Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

BEN BİLÂL

Toplumlara yön veren insanların çok okuyan insanlardan çıktığı bir gerçektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği konuşan, düşünen  ve okuyan bir varlık olmasıdır. İnsana ve insanlığa faydalı olmanın yolu okumaktan geçer… Allah’a güzel bir kul olmanın yolu da okumaktan geçiyor…

Okuyalım… Ancak bizi doğruya, güzele götüren yazıları, kitapları okuyalım… Yunus Emre’nin, ‘Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır’ …eleştirisine canı gönülden katılalım. Her emek meyvesi ile ölçülmelidir… Okumanın en güzel meyvesi insana kendini öğretmesidir.

Kitap vardır altın dolu kumbara gibidir… Kitap vardır sahte para dolu kumbaraya benzer. Okumak, insana öz eleştiri imkanı yapmasını sağlamalıdır.. İnsanı ahlaken yüceltmelidir. İnsanı bilgili ve ahlaklı yapmalıdır…Okumak insanı en doğruya ulaştırmalıdır. Okumak,  sapı-samandan ayırma kabiliyeti vermelidir. Okumak cahilliğin canına okumaktır… Okumak, sevgiliye koşmaktır… Okumak, bana bir zamanlar, kan pıhtısı olduğumu hatırlatmalıdır…

Kitaplar çeşmedir… Kitaplara,  çeşmelere koşan susuzlar gibi koşmalıyız… Susuzluğunu bilen çeşmelere koşar…Çeşmelerin kaynağı Kur’an’dır. Susuzluğunu gidermek istersen çeşmelerin kaynağına koş… Nefsini terbiye eden  kitaplara koş… Gönlüne tercüman olan kitaplara koş… Kitaplar meyveli ağaçlardır. Meyvelerin güzelini faydalısını seçmeliyiz. Yemeklerde tercih yaptığınız gibi,  kitaplarda da  tercih yapın. Zihninizin, kalbinizin, hayalinizin en güzel manalara layık olduğunu unutmayın. Rastgele  fikirlerin  oralara girmesine ve yerleşmesine  fırsat vermeyin.

Bataklığın bataklık olduğunu anlamanız için mutlaka o bataklığa girmeniz gerekmez.  Onun gibi,  batılın, yanlışın, batıl, yanlış  olduğunu anlamak  için batılı, yanlışı anlatan kitapları okumak  zorunluluğunuz yoktur. Karanlığa karşı en tesirli mücadelenin ışıkla yapıldığını  unutmayın.

Ben bugünlerde, H.A.L. Craig’ın kaleme aldığı “Ben Bilal”  kitabını okuyorum. Kitapta yazarın duygularının müthiş coşkulu, müthiş bir şiirsellik ve fevkalade güzel bir anlatımı var. İnsanları 21. asrın keşmekeş dünyasından, maddeyle, dünyeviliğe bulaşmış dünyasından alıp asr-ı saadetin sade, saf, temiz atmosferine götürüyor. Bilal’in davranışlarında, karanlığa karşı en tesirli mücadelenin, zulümlerin en acımasız şekilde uygulanmasına canı pahasına verdiği cevabı ve duyarlılığı  görüyoruz. Her yönüyle Müslümanların duygularının altüst edilmesi gerekiyor, duyarsızlıktan kurtarabilmek için, onları samimiyete, maneviyata sevk etmek için bu kitabın özellikle önemli bir fonksiyonu yerine getireceğine inanıyorum..

Kitabın her sayfasında “Ben Bilal”

“Ben kölelerin çocuğu, ben kırbaçların çocuğu Bilal” çığlığını hatırlatan cümleler karşılıyor bizi…

Gerçekten bu kitabı okurken Peygamberimizin (sav)  ve sahabelerin her birisini nasıl birer aslan olduğunu bir kez daha görüyorsunuz. Yazar H.A.L. Craig, çok ünlü, sadece Müslüman olmayanlar tarafından değil, “Çağrı” filminin senaristi olması sebebiyle Müslümanlar tarafından da hayranlık ve beğeniyle tanınan biridir. Craig, o film dışında, Çöl Aslanı, Ömer Muhtar gibi, ödüllü filmlerde ayrı bir yeri olan Waterloo gibi filmlerin de senaristliğini yapmış bir şahsiyettir.. Kendisi 1978 yılında vefat etmiş. Ama vefatından önce bu kitabı kaleme almış. Bu kitabı Türkçeye, İnsan Yayınları kazandırmış. Daha sonra Ufuk Çizgisi yayınevi tarafından 2008 tekrar yayınlanmıştır.. Gerçekten bir senaryodan beklenenin çok daha fazlası bu kitapta yer alıyor. Bir senaristin titizliğiyle, çevre tasvirleri, karakter tahlilleri, tabiatın anlatımı fevkalade… Kitap, 21. yüzyılın. idrakine, özellikle gençlerin mantalitesine, Hz. Bilâl gibi zirve bir şahsiyeti anlatan, önemli bir mesaj mahiyetindedir.

Asırlar geçti onun ismi unutulmadı. Milyonlarca Müslüman, çocuğuna Bilal adını verdi. Ben de oğluma Bilal adını verdim. Yeryüzünde Müslümanların ibadethaneleri, camileri onun sadasıyla çınladı. Ezan-ı Muhammedî okundukça hep o anıldı. O gün bu gün her mabette gökten inen bir hilâl, her minarede yerden yükselen bir Bilâl, hiç eksik olmadı. İnşallah kıyamete kadar olmayacak. Camilerde ona makam yapıldı. “Ya Hazreti Bilal-i Habeşî” (r.a.} diye yazılar yazıldı. Hat levhaları asıldı.

İslamiyet, insanlığa gönderildiği dönemde birçok ilkleri beraberinde getirdi. Sosyal, kültürel eşitlik getirdi, sınıf kavramını ortadan kaldırarak insanların eşit olduğunu ilan etti. Bilâl Habeşi’nin birçok yönüyle farklı bir konumu var. Birincisi Habeşli yani zenci, İkicisi, onun İslam’ı bereketlendiren Ebu Bekir Sıdık tarafından alınması ve azat edilmesi. Ve daha sonra son dinin “Son Peygamber”in tebliğ ettiği dinin mesajının, yani ezanı ilk okuyanın Siyahi, azatlı bir köle olması, Müslümanların ilk ezanını okumuş, daha sonra müezzinliğe devam etmiş, üçüncüsü Resulullah’ın özel müezzini olmuştur. Biliyoruz ki, namaz vakti girmeden önce Resulü Ekrem (sav) mescidi saadetine uğruyor “Ya Resulullah, essalat” diyordu. Onun çok az bilinen iki vasfı da, ordu levazımat tedarikçisi ve Beyt-ül mâl muhafızı oluşudur. Hz. Bilâl’in bütün bu özellikleri Craig’in dikkatini çekmiş olmalı ki, bu kurgusal romanını veya anlatısını onun üzerinden yapmıştır.

Miraç sonrası namaz emredildikten sonra, namaz vakitlerinin nasıl duyurulacağı hususunda Hz. Peygamber (sav) ve sahabeler arasında birtakım müzakereler yapılmıştır. Orada bazı tekliflerde bulunmuşlar. Mecusilerin ateş yakması, Hıristiyanların çan çalması veya Yahudilerin boru öttürmesi gibi bir çok davet şekilleri üzerinde durulmuştur. Ama o gece sahabeden bazılarına ezanın bugünkü şekli aynen rüyada talim edilmiş. Ve Peygamberimiz (sav) de bunu ilk defa okuma görevini Bilâl’e vermiştir. Bilâl’i seçmesinde de ilahi bir işaret vardı. Cenab-ı Hak Habibi Edibine Hz. Bilâl’i seçmesini emir buyurdu. Bu emirde, hem siyah, hem köle bir insanın seçilmesi ile insanların eşitliğini vurgulayan bir mesajı veriyordu. Üstünlüğün takva ile olduğu mesajı insanlığa bildiriliyordu. Ezan okuma görevinin Hz. Bilal’e verilmesi, Mehmet Akif’in deyimiyle ‘şahadetleri dinin temeli’ olan ezanların temeline bir insanın, eski bir kölenin sesinin tercih edilmesi, İslam davasının kılıçlara değil yüreklere dayandığını anlatan önemli bir simgedir.

