Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Öğretmenler Günü Kutlu Olsun

Öğretmen, eski ismiyle muallim, bize bilmediğimizi öğreten, bilmenin yollarını gösterendir. Muallim, talim ettirendir ve talim, insanın bir meseleyi yani bilgiyi yaşayarak öğrenmesi anlamına gelir. Öğretmen, ustadır, kılavuzdur, doğru yolu gösterendir. Çırak için usta, derviş için mürşit kim ise, öğrenci için de öğretmen odur.  Öğrencilerin kendilerine model olarak öğretmenlerini alması bundandır. Okul hayatını düşündüğümüzde bizi derinden etkilemiş,  davranışlarıyla hafızamızda iz bırakmış öğretmenler olduğunu hemen hatırlarız. Hele ilkokulda öğretmen çocuğun gözünde örnek alınacak üstün şahsiyettir. Onun söyledikleri doğru,  yaptıkları önemlidir. O,  anne ve babadan da önde gelir. Her şeyi bilendir, yanılmayandır. Çocuk artık anne ve babasına değil,  öğretmeninin söylediğine inanır. “Öğretmenin böyle dedi” diyerek anne ve babasına karşı çıkar.

Bu sebeple  çocuklara bilgi vermenin,  dersi sevdirip, okuma, çalışma alışkanlığı kazandırmanın yanı sıra, çocuğun tutum ve alışkanlıkları,  ilgi ve eğilimleri,  değer yargıları,  kısaca kişilik özellikleri kazanmasında öğretmenin rolü büyüktür.

Öğretmen sadece bilgi aktaran, beceri kazandıran değil,  aynı zamanda fazilet öğreten,  güzel ahlaka örnek olan kimsedir. Hatta onun fazilet yönü daha ağır basar.  Bu açıdan öğretmenlik mesleğine,  öğrenciye objektif bilgi ve öğretim metotları kadar,  ondan önce insani değerleri kazandırma mesleğidir diyebiliriz.

Eğitim ve öğretimde başarının en önemli unsuru, eğitim sanatının mimarı  öğretmendir. Klasik bir ifade ile hamur yoğrulan teknenin başında hep o vardır. Ustanın mahareti sanatına yansıyacağından eğitim ve öğretimde ustabaşı hükmünde olan öğretmenleri çağın  ihtiyacına göre milli ve manevi değerlerle yetiştirmeden bu alanda  girişilecek tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanacaktır.  Öğretim programları,  metot ve teknikler,  araç ve gereçler öğretimi geliştirmek için önemli olmakla birlikte,  öğretmen  canlı kişiliğiyle eyleme konulmadıkça bu alanda yapılan çalışmalar az, ya da hiçbir olumlu etki  göstermeden sonuçlanacaktır.

Öğrenme ve öğretmede, medeniyetlerin ilerlemesi ve yükselmesinin en önemli aktörleri hep öğretmenler olmuştur.  Öğretmen, insan yetiştiren bir sanatkardır. Bu sanatın adı,  eğitim, davranışları değiştirme sanatı. Kişide olumlu, faydalı davranışların yerleşmesi, olumsuz davranışların sonlandırılması amacıyla sürdürülen sistematik bir program, insanı insan yapan bir süreçtir. İnsanın insan olabilmesi, onun beşikten mezara kadar bir eğitim sürecinden geçmesini zorunlu kılar. Bu sürecin en önemli öğesi öğretmendir. Öğretmen, kendisine emanet edilen çocukların “insan” olarak yetişebilmeleri için onları maddi ve manevi açıdan sevgiyle şekillendirir. Bu, öğretmenlerin, birer sanatkâr olduklarının bir göstergesidir. Öğretmen, yaratılanların en şereflisi olan insanı yetiştiren, gelişimine katkı sağlayan ve terbiye eden sanatkardır.

Hayatımızın her alanında bizlere, insanlığa örnek olan Sevgili Peygamberimiz (sav), aynı zamanda beşeriyetin öğretmenidir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip size bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.”(Bakara-151)

Öğretmenlerimizin önlerinde çok muazzam bir model vardır. En güzel, en mükemmel öğretmen Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dır. Kendisinin bir muallim olduğunu Sevgili Peygamberimiz (sav) şu sözü ile ifade eder: “Ben ancak öğretici olarak gönderildim.”  

