takip eder; “feraizle ziynetlendirmek”, yani farzları işlemekle onu süslemek, daha da güzelleştirmek görevi başlar. Kazanılan bu nimetin kaybedilmemesi, bu süslerin bozulmaması, çirkinliğe dönüşmemesi, tuzaklara düşülmemesi için de takvaya, günahlardan çekinmeye ihtiyaç vardır.

Yeşilay, her yıl 1-7 Mart tarihleri arasında kutlanan Yeşilay haftası, bu yıl “İyi ki Yeşilay var!” konseptiyle kutlamaktadır.Meydanlarda Yeşilay çadırlarını görüyoruz. Broşürler, gazeteler, dergiler dağıtılarak, halk kötü alışkanlıklara, sigara, alkol, teknoloji bağımlılığına karşı uyarılıyor. Yeşilay, bakanlık ve yerel yönetimlerin el ele vererek bağımlılıklar alanında yürüttüğü projelerle çocukların, gençlerin bağımlılıktan uzak bir geleceğe adım atmaları hedefleniyor. Yeşilay’ın ev sahipliğinde gerçekleşecek 3. Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi 3-4 Mayıs 2016’da konunun uzmanlarını bir araya getirecek.

Yeşilay’a şu öneride bulunuyoruz. Yeşilay’ın kurucuları arsında bulunan, Bediüzzaman’ın eserleri insanlığın, gençlerin gerçek huzuru ve mutluluğu yakalamaları için yazılmış, insanlığın yaralarını tedavi eden, sağlıklı, huzurlu bir toplumu hedefleyen Kur’an tefsirleridir. Yeşilay  yaptığı faaliyetlerde, bu eserlerden faydalanırsa, faaliyetlerinin tesirleri görüleceği gibi, kurucuları arasında bulunan Bediüzzaman’a da vefa borcunu ödemiş olacaktır…Yetkililere duyurulur.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Tefekkür Yolculuğu

“Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” Hadis-i Şerif

İnsan ebedi aleme giden bir yolcudur…

Bu öyle bir yolcu ki, ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu… Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu. Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir. Hazırlıksız yola çıkanlar, yollarda birçok sıkıntılara duçar olurlar. Doğru olan hazırlık yaparak yola çıkmaktır.. Hazırlık yaparak yapılan yolculuk, tefekkür yolculuğudur.

İnsanın varacağı sonsuzluk aleminde rahat etmesi bu yolculukta yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Çünkü, eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine bir çok şey lazım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile bir çok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehre seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır. Gelin olan bir kız annesinin evinden ayrılıp kocasının evine giderken çeyizini ve eşyalarını beraberinde götürür. Çünkü yeni bir ev kuruluyor ve gelin yeni bir yuvaya gidiyor. Orada kendine, ailesine lazım olan eşyaları temin etmesi gerekmektedir. Dünyada hazırlığını yapan ebedi alemde karşılığını  görecektir. İnsan dünya da ebede giden bir yolcu olduğu şuuru içinde yaşamalıdır. Bu da yapacağı yolculuklarda, kainata tefekkür gözlüğüyle bakmakla elde edilir.

İnsanın dünya hayatındaki yolculuğunda, tefekkür, yoldaki bütün tehlikeleri, engelleri ortadan kaldırır. Tefekkür, insanı en büyük kulluk mertebesi olan ‘Marifetullah‘a (Allah’ı bilmek, tanımak) ulaştırır. Bu da bütün varlıkların yaratılma sebebi, hikmeti, neticesi ve meyvesidir.

Tefekkürsüz bir yolculuk insanı çıkmaz sokaklara götürebilir. Bilgi çağı diyoruz ama modern insan tefekkürsüz bir girdabın içinde. Ülfet hastalığına yakalanmış. Bakar ama  baktığı şeyi göremez…Onun inceliklerine, güzelliklerine, ihtişamına, hakikatine nüfuz edemez. Depresyondadır, bunalımdadır. Kafasındaki sorulara cevap bulamaz. Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Soruları cevapsız kalır. Ülfet hastalığının çaresi.  Tefekkür, Tefekkür yolcusu olmak.  Nedir tefekkür? Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni çalıştırma, derin düşünme, işin şuuruna varma, hikmet ve ibretten ders alma. İçinde marifet, muhabbet ve ibadetin de bulunduğu, düşünerek doğruyu bulmamızı sağlayan geniş bir sözdür. Kâinat, nizam ve intizamıyla muazzam manaların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi, insan da kâinat kitabının sayfalarında yolculuk yaparak, tefekkür balı yapar. Tefekkür, insanın günahlarını, varlıkları  ve kendini düşünmek, kavramlar üzerine düşünerek Rabbine yaklaşmak, yarattığı şeylerden ibret almaktır. Tefekkür, varlıklara Yaratan namına bakmaktır. Ne güzel değil, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış düşüncesiyle bakmaktır. Pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, insana tahkik-i imanı kazandırır. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir mektuptur.Tefekkür bu mektupları okumaktır. Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. İnsanın yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.

Bir kitap, mektup niçin yazılır? Okunması için.

Bir resim niçin yapılır? Bakılması için.

Bir sergi niçin açılır? Seyirciler için.

O hâlde diyebiliriz ki, okunmayacak bir kitabı yazmak, bakılmayacak bir resmi yapmak ve seyircisi olmayacak bir sergiyi açmak abestir ve hikmetsizliktir.

