Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Kaybettiren Kazançlar

Toto, loto, at yarışı, kumarın her çeşidi… Adını sanını bilmediğimiz daha neler… Ve millî Piyango! Haram, huzursuz eden ve kaybettiren kazançlar.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, gelecek umutlarındaki karamsarlık ve manevi tahribat, şans oyunları ve kumarda patlama yaşanmasına sebep oluyor. Halka umut satıyorlar…

Yeni yıla kavuşmak insanlar için bir ‘muhasebe’ vesilesi olması gerekirken, tam aksine, çılgınlıklara, içki tüketimine, fuhşa,  hayat boyu üzüntü verecek haram anlık zevklere, yuva yıkan, maddî kayıplara neden olan kumara, çılgınca israfa ve piyangonun teşvik edilmesine vesile kılınıyor. Günler, hatta aylar kala yılbaşındaki büyük piyango kumarının tanıtım ve reklamları yapılıyor.

Her yılbaşı yaklaştığında, özellikle İstanbul’un belli piyango bayilerinin önünde uzayan kuyruklar çarpar gözüme. Sanki hayatlarının çok önemli olaylarından biriymiş gibi bilet almak için büfe önüne gelen insanlar soğuğa rağmen kuyruğa girerek, “Ne olur ne olmaz, belki piyango bana çıkar!” umuduyla paralarını yatırırlar, sonu hayal kırıklıklarıyla biteceği belli olan lüzumsuz bir hayale. Devletin vatandaşını kendi eliyle kumara alıştırması, umut satması, hatta çok komik bir şekilde piyangoyu, yani kumarı “milli”leştirmesi başlı başına irdelenmesi gereken konular arasındadır.

İnsanın yapısında galiba şans oyunlarına karşı bir zaaf var. Veya şans oyunlarından ziyade, özellikle günümüzde bedava yaşamaya, bir şeyleri çaba sarf etmeden hazır elde etmeye dönük müthiş bir istek var. Zaman zaman “şu şirket bedava cep telefonu dağıtıyormuş, diğeri dizüstü bilgisayar verecekmiş, bu “mail”i 20-30 kişiye gönderirsen sen de kazanırsın” gibi “spam e-mail”ler gelir mail adresime. Hiç ummadığınız insanlar bile bu aldatmacaya kanarak, bedava bir şeyler elde etme uğruna 20-30 kişiye gönderirler bu mailleri. Tamam, “Bedava sirke baldan tatlıdır” denir, ama insanın kendi emeğiyle kazanıp elde ettiği şeyler çok daha zevk vermez mi insana? İnsan çaba sarf etmeden, hak etmeden bir şeyler elde etmeye neden bu kadar heveslidir acaba?

Şeytan, insanın nefsi dünyayı bir piyango arenasına döndürerek insanın işini ve aşını zehirlemiş, insanların  feleğini şaşırtmıştır. Haram zenginliğin getirdiği şeytanî refahla sarhoş olmuş bir azınlık, şeytan pisliklerinin perişan ettiği büyük kitlelerin sefalet ve gözyaşları üstüne saltanat kurmuş bulunuyorlar. Bu büyük kitleler piyangoya ümit bağlayanlardır.

Bu büyük kitlenin içindeki, bazı insanlarda da, “şeytanın sağdan yaklaşması” misali, değişik fikirler sadır oluyor. “Bana piyangodan para çıkarsa o parayla cami yaptıracağım, hayır için kullanacağım” gibi yersiz ve boş fikirlerle şeytan insanlara sağdan da yaklaşabiliyor. Haram parayla, hayırlı bir işe nasıl hizmet edilebilir? Günah işleyerek nasıl Allah’a yaklaşabilinir? Hem unutmamak gerekir ki, def-i şer celb-i hayra racihtir. Yani günahtan kaçmak, sevap kazanmaktan önce gelir. Dolayısıyla şeytanın bu tür kandırmacalarına da aldanmamak gerekir.

Bir şeyleri çaba sarf etmeden, bedava elde etmekten tutun, piyangodan milyonlar kazanmayı istemeye kadar geniş bir yelpazede cereyan eden bu hadiselerin arka planında kanaat hazinesine sahip olamamak var. Kazancından daha az harcayabilen bir insan zaten zengindir. Elindekiyle yetinemeyen, tatmin olamayan, kanaat hazinesine sahip olamayan kişiler hayallerini bedavadan gelecek şeylere bağlıyorlar. Sanki hayat bir film platosu, kendileri de sihirli değneğin kendilerine değmesini bekleyen başrol oyuncuları. Oysa ne hayat bir film platosudur, ne de masallardaki gibi sihirli değnekler vardır. Gerçek, Kur’ân’da bildirildiği gibidir:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Suresi: 35.)

Din İşleri Yüksek Kurulu, “Piyangonun, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın hükmü nedir?” başlıklı fetva yayınladı.

Diyanet’in Milli Piyango fetvasında “Şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır” denildi.

Fetvada, bu yollarla kazanılan paralarla yapılan hayır işlerinin de geçersiz sayılacağı belirtildi.

İşte o fetva:

“Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı bütün şans oyunları kumar kapsamında değerlendirilip haram kılınmıştır. Zira bir taraf kaybederken, diğer taraf da hak etmeden kazanmaktadır. Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır. Bu tür kumarların, geniş kitlelerin iştirak etmesi sebebi ile zararı daha da yaygın olmaktadır.

Bu tür oyunların hasılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Bu yollardan birisiyle elde edilen kazançlar, sevap beklenmeyerek yoksullara veya hayır kurumlarına verilmelidir. Zira Hz. Peygamber bu tür haram kazançların harcanmasının ve güya sadaka olarak verilmesinin mümkün olmayacağını haber vermiştir.”( http://www.internethaber.com/milli-piyango-haram-mi-diyanet-fetvayi-verdi-1497129h.htm  23/12/2015 14:16)

İslam’da, meşru ve tabii kazanç yolu emektir, üretimdir,  alın teridir. Sevgili Peygamberimiz(sav) emeğin kutsallığına işaret eden veciz bir sözünde şöyle buyurmaktadır: “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir.” (Buhari, Bûyû, 15)

Bediüzzaman’ın Sözler adlı eserinde söylediği gibi, milyonlar piyango biletlerini bize kazandıracak hakikatlere göre hayatımızı tanzim etsek ve hayatı bedavaya yaşamak gibi bir anlayıştan uzaklaşıp, çalışıp hak ederek, kazandığımızla yetinsek, çok daha mantıklı hareket etmiş oluruz.