Konumumuz ne olursa olsun hepimiz birer eğitimciyiz, öğretmeniz aslında. Hepimiz ya öğretici ya da öğrenci konumundayız. Bizleri bu anlamda daima dinamik tutan “Yaradan Rabbinin adıyla oku” ve “Sakın cahillerden olma” gibi ayeti kerimeler ile, en güzel öğretmen, Peygamberimiz’in (sav)“İlim öğrenmek, kadın-erkek her Müslüman’a farzdır” ve “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen ya da bunları seven ol. Beşincisi olan cahillerden olma, helak olursun” gibi hadisi şeriflerdir.

Girdiği mescitte biri Kur’ân okuyup Allah’a dua eden, diğeri ilim öğrenen ve öğreten iki ayrı topluluk görünce her iki grubun da hayır üzere olduğunu, ama birinin diğerinden daha üstün bir iş yaptığını buyuruyor ve ilave ediyor Sevgili Peygamberimiz (sav): “Şunlar, Allah’a dua ediyorlar, O’na yöneliyorlar. Allah dilerse istediklerini onlara lütfeder. Fakat şu ikinci topluluğa gelince; onlar ilim öğreniyorlar ve bilmeyene o konuda bilgi veriyorlar. Ben de zaten bir öğretmen olarak gönderildim.” Ardından gönderiliş amacını iyice açıklamak ister gibi ilimle meşgul olan halkaya katılıyor Efendimiz.( İbn Mace, I/83, el-Mukaddime, Babu Fadli’l-Ulemâi ve’l-hassi alâ talebi’l-ilim.)

Ne diyor, Hazreti Ali Efendimiz, “bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Ama o harf mana-yı ismi ile değil, mana-yı harfi ile olursa… Yani bize a’yı, b’yi öğretenler, a’nın bir harf olduğunu, bir harfin kendisini ancak bir harf kadar gösterebileceğini ders verdikten sonra, eğer o harfi yazan yani ortaya koyan yazarından, sanatkârından söz etmezlerse olmaz. İşte ideal öğretmen, aranan öğretmen kainata, olaylara mana-yı harfi ile bakan,  mesleğinin hakkını veren öğretmendir.

Mana-yı harfi: Mahlukata ve bütün kainata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile bakmaktır. Yani kendi başına bir mana ifade etmez; ancak başkasına işaret ederse anlam kazanır manasınadır. Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, Mucidi ve Sanatkarı olan Allah’a bakan yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkara ve mucide bakan yüzlerce yöne mana-yı harfi denilmiştir.

Çiçeği çiçek olarak değil, Allah’ın çiçeği olarak anlattıkları için… Harfi harf olarak değil, o harfi yazandan bahsettikleri için… Tabiatı, bitkileri, hayvanları, ağaçları, fiziği, kimyayı, edebiyatı, coğrafyayı, tarihi, ne varsa, her şeyi ama her şeyi Allah’ın (c.c.) yarattığını bilerek, hissederek ders veren öğretmenlere ihtiyacımız var.

Eğitimde mana-yı harfi anlayışını öğretmenler nasıl anlatacak? 

 “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” Yani, demek ki, medeniyetin ürettiği fen ve teknolojinin aydınlatacağı merkez akıldır. Din ilimlerinin, manevi ilimlerin aydınlatacağı yer ise vicdandır. Dolayısıyla bu iki kanat birbiriyle çarpışan, çatışan değil, kaynaşan, bütünleşen bir sistemdir.

Bu iki yönlü insanı tek yönlü olarak eğitirsek ne olur?

Sadece aklını aydınlatacak olan fen ilimlerini verirsek veya sadece kalbini, vicdanını aydınlatacak olan din ilimleri ile eğitirsek o zaman ne olur?

Böyle bir durumda, yani din ile fen ilimleri ayrıldığı vakit, birinden taassup, diğerinden ise hile ve şüphe ortaya çıkar… Sadece fen ilimleri verilmesi halinde hile ve şüpheci bir anlayış, her şeye şüphe ile bakan, kimseye güvenmeyen, hileci ve her şeyi inkar eden mutsuz bir anlayışa sahip insan modeli ortaya çıkar. Kısacası her iki tarafta da yarı aydın insanlar oluşmuş olur. Sonuç, eğitim görmüş doktor, avukat, mühendis olmuş ama aynı zamanda terörist olmuş insanlarla karşılaşırız. Doğu – Güneydoğu’nun sokaklarında heba olan çocuklar tek kanatlı eğitimin  kurbanlarıdırlar. Sahte inkar tohumları eken öğretmenler  ve öğretiler yüzünden kan gölüne dönen ve anlamsız yaşayan dünyanın ve insanların imdadına, aklı ve vicdanı eğitecek, necisin, nereden gelip nereye gidiyorsun sorularına cevap verecek öğretmenler aranıyor.
Bediüzzaman  diyor ki: “Ben bu zamanda dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarıyla bakıyorum. Bir muallim çocuğa ne verirse, ne anlatırsa, çocuk onu mıknatıs gibi çeker. Menfi ise menfi, müspet ise müspet alır. Akşamleyin annesine, babasına hocasından dinlediklerini tekrarlar. Menfi ise menfi, müspet ise müspet. Ben bu zamanda mümkün olsa her muallime 10 altın verip ‘Kardeşim benim çocuğumu iyi yetiştir; Allah’ını, Peygamberini tanıttır’ diyeceğim.”