Aynen bunun gibi bu dünya ve kainat dahi hikmetle yazılmış bir kitaptır. Sanatla yapılmış bir resimdir. Misafirlerin yolları üzerinde kurulmuş bir çarşı ve seyirciler için açılmış bir sergidir.

Bu kainat kitabını okuyacak, mütalaa edecek ve manalarını tefekkür edecek varlıklara ihtiyaç vardır. Tefekkür yolcularının görevi, kainat kitabını okumaktır.

İnsan, dünya hayatının her anında “varlığın dilinden Allah’ın birliğini” okuyabilse hayat boyu tadını başka hiçbir şeyde bulamayacağı bir huzura, mutluluğa kavuşur. Bu öyle bir huzur ki bu huzurda insan kendini solmaya, yok olmaya mahkum bir çiçek gibi değil, sonsuzluğa aday bir çekirdek gibi görür.

Bediuzzaman, Rabbimizi bize tarif eden 3 külli muarrif var, bunlar “Kainat, Kuran ve Rasulullah (sav) olarak belirtiyor.Tefekkür, insanı Tevhide götürür.Tevhidin üç temel değeri olan kâinat, Kur’an ve Hz. Peygamber arasında önemli bir bağlantı vardır.

En başta, Allah’ın bir sanatı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur’an vardır. Kur’an’ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed’dir (sav). Kâinat kitabı ise varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde Kur’an-ı Hakim’in ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur’an varlık âleminin gerçeğini anlatırken, Peygamberimiz (sav) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.

Kur’ân kâinatı okuyor, insanı ve kâinatı anlamayı kolaylaştırıyor. O’nu okuyan, Allah’ın hikmetle yarattığı sayısız güzelliği, sarıp kuşattığı harikaları tefekkür eder ve şuur kapısından içeriye girer.

Kur’ân ayetleri, gözleri kâinat kitabına yönlendirir. “… İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Sûresi, 3-4)” buyrulur ayette ve Allah’ın Sani sıfatına dikkat çekilir. Kur’ân, büyük Sanatçının eserlerini kare kare bize izletir. Her kare O’nun bir tablosudur. Eşsiz benzersiz bir tablosu. Bir resim ressamı, bir masa marangozu, bir makine, bir makine mühendisini gösterdiği gibi kainattaki her sanat, her eser, her tablo, milyonlarca bitkiler, hayvanlar, canlı cansız varlıklar, uçsuz bucaksız uzay, bütün bunları yaratan ve idare eden sanatkarı, yaratıcımızı gösterir. Sanatkarsız sanat, failsiz fiil olur mu?

“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, sonsuz derecede bir düzen içinde bulunan şu memleket sahipsiz, idarecisiz olur?”

 “..Şimdi bak, Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünden (kuruduktan) sonra nasıl diriltiyor (yeşertiyor)? Şüphe yok ki yeryüzünü kuruduktan sonra dirilten, elbette ölüleri (kabirlerinden) diriltir. O, her şeye kadirdir..”(Rum suresi, 50.ayet)

Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’den ve Resul-ü Ekrem’den (sav.) aldığı tefekkür dersini hayatına ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına uyarlamış, insanın istifadesine sunmuştur. Risale-i Nur Külliyatı, bütün insanları tefekkür yolculuğuna sevk eden rehberden başka bir şey değildir. Bediüzzaman’ın,  Ayetü’l Kübra’nın başında işaret ettiği gibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O’na ibadet etmektir. Ayet-ül Kübra risalesinde zerrelerden kürelere kadar bütün mahlukat kainat kitabının anlaşılması için kendilerinin okunması gerektiğini söylerler. Her bir varlık “Bana bak, beni oku” der.

Merak ve hayret duygumuzun canlı tutulması, her sabah güneşi üstümüze doğuran, her an kalbimizi çalıştıran, her an ciğerlerimizi oksijenle dolduran merhamet sahibi Kudreti Sonsuza, O’nu görüyor gibi iman ve kulluk etmemiz için, en önemlisi, bu düşüncelerimizin diri kalması için kainata, mana-yı harfi gözlüğüyle bakmalıyız. Ayetü’l-Kübra’da Kâinattan Hâlik’ını soran bir seyyahın müşahede ve tespitleri bize bu bakışı gösteriyor.

Ayetü’l-Kübra, “kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı”ndan oluştuğu için, Risâle-i Nur’un içinde seçkin bir yere sahiptir. Yolcunun sorgulama tarzı Bediüzzaman’ın kainat üzerindeki tefekkürüyle elde etmeyi hedeflediği tevhide giden yolu  özetliyor ve seyyah, hayalen kâinatın bütün alemlerinde onların Yaratana şahadetlerini öğrenmek için bir yolculuk yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğe davet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı, yağmuru, ve saire görür. Bu “kelimeler”den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar, düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır: “… rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerde istihdam ve havayı o surette icat eden, ancak Vâcibü’l-Vücûd ve Kàdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-ikramdır.”

Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı, cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarla mevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikle seyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün alemlerini temsil eden otuz üç “mertebe” ile birlikte görüldüğünde mükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucunun bakış tarzını, mahlukatı Kur’anî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaret ettikleri manalar için bakmayı öğretir.. Kainatın lisan-ı haliyle konuşmalarını anlamamızı sağlar. Ne güzel yerine, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış deriz.