 ‘Ben Bilal’ kitabının girişinde Bilal’e dair bir not başlığı altında Bilal’in kısaca hayatından kesitler verilmiş. Mekke’de doğmuş olup Rabah adlı Habeşistanlı bir kölenin oğludur Bilal-i Habeşi. Puta tapan bir şehirde bir Allah’a inancı sebebiyle eziyet görmüştür, Hz. Muhammed’in (sav)yakın arkadaşı Ebu Bekir tarafından satın alınıp âzâd edilmiştir, İslam’ın ilk savaşlarında ordulara yiyecek tedarikinden sorumlu olmuştur ve Peygamber’e öylesine yakındır ki sabah O’nu uyandırmakla vazifelidir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Bilal’in bacakları kederinden onu taşıyamamıştır. Tekrar ezan okumak için basamakları çıkamamıştır.

Amerika’daki siyahi Müslümanlar kendilerini Bilalî olarak adlandırmış olmaları da Bilal’i sahiplenmeleri açısından oldukça güzel bir davranıştır.

Kitap iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde Bilal’in köleliğinden tutun da, vahye şahit olmasına, ilk ezan okunması, Efendimiz ile karşılaşması, hüzün yılını anlatması ve Peygamber Efendimiz’in hayatında şahit olduğu en önemli olayları kısaca ele almıştır. Bilâl, İslamiyet’e girenlerin ilklerinden olduğu gibi, açıktan Müslüman olduğunu ilan edenden ilk yedi kişi içinde de yer aldı. Ancak, bu durum, İslam’a şiddetle karşı olan sahibi Ümeyye bin Halef’in büyük öfkesine sebep oldu. Ümeyye el ve ayaklarını bağlayarak Bilâl’i öğle vakti kızgın kumların üzerine sırtüstü yatırdı ve daha sonra büyük bir kaya parçasını da göğsünün üzerine koydu. Bu işkenceyi uzun bir süre devam ettirdi. Olayı, Bilal’in dilinden kısaca dinleyelim:

“Beni dışarıda kazığa bağladılar ve Ümeyye bir kırbaç aldı.

İşkenceme takılıp kalmayacağım. Acının hâfızası yoktur; o kendi mevcûdiyetinde var olur. Ayrıca o gün hakkında çok şey söylenmiştir ve ben kendimi çokça bir şehîd gibi buldum. Ancak Allah, güneşten daha kuvvetlidir ve insan ruhuna bir kırbaçla dokunulamaz.

Allah’ı yüksek sesle, bildiğim tek şekilde ve bildiğim tek ismiyle andığımı hatırlıyorum: “Tek Allah”. Ben, on binlerce kişiyi namaza çağıran Bilâl, o vakit hiçbir dua bilmiyordum. Yine de O’nun adını andım, O da kalbimde bana cevap verdi. Kırbaç altında çığlık atmadım, nefesimi Allahım için tuttum. Onların merhametini rica etmedim, yalnızca O’nunkini istedim.

Her işkencenin ara verildiği anlar, sınırların bir tanınması vardır. Şoklar esnasında çabucak ölseydim, Ümeyye’ye göre iki kez hırsız olurdum. O aralardan birinde Ebû Süfyân’ın karısı Hind, bir parfüm esintisi ve şemsiyesinin gölgesiyle tepemde belirdi.

Sözlerimi işitmek için eğildi: “Tek Allah”. Sonra dönüp güldü. Hind’in çok şirin bir gülüşü vardı. “Kölenin va’z ettiğine yemin edebilirsiniz.” dedi. Sonra kırbaç tekrar be tekrar ünledi üzerimde.

Bir anlığına, bir ağacın rüzgârdan salınışındaki gibi ölüme uğrayıp uğramadığımı merak ettim. Ama kim söyleyebilir? Öldüklerini bilen yalnızca ölülerdir. Yine de çektiğim acıların dindiğini söyleyebilirim. Bana işkence edenler ırak oldular bana; üzerime ağırlıkları eninde sonunda beni ezip öldürecek kayaları koyduklarında bile yalnızca yeni ve farklı bir şeyler yaptıklarını düşünüyordum.

Onların ulaşabileceklerinden ötedeydim. Onları büyük Ukaz Panayırı’nda dans eden keçiler gibi saçmalıklarıyla uğraşırken izledim.

Sonra gözlerimi kapayıp semaya baktım. Aniden önümde yeşil alanlar ve meyveli ağaçlar belirdi. Pınarların akışını işittim. Gölgenin şirinliğini tattım. Her ırktan erkek ve kızların saygınlıkla yürüdüğü bir bahçeye girdim. Beni selâmladılar ve bir çeşmeye götürdüler. İçtikçe ruhumun susuzluğu azaldı ve Allah’a yakın olduğumu anladım…”

İkinci bölüm. Bu bölümde tarihten sayfalar başlığı altında sekiz ayrı başlık bulunmaktadır. Ve her tarih sayfasının arasına yine Bilal’in anlatımları var. Efendimizin savaşları, Uhud günü, Ebu Süfyan’ın teslim oluşu, Kabe’ye nasıl tırmandığı v.s. yine Bilal’in dilinden anlatılmış konular. Yine bu bölümde Bilal’in Muhammed (a.s.)’ın vefatını anlatması yaşamadığımız halde, yaşattırır derecesinde etkili bir üslupla yaşattı zamanın en hüzünlü halini bizlere…

Bilâl’in sesi gür ve güzeldi. Mekke’nin fethinden sonra Kabe damına çıkıp, ezan okudu. Peygamber Efendimize de ömür boyu müezzinlik yaptı. Irk ayrımı gözetmeyen İslam Peygamberi’nin bu mübarek sahabeye ezanı okutması, ten renginden dolayı bazı kimseleri insan olarak görmeyen müşrikler tarafından hoş karşılanmadı. Risâle-i Nur’da da zikredilen bir hadisede Kureyş müşriklerinin Bilâl’e yaptıkları hakaretten söz edilmektedir: Kabe damına çıkıp ezan okuyan Bilâl’i gören Kureyş reislerinden Ebu Süfyan, Attab ibn Esid ve Haris ibn Hişam kendi aralarında söylenmeye başladılar. Attab; “Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi” derken, Haris de, “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki, müezzin yapsın?” sözleriyle hakarette bulundu. Buna karşılık temkinli olan Ebu Süfyan, “Ben korkarım, bir şey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha’nın taşları ona haber verecek; o bilecek” dedi. Nitekim kısa bir süre sonra kendileriyle karşılaşan Peygamber Efendimiz, konuştuklarını aynen aktarınca, Attab ve Haris orada Müslüman oldular. (Mektubat, İstanbul  2007, s. 186-187)

Bilâl (ra), Peygamber Efendimizin katıldığı bütün savaşlara katıldı. Peygamber Efendimizin ahirete irtihaline kadar yanından hiç ayrılmayarak, zamanının büyük bir kısmını Onunla birlikte geçirdi. Hazreti Ebubekir’in halifeliği sırasında, cihad maksadıyla Medine dışına çıkmak istediyse de Medine’de kalmasında ısrar edildi ve Hazreti Ebubekir onu kalmaya ikna etti. Hazreti Ebubekir’in vefatına kadar yanında kaldı.