Yanına gelen muallimlere, “Bu zamanda terbiye ana babadan alınmış, muallimlere verilmiş. Muallimliğin ortası yoktur. Ya minare başındadır veya kuyu dibindedir. Ya esfel-i safilinde veya ala-yı iliyyindedir.” dermiş.

Okullarımızda önce aklın ve vicdanın eğitilmesi lazımdır. Eğitimde hedef insanın yetiştirilmesidir. Çünkü ekonomik ve sosyal faaliyetleri idare eden istikamet veren insandır. Verimliliğin arttırılması ve kalkınmanın gerçekleşmesinde çare ferttir. Ferdin eğitimi ve vasıflı hale getirilmesinde öğretmenlerin rolü inkar edilemez. Aklı ve vicdanı eğitecek öğretmenlere ihtiyaç var.Akıl ve vicdan eğitilmediği için üniversiteleri bitiren insanlar, doktor, avukat vs. oluyorlar ama terörist de oluyorlar. Doğu – Güneydoğu’nun sokaklarında gençler heba oluyorlar. Bundan dolayı, Bediüzzaman, eğitim politikasının bazı esaslara dayanması gerektiğine işaret etmektedir. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı, sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.” (Divan-ı Harbi Örfi)

Çözüm, insanları ala-yı iliyine çıkaracak öğretmenlere ihtiyaç var. Bunun için okul müfredatlarından, öğretmenlerin yetişmesine kadar köklü ve kalıcı reformların yapılması gerekiyor. Sağlıklı kişiliğe sahip, hayatın bütün alanlarında yetkinliğe ulaşmış insan potansiyelini elde etmek için bu elzemdir.

Öğrencilerine güzel bir gelecek hazırlama adına her türlü fedakârlığa katlanan, onların akıl ve vicdanını eğitecek, onların kalplerine sevgi ve şefkati ekecek öğretmenler aranıyor…Bilgi satan değil, minik yüreklere sevgi tohumu ekebilen; tebessümle onların en saf ve en taze duygularına tercüman olabilen ve lisanı hal ile onları geleceğe hazırlayacak şefkat kahramanı öğretmenler aranıyor…

24 Kasım Öğretmenler günü vesilesiyle ebedi aleme göç etmiş olan 1. sınıf öğretmenim Sabit Şerifoğlu’nu rahmetle anıyorum. İlkokul 2. sınıftan 5. sınıfa kadar Yayladağı- Yavuz Selim İlkokulunda öğretmenim olan Şerafettin Dertsiz’e sağlıklı, huzurlu bir hayat dilerken, en içten hürmetlerimi takdim ederim. Orta, Lise, Üniversite, Akademik hayatım boyunca öğretmenim olanlara saygılarımı ve hürmetlerimi sunuyorum…

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Bayır Bucak Türkmenleri katlediliyor

Suriye’nin Bayır Bucak Türkmenlerinin sayısının yaklaşık olarak 3,5 – 4 milyon olduğu kabul edilmektedir. Bayır Bucak Türkmenleri Hatay’ın Yayladağı ilçesi dahil olmak üzere Lazkiye’ye kadar uzanan bölgede yaşamaktadırlar. Yayladağı ile Bayır-Bucak bölgesi için bir elmanın iki yarısı denilebilir. Türk oymaklarını Lazkiye’ye yerleştiren Osmanlı, öyle stratejik davranmış ki, Tartus’dan Tarsus’a dek uzanan Nusayri yerleşimini, hem dağa hem de sahile yerleştirdiği Bayır-Bucak Türkleriyle bıçak gibi kesmiş. Bu strateji sayesinde Hatay,  barışın ve hoşgörünün şehri olmuştur. 12 Eylül 1980 öncesi Hatay’ın etnik yapısından faydalanarak, Kahramanmaraş’ta meydana gelen kardeş kavgasını meydana getirmek istediler başaramadılar. Bunda Yayladağı halkının rolü büyüktür. Gezi olaylarında da Hatay’ı karıştırmak istediler, yine başaramadılar. Çünkü Hatay’da Yavuz’un torunları Yayladağılılar var. Suriyeli kardeşlerimizle beraber yaşıyoruz. Yine karıştırmak istiyorlar, başaramayacaklar. Yayladağı ile Lazkiye arasında olan bölgelerde 36 köy 2 nahiye olarak Türk köyleri bulunmaktadır. Türkmenlerin yerleşim yerleri genellikle köy olduğu için halk çiftçilik, rençperlik, elma üretimi ve tarımla uğraşmaktadır.