Dünya yolculuğumuzu, tefekkür yolculuğuna dönüştürmek için, Kur’an’ı,  Kur’an’ın tefsiri olan Ayetü’l-Kübra’yı, Risale-i Nurları okuyalım. Kainat konuşuyor, zikrediyor dinleyelim…

” Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece gündüzün peş peşe gelişinde, akıl sahipleri için ayetler (deliller, ibretler) vardır. Onlar (o selim akıl sahipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken, otururken, yanları üstünde (yatar) iken (hep) Allah’ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Bu tefekkür edenler şöyle derler;) “Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pak ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmrân sûresi:190- 191)
Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, Hidayetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim. Evet söz Odur ve Ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden Odur .(Sözler, 7. sözden)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Geç Kalma, Genç Gel

Geç kalma, gitmen gereken hiçbir yere geç kalma, geç gitme, zamanında git. Evine, işine, okuluna, derse, davete, yemeğe, sıla-i rahime, iftara, umreye, hacca, namaza, camiye…gitmen gereken yere, yapman gereken işe, geç kalma, zamanında git..Kazanan sen olursun. Geç kalırsan kaybedersin. Hayat geç kalmayı affetmiyor.  Herkes kendi alemine bakarak, geç kaldığı için neleri kaybettiğini görebilir.

Hayatta değişik durumlar karşısında geç kalırsak, iş işten geçmiş olabilir. Biz toplum olarak, geç kalmayı hayat tarzı haline getirmişiz. Yumurta kapıya gelince, dayanınca  işlerimizi yapıyoruz. Faturaları ödemek için son günü bekleriz. Bir okula kayıt yaptıracaksak son günü bekleriz. Vergi ve sigorta borçlarımızı ödemek için son günü bekleriz. Sınavlara son gece çalışırız. Otobüse, trene,  son dakikada yetişiriz. Yaşımız genç deriz, camiye gitmek namaz kılmak içinde geç kalırız. O kadar geç kalırız ki, müezzinin günde beş defa ezan ile gel çağrısına kulak tıkarız, duymayız. Bir gün salamız verilir. Camiye götürüler. İş işten geçmiştir, geç kalmışız, namaz kılamayız, namazımızı kılarlar. Camiye mutlaka geliriz. Canlı, elbisemiz ile gelmemiz gereken camiye, ölü olarak, kefenle geliriz.

Çekme dünyanın nazını, kıl beş vakit namazını,

Yarın yaparım diyenin, az önce kıldık namazını.

Seven sevdiğini belli eder. Sevdiğimiz bir arkadaşımız, dostumuz çağırdığında, davet ettiğinde, davete icabet ederiz. Genç, sevdiği ile görüşmek için ne hazırlıklar yapar, ne hazırlıklar. En güzel elbiselerini giyer, en güzel parfümleri sürünür, kısacası sevdiğini memnun etmek için, onun sevgisini kazanmak, onun hoşlandığı her şeyi yapar. Şarkıda ne diyor, “ Sakın geç kalma erken gel,  Aman geç kalma erken gel.” Sevdiğinden, eşinden, dostundan bu mesajı alan, geç kalır mı? Kalmaz.

Bize sorsalar, en çok kimi seviyorsun? Tereddütsüz Alemlerin yaratıcısı Allah’ı ve Peygamber Efendimizi (sav) seviyoruz deriz. Seven sevdiğinin sevgisini kazanmak için, onu memnun etmek için, onun istediği gibi olmaya çalışır. Sözlerini, mesajlarını  dikkate alır, yerine getirir. Bunu hepimiz yapıyoruz. Yapmayan var mı?

En çok sevdiğimiz Allah’ımız ve Peygamberimiz (sav) bizi günde beş defa Ezan ile namaza, camiye çağırıyor. En çok sevdiklerimize nasıl cevap veriyoruz. Her birimiz bunun cevabını kendisi versin. Doğru cevap veren dünyada da ebedi alemde de huzura ve kurtuluşa erecektir. Sevdiğimiz “Hayye ale’l-felâh” (Haydi kurtuluşa) diye bizi çağırıyor. Bu çağrıya kulak verelim, sevdiğimizi belli edelim. Bilhassa gençlerde bu mesaja, “Geç kalma genç gel anlayışı içinde cevap verilerse ne güzel olur. Bütün İslam dünyasının gençleri ezan davetiyle bir araya gelseler, namazda saf tutarlar ki, aralarına insi ve cinni şeytanların girmesine fırsat vermezler. Gencin camide saf tutup namaz kılması, bir umuttur, barışın, huzurun, kaynaşmanın, güzel günlerin müjdesidir. Namaz sonrası yüzler bir başka güler gencin elini uzatılıp da “Allah kabul etsin” denildiği zaman. Sonra gelirim diyen gençlere, incitmeden, kırmadan “Geç kalma genç gel”  diyebilmeliyiz.

İstanbul, Şirinevler meydanındaki Cengiz Topel Camisine asılan büyük afişte, Şehrin kalbinde buluşalım, Cami seni çağırıyor: Geç kalma genç gel, mesajı uzun zamandır meydanı süslüyor.Şirinevler’e gelenleri bu mesaj karşılıyor.  Gençler imana, namaza, Kur’an’a, Sünnete,  camiye davet ediliyor.

Geç kalmak insana hem dünyada hem ebedi alemde kaybettirir.

Genç, geç kaldıkça, günahlara dalacaksın, gerçekleri göremeyeceksin.Geç kaldıkça, şeytan ve nefis hayatını işgal edecek, bir daha toparlanma imkânını elinden alacaktır.Esfel-i safilin çukurlarına doğru sürükleneceksin.Unutma…
Genç, geç kalma ki, Hz. Peygamber Efendimizin (sav)’in “Gençlik çağını ibadetle geçiren kişi, başka hiçbir sığınağın olmadığı kıyamet gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenecektir.”  Müjdesine nail olabilesin.