Bir insanın ölme ihtimali, kendisine piyango ikramiyesinin çıkma ihtimalinden kat be kat daha yüksektir. Dolayısıyla esas olarak kabirden sonraki manevi piyango için çalışmak gereklidir. Bir ikramiye kazanmak isteniyorsa, bunu da kabirden ötesi için verilen manevi piyangodan beklemelidir. Zaten bu dünyevi piyangoları kazananların hangisi mesut olabilmiştir, kim o haram paralardan hayır görmüştür ki? Piyango kazananların gazetelerin birinci sayfalarında çıkan parlak haberleri, bir müddet sonra kötü akıbetleri bildiren haberlerin yer aldığı 3. sayfalardaki haberlerle yer değiştirmiyor mu?

Asıl güzel akıbet için takva esaslarına sarılmak gerekir. Zira Kur’ân’da geçtiği gibi, “Güzel akıbet takva sahiplerinindir. (Taha Suresi: 132.)”

Amerikalıların her yıl lotaryalara ödedikleri paranın 50 milyar dolara yaklaştığını gazetelerden öğreniyoruz. Bu rakam pek çok Afrika ülkesinin millî gelir toplamından fazladır.

Oysa daha ilginç olanı, lotaryalardan yüklü miktarda ikramiye kazananların hikâyesi. Yaşananlar  pek iç açıcı değil. Son beş yıl içinde lotarya milyonerlerinden ikisi kurşunlanarak öldürüldü. Biri uyuşturucudan, bir diğeri aşırı alkolden hayata göz yumdular. Üç milyoner ölüme teşebbüsten tutuklandı, 20 kadar piyango zengini eşlerini boşadı, biri çeşitli kez soyguncuların kurbanı oldu. Birini polis öldürdü…

Milli Piyango İdaresi 2016 yılbaşı özel çekilişinde büyük  ikramiyeyi 55 milyon lira (trilyon) olarak belirledi. 1 Ocak 2016 ya bazı kişiler milyoner olarak uyanacak. Bu milyonerlerin akıbeti, daha önce milyoner olanların akıbetiyle aynı olacak.  Çünkü bu güne kadar piyango çekilişi neticesinde haram parayı kazanan kişilerin sonu hep felaket oldu. Piyango, haram ve kaybettiren kazançtır. İnsanlar başta aileleri olmak üzere, her şeylerini kaybetmektedirler.  İsterseniz internette bir araştırma yapın, piyango kazananların akıbetlerini, acınacak hallerini görün. Bu insanların başına gelenleri yazmaya başlarsak ciltler dolusu kitaplar olur.

Gazeteci Fahri Sarrafoğlu ve Miraç Aköz, Bilim Sanat Felsefe Akademisi’nde 2006 yılında “Şans Oyunlarının Kaybettirdikleri” isimli bir sergi açıyordu. Serginin özelliği, Türkiye ve dünyada şans oyunlarından büyük ikramiye kazandıktan sonra ellerindeki her şeyi kaybeden insanların hikâyelerine yer vermesi. Bu hikayelerde ise şans oyunlarıyla köşeyi dönenlerin yaptığı ilk iş olarak eşlerini boşayarak aile bütünlüğünü bozmaları öne çıkıyor. Ve  daha ne dramlar… Yıkılan yuvalar, perişan olan çocuklar… Haydan gelen huya gider. Haramın binası olmaz…dedirten hikayeler…

Bugüne kadar hangi piyango talihlisi kazandığından hayır gördü? Kolay kazançlar, bereketsiz paralar, yıkılmış ümitler gözler önüne serilir. Kaç kişinin süründüğü, kaç ailenin mahvolduğu, kaç şanslı zannedilen vatandaşın akıl hastanesine düştüğü veya intihar ettiği ciddi bir araştırma konusudur.

Toto, loto, Millî Piyango, kumarın her çeşidi… Üretmeden kazanma yolları…

Alın teri dökmeden kazanmayı şans haline getiren bir toplumun yolsuzluktan, hırsızlıktan, rüşvetten ve kapkaçtan şikayet etme hakkı yoktur.

Çözüm: İnsanları üretime teşvik ediniz. Alın teri dökerek kazanınız. Şans kapılarını kapatınız. Üretim kapılarını açınız.

Üreten ülkeler kalkınır, şans hayalleri peşinde koşanlar, alın teri dökmeden kazananlar değil.

Kainatın Efendisi Peygamberimiz (sav): “İki günü birbirine eşit olan hüsrandadır.” Diyerek İslam’ın kişinin ve toplumların kalkınmasının, refahının, huzurunun; çalışmaya, emeğe, üretime bağlı olduğunu ortaya koymuştur.

Ağılda oğlak doğunca, derede otu biter. Kaşgarlı Mahmud

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır. ” (Hud suresi 6. ayet)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Güllerin Efendisi

Gül, çiçeklerin en güzeli, en soylusu olarak tanınır. Birçok çeşidi olan gül, çiçeklerin sultanıdır, efendisidir denilebilir. Gerek kokusu, gerek renklerinin güzelliği itibari ile eskiden beri pek sevilmiş, çok beğenilmiş, kitaplara, romanlara, tarihlere, sevgilere, aşklara ve şiirlere konu olmuştur. Güle birçok manalar yüklenmiştir. Kırmızı gül seni seviyorum,  beyaz gül seninle evlenmek istiyorum gibi güzel ve özel kavramları taşıdığından insanlar arasında en sevilen çiçek türü olmuştur.

Güller ve diğer bütün çiçekler Allah’ın eşsiz güzelliğini ve Cemâlî isimlerini kainata ilan eden birer ilan namedir, birer mektuptur, birer mektûbât-ı Samedâniyedir, güzele aşık insana birer rahmet mesajıdır. Güller ve çiçekler, toprakta çürüyerek filizlenen ve ağacın bünyesinde hayatla tanışan hayat sıfatına mazhar unsurların meyveye durmadan önceki son gülümseyişidir.

Gül, diğer çiçeklere nazaran fazlaca yaprak demetiyle sarmalanmış, kokusuyla, rengiyle, suretiyle, duruşuyla, asaletiyle sanat-ı İlâhiyeyi vücudunda bayraklaştırmış. Bahçelerin en güzel tebessümü, en güzel bir yüzüdür.

“Evet, maşukun hüsnü, aşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelinin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkürle takdir ve tahsinlerde bulunsun.

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan aşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.

Kezalik, bu alemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyin eden Malikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mucize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, aşık ve müştaklardan, arif dellallardan hali bırakmayacaktır. İşte, camiiyeti dolayısıyla insan-ı kamil, halk-ı eflake ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kainata da semere ve netice olmuştur. ” (Mesnevi-i Nuriye)

Bahçelerimizdeki, bağlarımızdaki her bir gül bir mühür, her bir çiçek bir imzadır. Her bir mühür ve imza, gül gibi, çiçek gibi yalnız Allah’a ait olan eşsiz bir sanat harikası ile insana arz edilmiştir. Her bir gül, her bir çiçek insana uzatılmış, Allah’ın cemalini ve celâlini haykıran güler yüzlü mesajlardır.