Suriye Türkmenlerinin tamamı Sünni Müslüman’dır. Konuştukları diller ise Arapça ve Türkçedir. Kullandıkları Türkçe, Türkiye Türkçesine çok yakındır. Suriye Türkleri, şiveleri ve edebiyatları bakımından Türkiye’nin bir uzantısı gibidirler. Suriye’de konuşulan ağız da, Hatay bölgesinde konuşulan Türkmen ağızlarının bir devamı niteliğindedir. Hama ve Humus Türkmenlerinin şivesi Osmanlı Türkçesine diline daha yakındır. Türkler Suriye’de azınlık olarak kabul edilmemekte ve kayıtlarda Müslüman olarak geçmektedirler. Halk arasında ise Türkmenler olarak adlandırılmaktadırlar. Bayır Bucak Türkmenleri kimliklerinin bilincinde olmakla beraber yaşadıkları çevre ile kaynaşarak biraz olsun erimişlerdir. Ama kendilerini Türkmen olarak tanımlamaya devam etmektedirler. Asimilasyon Politikaları 20. yüzyılın ortalarından itibaren çok sayıda Suriye Türkü Araplaştırılmıştır. Bu çerçevede, Türkçe yer adları Arapça’ya çevirmiştir. Örneğin, İsabeğli “İseviye”, Elmalı “Tuhafiye”, Turunç “Ummutuyur”, Kebeli “Rabia”, Kolcuk “Dura”, Gökdağ “Elhadra”, Buzluca “Selce”olmuştur. Suriye yönetiminin Suriyeli Türkmenlere asimilasyon politikası uygulamasının nedenleri arasında sosyal ya da siyasi herhangi bir örgütlenmeye sahip olmamaları ve dağınık halde yaşamaları yer almaktadır. Suriye Türkiye’ye gitmek isteyen Türkmenleri engellemiş, gizli olarak gidenlerin ise mal varlıklarına el koymuştur. Esad toprak reformu adı altında Türkmenlerin toprakları önce istimlâk edilmiş sonra da bu topraklara Araplar yerleştirilmiştir. Bölgede Türk dilinde eğitim yapılması da engellenmiş ve zorla Arapça eğitim uygulanması halkın eğitim seviyesini düşürmüştür. Suriye Türkmenleri ülkedeki yönetim karşıtı hareketlerde muhalif kesimi desteklemektedirler.

Selçuklu’dan bu yana hacca giden Müslüman kardeşlerinin güvenliğini sağlayan Bayır Bucak Türkmenleri eli kanlı Esad’ın, Rusya’nın saldırısı altında yok ediliyorlar.

Türkmen Dağı’nda şiddetli çatışmalar sonrası Bayır Bucak’ın düşmesi, Suriye İç Savaşı’nın seyrini bütünüyle değiştirecek kapasitede. Bayır-Bucak’ı tamamıyla kontrol altına alarak Akdeniz sahilini güvenceye almak isteyen Esed, aynı zamanda İdlip, Cisr-el Şuur ve Halep’e de buradan bir koridor açmaya çalışıyor. Muhalif grupların birleşerek kurduğu Fetih Ordusu nisan ayında Cisr-el Şuur, mayısta ise İdlib’i almış ve Esed güçlerine ağır darbe indirmişti. Ülkenin en önemli kenti olan Halep’in yarısını da muhalifler kontrol ediyor.