Bilâl (ra), Hazreti Ömer (ra) zamanında gerçekleşen birçok savaşa katıldı. 641 yılında Şam’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. İslam’ın bülbülü Bilâl (ra), Şam’da mütevazi bir türbede Cafer-i Tayyar’la birlikte yan yana derin bir sükun içinde yatmaktadırlar. Hayatta iken Yüce Peygamberin(sav)övgüsüne mazhar oldu. Peygamber Efendimiz,(sav) “Ey Bilâl! Ben, Cennette, önümde senin ayakkabılarının tıkırtısını işittim” buyurarak cennetlik olduğunu kendisine müjdeledi. (M. Asım Köksal; İslam Tarihi, Şamil Y., C: VIII, İstanbul, s. 121)

Mekke fethi günü Rasûlullah (sav) efendimizle birlikte Kabe’nin içine girdi. Yine o sevgilinin emriyle Kabe’nin damına çıktı ve fetih ezanını okudu. Tevhid kelimesi onun gür ve yanık sesiyle Mekke semalarında dalgalandı.

Ne büyük mutluluk bu Allah’ım!.. nerden nereye!.. Dün bu topraklarda senin adını söyleyebilmek için zulüm gören, işkenceler altında inleyen Bilal, bugün Kabe’den Senin adını bütün dünyaya ilan edercesine ezan okuyor… Putlar devriliyor şirkin karanlıkları İslâm’ın nuruyla dağılıyor… Şefkat ve merhamet abideleri sahabeler büyük bayram yapıyor… Herkes serbest diyor. Sevgili Peygamber Müşrikler şaşkın ve mahcup. Kendini yenen koşuyor İslâm’a. Nefsini yenemeyen kin ve düşmanlıklarıyla baş başa kalıyor…

Bilal, Kabe’nin damına tırmandı.
Sorumluluk korku vericiydi.
Bilal putlara karşı tırmanıyordu.
Eğer düşseydi putlar parçalamış olacaktı.
Ve Bilal Kabe’nin damındaydı…
On binlerin yüzleri yukarı bakıyordu.
Aşağıda derin bir sessizlik…
Kalabalık tek bir kelime etmiyordu.
Gökyüzüne baktı Bilal.
Gök bütün nefesini tutmuştu. Bir esinti dahi yoktu. Kızgın çöl gözlerinin önündeydi.
Güneşe baş kaldıran yılanlar gibi ıslıklanıyordu yine kırbaçlar, “ehad… ehad…” sesleri geliyordu karşı tepelerden.
Birden korktu Bilal.
Nerede olduğunu ve kendisinden ne istendiğini biliyordu.
“Allahüekber Allahüekber”
Kabe’nin damından kanatlandı ilk ezan.
Ezan Arafat tepesinden yankılanıp geri geliyordu. Sadece Peygamberimiz (sav) bineğindeydi.
Başı önünde, bir eli diğerinin üzerindeydi.
En yakınında Ebu Bekir, Ali ve Ebu Zer ona eşlik ediyordu. Bilal uçuyordu.
Göklere doğru bir köle uçuyordu…. (Ben Bilal. kitabının kapak sayfasından)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bilâl’e:

“Bilâl, Müslüman olduktan sonra yaptığın ibadetler arasında en fazla sevap beklediğin hangisidir? Çünkü ben cennette, senin ayakkabılarının tıkırtısını önümde duydum” diye sordu.

Bilâl de:

“Gece veya gündüz abdest aldıktan sonra bu abdestle kılabildiğim kadar namaz kılarım. En fazla sevap beklediğim ibadet budur, “dedi.(Buhârî, Teheccüd 17, Tevhîd 47; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 108)

İsmini büyük bir sevgiyle andığımız Bilal-i Habeşi’yi müşrikler ‘Kara karga’ diye küçük görürlerdi. Allah Resulü Efendimiz (sav) ise, ‘Bilal benim müezzinimdir!‘ diye sevgisini ifade eder, değerlendirmesini şöyle yapardı:

Allah sizin beden yapınıza ve dış görünüşünüze bakmaz. Kalbinizdeki niyetinize ve amellerinizdeki tercihlerinize bakar. Çünkü bunlar sizin kendi kazancınızdır.Sözün özü: İnsanlar fiziki ve fıtri yapısıyla değil, kendi idrak ve iradeleriyle kazandığı vasıflarıyla, bilgi ve becerileriyle değerlenir, itibar kazanırlar. Var mı kendimizi vasıflı insan haline getiren bilgi, beceri ve emek mahsulü vasıflarımız, azim ve gayretlerimiz? Yoksa kendi eserimiz olmayan, bize verilen fiziki ve  fıtri yapımızla mı kendimizi yüceltiyor, ya da aşağılıyoruz?

Resul-i Ekrem Efendimiz,  ”  Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” Diyor.

“Sakın benim Sahabelerime sövmeyiniz, sakın benim sahabelerime sövmeyiniz. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verseniz dahi, sahabelerimden birinin iki avuç hurma sadakasına, hatta bunun yarısına bile yetişemezsiniz.”

Bu gökteki yıldızlardan biri olan, Bilal-i Habeşi’yi hatırladık. Huzurlu yaşamak için, O’nun hayatından  örnek alacağımız çok prensipler var. Sahte, sönmeye mahkum yıldızların arkasından gitmeye gerek yok. Hayatımızı gökteki yıldızlarla şekillendirelim, güzelleştirelim. ‘Ben Bilal,’ kitabını okuyarak bu yıldızlardan birini daha yakından tanıyalım.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Söz

Söz; Bir düşünceyi, konuyu tam eksiksiz olarak anlatan, bir veya birkaç kelime dizisinden, heceden meydana gelen, anlamı olan ses birliği, laf, lafız, kelam, lakırdı olarak tanımlanmaktadır. Eskiler sözü “fikrin bir kisve-i müstearı” diye tanımlamışlar; sözün hayırlısı, güzel olanı hem kalîl (kısa/ öz), hem de zîdelil (bir kaynağa dayanan) bulunanıdır” tavsiyesinde bulunmuşlardır

Edebiyatın malzemesi ve esası sözdür.  Edebiyat bir söz sanatıdır. Söz, söylenir ve yazılır. Söz bize bir şeyi bildirirken,  bilmediğimiz gerçekleri de yüzümüze vurur. Sözün gücü,  manasındadır, hikmetli olmasındadır. Manasının insanı tatmin etmesinde, ikna etmesindedir. Hikmetli sözler,  Mârifetullâha kapı açar, insanın hayatını Sırat-ı müstakim,  her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol, dosdoğru yol üzere yaşamasına sebep olurlar.

Söz marifet tacıdır/ Sanma gayri tac ola/ Taklid ile tok olan/ Hakikatte aç ola“ Gaybi Baba

İmam-ı Azâm Ebû Hanife’ye göre Allah’ın sıfatlarından biri de kelâm (söz)dür. Söz, Cenab-ı Hakkın  kelam sıfatının bir yansımasıdır. Âlem, O’nun “Ol” sözüyle var olmuştur. Âdem (a.s.), O’nun bir sözüyle yaratılmış ve insan, dünya serüvenine sözle başlamıştır.  Dolayısıyla varlık meyvesinin ağacı sözdür. Bilgi ve görgü ağacının meyvesi de sözdür; çünkü insan bildiklerini ve gördüklerini sözle anlatır. Yaratılışın tarihini meydana getiren olaylar inci taneleri,o taneleri birbirine bağlayan da sözdür. Rabbimiz, kelâm sıfatının bir tezahürü olarak insanlara vahiy göndermiştir. Allah’ın elçileri sözle gönderilmişlerdir; Allah’ın onlara bildirdikleri ise vahy denilen söz zarfı içine konulmuştur. Gönderilen son kitap, Kerim Kitabımız Kur’an, okunan bir söz olarak Efendimiz (sav)’e vahyedilmiştir. İnsan, düşünce ve gönül dünyasındakileri hep sözle ifade etmiştir. Dil, aklın da kalbin de tercümanı olmuştur. İnsanı diğer varlıklardan ayıran sözdür; insan sözle diğer varlıklardan üstün olur;diğer taraftan yine sözüyle hayvandan aşağı olabilir. (Prof.Dr.Turan Karataş / Edebiyat Terimleri Sözlüğü)

İslam medeniyeti ahlak, hikmet, irfan, hak ve hakikati izhar eden bir söz medeniyetidir. Sözde öncelikle doğruluğun, sadakatin bulunması gerekir. Söz, hak ve hakikate tercüman olmalıdır. Yalanla, iftirayla zihinler, gönüller, diller kirletilmemelidir. Doğru olmayan sözlerle fesat ve huzursuzluğa sebebiyet verilmemelidir. Emanet olan ömür sermayesi ve hızla akıp giden zaman, faydasız, beyhude sözlerle israf edilmemelidir. Bu hususta Efendimizin “Ya hayır söyleyin, ya susun!” uyarısı her daim şiarımız olmalıdır.