Bahçeleri gülsüz, ağaçları çiçeksiz bırakmayan Allah (cc), kâinat ağacını gülsüz bırakır mı? Kainat gülünü Cennetsiz bırakır mı? Kâinat gülü Hazret-i Muhammed’dir (sav). Güllerin efendisi,  ferîd-i kevn ü zaman olan Hz. Muhammed (sav)’dir.  Kâinat gülü Hazret-i Muhammed’in (sav) insanlara müjdelediği meyve de Cennettir. Kur’ân, kâinat ağacında her iyi davranışa mükâfat olarak sonsuz bir Cennet yaratıldığının müjdesi ile doludur.

Gül sevgiyi sembolize eder ve aynı zamanda sevgiyi ifade etmek için kullanılır. İnsanlar içinde Allah’ın en çok sevdiği insan, Güllerin efendisi Hz. Muhammed (sav) dir. Bu anlamda gülün Peygamber efendimizi temsil ettiğini söyleyebiliriz. Cenâb-ı Hak kendi cemâlini ve esmâsını sevdiği gibi, cemalinin ve esmasının en parlak aynası olan Peygamber Efendimizi (sav) de sever ve ona benzeyenleri de sever. Yine mahlûkatının güzel ahlâkını sevdiği gibi, güzel ahlâkın en yüksek mertebesinde olan Peygamber Efendimizi (sav) de sever ve ona benzeyenleri de sever. Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kazanmanın, Güllerin efendisi  Peygamber Efendimize (sav) benzemekten ve Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekten geçmekte olduğu hakikati Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”( Âl-i İmran, 3:31.)

Kuru hurma kütüğünün, cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması Hz. Resûlullahın (sav) parlak bir mucizesiydi. Cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor, sevgilerini gösteriyorlar, davasını halleriyle tasdik ediyorlardı.

Kuru, câmid ağaçlar Güllerin Efendisine sevgi ve muhabbet gösterirlerken, biz şuurlu insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir dereceye düşmüş olmaz mıyız?

Rivâyete göre sahâbeden bir kadın, Peygamberimizin uykuda terlediğini görmüş ve bu ter boncuklarını bir şişeye koymuş. Başka bir rivâyet ise şöyledir: Mi’rac gecesinin meşakkatinden dolayı Peygamberimiz (sav), Hz. Cebrâil ve Burak terlemiş. Burak’ın terinden, sarı gül; Cebrâil’in terinden, kırmızı gül; Peygamberimizin terinden, beyaz gül meydana gelmiş.

Peygamberimizi tasvir eden hilye-i şerifler, sadece hat olarak yazılmamış, gül şeklinde de yapılmıştır. Gülün ortasında, Peygamberimizin ismi; yapraklarında Ehl-i Beyt’in isimleri yazılıdır. Bazı gül hilyelerinde, eşlerinin ve dört halifenin isimleri de vardır. Bu  hilye-i şeriflere “Verd-i Muhammedi”, ya da “Gül-i Muhammedi” denir. Bu kavramlar aynı zamanda Peygamberimizin kokusu için de kullanılır.  Bu sebeple Sevgili Peygamberimizin latif kokusuna benzeyen en yakın kokunun gül kokusu olduğu söylenir

Bu  inanç, ecdadımızı, milletimizi tam bir gül müptelâsı yapmıştır. Süleyman Çelebi’yi, “Terlese güller olurdu her teri / Hoş direrlerdi terinden gülleri”, Yunus’u ise “Sordum sarı çiçeğe, gül sizin neniz olur / Çiçek eydür derviş baba, gül Muhammed teridür “ mısralarıyla coşturan bu ter aşkıdır.

Güle geldi gülerek, gülleri güldürdü o Gül
Gül güler miydi güle, gelmese gülzâre o Gül  (Şevki)
Şebnem- i gülzâr- i ruhsar-i Resûlullahdur
Neşr-i ıtriyle kılur her dem anı is’ar gül  (Fuzuli)

Gül alırlar, gül satarlar,
Gülden terazi tutarlar,
Gülü gül ile tartarla

Çarşı pazarı güldür gül. (Nesimî)

 

Günümüzde de Kainatın efendisi (sav) gül ile tasvir edilmeye, ilahilerde, şiirlerde, yazılarda gül ile anlatılmaya devam etmektedir.

 

 

Gül Efendim

 

Canların cananı, güllerin gülistanı,

Sonsuzluk aşkımın nur-u ummanı, gönül dünyamın mihveri,

Hayat eksenimin odağı, en mühim nokta-i nazarım,

Her halükarda başvuru kaynağım, rehberi furkanım,

Yegane sığınağım, barınağım ve limanım,

Gül Efendim.

Tesellim, bahar iklimim,

Hayatıma hayat sunan biricik modelim,

İnsanlığın iftihar tablosu Hazreti Peygamberim,

Âlemlere rahmet olarak gönderilen,

İnsanlığa armağan olarak vazifelendirilen,

İlâhi ikramım, canım, cananım,

İnsanlığa, insanlığı ve imanı soluklayan muhbir-i sadıkım

Gül Efendim.

Teri gül kokan, gönlü gül kokan, ömrü gül kokan,

Gül Efendim… (Ahmet Yüter 1963)

Medine Gülü

Yusuf güzelliğin senden almıştı
Medine Gülü, Muhammed Nebî
Senden daha güzel üstünü yoktur
Medine Gülü, Muhammed Nebî

Medine Gülü, Medine Gülü
Ümmetin solmayan gülü
Selât Selam olsun sana
Ey peygamber, ey yüce Resûl … (Abdurahman Önül)

Güllerin Efendisi

Bakü’de şimdi yaz var
İçimde bir haz var
Gönlümden efendime inceden giden
Gizli bir niyaz var

Güllerin, güllerin, güllerin efendisi
Şu canımın nefesi
Güllerin, güllerin, güllerin efendisi
Can özümün nefesi

Ah nolur rüyama girsen
Girsen de gül yüzünü görsem
Görsem de yüz kere, bin kere ölsem
Güllerin efendisi

Güllerin, güllerin, güllerin efendisi
Şu canımın nefesi
Güllerin, güllerin, güllerin efendisi
Can özümün nefesi (Ertuğrul Erkişi)

                                          *********

Bediüzzaman “Risale-i Nur, Kur’an’ın çok kuvvetli hakiki bir tefsiridir” der.

Bediüzzaman, ömrünü Kur’anî prensipleri, Sünnet-i Seniyeyi, iman hakikatlerini açıklamaya vakfeder.  Kur’an’ın çok kuvvetli hakiki bir tefsiri olan, Risale-i Nurların yazılmasında  Türkiye’nin gül bahçesi Isparta’nın önemli bir yeri vardır. Isparta Gül fabrikasıdır. Bu fabrikada çalışanlar, Gül’e (sav) giden yolun projesini yapmışlar,  uygulamaya koymuşlar, bizim bu yolda gitmemize sebep olmuşlardır.