Genç, geç kalanları dinle bak ne diyorlar? “Ah keşke hayatımızı boş işlerle tüketmesek, gençliğimizi haram yollarında heba etmesek, ah ne olaydı gençlik bir geri gelse… Keşkeler anlamsız, ahlar vahlar boşuna…Geç kalmanın telafisi yok. Yapılması gereken zamanında yapılacak. İmtihanı kazanmak için, derslere zamanında çalışmak gerek, geç kalırsak kaybederiz.

Geç kalanların ebedi alemdeki durumları telafisi olmayan bir pişmanlıktır.

“Günahı hayat tarzı haline getirenleri Rablerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş olarak “Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri gönder de iyi bir şeyler yapalım; artık kesin olarak inandık” derken bir görsen.” (Secde suresi 12. ayet)

 

İnsan gençken zaman hızla akar, günler su gibi akar gider. Okul sonrası, iş, güç, askerlik, evlilik, eş dost muhabbeti derken bir de bakmışız ki akşam olmuş, başımız  beyaz kefene bürünmüş. Gençliğin bu hızlı akan kanına kapılıp kapılarını açan mekânlar çok olur.  Bu mekanların çoğu tuzaktır. Zamanımız boşa akıp giderken, duygularımızın kurbanı olabiliriz.

 “Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. (On Dördüncü Şuâ,On Altıncı Mektup, Gençlik Rehberi’nin Küçük Bir Haşiyesi)
Duygu ve heveslerinin esiri olmayan gençler, meşru dairede vaktin boşuna akıp gitmediği yerlerde zamanlarını geçirirler.Bu mekanlar, kütüphaneler, ilim meclisleri ve camilerdir.

Camiler, geçen zamanların ebedî gençlik günlerine bir sermaye olacağı mekânlardır. Sadece cumadan cumaya ve bayramdan bayrama ve ihtiyarlığımızda değil, gençliğimizde de beş vakit dolduracağımız mekânlar. Ebedi gençliği elde etmenin yolu camiden, ibadetten geçiyor. Camiler manevi erzak yerlerimizdir. Manevi erzakını alan genç, sigara, alkol, uyuşturucu, müstehcenlik, zina tuzaklarına düşmez. Ebedi bir gençlik elde eder.

Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak. ” (Sözler, 13. söz)

Bediüzzaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinden dışarıyı seyrediyordu.. Şualar adlı eserinde gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor:

“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.

Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş/seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar… Kat’i müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’ ” Manzara manevi gıdalarını almayan gençlerin akıbeti… Geç kalan gençler.

Bir insanın kendi evlatlarına ağladığını çok görmüşsünüzdür. Ama bir insanın başkasının evlatlarına ağlaması nadirdir. İşte Bediüzzaman o nadirlerden biridir. Kendi evlatlarına değil bütün bir milletin evlatlarına ağlıyordu O. Yine bir felakete maruz kalanlara ağlandığına şahit olmuşsunuzdur. Ama gülüp eğlenenlere ağlandığına şahit olmamışsınızdır. Bediüzzaman işte böylelerine ağlıyordu. Başkalarının günahlarına ağlıyordu…Kurtulmaları için…Doğruyu bulmada geç kalmamaları, gençliklerini meşru dairede geçirmeleri için…

Talha bin Ubeydullah (r.a.) Peygamber Efendimizin (sav) şöyle buyurduklarını rivayet ediyor:

İbadete, namaza, camiye geç kalmayan, genç gelene. Peygamber Efendimizin (sav)şu müjdeyi veriyor.

“Allah, ibadete düşkün gençle meleklere karşı iftihar ederek şöyle buyurur: “Kuluma bakın. Benim rızam için nefsani isteklerini terk etmiştir.”

Ahir zamanda genç olmak, ateşler içinde olmaktır. Yanmamak için, Yusuf olmak gerek.Yusuf olabilmek…Geç kalmayan genç olmaktır. Hz Yusuf’un ahlakı ile ahlaklanmaktır.Zinaya hayır demek, zorlukları, sıkıntıları sabırla aşmaktır. Yusuf olabilmek, kuyulara, zindanlara düşülmeden, zirvelere çıkılmaz gerçeğini anlamak demektir. Dünya saltanatının zirvesindeyken ölümü istemektir… Yusuf olabilmek, esaret içinde iffetli olmayı, özgürlük içinde iffetsiz kalmaya tercih etmek demektir.

Geç kalmayan genç olmanın yolu; iman, ihlas, ihsan, haya ve salih amellerden geçmektedir. Yusuf Peygamber gibi kuyuya gireceksin, çileyi çekeceksin, affetmeyi öğreneceksin. Züleyha’nın karşısında iffetli, hayalı olacaksın…

Eyvah! Geç kaldık, aldandık dememek için, İmana, ihlasa, meşru daireye, salih amele, hayaya, doğruya, güzele, helale, namaza, camiye, Geç kalma, Genç gel

 

“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi’ ettik. Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider…” (Sözler, 17.söz)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Yalnız Değilsiniz

Yalnızlık, insanın  kendini dünyadan, toplumdan kopmuş hissetme duygusudur. Bu duyguyu yaşayanlar, başka insanlarla anlamlı bir iletişime girmekte zorluk çeker, kendilerini ifade etmekte zorlanırlar. Yalnızlık, duygularımızı içtenlikle paylaşacak birinin olmaması demektir. Her insan, kendisini yargılamadan dinleyecek birine ihtiyaç duyar. Yalnızlık, sadece yaşlılıkta değil, gençlikte de sağlığı olumsuz etkiliyor. Psikologlar yalnızlığın; gençlikte hareketsizlik, yaşlılıkta ise diyabet kadar kötü olduğunu söylüyorlar.