Allah katında sözün değeri, hakkı ve hakikati ne kadar yansıttığı ile ölçülür. Çünkü söz, özün aynasıdır ve sadece insanın davranışını değil, aynı zamanda kişiliğini, hatta âkıbetini belirlemektedir. Bu gerçeği Yüce Rabbimiz, şu âyet-i kerime ile haber vermiştir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzâb, 33/70-71)

Sözde aranan bir özellik de ahlaktır, nezahettir. Sözün bir ahlakı, bir âdâbı vardır. Mümin, konuşmasıyla zarafet ve nezaketini yansıtmalıdır. Onun kelâmı, güzel ve hoş olmalı, insanın gönlüne akmalıdır. Ancak, gönle akabilmesi için söz, samimiyetle, gönülden söylenmelidir. Efendimiz (sav), insanları etkilemek için yapmacık sözler söyleyenleri, ağzını eğip bükerek gösteriş amacıyla söz sarf edenleri Allah’ın sevmediğini haber verir. Müminin insanlara lânet okuyan, kaba, çirkin, kötü sözlerle hakaret eden biri olamayacağını vurgular. Sadaka diye tanımladığı güzel sözün, kişiyi cehennem ateşine karşı koruyan bir kalkan olduğunu bildirir.(22.01.2016 Cuma Hutbesinden)

Günümüzde büyük ölçüde sözün değeri düşmüş, imaj yüceltilmiş, görüntü ve görsellik öne çıkarılmıştır. Çoğu zaman söz söyleme sorumluluğu göz ardı edilir olmuştur. Sorumsuzca, sonu düşünülmeden söylenen sözlerle nice olumsuzluklara, huzursuzluklara, buhranlara neden olunmaktadır. Sosyal medya başta olmak üzere kimi yayın organlarında gündeme getirilen asılsız sözlerle kitleler etki altına alınmakta ve algılar yanlış yönlendirilmektedir. Hiçbir ahlakî değer tanımaksızın, insanların kişilik hak ve onurları hedef alınmakta ve insafsızca zedelenebilmektedir. Daha da ötesi kimilerince zaman zaman hiçbir insanî değer gözetilmeksizin türlü iftira ve karalama kampanyalarıyla din ve dini müesseseler itibarsızlaştırmaya çalışılmaktadır. Gayri ahlakî ve gayri vicdanî bu tür çabalar, mümin gönülleri derinden yaralamaktadır. Bu asılsız sözlerin, araştırılıp teyit edilmeden dillere dolanması ise ne vahim bir durumdur. Unutulmamalıdır ki bu tür sözleri ortaya atanlar kadar, araştırma gereği duymadan onlara itibar edenler de sorumluluk ve vebal sahibidir.(agh)

Asılsız, birlik ve beraberliğimizi baltalayıcı, karalama, iftira, fitne kokan sözlerin zihnimize girmesine izin vermemeliyiz. Sözlerin en güzeli Kur’an ve sünnetle zihnimizi nurlandırmalıyız. Nurlanan zihinlere iftira ve fitne sözleri tesir edemez. Hikmetli söz yaşanmadığı sürece kimsenin hayatına etki etmez.

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur tefsirinde sistematik bir metod takip eder. Her bahsin başında konusuna esas teşkil edecek ve o konuya hareket noktası olacak ayetleri sunarak başlar. Bediüzzaman’ın meselelere Kur’an ile girizgah yapması onun “Risale–i Nur, Kur’an’dan süzülmüştür” sözünü doğrular. Risale-i Nur eserleri Kur’an’dan süzülmüş sözlerdir. “Sözler Kur’an’dan süzülmüştür.

“Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkarız..” (Mektubat, Yirmi sekizinci mektup/Sekizinci risale olan sekizinci mesele/Birinci nükte)

Risale-i Nur’un sözlerinin insanları etkileyen üslubu, ikna gücü, doyurucu oluşu, hüneri, kucaklayıcılığı gibi üstün meziyetleri hep Kur’an’ın bir bereketi, Kur’an’ın manevi tefsiri olmasının bir sonucudur.

Risale-i Nur’un bütün güzellikleri ve meziyetleri Kur’an’dan gelmektedir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’u ve onun üstün meziyetlerini, kendine değil Kur’an’a mal ediyor ve onun birer manevi mucizesi olarak değerlendiriyor. Biz ise, bir tercüman, bir hizmetkarız diyor.

Bir hizmetkar olarak, Birinci Sözden başlayarak sözlerimizi güzelleştirmeye, bereketlendirmeye ne dersiniz.  Haydi o zaman Bismillah…Birinci Söz,  Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın Lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen….devamı “Sözler” de…

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,

Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz. (Yunus Emre)

İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama aslında insanı insan yapan ağzından çıkan sözdür.. (Mevlana)

Güzel sözler petekten damla damla sızan bala benzer, insanın ruhuna tat verir.(Hz.Süleyman )

 

Sözün afeti yalandır. (Hadis-i Şerif)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Fitne Uykudadır…

Saad bin Ebi Vakkas hazretlerinden aktarılan bir hadise göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) efendimiz, bugün Medine-i Münevvere’de  İcabe Mescidi olarak bilinen yerde secdeye kapanmış ve uzun süre öylece kalmış. Secdede uzun süre kalması, sahabeyi meraklı bir endişeye sevk etmiş. Başını secdeden kaldırır kaldırmaz, sahabeden biri “Anam babam sana feda olsun ya Rasulallah ne oldu. Niye bu kadar uzun süre secdede kaldın?  diye sormuş.

Peygamber efendimiz, (sav) Rabbinden ümmeti hakkında niyazda bulunduğunu, üç  talebinden ikisinin kabul gördüğünü ama ötekine icabet edilmediğini ferman etmiş.
Efendimizin cevabı şöyledir:

“Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi, birini vermedi. Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim, onu bana verdi. Ondan ümmetimi suda boğarak helak etmemesini diledim, onu da verdi. Felaketlerini kendi aralarında vermemesini (tefrikaya, fitneye düşmemelerini) diledim, bunu bana vermedi” (Müslim, “Fiten”, 20).

O, Rabbinden, ümmetinin suya gark edilmemesini istemiş, duası kabul edilmişti; ümmetinin kıtlıkla ve açlıkla helak edilmemesini istemiş, o da kabul görmüş. Ancak ümmetinin fitneye düşmemesi talebine, yazık ki ilahi cenaptan icabet edilmemiş…

Sosyal deprem fitne, imtihan demektir. Adam öldürmekten kötüdür.  Anarşi, terör, bozgunculuk, şirk, belâ ve daha başka anlamları olsa da genel olarak bölücülük ve bozgunculuk anlamında kullanılır.

Fitne; Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara ve günaha sokmak, insanları isyana kışkırtmak demektir

Kainatın Efendisi (sav) ümmetinin imtihanının tefrika ve fitne ile olacağı anlaşılmıştır. “Kendi aralarından” kastını  ise bugün İslam ülkelerinde açıkça görebiliyoruz.

Efendimizin ahirete intikalinin hemen akabinde başlamış ümmet-i Muhammedin fitne ile olan imtihanı. Peygamber ümmetini şii ve sünni şeklinde bölen ve bunu günümüze kadar getiren müslümanların fitneye karşı zafiyetlerinin bir neticesidir.

Fitne çıkartmak haramdır. Kur’an-ı Kerîm’de dinden saptırmak için fitne çıkaranların cehenneme atılacağı ve fitne çıkartmanın adam öldürmekten daha kötü olduğu ve Hadis-i Şeriflerde de fitne çıkarana Allah’ın lânet edeceği bildirilmektedir.

Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır;

 “Fitne çıkartmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara Sûresi 191. Ayet).

Peygamber  Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) de;

 “Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allah lânet etsin”

 “Din, dünya menfaatine alet edilince, fitneler zuhur eder, ortaya çıkar.” buyurmuşlardır.

Müslüman, İslâm’ın güzel ahlâkıyla süslenmeli, kimseye zarar vermemeli, isyankâr olmamalı, karışıklık, anarşi/terör çıkarmamalı, kötü niyetli kimselere aldanmamalı, başkalarına kendisini kullandırtmamalı ve aklını kiraya vermemelidir. Kısaca, başkalarına zarar vermekten ve Allah’a karşı günah işlemekten uzak durmalıdır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimiz fitne konusunda defalarca ümmetini uyarmıştır. İşte o uyarılardan bir kaçı;

 “Malı ve canıyla mücadele eden, ortamın karışmış olduğu bir zamanda bir kenara çekilip ibadetini yapan ve kimseye zarar vermeyen Müslüman; mümini kâmildir.”

 “Fitne zamanında evinizde oturun, günahlarınıza tövbe edin, dilinizi tutun, kendi işinize bakın ve başkalarının işine karışmayın.”

 “Ne mutlu! Fitne – fesada bulaşmayana. Ne mutlu fitneye maruz kalıp da sabredene.”

 “Fitne zamanı evlerinizden ayrılmayın! Oklarınızı kırın, yaylarınızı kesin ve Adem  Aleyhisselam’ın oğlu (Habil) gibi olun.”

 “Kıyamet kopmadan önce, her yeri fitneler kaplayacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman evinden mümin olarak çıkan kimse, akşama kâfir olarak evine dönecek. Akşam mümin olarak evine gelen, sabaha kâfir olarak çıkacak. O zaman oturmak, ayakta kalmaktan, yürümek koşmaktan daha hayırlıdır.”

Bütün bu Hadis-i Şeriflerden anlaşılan o ki; fitne kötü bir şeydir. Fitne belasının başta gelen sebepleri arasında cehalet ve dini hayatın zayıflaması vardır.

Bu gün müslümanlar arasında  her zamankinden fazla fitne tohumları ekilmeye başlamıştır Daha düne kadar zaman kardeşlik zamanı denilirken ve uzun zamandır var olma mücadelesi ile kenetlenmiş birbirinin kusurunu görmeyerek kardeşlik içerisinde aynı amaç ve maksada birlikte yürüyen insanlar arasında bu gün farklı fitneler yeşertilmeye çalışılmaktadır.

Fitne İslam düşmanlarının ümmet üzerinde oynadıkları soğuk savaş biçimidir ki; ne zaman birliğimize, bütünlüğümüze sahip çıkamadıysak ve ne zaman tehlikeleri görmezden geldiysek veya gaflete düşüp tehlikeleri görmediysek  işte o zaman fitne çukurlarında çok ağır bedeller ödedik, çok büyük acılar çektik. Kimler kurban edilmedi ki fitne belası ile. Halifeler sahabeler şehit edildi … Şu günlerde yaşadığımız fitnenin çirkin kokusu her yanı sarmış durumda. Yaşanan olaylara her geçen gün bir yenisi eklendiğinin artık hepimiz farkındayız “Her duyduğunu başkasına söylemesi kişiye günah olarak yeter” hadisi şerifinden yola çıkarak kesin bilmediğimiz konularda hüküm vermek, yorum yapmak, yazılan, konuşulan  her şeyi ağzımızda sakız gibi çiğneyerek fitneye katkıda bulunuyoruz. Unutmayalım tarih tekerrürden ibarettir. Hz. Ömer zamanında başlayan fitne hareketi sürekli tekrar ederek günümüze kadar birçok acı örnekleri ile gelmiştir. İşte İslam ülkelerinin  durumu ortada…Müslüman, müslümanı öldürüyor. Bu fitne değil de nedir? Amaç hep aynı müslümanı, müslümana kırdırmak, kardeş katili yapmak, İslam’ın olduğu her yerde, her ülkede iç savaşlar kaoslar oluşturarak emellerine ulaşmak. Seçtikleri yol hep aynı çünkü sinsi İslam düşmanlarının karşımıza mertçe çıkmaya cesaretleri yok ve hiçbir zamanda olmayacak. Ancak böyle sinsi oyunlarla bizi parçalara bölerek, gücümüzü zayıflatma neticesinde bizi alt edebilirler. Oyuna gelmeyelim, fitnelerine alet olmayalım, bölücülük, ayrımcılık yapmayalım. Ne olur uyanık olalım. Birbirimize beddua değil dua edelim. Biz beddua etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. Alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz. “Allah’ım kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar” diye dua eden bir peygamberin ümmetiyiz. Fitne belasında ümmetin birbirine düşmemesi için şer odaklarının oyununa gelmemiz için, kurtuluşa selamete ermek için izleyeceğimiz tek bir yolumuz var. Kur’an ve sünnet. Hadiste buyrulduğu gibi “Haklı bile olsa çekişip didişmeyen kimseye cennetin kenarından bir köşk verileceğine ben kefilim”diyor Kainatı Efendisi  (sav) .

Bizim  vazifemiz, evvela nefsimizi ıslah etmek, başkalarının da ıslahına çalışmak, belki de cehaletlerinden veya kötü niyetli  insanların yönlendirmesiyle kendi fikri yapısı dışındakileri kafirlikle itham eden kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmeliyiz. Bütün Müslümanlar için çok önemli olan Peygamber Efendimizin(sav.) şu hadisi şerifi bizlere rehber olsun.”Ebu Hureyre’den rivayetle; Resulullah’a(a.s.m.).Ey Allah’ın resulü! Müşriklere beddua et, onları lanetle! Efendimizin cevabı çok manidar,”Ben rahmet olarak gönderildim,lanetleyici olarak değil!…”

Perde arkasında münafıklar planlar yapıyorlar, ihanet içindeler, bu aziz milletin mütedeyyin, samimi insanlarını birbirlerine düşürüyorlar. Bu gün ülkemizde  maalesef bu olaylar yaşanıyor. Bir çoğumuz bunlara alet oluyoruz. Hendekler açan, devlete savaş açan, çoluk çocuk demeden kendilerine tepki gösterenleri canice öldüren PKK’ ya maalesef alet olan onların ekmeğine yağ sürenler var aramızda. Bu fitneye alet olmak değil de nedir? Bu hainlik değil de nedir?  Aramızda terör olaylarında ölenlere sevinenler, teröristlere arka çıkan bildirgelere imza atanlar, ülkenin hali ne olursa olsun diyerek, düzmece dolu iftiraları yazan gazeteciler var. Bunlar fitneye alet olmuşlar, siz bunlara ne derseniz onu deyin…Dua edin belki ıslah olurlar.

Bize söylenenlere ölçmeden, tartmadan  inanıyoruz. Araştırmıyoruz, söylenenleri, yapılanları mihenge vurmuyoruz. Doğru ve hak olan Mürşid de olsa insan olduğundan, bir kişi mürşidinin Kur’an ve sünnete aykırı olduğunu düşündüğü emrini sorgulamalı ve gerekirse yerine getirmemelidir. İster tasavvuf olsun ister cemaat olsun, her meslek ve meşrep mihenge tabidir. Mihenk ise Kur’an’dır, Sünnettir. Kur’an ve Sünnete aykırı bir fikir ve amel görüldüğü zaman, kim olursa olsun reddedilir. Bediüzzaman Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret eder: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. (Mihenk burada şeriattır.) Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”(Münazarat)

Söylenenleri mihenge  vuralım. Öz eleştiri yapalım. Piyasada, sosyal hayatta  silik sözler geziyor. Şer güçleri, zındıklar, münafıklar   güçlü olmamızı, kardeş olmamızı istemiyorlar…Şer güçleri bayram yapıyorlar, buna izin vermeyelim. Bunu artık anlayalım… Fitne ateşini söndürelim. Söndüremezsek millet olarak, ümmet olarak bunun bedelini  ağır öderiz… “Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allah lânet etsin” bu hadisi şerifi ağzımızdan bir söz çıkarken hatırlayalım. Ağzımızdan çıkan bir söz fitneyi uyandırabilir…Olaylara partiler üstü, cemaatler üstü: Kur’an ve sünnet gözlüğüyle bakalım. Kainatın Efendisinin (sav)’in  ‘Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.’ sözü rehberimiz olsun.