Hüsrev Efendi (Ahmet Hüsrev Altınbaşak) etrafında toplanan Isparta merkezi ve civarı talebelerine Bediüzzaman Hazretleri “Gül Fabrikası” ve o fabrikanın merkezinde bulunan Hüsrev Efendi’ye de Gül Fabrikasının Sahibi”, “Gül Fabrikasının Serkâtibi namını vermişti. Mektuplarındaki  bazı ifadeler şöyledir.

 “Gül fabrikasının sahibi bizlere parlak bir Gül-ü Muhammedî (sav) bahçesini hediye edecekti. Onu, bütün ruh u canımızla bekliyoruz.”

Gül fabrikasının Gül-ü Muhammedî (sav) bahçesini yetiştiren Hüsrev.”

“İnşâallah o Gül fabrikasının kalemi, buraları da bir gülistana çevirecek.”

Risale-i Nur gül fabrikasının serkâtibi (başkâtibi) gibi kahraman kardeşlerin ve şâkirdlerin fevkalâde gayretleriyle…” 

“Risale-i Nur Kahramanı ve Isparta gülistanında Nur’un gül fabrikasının kâtibi…”     

********

Ne güzel bir güzellik ki, biz birbirimize veda ederken “Güle Güle” deriz…Meğer bu “Muhammed’e Muhammed’e” git demekmiş…”Nereye gidersen git,Gül’e git…Nereye yürürsen yürü,Gül’e giden yolu yürü…” Gül’e (sav) giden yoldan yürü…Doğru yol Gül’e giden yoldur.

Hadi öyleyse hepinize, GÜL’E GÜL’E…

Sevdiklerinize gül verin, Gülünüz yoksa gülüverin!..(Mevlana)

Not. Bu vesileyle Mevlit Kandilinizi tebrik eder, hayırlara, “Güle Güle” vesile olmasını niyaz ederim.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Ben Kur’an’ın Kölesiyim

Ebu Hureyre radıyallahu anh, Resûlullah (sav)’in  şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Allah, her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini (müceddid) gönderir.” (Ebu Dâvûd, Melâhim, 1)Her asrın başında Hadis-i şeriflerde geleceği müjdelenen dinin yüksek hadimleri, dini meselelerde, kendilerinden ve yeniden bir şey çıkarmazlar, ahkâm getirmezler. Esaslarda ve dini hükümlerde Kur’an’a ve sünnet-i Muhammediyeye (sav) harfiyyen ittiba ederler. İşte Mevlana bunlardan biridir.

Mevlana hazretlerinin yaşadığı dönem zor bir dönemdi. Bu zor dönemde insanlara ümit olmuştur. Mevlana, herkese kurtuluş için bir sığınak olduğunu göstermiş, onları Allah’a yönlendirmiştir. Allah’a sığındıkları zaman dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşabileceklerini onlara anlatmıştır.

Mevlana’nın en önemli özelliği, söylediklerini yaşayan bir insan olmasıdır. Mevlana, düşüncelerini bizzat yaşayan bir insandır. Bir de Hz. Mevlana, hayatın içinden olan şeyleri ortaya koymuştur. Mevlana’nın üslûbunda Kur’an üslûbu hâkimdir. Onun Mesnevî’si konulu tefsir mahiyetindedir. Kıssalarla, hikâyelerle, nasihatlerle karşısındakilere hem Kur’an’ı, Sünneti  anlatır hem de hayatın problemlerini sergiler. Hz. Mevla’nanın 742. Vuslat yıldönümü Uluslar arası anma törenleri  7-17 Aralık -2015  tarihlerinde  Konya’da yapılıyor. Törenler şeb-i arus merasimiyle sona erecek. Bu vesileyle, Mevlana’nın  Mesnevî’sinde bir gezintiye ne dersiniz…

*Eşeğin varsa mutlaka semer de olur. Canın var ise ekmek az çok gelir korkma.

*Rahmet kapıları dilencilere hırslarından dolayı kapandı.Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zina artınca bulaşıcı hastalıklar artar. İçine gam ve kasvetten ne gelirse korkusuzluk ve küstahlığından gelir.

*Sırların gönülde kalırsa, muradın çabuk gerçekleşir. Tohum toprağa gizlenirse yeşerir.

*Zahiri güzelliği ait olan aşklar aşk değildir. Onlar sonuçta utanç olurlar.

*Bu sıkıntılar çileler ocağın posayı gümüşten ayırması içindir. İyi ve kötünün imtihanı altının kaynatılıp, tortunun üste çıkmasıdır.

*İnsan tarafgirlik, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Hiddet ve şehvet ruhu Hak’tan ayırır. Garez gelince, hüner örtülür.

*Kuran’ın hükümlerini tutar,kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.

*Helal lokma, nuru ve olgunluğu arttırır.İlim, hikmet, aşk, incelik helal  lokmadan doğar.Lokma tohumdur; mahsulü fikir.Lokma denizdir; incisi fikir.

*Ağızdan bir kere çıkan söz; yaydan çıkan ok gibidir.

*Yusuf gibi güzel olamadıysan bari Yakup gibi ağlamayı öğren.

*Aşığın vergisi, can vermektir.Hak uğruna ekmek verene ekmek verilir. Can verene can katılır.

*Sel ister bulanık olsun, ister saf olsun madem ki geçicidir, onu konuşarak vakit öldürme.Dünya malı sele benzer.

*Mal ve para külah gibidir.Külaha keller sığınır.

*Sıradan otlar, bir ayda yetişir.Gül yetiştirmek istersen bir yıl bekleyeceksin.

*İstetmeden vermeye bak.

*Kasırga, ağaçları yerinden söker.Ama alçak otlara şifadır.Gönül, sende Allah’a karşı ot gibi mütevazı ol da rahmete eresin .

*Hışım, şehvet ve hırs rüzgârı namaz ehli olmayanları siler süpürür.

*Bazı suçlar ve günahlar rahmet ve kurtuluş sebebidir. Ömer Peygamber’i öldürmeye geldi.İman etti. Âdem yasak meyve yedi. Kulluk ve dünya hayatı başladı.

*Mal çöptür. Ama boğazına da bir takıldı mı âb-ı hayatı içmene engel olur.

*Bu dünyada en iyi ehliyet, iyi huydur.

*Her şey bir şeyle buluşur da hayat bulur. Erkek kadınla buluşur çocuk olur, toprak bulutla buluşur bereket olur.

*Her canın gıdası farklıdır. Öküz şekerden ne anlar?

*Cömertlik; şehvet ve lezzetleri terk etmektir. Şehvet yüzünden düşen kalkamaz, hiç unutma.

*Güzele eş olan kurtuldu. Kara odun ateşe eş oldu aydınlık geldi. Ölmüş buğday (ekmek) cana eş oldu hayat geldi.

*Dost, altın gibidir, bela da ateşe benzer. Halis altın ateş içinde saf hale gelir.