Psikologlar, uzmanlar öncelikle yalnızlıkla tek başına olmanın birbirinden ayrılması gerektiğini ifade ediyorlar. Yalnızlık ve tek başına yalnız olmak birbirinden farklı, tamamen ayrı durumları tanımlamak için kullanılan kelimelerdir. Bazen insanlar isteyerek tek başına kalmayı tercih ederler ve yalnız olmaktan zevk alırlar, kendilerini dinlerler. Yaşadıkları hayatın muhasebesini yaparlar. Bu yalnızlık insanı geliştirir, verimli hale getirir. Birçok insan günlük hayatın stresinden sıyrılmak için, kitap okumak, kitap yazmak, resim yapmak vb. kişisel faaliyetlerde bulunurken  tek başına kalmayı seçebilirler. Bu durum, kişinin kendini geliştirmesi için gerekli bir davranış şeklidir. Dehaların hayatlarını inceleyen psikanalistler onların nasıl yalnızlıktan büyük eserler çıkardıklarına dair sonuçlara varmışlar. Alimlerin, yazarların hapishanelerdeki yalnızlıkları verimli yalnızlıklardır. Bediüzzaman’ın Denizli, Eskişehir, Kastamonu hapishanelerinde geçirdiği zamanlarda,  iman ve Kur’an hakikatlerini anlatan eserlerini yazması yalnızlıktan doğan verimli haldir.

Yalnızlık olarak adlandırdığımız duygu, tek başına olmaktan, kalmaktan farklıdır. Yalnız olduklarını düşünen kişiler, tek başına kalmak isteyenlerin tersine bir boşluk ve bırakılmışlık duygusu yaşarlar. Bu da kişileri üzer; psikolojik sorunlara neden olur. Yalnızlık duyan insan terk edilme, dışlanma, stres, güvensizlik, umutsuzluk, anlamsızlık, değersizlik ve kızgınlık duygularıyla doludur. Böyle bir insan hiç kimsenin sevgisine layık olmadığını düşünür, bundan dolayı da  sosyal hayatta zorluk çeker. Bu kişiler, kalabalık bir ortamda da kendini yalnız hissedebilir. Modern hayat  kalabalıklar içinde insanı yalnızlaştırmıştır.

Modern hayat, kentleşme ve teknolojinin hızla gelişimi insanları bireyselleşmeye doğru götürüyor. Modern hayat, insanı hem kendi içerisinde hem de dışında yalnızlaştıran bir hayattır.Ailenin düşmanı bireycilik bu hayatın tabiatıdır. Bireyselleşme, insanı kendi içinde yoksullaştırıp kendisinden mahrum bırakırken, kendi dışında da diğer insanlarla ilişkisini mekanik hale, sanal hale getirmektedir. Modern hayat tarzının olumsuzlukları, insanı bedenine hapsediyor. Hayatı tek kişilik  hücre mahkumluğuna dönüştürüyor. İnsanlar kalabalıklar içinde kendilerini yalnız hissediyorlar. Kısacası, modern hayat tarzı, bireyselleşme,  hızlı yaşama, koşuşturmalar, kazanma hırsı insanı yalnızlaştırıyor…

Paulo Coelho  dünyanın önemli yazarlarından birisidir. Yazar ‘Kazanan Yalnızdır’ romanında  başarı ve yalnızlık arasında mükemmel bir ilişki ortaya koyuyor. Kitabın adı da zaten oradan geliyor. Herkesin imrendiği, gıpta ettiği, sahip olmak istediği başarıların nasıl insanı yalnızlaştırdığı, insanın yalnızlaşırken bunun farkında olsa dahi durumu terse çevirecek iradeyi gösteremeyişi; kazanmak, diğer insanların sadece imrenerek baktıkları başarılara ulaşmak ama zamanı gelince bunu kimseyle paylaşamayacak kadar yalnız kalmış olmak, paylaşamamak romanın konusunu oluşturuyor.

Bireyselleşen insanın kazandığını paylaşamamasının sonucu yalnızlıktır. Bizim kültürümüzde kazınılanın paylaşılması esastır Bizim medeniyetimiz, hayatın temeline yardımlaşmayı, paylaşmayı yerleştirmiştir. Peygamberimiz (sav), akraba, komşu, yetim, kimsesiz, yaşlı ve sair muhtaçlara her an yardım edilmesi gerektiğini anlatmıştır. Davranışlarını bu esaslar çerçevesinde şekillendiren Müslümanlar, tarih boyunca yardımı esas alan yapıları ortaya çıkarmışlardır. Vakıflar, imarethaneler, şifahaneler, yetimhaneler, okullar, kuş barınakları, sadaka taşları hep böyle bir anlayışın sonucudur. İslam toplumlarında adeta bir yardımlaşma, paylaşma mimarisi vücuda gelmiştir. İnancını yaşayan Müslüman yalnız değildir. Çünkü o namazını cemaatle kılmaya çalışır. Zenginliğini zekat ve sadaka ile fakirlerle paylaşır. Cemaatle beraber olan, zenginliğini paylaşan yalnız olur mu? Müslüman, İman ve Kur’an hakikatlerini anlatmak, tebliğ vazifesini yapmak için sosyal hayatın içindedir. İnananlar  Allah’la beraberdir. Allah’la beraber olan dünyada da ahirette de yalnız olur mu? Allah bize şah damarımızdan yakındır. Yalnızlığın en dehşetlisi kabirdeki yalnızlıktır. Dünyada Allah’ın istediği gibi yaşamayanlar için kabir vahşet, yalnızlık ve zindandır. Mevt, ehl-i dalâlet için, bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara ithal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. (Sözler, sekizinci söz)