Peygamberimiz (sav) in “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) hadisinin ışığında fitneye karşı, tahriklere kapılmayalım herkesi sağduyuya çağıralım.

Fitne bir toplum için sosyal bir depremi andırmakta ve bütün milli ve manevi değerleri alıp götüren bir kasırga  kisvesine bürünmektedir. Bir toplumun yöneticileri için en büyük mücadele fitneye karşı verilmelidir. Ülkemizde ve İslam aleminde birlik ve beraberliğin sağlanması, huzur  ve barışın devamı için  fitnenin  önlenmesi elzemdir. Fitnenin  uyanmasına izin verilmemelidir.

Türkiye İslam aleminin umududur. “İmanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya (Türkiye’ye) gelmek lazımdı; çünkü en ziyâde burada ihtiyaç var(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 441)”.Türkiye her açıdan İslam aleminin merkezi ve kalbi konumundadır. Merkez ve kalp bozuk olursa diğer taraflar da bozuk olur. Öyle ise tedaviye merkez ve kalpten başlamak gerekir. Bediüzzaman’ın Türkiye tercihi bu manaya işaret ediyor. Türkiye ekonomik ve demokrasi açısından ne zaman dar boğazdan çıksa; istikrar sağlansa, fitne uyandırılarak,  Türkiye’de kaos meydana getirilmek istenmektedir. Bugün doğuda bazı ilçelerde yapılmak istenen bu kaostan başka bir şey değildir. Bu kaos, fitne ateşi söndürülmelidir. Ülkemizde barış ve huzur istikrarı sağlanmalıdır. Bunun için her birimiz fitneye alet olmamalıyız.  İstikrar geminin denizde rotası istikametinde ilerlemesi demektir. Gemidekiler geminin rotası ile oynamamalıdırlar, geminin dibini delmemelidirler. Gemi batarsa herkes boğulur. Gemiyi batırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir.

Huzur ve mutluluğu   sağlayacak reçeteyi “Kur’an’ın Eczahanesi”nde hazırlayarak insanlığa sunan, Bediüzzamanı dinleyelim:

Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslamiyetlin mizacıdır, rabıtasıdır.”(Hutbe-i Şamiye)

“Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.”  (Divan-ı Harb-i Örfî)

“Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz; mecmuumuz (bütünümüz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (dikbaşlılık, başı buyrukluk) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara da ders-i ibret vereceğiz” (Eski Said Dönemi Eserleri)

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”   (Mektûbat)

 “Madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ihtilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.”    (Emirdağ Lâhikası)

“Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşâtı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telâkki edip, yüzer âyât ve Ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz.” (Lem’alar)

Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebat ile çalışmalarını tavsiye ederim.”    (Emirdağ Lâhikası)

“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şeran caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz., Kuran ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir. (Tarihçe-i hayat)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Yaralı Sırtında Erzak Taşıyan Kim?

Maddî buhranlara manevî buhranlar sebep olduğu gibi, manevî buhranlara da maddî buhranlar kuvvet verir. Ekonomik dengenin bozulup maddî farklılığın artması korkunç felâketin habercisidir. İnsanın bir manevî yönü olduğu gibi, bir de maddî yönü vardır. Mideyi beslemek için beyin çıkartılıp insana yedirilemez. O halde insanların manevî huzuru bir ölçüde maddî refahlarına bağlıdır. Zengin-fakir arasındaki mesafe açıldığı nispette, maddî sıkıntılar çoğaldığı ölçüde toplum huzuru tehlikeye düşmüş demektir. Bunun içindir ki İslâm, zenginleri fakirlerin yardımına çağırmakta, zekât ve sadaka ile bu felâketlerin önünü almaya çalışmaktadır. Zekât ve sadaka köprülerinin atıldığı ve insanların sadece nefislerinin rahatını düşünmeye başladıkları ölçüde belâlar dalga dalga ve rahat etme niyetlerinin aksine zahmet tokatları gelmeye başlar.

Dünya malını ve servetini hırsla talep etmek, kişiyi büyük günahlara sürükler ve kısacık dünya hayatı uğrunda, ebedî hayatında kendisine azaplar getirecek olan yalan, rüşvet, faiz ve haram kazanç gibi günahlara girmekte tereddüt ettirmez. Onun içindir ki, Peygamberimiz (sav), “Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o koyuna zararı, kişinin mal ve şeref hırsının dinine olan zararından daha ağır değildir” buyurmuşlardır. Bu zarar kişinin kendi sosyal hayatına ait olabileceği gibi, diğer Müslüman kardeşlerinin maddi ve manevi haklarına tecavüz etmek suretiyle genel manada dine de zarar verilmiş olur.

İmam-ı Gazalî Hazretleri dünya malını ve servetini zehirli yılana benzetir. Ona göre, hekimler onun zehirini ustaca alarak, insanlara şifa vesilesi kılmakta, acemiler ise yılana kendilerini sokturmak suretiyle zehirlenmektedirler.

Asr-ı saadeddet günümüze malının ve servetinin zehirini alarak şifa vesilesi kılan örnek şahsiyetleri saymakla bitiremeyiz. Bunlardan biride Ehl-i Beyt efendilerimizden mümtaz şahsiyet, Zeynel Abidin Hazretleri’dir.

Hz. Peygamberin (sav) mübarek nesline al-i beyt veya ehl-i beyt adı verilir. Peygambermizin erkek çocukları yaşamadığından, nesli Hz. Fatıma (ra) vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma’nın evliliğinden dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) Al-i beytin temsilcileri durumundadırlar. “Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Allah’ın kitabı ve Al-i beytim.”(Ebu Davud, Menasik, 56) 

Hz. Ali (r.a.)’nin torunu, Hz. Hüseyin (r.a.)’in oğlu İmam Ali Zeynel Abidin, Hicret’in 38. yılında Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmiş olup, on iki imamın dördüncüsüdür. Tabiinin büyüklerinden olup, büyük sahabelerin çoğunu görmüştür. Hicri 94 senesinde babası vefat ettiği zaman İmam Zeynel Abidin henüz on dört yaşındaydı.

İmam Zeynel Abidin, içinde bulunup yetiştiği ilmi derecesi yüksek çevreyle imam olmuş, hayatının sonuna kadar da ilmiyle amel etmeye gayret etmiştir. İmam Zeynel Abidin’in oğlu İmam Muhammed Bâkır, babası hakkında naklettiği bir rivayette babasını şöyle anlatır: “Babam İmam Zeynel Abidin hep iyilik yapmaktan zevk alırdı. Allah’a karşı şükranını ifade etmek için; bir iyilik gördüğü zaman, Kuran-ı Kerim okurken “Secde” ayeti gelince, bir kötülükten kurtulunca, iki kişinin arasını bulunca, bir zorluğu atlatınca, mutlaka şükran secdesine kapanırdı. Bunun için kendisine çok secde eden manasına gelen “Seccad” adı verilmiştir.” İmam Zeynel Abidin’in mümin için kurtuluş vesilesi olarak saydığı üç şey şunlardır:

  1. a) Halkın aleyhinde konuşmamak.
  2. b) Dünya ve ahretine yararlı olan şeyle meşgul olmak.
  3. c) Günahlarına çok ağlamak.(Hukuk Risalesi, İmam Zeynel Abidin, Sadeleştiren, Prof. Dr. Abdülaziz Hatip, İstanbul 2010)

Zeynel Abidin, Medine’de ömrünü iman hizmetine ve ibadete adadı. Özellikle ibadetteki hassasiyetiyle meşhur oldu. İbadete olan düşkünlüğünden dolayı; kulların ziyneti, süsü anlamına gelen “Zeynel Abidin” lakabıyla anıldı. Her abdest alışında adeta başka aleme gider ve rengi sararmaya başlardı. Renginin ve dünyasının değiştiğini görenler, merak edip sebebini sorduklarında; “Huzuruna çıktığım Zat’ı düşünmek, benim dünyamı değiştiriyor, tefekkür alemimi kaplıyor. Bu alemle alakam, o yüzden kesiliyor, değişik ruh haline giriyorum.” (Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri., s. 61-62)cevabını verirdi.