* Ay, ancak geceleyin cilve eder. Sevgiliye gece git.

* ‘Akıllının düşmanlığı cahilin sevgisinden yeğdir ‘der Hak Peygamber.

* Şehvet yılanını hemen ez ki, büyüyüp başına ejderha kesilmesin.

*İnsan yazın kışı ister, kışın da yazı… Bir hale katiyen razı olmaz,ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten ve boşluktan. Rahata erdi mi de inkâra sapar. Geberesi insan, efendisine ne kadar da nankördür.

*Karanlığın ardında nice güneşler var. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var!…

*Ten yeşilliğe ve akarsuya meyleder. Çünkü aslı topraktır. Can hikmete  ve bilgilere meyleder. Ten yere, Can göklere meyleder. Ruhun aslı yücelerdendir, tenin aslı yerden.

*Ayağın kırıldı diye üzülme. Allah sana belki kanat verecek. Kuyu dibinde kaldın diye kırılma, belki oradan bile bir kapı açılır. (Yusuf kuyudan sultan oldu)

*Aklı bir dostun aklına dost et de ‘Onların işi danışmaktır’ ayetini oku, ona göre iş yap.

*Secde ve rüku varlık tokmağını Allah kapısına vurmaktır. Çok vur, mutlaka açılır kapı.

*Yılan insanın sadece canını alır. Kötü arkadaş cehenneme sürer de ebedi hayatını mahveder.

*Açlık, ilaçların padişahıdır. Hekimler niye perhiz verir düşünsene.

*Mesnevi bir merada yayılan türlü hayvanları seyre benzer. Sen o hayvan ve örneklere takılma, merayı ve kendini seyretmeye çalış.

*Zikir fikri titretir, harekete geçirir. Zikri fikrine güneş yap .

*Nefsiyle savaşmak alçak adamın işi olamaz. Eşeklere Misk sürüldüğünü gördün mü hiç?

*Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş sana ne!. Sen duaya devam et.

*Kadının bakışı fitnedir. Bu bakışa bir de sesi eklenirse felaket yüz kat olur. Ona karşı durmak Yusuf ‘ların işidir

 

*Tohumu toprağa niçin atarız? Çürüsün, yok olsun, kaybolsun diye değil. Çiçek olarak boy atsın diye toprağın bağrına düşer. İnsan da böyle işte…

 

*Yere hangi tohum ekildi de bitmedi? İnsan tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyor musun?

*Hazan, baharın mürididir; sararak, ah ederek onu ister… Nihayet bahar şeyhi onun başına ulaşır, onu diriltir. Baharın mürdi böyle dirilir ve ölü kalmazsa, hakkın müridi yolun ortasında neden mundar kalsın?…

*Alemin bal şerbetinden bana ne! İşte önümde benim ayran tasım.

*Güneş olmak ve altın ışıklar halinde

*Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim

*Gece esen ve suçsuzların ahına karışan

*Yüz rüzgarı olmak isterdim…

 

*Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz

*Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz..

 

*Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

 

*İster kafir, ister mecusi,

 

*İster puta tapan ol yine gel,

 

*Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,

 

*Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel

 

Mevlana, imanı tam, gönlü geniş, Allah aşkıyla kendinden geçen ve Peygamberimize (sav) sonsuz sevgisi sağlam bir İslam alimidir.. Mutlak hakikate ulaşabilmek için aşk ve vecdle, Allah’ı seven O’na hamd eden bir mütefekkirdir. Bütün eserleri bu aşk ve hamd ü senadan başka bir şey değildir. Mevlana kendisini yanlış tanıtmak niyetinde olanlara seneler öncesinden şöyle sesleniyordu:

*Ben Kur’an’ın sadık bir kölesiyim.

 

*Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim

 

*Ben Hz. Muhammed’in (sav) ayağının tozuyum

 

*Biri benden bundan başkasını naklederse

 

*Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikâyetçiyim…

 

Hz. Mevlana’nın Yedi Öğüdü:

1.Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.

2.Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
3.  Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
4.  Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
5.  Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
6.  Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
7.  YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL.

 

Hz. Mevlana’nın eserlerini okurken “Bu bana Allah’ı anlatacak” gözüyle bakılmalıdır. “Ben peygamberinin ayağının tozuyum. Kur’an’ın sadık kölesiyim” diyen bir alimin kitabı olduğunu bilmek lazımdır.
Hz. Mevlana’yı bazı çevreler Allah’tan, Kuran’dan, peygamberden ayrıymış, yeni bir şey icat etmiş birisi gibi gösteriyorlar. Bu çok büyük bir iftiradır.

Mevlâna’yı hümanist olarak tanımak büyük bir cahillik ve vicdansızlığın eseridir.. Mevlâna’yı “hümanist bir ozan” şeklinde takdim etmek, Mevlana’nın Kur’an’a, Resûlüllaha (sav.) dayanan manevi fazilet kaynaklarını  görmemektir. Mevlana, tefekkür âleminde bir kutuptur.  Mevlana ve bütün İslam alimleri  sadece insanı değil her şeyi Allah namına sever onların Allah’ın harika bir sanat eseri olduğunu ifade ederler. Birlik ve sevgi tohumlarını insanlığın kalplerine eken ‘Ne olursan ol yine gel’ sözleriyle insanlığa seslenen Hz. Mevlana, bu sözleriyle bütün insanlığı en büyük gerçeğe, Allah’ın birliğine, Kur’an’a, Peygamber Efendimizin (sav) sünnetine çağırmaktadır.

Asrımızın manevi hastalıklarının doktoru Bediüzzaman, Mevlana hakkında, “Hazret-i Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur’u yazardı. Ben de Hazret-i Mevlana zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi Risale-i Nur tarzındadır.” diyordu.1 Evet, Kur’ân’a hürmetin kırıldığı bu asrın hizmet metodu Risale-i Nur tarzındadır. Akılların ve kalplerin sağlam olduğu Mevlana’nın yaşadığı dönemde ise, Hazret-i Mevlana’nın Mesnevî’si yeterli oluyordu. Fakat gönüllerin sönükleştiği, akılların ve kalplerin de maddeye ve dünyaya çevrilmek istendiği ve imani şüphe ve vesveselerle susturulmak istendiği asrımız insanına tehlike oranında büyük çaplı, akla ve kalbe beraber hitap edebilen, düşüncede felsefeye meydan okuyan eserler lazımdır. Bu da Risale-i Nur eserleridir. Risale-i Nurlar; bu asrın doktoru ve ilacı hükmünde olup, bu asra özgü bütün hastalık ve sorunlara kati çözüm ve tedaviler üretmiş bir eserdir, denilebilir.