                                   ************************

Modern hayatta sahip olduğumuz teknolojik araç ve aletlerin yanlış kullanılmasından tutun da yaptığımız işe kadar pek çok değişik şeyler  insanları yalnızlaştırıyor. Ülkeler ve idaricileri de menfaatler çatıştığında  yalnızlık girdabına  itilebilmektedirler. Haksız, adaletsiz ekonomik çıkarlara, güçlünün haklı olduğu ideolojilere dayalı siyaset, yanlışlara tepki gösteren ülkeleri ve idarecilerini yalnız bırakma özelliği taşımaktadır.

Bugün ekonomik  çıkarların ön planda olduğu, haklının değil, güçlünün sözünün geçtiği dünyada, böl ve yönet oyunu ustalıkla sürdürülüyor. İşte doğudaki terör olayları, Suriye’de yaşanan vahşetler bundan ibarettir.Türkiye’yi karıştırmak, kardeşi kardeşe düşürmek isteyenlerin, Suriye’yi  yemek isteyen köpek balıklarının hedefi, Türkiye’yi dünyada ve bölgede yalnızlaştırmaktır. Çünkü Türkiye haktan, hukuktan, adaletten, insanların öldürülmemesinden, barıştan, yardımdan, haklının kuvvetli olmasından, paylaşmadan bahsediyor. Bu köpek balıklarının işine gelmiyor. Çünkü onlar savaştan, menfaatten, çatışmadan, güçlünün kuvvetli olmasından, yalnız kendilerini düşünmekten yanalar. Öldürmekten, sömürmekten zevk alıyorlar.

Türkiye’de 2002’ den bu yana alışılmışın dışında bir idare var. Yanlış yapanların yüzüne hiç çekinmeden yanlışını söyleyen bir Türkiye var. Türkiye’nin, mazlum milletlerin menfaatlerini, haklarını gözetirseniz, sizi yalnızlaştırırlar. Zulümle, menfaatle, kanla beslenenler, kendilerini dinlemeyen güçlü Türkiye istemiyorlar. Oynanan oyun bundan ibarettir.

İslam aleminin son umudunu, son kaleyi yalnızlaştırmak için, yıkmak için her şey yapılıyor. İçerideki hainler dışarıdakilerle el ele seyrediyoruz. Millet seyrediyor. Oyunun farkında olan bu aziz millet, oyunu oyuyla bozdu. Son kaleyi kurtardı. Millet seçtiği Cumhurbaşkanının, hükümetinin yanında. Hainler bunu hazmedemiyorlar.Türkiye’de ve çevremizde oynanan oyunlar bunun müşahhas örnekleridir.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan üzerinden milli irademize yönelik devamlı suikast tezgahlıyorlar. Erdoğan’ı itibarsızlaştırma odaklı algı operasyonları artarak devam ediyor. Çamur at izi kalsın. Türkiye’yi yalnızlaştırmak için, hedefteki sembol isim Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü o milli irade ve ümmetin dik duruşunun omuzları ve umududur.

Mazlumun, mağdurun, muhacirin, ezilenin, haklının yanında olan Türkiye yalnız değildir. Mazlumlar, mağdurlar, muhacirler, ezilenler, ağzı dualı neneler, dedeler, bu necip millet, İslam alemi Türkiye’nin onu yönetenlerin yanındadır. Mazlumun, mağdurun, muhacirin yanında olan, Allah’la beraberdir. Allah’la beraber olan yalnız olur mu?

Kainatın Efendisi, Efendimizi (sav)’de yalnız bırakmak istemişlerdi. Zulümler, ambargolar uygulamışlardı. Başarabildiler mi? Başaramadılar? Hatta Efendimizi (sav) öldürmek istediler. Efendimiz (sav) bunun üzerine Hz. Ebubekir’le birlikte, Cenâb-ı Hakk’tan gelen vahiy doğrultusunda Mekke’den Medine’ye hicret için gizlice yola çıkarlar. Sevr mağarasına sığınırlar. Onları takip eden müşrikler, Sevr Mağarası’nın önüne kadar gelirler. Peygamber Efendimiz (sav) ve Hz. Ebubekir (r.a) içeriden onların geldiğini görürler. Fakat müşrikler onları göremezler. Bu esnada Hz. Ebubekir telaşlanır, üzülür ve Efendimiz’e en ufak bir zarar gelmesinden korkar. Rasulullah Efendimiz de (sav) onu teskin etmek için:

Üzülme/Korkma! Allah (c.c) bizimle beraberdir. buyurur.

Ebu Cehil’in torunları bugünde boş durmuyorlar, kıyamete kadarda durmayacaklar. Hak batıl mücadelesi kıyamete kadar devam edecek.