Zeynel Abidin ve soyundan devam edegelen Ehl-i Beyt mensupları, Sünnet-i Seniyye’nin en önemli takipçileri ve devam ettiricileri oldular. En sağlam ve selametli yol, Kur’an-ı Kerim’in her asra göre tayin ettiği ölçü, en önemli rehber hep bu mübarek silsilenin gayret ve himayeleriyle devam etti. Gerek Zeynel Abidin, gerekse ondan önce ve sonra gelen Ehl-i Beyt silsilenin Risâle-i Nur hizmetinde ayrı ve özel bir yeri vardır. Bediüzzaman, “Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (k.s.)ve Zeynelabidin (r.a.)ve Hasan, Hüseyin (r.a.)vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.)almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” (Emirdağ Lahikası,)demek suretiyle, bu önemli konuya temas etmekte ve Risâle-i Nur hizmetinde takib edilen yöntem ve tarzın bu mübarek silsilenin tarz ve yöntemi olduğunu ifade etmektedir.

Zeynel Abidin’in en büyük hizmetlerinden bir tanesi de Cevşenü’l-Kebir’in nakil vasıtalarından biri olmasıdır. Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, “Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.)hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Vecheden aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risâle-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ Lahikası), ifadeleriyle hem Cevşenü’l-Kebir’in nakil vasıtalarını hem de Hz. Ali’ye dayanan meşrebinin kökenini ortaya koymaktadır.

Büyük bir takva sahibi olan Zeynel Abidin, fakir ve kimsesizlere yardım konusunda da büyük bir gayret gösterirdi. Çok sayıda fakire yardım ettiği halde, ihlas düsturu gereği bunu hiç kimseye fark ettirmezdi.

Herkesin uykuya çekildiği gece vakitlerinde fakir fukaranın evlerini gezen Zeynel Abidin Hazretleri, kapılarına çuvalla yiyecek bırakırdı. Peygamber torunu olduğu için evine bir şey getirildiğinde ya da ganimetten hisse ayrıldığında, bunu derhal dağıtan büyük insan, hayatı boyunca geceleri fakirlerin kapısına yiyecek bıraktı. Ve hepsinin üzerine de “helaldir” yazılı not iliştirecek kadar zarif düşünceliydi.  Bu süre zarfında yiyeceğin nereden geldiğini bilmeyen ihtiyaç sahipleri, gerçeği ancak Zeynel Abidin ölüp yardımlar kesilince anlayabildi. Cenaze hazırlığı yapılırken kendisini yıkayan gassal, sırtındaki büyük nasırı görünce Ehlibeyt’ten birine sebebini sordu. Aldığı cevap bugün bizleri dahi duygulandırıp ağlatacak denli tesirlidir: “Zeynel Abidin Hazretleri’nin sırtı, geceleri fakirlerin kapısına erzak taşıya taşıya bu hale geldi.” Zeynel Abidin hayatı boyunca, yaralı sırtla muhtaçlara erzak taşımıştı. Bunu sağlığında kimse bilmedi.Yaptığı yardımların reklamını yapanların kulakları çınlasın

Zeynel Abidin’in büyük bir yardımsever olduğunu gösteren hadiselerden bir tanesi de Muhammed Bin Üsame’nin borçlarını üstlenmesidir. Hasta olan bu şahsı ziyaret etmek için evine gittiğinde, ağladığını gördü. Sebebi de on beş bin dirhem borcunu ödeyemeden Allah’ın huzuruna borçlu çıkma korkusu idi. Durumu öğrenen Zeynel Abidin, hazır bulunanlara seslenerek söz konusu borcu üstlendiğini, bundan sonra Muhammed bin Üsame’nin ne kadar borcu varsa kendisinin ödeyeceğini bildirdi. Söz konusu şahsın hiç bir borcunun kalmadığını orada bulunanlara ilan etti.

İmam Zeynel Abidin’in iki eseri günümüze kadar gelmiştir.

Sahife-i Seccadiye, İmam Zeynel Abidin’in (a.s) dua ve münacatlarını barındıran bir dua mecmuasıdır ve o günün – özellikle Medine’nin- toplumsal yapısını yansıtan bir ayna gibidir. O günkü insanların çirkin davranış ve sözlerinden uzak olduğunu, gördüğü ve duyduğu şeylerden Allah’a sığınarak, Kur’an ve dinin eğitimi ışığında doğru yolu aydınlatmak ve gönülleri her türlü karışımdan temizlemek… bu dualarda görülmektedir. Sanki İmam bu dualarda mümkün olduğunca dua dili ile insanları şeytandan kurtararak Allah’a ulaştırmaya çalışmaktadır.  Sahife-i Seccadiye Türkçe dahil çeşitli dillere tercüme edilmiştir.

Hukuk Risalesi: imam Seccad’a (a.s) nispet verilen bir başka eserdir. Bu risalede 51 hak (bazı nüshalara göre 50 hakkı) saymıştır.  Bu risale farsça ve Türkçe dillerine de defalarca tercüme edilmiştir.

Ehli beyti sevmenin ölçüsü nedir? Bu ölçü Peygamber Efendimizin (sav) Sünnet-i seniyesini bütünüyle yaşamaktır. Bediüzzaman’ın Lem’alar’da dikkat çektiği gibi: “Hz. Peygamberin (sav.) Al-i Beyt’ten risalet görevi açısından muradı, sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeye uymayı terk eden gerçek Al-i beytten olmadığı gibi, Al-i beyte gerçek dost da olamaz.” Hz. Peygamber (sav) kızı Fatıma’ya şöyle demiştir: “Kızım, amelinle kendini kurtarmaya bak. Peygamber kızıyım diye mağrur olma. Yoksa ben de seni kurtaramam.”(Müslim, İman, 348).

Ehl-i Beyti sevmek onların sadece şahsiyetlerini değil, Kur’an’a yaptıkları hizmetleri, İslamı yaşamadaki hassasiyetleri,  İslamiyet’in yayılmasında gösterdikleri büyük fedakarlıkları, ilim ve irfan sahasında yaptıkları hizmetleri içindir.

Al-i Beyt, Ehl-i Beyt  başta namaz olmak üzere bütün ibadetleri, hayatlarının en büyük gayesi bilmişler ve ömürlerinin her anında, kulluk görevini sadakat ve ihlasla yerine getirmişlerdir. Zeynel Abidin Hazretleri, en dehşetli fitneler siyasi çekişmeler içinde bile, gece ve gündüzde bin rekat namaz kılardı. Bundan dolayı kendisine ‘seccad’ çok secde eden lakabı verilmiştir.

Ehl-i beyti seven her mümin başta namaz olmak üzere ibadet görevini yerine getirmekle, onları örnek almalı, onlara benzemeli, onlar gibi olmaya gayret göstermelidir. Kuru kuru seviyorum demekle bu yapılmış olmaz. Akşama kadar bal diyelim. Balı yemeden balın lezzetini alamayız. Seven sevdiğinin yolundadır. Onun yaptıklarını yapar. Ona bezemeye çalışır.

Var mısınız Ehl-i Beyten Zeynel Abidin (ra) gibi olmaya, O’na benzemeye.. Fakire, muhtaca yardım yapacağız, bunu kimse bilmeyecek. Hatta yapabilirsek bunu sırtımızla taşıyarak yoksulun kapısına bırakacağız. Bin rekat namaz kılamayız belki ama en azında 5 vakit farz namazı kılabiliriz. Alnımız secdeye gitmiyorsa, Zeynel Abidin gibi olmaya çalışmıyorsak, Ehl-i Beyti seviyorum diyerek kendimizi kandırmayalım. Ebedi alemde Ehl-i beyt bizden davacı olur.