 Risale-i Nurların temelini iman hakikatlerini anlatan konular meydana getirir. . Allah’ın varlığının ispatı, Haşir, Kader, Peygamber Efendimizin (sav) mucizeleri, Kur’an’ın mucizeliği gibi…

Mevlana  yaşadığı çağın manevi doktorudur. Asrımızın ise Bediüzzaman Said Nursî’dir. Nasıl ki, maddi hastalıklara düşenler, “beni geçmiş devirlerin doktorlarına götürün” demiyorsa manevi hastalıklar için de geçmiş devirlerin doktorunu aramak şart değildir. Herkes, kendi devrini okuyan mürşidinin huzuruna gidebilir, takdim ettiği manevi ilaçları içebilir..

1-Şahiner, Necmettin, Son Şahitler, cilt.1 s.318

Mehmet Abidin Kartal

Sevkiyat Devam Ediyor…

Ticari hayatta sevkiyat, üretimi yapılan ürünlerin, malların alıcılara ulaştırılması sürecinde yapılan işlemlerin bütünüdür. Alıcılardan, müşterilerden alınan siparişler, belirli kriterlere göre tasnif edilerek, sevk irsaliyesi düzenlenerek talep edilen yerlere ulaştırılmak üzere araçlara yüklenerek alıcı firmalara gönderilir.

 

Geçen günlerin birinde ailecek yemek yerken müezzinin okuduğu sela sesi gelmeye başladı. Ben ‘Sevkiyat devam ediyor’ dedim. Okul dışındaki zamanlarını part – time olarak bir giyim mağazasında çalışan oğlum Mehmet Bilal, ‘Mağazada bugün  gelen sevkiyatları ilgili bölümlere yerleştirmemiz gerekiyor’ dedi. Evrakları ben düzenleyeceğim, bu işi başka yapacak kimse yok diyordu. Yemekte aile sohbetimiz bu minval üzerine gidiyordu…

 

Dünyada bir iş yaparken neticesi ve meyvesi önceden düşünülür. Bir fabrika kurulmadan önce o fabrikadan elde edilecek ürün ve mallar önceden hesap edilip düşünülür. Ürün fabrikanın meyvesi ve neticesidir. Ürünler ve mallar daha sonra istenilen yerlere sevk ediliyor.

 

“Bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.” (Lem’alar, Otuzuncu Lem’a)

 

Hayatın gayesi ve neticesinin ilk adımı, hayat-ı ebediye sevkiyattır. Evet sevkiyat devam ediyor…Müezzinler minarelerde her gün bu sevkiyatı haber veriyorlar.Her gün gördüğümüz cenazeler lisan-ı halleriyle bizlere  ebedi aleme sevkiyatın devam ettiğini hatırlatıyorlar.Bu sevkiyatın dışında kalan kimse yok. Sırası gelenin sevk irsaliyesi düzenlenerek ebedi aleme gönderilecektir. Bu sevkiyatın sonunda ne olacak? “Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam  (idama gitme) değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime.)

İnsanı bir damla sudan kan pıhtısına, sonra bir et parçasına, daha sonra insan suretine getirerek yoktan var eden Cenab-ı Hak için, ölümünden sonra insanı tekrar diriltmek elbette o nispette kolay olacaktır.
Mesela; bir komutan dinlenmek için dağılmış olan bir taburun askerlerini bir emirle kolayca bir araya toplayabilir. Askerlerin bu toplanması taburun ilk düzenlenmesinden elbette çok daha çabuk ve kolay olur.
İnsan vücudundaki bütün hücre ve zerrelerin yaratıcısı olan Allah (cc) da, ölümle onları dinlenmeye bıraktığı gibi, İsrafil’in (as) Sûr’a üflemesiyle bütün zerreleri bir anda birleştirecek, insanı tekrar diriltecektir.

Tefekkür gözlüğüyle bakılacak olursa yeryüzünde meydana gelen ölümler yeni hayatların meydana gelmesine vesile olmaktadır. Allah (cc), tekrar dirilişin yüz binlerce misallerini baharın gelmesiyle bizlere gösterir. Kışın ölmüş, kurumuş hayvan ve bitkilerin üç yüz binden fazla çeşitlerini bahar mevsiminde beş altı gün içinde diriltir. Bahar ordusundaki hayvan ve bitkilere Sur’a benzer gök gürültüsüyle yeniden hayat verir. Bütün bunları yapan bir Kudret Sahibi’ne, ölüleri diriltmek elbette zor gelmeyecektir.

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah’tır. Onun gücü her şeye yeter. ” (Rum suresi 50. ayet)

Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsiminin yeniden canlandırdığı kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini defalarca okuyan Bediüzzaman,  bu ayetin tefsirini, öldükten sonra dirilişi ispatlayan Onuncu Söz – Haşir Risalesi’ni yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırdır Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslâmî tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Haşir risalesi küfrün, inkarın belini kırmıştır.

Eğirdir gölü kenarında, “Yaz kardeşim,” der Üstad. Ve Şamlı  Hafız Tevfik yazmaya başlar. Onuncu Söz orada yazılmaya başlar ve orada biter. Bitince, Bediüzzaman “Elhamdülillâh, küfrün belini kırdık” deyince, Şamlı Hafız hayretler içinde kalır:

“Şaşarım aklınıza Üstadım. Dağ başında bir risale yazdınız, küfrün belini kırmaktan bahsediyorsunuz. Halbuki İstanbul’da harıl harıl dinsizlik kitapları basılıyor.”

Üstad “Ben de senin aklına şaşarım, ey Şamlı” der. “Biz vazifemizi yaparız, Allah’ın işine karışmayız.”

Bayram Yüksel Ağabey  bir gün Üstad’a, “Onuncu Söz’ü anlamıyorum” diyor. Üstad da soruyor: “Onuncu Sözü kaç defa okudun?” Ben de “on defa” dedim. Üstad, “Kardaşım ben yüz defa okumuşum, daha da okuyorum.” Sorduğuma utandım. O kendi yazdığı kitabı bu kadar okursa, biz kaç defa okumalıyız? Tekrar okumaya başladım.”

Sevkiyat devam ediyor… Hazırlanınız! Başka, daimi bir memlekete gideceksiniz…

Niçin başka daimi bir memlekete gideceğiz? İnsanın mahiyetindeki bütün cihaz ve duyguların yapısı ve yönü ahirete bakıyor ve oraya işaret ediyor. Peygamberler de bu donanım ve cihazların ahirete olan işaretlerini, yine vahyin terbiyesi ile insanlığa ders veriyorlar. Mesela kalpteki aşk-ı beka bu dünyaya sığmıyor. Kalp ebedi yaşamak arzu ettiği halde dünya geçici ve fanidir. Ruh latif ve nurani bir varlıktır. Dünyevi ve cismani kayıtlardan sıkılır ve bunalır. Ruhun o kadar çok incelikleri var ki, hepsi dünya torbasını yırtıp başlarını çıkararak “ebed, ebed” diye inliyorlar. Akıl tam kapasitesini bu dünyada kullanamıyor. Demek kullanacağı başka ve daimi bir alem var olduğu anlaşılıyor. Nasıl anne karnındaki bebeğin azaları dünyaya işaret ediyor ise, aynı şekilde dünya da ahiret alemine nispetle anne karnı gibi dar ve sınırlı olduğu için, insanın latife ve duyguları da ahiret alemine işaret ediyor. Dünya hayatı insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın bu dünyaya ait olmadığının en büyük ispatıdır. İnsan ebed için yaratılmıştır. İnsan fıtratı ebediyeti arar, bekayı ister.