Üzülmeyelim, kokmayalım. Çünkü, Allah bizimle beraberdir. Allah’la beraber olan yalnız değildir. Karşılaşılan sıkıntılar imtihandır. Hayatımızı Kur’an ve sünnet yolunda sürdürürsek, imtihan sorularını sabır ve şükürle cevaplayabilirsek zafer yakındır…

 (Ey inkârcılar!) Eğer fetih istiyorsanız işte size fetih geldi. (Yenelim derken yenildiniz.)  Eğer (peygambere karşı gelmekten) vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlı olur. Eğer dönerseniz biz de döneriz. Çok olsa bile topluluğunuz size hiç fayda vermez. Çünkü Allah müminlerle beraberdir. (Enfal Suresi 19. ayet)

Gevşemeyin ve mahzun olmayın! Eğer mümin iseniz, üstün olan sizsiniz.( Âl-i İmrân Suresi 139. ayet)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Hayır Diyebilmek

Hayatımızı devam ettirirken en çok dertli olduğumuz, zorlandığımız durumlardan bir tanesi de günlük hayatımızda, kişisel ve sosyal ilişkilerimizde, eş ve çocuklarımıza, dostlarımıza arkadaşlarımıza, patronumuza, akrabalarımıza kısaca ilişkide bulunduğumuz kişilere “Hayır” diyememektir.

Psikologlar, kişisel gelişim uzmanları “hayır” diyebilmenin önemi üzerinde durmaktadırlar. İnsan olabilmenin özelliklerinden  biri de “hayır” ve “evet” kelimelerini yerli yerinde kullanmaktan geçer. Hayatımız boyunca eşimiz, ailemiz, arkadaşımız, patronumuz, karşımıza çıkacak diğer insanlara gerektiğinde “hayır” diyebilmek kişilik gelişimi ve düzgün bir psikolojik hayat için zorunluluk arz etmektedir. Yanlışlara hayır demeliyiz. Çocuklarımıza da hayır demeyi öğretmeliyiz. Şahsiyetli, özgüvenli kişiler hayır demeyi bilenlerdir.

Hayatımızın seyrine bakalım,  karşılaştığımız olaylar, durumlar karşısında fikir beyan ederken “hayırdan” çok “evet” diyoruz. Bunun her birimiz için çeşitli sebepleri vardır.  Bu karşımızdaki kişiyi kırmamak için olabilir, işimizi kaybetme korkusundan olabilir, olumsuz bir tepki ile karşılaşmaktan korktuğumuz için olabilir, arkadaşımızı kaybetmemek için olabilir, nasıl hayır deneceğini bilmediğimiz için olabilir, sebepleri çoğaltabiliriz…

Esasında biz hayır derken, karşımızdaki kişiye hayır demiyoruz. Bize anlatılan konuya, olaya, yapılan işe, düşünceye hayır diyoruz. Bizden istenen bir talebi, isteği red ediyoruz.

İnsanlarla ilişkilerimizde sürekli evet demek nazik ve kibar bir görünüm meydana getiriyor gibi gözükse de arka planda kendimize en büyük kötülüğü yaptığımızı zamanla fark ederiz. Mecburen, istemeden yaptığımız işler zamanla bizi boğacaktır, huzursuz edecektir, vicdan azabı çektirecektir. Yanlış bir talebe, isteğe, işe hayır diyememek, evet demek, hiç şüphesiz hepimizi rahatsız eder, vicdan azabı çektirir, mutsuz ve huzursuz eder.

Eşimizle, çocuklarımızla, iş ya da diğer arkadaşlarımızla, astımız ya da üstümüzle, toplum içerisinde karşılaştığınız herkesle temaslarımızda ilişkinin, iletişimin kalitesini arttıran etkenler dürüstlük ve açık olmakta gizlidir. Sadece ilişkide bulunduğumuz kişilerin değil, kendi duygu ve düşüncelerimizi de iyi algılamamız gerekir. Duygu ve düşüncelerimizi doğru ifade etmek, şahsiyetli olmanın ilk adımıdır.

Hayat bizimdir ve tercihlerimizi de doğru yapmalıyız. Yapılan her tercih tarzımızı belirler ve hayatımızı şekillendirir. “Evet” ya da “hayır” demek bizim tercimizdir. Vereceğimiz cevap hangisi olursa olsun bir tercih kullanmış oluruz sorumluluğunu üstlenmiş oluruz. Hayatımız tercih kararlarıyla geçer. Hayat bir tercihler manzumesidir. Tercih ettiklerimiz hayatımızda olanlardır, tercih etmediklerimiz hayatımızda olmayanlardır. Neyi tercih edeceğimiz, tercih ettiğiniz andan sonraki hayatımızla doğrudan ilişkilidir.  Tercihlerimizin sonuçlarını yaşarız. Tercih ettiğimiz mesleği yaparak rızkımızı kazanıyoruz. Tercih ettiğimiz eşimizle birlikte aile hayatımızı yaşıyoruz…Demokrasilerde milletin en çok tercihine mazhar olan partiler ülkeyi yönetmektedirler. Demokrasilerde hayır deme hakkımız vardır. Diktatör rejimlerde yoktur.

Hayır demenin bazen bedelini öderiz. Hayır diyerek işimizi, aşımızı, paramızı, arkadaşımızı kaybedebiliriz. Ama şerefimizi, şahsiyetimizi, ahlakımızı, vicdanımızı kaybetmeyiz. Her zaman ve her yerde başı dik olarak hayatımızı yaşamaya devam ederiz.