“Hayret edilir o kimseye ki, hayatında zararı dokunacak yemeklerden kaçınır da, vefatında zararı dokunacak günahlardan kaçınmaz.” Zeynel Abidin (ra)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. ” Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Beyaz Sayfa

Beyaz, saflığın ve temizliğin simgesidir. Soğuk kanlılığı, asaleti, masumiyeti, istikrarı ve devamlılığı temsil eder. Huzur ve güven verir. Renklerin içinde beyazın zihinlerimizde canlandırdığı ilk duygu şüphesiz; temizlik, safiyet, masumiyet duygularıdır. Saf ve temiz oluşun sosyal hayatta en net gözlendiği anlardan olan evlilikte gelinliklerdeki beyazlık masumiyetin, iffetin, namusun ve tertemiz bir ruhun temsili olarak kabul edilmekte ve şuur altlarına bu mesaj verilmektedir. Bu yüzden olsa gerek pek çok kültürde gelinlikler beyaz renklidir. Kültürümüzde beyaz gelinlik giyen gelin sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor:

Beyaz gül kırmızı gül
Güller arasından gelir
Yarım giymiş beyaz mintan
Sabah namazından gelir…(Abdülvahap Said)

Delikanlı ise sevdiğine beyazın en saf hali kar ile, şöyle cevap veriyor…

Şu dağlarda kar olsaydım
Bir asi rüzgar olsaydım
Arar bulur muydun beni
Sahipsiz mezar olsaydım…(Yusuf Hayaloğlu)

Güllerin efendisi (sav) beyaz elbise giyiniz diyor.Değerli bir dostum gençliğinde beyaz gömlek giyerek sevdiği kızın evinin önünden geçerek Cuma namazına giderdi…Duası kabul oldu. Yukarıdaki mısralar dostumun bu hatırasını hatırlattı bana…

Kainatın Efendisinin (sav) övdüğü İstanbul, 2016’ya  bembeyaz gelinliğini giymiş, bembeyaz bir sayfa açarak giriyordu. 1 Ocak 2016 Cuma sabahı ailecek sabah kahvaltısı yapıyoruz. Eşim, ‘açın perdeyi kar manzarasını seyredelim’ diyor. İstanbul yeni bir yıla bembeyaz sayfasını açarak giriyor. Pencereden İstanbul’u seyrediyoruz, gözümüzün gördüğü her yer bembeyaz karlarla kaplı…İstanbul beyaz gelinliğini, elbisesini giymiş, her yer tertemiz. Kar beyaz görüntüsüyle içimizi ferahlatıyor. Kar insana, her şeyi temizliyor gibi, hayatımızın olumsuzluklarını da temizlediğini hissettiriyor. Kar yağınca havadaki ve yerdeki maddi mikropların temizlendiğini biliyoruz. Kar, kainatın beyaz sayfası. Uçsuz bucaksız beyazlık insana manevi temizlik olan, masumiyet, saflık, temizlik duygusunu hatırlatıyor. Hepsinden önemlisi kar, beyaz sayfayı yazanı hatırlatıyor. Bir defter sayfasına bir A harfinin yazıldığını görsek bunun bir yazanın olduğunu düşünürüz. Kendiliğinden yazıldığını hiç kimse söyleyemez. Böyle bir iddiada  bulunan gülünç duruma düşer.

Kainat kitabının sayfalarını yazan Allah, kâinatın işleyişini düzenleyen kanunlar koymuştur. Kâinat sayfasındaki sayısız varlığın birbirleriyle olan uyumu ile oluşmuş muhteşem bir düzen vardır. Bu düzen, akılları hayrete düşüren detaylarla kusursuzca yaratılmış ve ince ayarlarla dengelenmiştir. Rabbimiz, yarattığı sistemleri ve düzeni kontrolünde tutar, bütün kâinattaki uyumu korur. Kâinat bütünüyle Allah’ın kusursuz yaratmasını, olağanüstü düzeni ve ölçüyü işaret eder.

Bediüzzaman, her şeyin ölçü ile bağlandığını, kaderin her şeye bir miktar verdiğini şöyle ifade eder:

“Nakkaş-ı Ezeli gözümüzün önünde kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, yeryüzü sayfasında üçyüzbinden fazla çeşit mahlûkatı kudret ve kader kalemiyle en güzel şekilde yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz; beraber yazar birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.”

Rabbimizi bize tarif eden küllî muarriflerden kâinat kitabının kış sahifesindeki kar tanecikleri, tevhid-i İlâhîyi akıl ve şuur sahiplerine ilân ediyor. Tevhid kelimeleridir kar taneleri. Semadan birlik için inerler bir bir. Kol kola girip, Bir Olan’a şahitlik ederler. Her bir kar tanesi İlâhî mühürdür. Kar tanecikleri, bir dost gibi, bir arkadaş gibi gaflete dalmış bizlere “Dost acı söyler” hesabı, soğukluğuyla gafletimizi dağıtıp, hiçbir kişinin parmak izlerinin bile birbirine benzememesi gibi, her biri birbirinden farklı sanat eserleri olan kar taneleri “Beni dikkatle oku! Tevhid mühürlerini her taneciğimde gör, iman ve itaat et” mesajını vermektedir.

 “Kar”ı pek bâridâne (soğukça) ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, (soğuk) tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. ” ( Sözler, 18. Söz, 2. Nokta, )

Gaflette olanlar bu hikmetleri görmediğinden kışın soğuğundan, yazın sıcağından, her şeyden şikayet ederler. Halbuki düşünülse ve bilinebilse, ne kadar ulvî gayeleri ve neticeleri vardır.

Karın soğuk ve üşütücü yüzünün arkasında, milyonlarca bitki ve hayvanların hayat kaynağı olan suya, dirilişe gebe olması vardır. Kar yağmasa bitkiler yeşeremez, bitkiler yeşermese canlılar yaşayamaz, daha bunun gibi sebep ve hikmetini bilmediğimiz sayısız rahmet ve hikmet incelikleri kara takılmıştır.

Kar, yeryüzünün kefenidir. Kışın bembeyaz örtüsüyle bir kefen gibi kaplar tabiatı. Kışın kefenini giyen tabiat baharda tekrar dirilir. Her kışın bir baharı vardır. Kar, biz şuur sahiplerine mesaj verir. “Bakın” der; “her kıştan sonra bahar nasıl geliyor ise, şu fani dünyadan sonra da Ahiret gelecektir, haşir olacaktır”… “ Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah’tır. Onun gücü her şeye yeter. ”(Rum suresi 50. ayet)

Kar bütün kainatı beyaza boyar, çirkinliklerin üzerini örterek bir güzellik meydana getirir. Bir beyaz örtüdür, beyaz sayfadır, kar; bütün çirkefleri, pislikleri örter. Sevgi kar gibidir, kar nasıl bütün pislikleri örter, çöpleri göstermez, mis gibidir. Sevgi ile insanlara yaklaşan, olaylara sevgi gözlüğüyle bakan pislikleri, çöpleri görmez, güzeli görür, güzeli gösterir. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”

Kışın beyaz sayfası olan kar, baharda mahlukatın dirilmesine, doğmasına vesile olan bembeyaz bir Rahmet’tir. Celal içinde Cemal’in tecellisinin sayfasıdır. Bizde hayatımıza bir beyaz sayfa açalım. Bu sayfaya güzel şeyler yazalım. Nedir güzel şeyler. Sevgidir, güzel ahlaktır, merhamettir, şefkattir, yardımlaşmadır, paylaşmadır. Kısacası salih amellerdir. Haydi o zaman beyaz sayfaya güzel şeyler yazmaya…

“Kar taneleri ne güzel anlatıyor birbirine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu.” Mevlana

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org