 

Hayatımız ebedi yaşamaya doğru hızla akıp gitmektedir. Ölümle ebedi hayat başlamaktadır. Ölüm için her an hazırlıklı olunmalıdır. Bu dünyada en önemli iş ölüme hazırlanmak olmalıdır. Bundan daha önemli iş yoktur. Hazırlıksız yakalanırsak telafisi yok.  “Bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var.” sözüne, herkes kulak vermeli ve ona göre hazırlık yapılmalıdır.

 

Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine bir çok şey lazım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile bir çok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehre seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır.

Bu hazırlıkları yapan kimse, bir takım zorluklar ve sıkıntılar yaşayacaktır fakat yolculuğunun sonunda rahat edecektir.

İnsan ahirete giden bir yolcudur. Bu öyle bir yolcu ki ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu. Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu.

Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir. Varacağı ahirette rahat etmesi de bu yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Çünkü, eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada hazırlığını yapan ahirette karşılığını görecektir.

Hazırlığı nasıl yapalım?  Bir misafir, ev sahibinin emri dışında hareket edemez. Ev sahibinin iznine ve rızasına uygun olmayacak derecede yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez. “…Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın…”( Mesnevî-i Nûriye, Habbe,) “ Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir…” (Sözler, Yirminci söz)  “ En bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. ”( Mektubat, Onaltıncı mektup)

Sevk irsaliyesi yazılmadan, ben hazırım diyenlere ne mutlu…

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr,18)

 

“Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır. Allah’ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir. (Hadid Suresi, 20)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Ümitvar Olunuz…

İslâm kelimesi, Arapçada ‘barış’ anlamına gelen ‘selâm’ kelimesinden gelir. İslam, barışı, güveni, emniyeti içinde barındıran bir kelimedir. İslam’la buluşmak demek, bir barış ve güven dünyası ile buluşmak demektir. Gerek insanların kendi içlerinde ve gerekse dış dünyalarında barış ve güven iklimini bulmaktır. İslam barış ve güven misyonunu yüklenmeyi gerektirir.

Günümüz dünyasında İslam’la ilişkimiz, insanlığın aradığı barış, huzur ve mutluluğu getirecek medeniyeti inşa edecek konumdan uzaklaştı. Yüreklerimiz imanın güzelliklerinden uzaklaştığı için eşyaya da İslam’ın güzelliğini taşıyamaz olduk. İmtihanları kaybettik, ümidimizi kaybettik, gündemden düşerken, bizi birbirimize düşürdüler.

İnsanlığın İslamsız yolculuğu başladı. Yıllar, yüzyıllar geçti, kalpler imandan, İslam’dan uzak. En üstte benim altta kalanın canı çıksın diyen,  beşeri sistemler, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülükleri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ekmeği çaldılar. Barışa darbe yaptılar. Sonuç, insanlar huzursuz, toplumlar huzursuz.

Dünya küreselleşmeyi konuşuyor. Yani dünyanın ulaşım ve iletişim açısından bir köy kadar küçüldüğü bir ortam… Paranın ve gücün, haksızın eline geçtiği bir ortam…Bu ortamda müthiş savaş gücü olan, küreselleşmeye paralel  bir imha gücüne erişen insan…Teknolojiyi kötüye kullanma sayesinde, insanları, hayvanları, bitkileri önüne gelen her şeyi öldüren insan… Ateşle yemek pişirmesi gerekirken, dünyayı yangın meydanına çeviren insan…İnsan kıyamet bombasını kucağında taşıyor. Bir yandan alkolle, bir yandan uyuşturucu ile, bir yandan şiddetle, savaşla, bir yandan cinsel çürüyüşle kıyamete doğru yol alan insan…Ahir zamanda, dalalet asrının merkezinde bir merkez hükmünde insan… Asır yeniden keşfediyor insanı… Bunca akan kan insan eliyle. Patlayan bombalar gücünü insanın esfel-i safilin tarafından alıyor. Bunca gözyaşı, şeytanın secde etmediği insanın şeytana secde etmesinden kaynaklanıyor.

Bugün Müslüman dünya, İslam’ın güzelliklerini, hakikatlerini yok etmekten imtina etmeyen, kendilerini İslam diye tanıtan,  patolojik ve kriminal örgütlerle karşı karşıyadır. Bu örgütler Müslümanların ve diğer dinlere mensup kişilerin canına kastetmekle kalmamış, aynı zamanda coğrafyamızın dini ve kültürel mirasını ve medeniyet varlığını yok etmektedir. Kur’an ve sünnet çizgisinden sapan DAİŞ ve benzeri örgütler İslam’a en büyük zararı vermektedirler.  DAİŞ denilen illet, İslam’ı tehdit altına almaya, İslam’ı tehdit etmeye başladı.

Bütün bu gelişmelerden sonra, şu soruyu sormanın ve cevabını doğru vermenin tam zamanı; Acaba hedefi insanı alayı illiyin’e çıkarmak olan İslam’ın doğru olarak anlatılması ve yaşanması, insanlık için hangi zamanda bu kadar zaruret haline gelmiştir?

Günümüzde dünyanın küçük bir köy haline gelmesi ile birlikte insanlığın barışık ve mutlu yaşaması aciliyet derecesinde önem kazanmıştır. Bir barış çağı açılmalı. Müslümanlar, İslam’ın küresel barış çağrısını, İttihad-ı İslam kıvamına getirip, insanoğluna yeni bir ufuk sunacak donanıma ulaşmalıdırlar.

Bediüzzaman, 20. yüzyılın başından itibaren barış dolu bir dünya kurulabilmesi için çeşitli önerilerde bulunmuştur. Gerek yurt içinde gerekse dünyada barışı amaçlayan bu önerileri şöyle özetleyebiliriz.( Köprü, Bahar 2003, Sayı. 82, Evrensel Barışa Doğru, Selim Sönmez)

(I) Asayişin korunmasını ve şiddete tevessül edilmemesini tavsiye etmiştir. Talebelerinin şiddete yönelmelerini önlemiş; yöneticilerin barışı destekleyen projelerine hararetle sahip çıkmıştır.

(II) Dünyada barışın korunabilmesi için insani değerlerde birleşilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Yöneticilerin dünyanın sair devletleriyle yaptıkları barışçı antlaşmaları desteklemiş ve onları bu faaliyetlerinden dolayı tebrik etmiştir. İslam dünyasında barışın tesisine yardımcı olacak Sadabat Paktı için Cumhurbaşkanını tebrik etmiş; İkinci Dünya Savaşına girilmemesi gerektiğini savunmuş; savaş sırasında çocuk, kadın ve ihtiyarların göreceği zulümlere dikkat çekerek savaştan kaçınmak gerektiğini ifade etmiştir.