Nelere hayır diyeceğiz. Yanlışlara, haksızlıklara, adaletsizliklere, merhametsizlikler, torpile, teröre, her türlü şiddete, rüşvete, haksız kazanca, harama, fitneye, gıybete, Allah’ın yasakladığı her şeye,   kısacası insanı kötülüğe, şerre vicdan azabı çekmesine sebep olan her şeye hayır. Bunlara hayır diyerek hayatını şekillendirenler gerçek huzuru, mutluluğu yakalayanlardır. Yanlışlıklara, adaletsizliklere, harama, rüşvete, fitneye hayır diyemeyen, bu bataklıklara batmış birinin mutlu ve huzurlu olduğunu gördünüz mü?

İş hayatında hayır demek bazen işinizi kaybetmenize sebep olabilir. Yirmili yaşlarda İstanbul’da çok ortaklı bir şirkette çalışmaya başlıyorum. Zaman içinde bana imza yetkisi veriliyor. Şirketin kamu ve özel sektörde  temsili imza yetkilisi olan kişilerden en az ikisinin imzasıyla oluyor. Şirket müşterek imza ile temsil ediliyor. Yapılan işlerde şirketi temsil eden kişilerden artık biri benim. Zaman içinde yanlış işlerin yapıldığına şahit oluyordum. Bu beni rahatsız ediyor, vicdan azabı çekiyordum. Bir gün bu yanlış işlerin yapılması için benim imza atmam istendi. Gerekçesi söylenmeden ‘Sen imzanı at bir şey olmaz dendi.’ Ben, Hayır dedim. İmza atmıyorum. Müdür bağırdı, çağırdı. Ben hayır demekte, imza atmamakta ısrar ettim. Bir gün sonra işe geldiğimde, hayır demenin bedelini ödedim. İşime son verilmişti. Dört, beş ay işsiz kaldım. İşsiz kaldığım dönemde oğlum Mehmet Bilal dünyaya geldi. Maddi, manevi zorlu bir imtihan dönemi geçirdim. Yeri geldiğinde Hayır diyebilmek bizi, mutsuzluktan, tehlikelerden, zarar görmekten, vicdan azabı çekmekten kurtarır. Doğru yerde kullanılan  hayırda  mutlaka bir hayır vardır.

Doğru yerde, yeri geldiğinde hayır diyebilmek, her seviyedeki insana özgüven ve cesaret verirken, başkalarına da ümit verir, olaylar karşısında sağlam dik bir duruş göstermesini sağlar.

Ülke olarak yıllardır hep Evet demişiz. Ne zamanki, Hayır demeye başladık. Bedellerini ödeyerekde olsa büyümeye, kalkınmaya, söz sahibi olmaya başladık. Güçlendikçe,hayır ifademiz gür çıkmaya başladı. Batılılar hâlâ “hayır diyebilen bir Türkiye”ye alışamadılar. Bizi “30 cente muhtaç yoksul ve hasta bir adam” gibi görmek istiyorlar.. “Ucuz asker deposu, sıçrama tahtası, oltaya takılan balık”. “oltaya takılan balık yem istemez” Türkiye artık oltaya takılan balık değil. .Artık yanlışlara, adaletsizliğe, teröre, savaşlara, insan öldürenlere, ırkçılığa hayır diyebilen bir Türkiye var. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan  29 Ocak 2009 günü  Davos’ta düzenlenen Birleşmiş milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon, İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’in de katıldığı “Gazze: Ortadoğu’da Barış” panelinde konuşmasının kısıtlanmasına tepki gösteriyordu. İsrail Cumhurbaşkanına daha fazla söz hakkı verilmesi üzerine  ‘’One Minute’’ diyerek  söz istemesi, İsrail’in yaptığı katliamları dile getirmesi, batıya, İsrail’e, katliamlara hayır demek manasına geliyordu.

Tarih, 24 Eylül 2014 Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Daha fazla mazlum insan hayatını kaybetmeden, BM sorunlara ağırlığını koymalıdır. Altını çizerek ifade etmeliyim, dünya 5’ten büyüktür” diyordu.. Bu haksızlığa, adaletsizliğe, haksız yere insanların öldürülmesine,  çifte standarda karşı hayır diyebilmektir. Mazlumların, mağdurların hakkını, zalimlerin yüzüne haykırırken, bu mazlumların ümidi oluyordu.

Doğru olan, adaletli olan, Dünya 5’ten büyüktür. BM’lerde yanlış olan, adaletsiz olan, 5 dünyadan büyük  anlayışı ve uygulaması devam ediyor. Bugün  Suriye’de kan gövdeyi götürüyorsa, Rusya, İran, Esed güçleri birlikte şehirleri yerle bir ediyorlarsa, Türkmenleri, sivil halkı, mazlumları öldürüyorlarsa, bunun tek sebebi,  5 Dünyadan büyük olduğu içindir. Ne  zaman ki dünya 5’ten büyük olur, o zaman  zulümler, savaşlar, adaletsizlikler son bulmaya başlar.

Evet mi? Hayır mı?

Doğruya, güzele, merhamete, şefkate, adalete, paylaşmaya, yardımlaşmaya, helale, sevgiye, barışa, kardeşliğe, dünya 5’ten büyüktür anlayışına …EVET

Yanlışa, kötüye, merhametsizliğe, adaletsizliğe, bencilliğe, düşmanlığa, savaşa, teröre, her türlü şiddete, ırkçılığa, fitneye, gıybete, harama, 5 dünyadan büyüktür anlayışına….HAYIR

Allah kuluna üç şekilde cevap verir ; “Evet” der,istediğini verir ; “Hayır” der, daha iyisini verir ; “Bekle” der,en iyisini verir… Mevlana

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org