 (III) İslam toplumlarının birbirlerini anlayabilmeleri ve dostane ilişkiler kurabilmeleri için İttihad-ı İslam’a kültürel zemin oluşturmak maksadıyla Medresetüzzehra adını verdiği bir eğitim projesi önermiştir. Bu projenin temel amaçlarından birisi özelde  İslam dünyasında genelde dünyada kalıcı barışın tesis edilmesidir.

(IV) Toplumsal barışın sağlanabilmesi için zekatın hayata geçirilerek, faizin yasaklanması üzerine tahşidat yapmış, bu yolla toplumsal tabakalar arasındaki farkın azalarak karşılıklı muhabbetin gelişeceğini belirtmiştir.

(V) Ülkede birliğin sağlanabilmesi için din, vatan ve sınıf birliğine dikkat çekmiştir. Burada dikkat çeken önemli bir nokta, din kardeşliği önemsenmekle beraber, vatan ve sınıf birliğinin de inkar edilmemesidir. Bu bakış açısı, toplumun bütün kesimlerinin inancı, sınıfı ne olursa olsun kardeşçe yaşamalarını gerekli kılan teorik bir zemindir.

Bugün küresel bir barış ihtiyacı, bütün insanlığın üzerinde birleştiği bir konudur. Ancak, çeşitli yorumlarla barışın tehlikeye düşürüldüğüne sık sık rastlıyoruz. Her ne kadar temel hak ve hürriyetler konusunda bir çok yeni gelişmeler yaşanıyorsa da, temel esasını menfaat, ırkçılık, çatışma, şiddet ve nefsin isteklerini meydana getiren Batı medeniyeti, çatışmayı beslemeye devam etmektedir. İki Dünya Savaşı ile insanlığı kana bulayan, sürekli çatışma ve şiddeti gündemde tutan başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri, Rusya kendi varlık ve üstünlüklerini kuvvet ve çatışma ile sağlama eğilimini devam ettirmektedir. Yaşanan olaylar bunun somut örnekleridir. Irak’ta, Suriye’de, Bayır Bucak’ta yaşananlar…

Bugün dünyada gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için, Kur’anî düsturların yaşanılır hale getirilmesi gerekmektedir. Bu da Kur’an’ın zamanımız anlayışlarına göre yorumu olan Risale-i Nur’a insan topluluklarının sahip çıkmasıyla mümkündür. “Sulh-u umumi” küresel barış ancak İttihad-ı İslam’la sağlanır.

İslâm toplumlarında medeniyet düşüncesinin temelini Kur’an’ın getirdiği inanç ve ahlak esasları oluşturur. Bunlar da hak, adalet,  fazilet, yardımlaşma, din kardeşliği gibi ilkelerle insanı insan-ı kâmil haline getiren ulvi hasletlerdir. Bu özelliklere sahip Müslümanların oluşturacağı bir birlik dünya barışını da sağlayacaktır.

Batı medeniyetinin dünyaya miras olarak bıraktığı bütün kirli izleri temizleyecek ve insanlığa huzur ve barış getirecek yegâne hakikat, Bediüzzaman’ın “insaniyet-i kübra” olarak ifade ettiği İslamiyet ve onun uygulama alanı olarak görülebilecek olan “İttihad-ı İslam” projesidir. Bu proje bugün insanlığı tehdit etmekte olan, savaşlar, küresel terör ve yoksulluk ile maddi ve manevi hastalıkların çaresi olarak üzerinde düşünülmeye değer bir perspektif sunmaktadır.

Bediüzzaman en şiddetli zamanlarda, baskının ve zulmün en yoğun olduğu dönemlerde ve ağır tehditler altında bile daima iyimser olmuştur, ümidini kaybetmemiştir. İnsanı yaşatan ümitöldüren ye’istir (ümitsizlik) demiştir. Hiçbir şey, onu gaye-i hayalinden, İttihad-ı İslam’dan vazgeçirememiştir. Bedüzzaman’ın Tiflis’te iken Rus polisine verdiği cevap, onun her zaman gaye-i hayalinin peşinde koştuğunu ve bu konuda hiçbir tehdide beş para ehemmiyet vermediğini açıkça göstermektedir. Şöyle ki:

Bediüzzaman Tiflis’te Şeyh San’an tepesine çıkmış etrafına bakıyormuş. Dikkale etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”

O der: “Nerelisin?”

Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”

Rus polisi: “Bu Tiflis’dir!”

Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”

Rus polisi: “Ne demek?”

Bediüzzaman: “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur, birbiri arkasından inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.”

Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”

Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş.”

Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…

Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.

Hiçbir güç onu korkutamadığı gibi, hiçbir gaile, onun gelecek hakkındaki ümitlerini yok edememiştir. “Ben iki hayatımı elime almışım. Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasını” diyen bir adam neden korkabilir ki? Bediüzzaman, ufukta bir mum ışığı dahi görülmediği bir dönemde “Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür sada İslam’ın sadası olacaktır” demiştir. Türkiye on yıl önce neredeydi, bugün nerede…Türkiye’deki gelişmeler ittihad-ı İslam için ümit veriyor.Bunu görmemezlikten gelemeyiz. İslam dünyasının on yıl sonra nerede, hangi konumda olacağını kim bilebilir. Ülkemizdeki, İslam dünyasındaki olumsuzluklar, savaşlar, terör olayları bizi ümitsizliğe sevk etmesin. Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı, gündüzü vardır. Her gelecek şey yakındır.

“Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz…”( Hutbe-i Şamiye)

Son söz olarak diyoruz ki: İslâm dünyasının Avrupa ve ABD ölçüsünde kalkmamakla birlikte, belli bir tecrübe birikimi kazanması, âdeta patlamaya hazır bir atom çekirdeği haline gelmesi demektir. İnsan potansiyeli açısından bakir bir gücün İslâm kardeşliği çerçevesinde, belli bir tecrübe birikimiyle, İslâm birliği, ittihad-ı İslam  şeklinde organize olduğu gün, dengeler alt üst olur. Kanaatimiz şu ki, 21. asır, bu kaçınılmaz neticeyi hazırlayacak, 21. asır insanı da inşallah bunu görecektir.

İslam aleminin kurtuluşu, her şeyden önce def-i mefasid kabilinden olan ümitsizliği atıp, celb-i menafi’ olan ümidi içimizde yeniden canlandırmaktır. Bediüzzaman, en ufak bir bulut parçasını rahmet yağmurlarının müjdecisi olarak görür. Onun “Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür sada, İslamın sadası olacaktır” Sözü, herkese ümit aşılamaktadır.

Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez. ” (Yusuf, 87)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org