Suriye Türkmen Kitlesi Başkanı Samir Hafez, katliam tehlikesine işaret etti. “Bu köyleri boşaltmazsak, yalnız Ruslar değil, Suriye rejimi güçleri, İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah güçleri buraya girdiği zaman, halk evlerinde kaldıysa muhakkak burada büyük bir katliam seyredeceğiz. Zaten daha önce de yüzlerce gencimiz boğazı kesilerek öldürüldü. O köylerde şimdi kalanlar çocuklarımız, kadınlarımız ve yaşlılarımız” diyen Hafez, resmi olmayan rakamlara göre Lazkiye içindekiler hariç, Suriye’nin kuzeybatısındaki Türkmen varlığının 270 bini bulduğunu söyledi. Hafez, “Ruslar, Türkiye’nin sınırına kadar olan bölgeyi istiyor. Buraya alarak, Türkiye ile masaya oturarak bir şeyler koparmaya çalışıyorlar. Kıyı bölgelerin tamamı Rusların elinde. Lazkiye’deki ve Hama’daki havaalanları onların elinde. Buraya çok modern uçak ve silahlar getirdiler. Esed helikopterlerini vurmak kolaydı, Rus uçaklarını vurmak zor. Zaten hafif silahlarımız var” ifadelerini kullandı.

Suriye Türkmen Meclisi Başkanı Abdurrahman Mustafa, bölgedeki son durumu, “Bu saldırıların arkasında aslında Rusya var çünkü siyasi çözümden bahsediliyor, bu nedenle Esed ne kadar bölgeye hakim olursa masada o kadar güçlü olur, bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar” şeklinde yorumladı. Bölgedeki muhaliflerin Bayır Bucak’ı sonuna dek savunacağının altını çizen Mustafa, “Tel Abyad’da PYD, 2 yıl önce Hama ve Humus’ta ise Esed Türkmenleri bölgeden çıkardı; elimizde bir tek Bayırbucak kaldı. Burası bizim kalemizdir” diye konuştu. (Yeni Şafak 20.11.2015)

Suriye Türkmen Meclisi Başkanı Abdurrahman Mustafa, şiddetli  çatışmaların sürdüğünü  söylerken,  sivil halkın Türkiye sınırına hücum ettiğine dikkat çekerken, yaklaşık 200 ailenin Yayladağı’na geçtiğini söylüyordu.
“Bayırbucak bölgesinde Türkmen birlikler, başka hiçbir muhalif grubun desteği olmadan rejim güçleriyle savaşıyor” diyen Mustafa, rejimin ele geçirdiği Gimam’dan, sahilden ve Fırınlık mevkiinden olmak üzere kuzey, güney ve orta hattan saldırdığını belirtti.

“Biz süper güçler karşısında savaşıyoruz. Teslim olup, bırakacak değiliz. Oradaki birliklerimiz inanıyorlar. Sonuna kadar mücadelemizi vereceğiz. Güvenli bölge bizim için olmazsa olmazımızdır ve güvenli bölge oluşturulmazsa Türkmenler biter. Bayırbucak’ı kurtarsak da, Halep’in kuzeyinde güvenli bölge oluşturulmak zorunda. Bu arada, dün gece Kızıldağ’da çatışmalar sürerken, bir diğer Türkmen bölgesinde 2 köyün geri alınması, Türkmenlerin kaç cephede birden savaştığını da gösterdi.”

(http://www.trthaber.com/haber/dunya/turkmenlerin-esed-guclerine-direnisi-suruyor-217521.html)

MİT tırlarına operasyon düzenleyenler ellerinizde Türkmen kardeşlerimizin kanı var. O tırlarla Bayır – Bucaktaki kardeşlerimize yardımlar götürülüyordu. Bunu dünyaya ifşa ettiniz. Türkmen kardeşlerimiz katlediliyor. Vicdanınız rahat mı? Başbakan  Davutoğlu, MİT tırlarıyla ilgili “Evet, hiç çekinmeden söylüyorum. O yardımlar Bayır-bucak Türkmenleri’ne gidiyordu. Dibimizde bir savaş olacak, orada da Türkmen kardeşlerimiz, Arap kardeşlerimiz, Kürt kardeşlerimiz katledilecek; biz de seyredeceğiz öyle mi?” diyordu. Bugün de Başbakan Davutoğlu, “DAEŞ’e operasyon yapılıyor diyerek Türkmenlere sivillere saldırılmamalıdır. Biz kardeşlerimizin korunmaları için gerekli tedbirleri diplomatik anlamda alırız. BM ile temaslarımız sürüyor. Toplantıda mülteci durumunu da ele aldık. Bazı eleştiriler duyuyorum. MİT TIR’larına yönelik operasyon yapanlar bugünkü bu katliamlardan sorumlu olan çevrelerdir. O günlerde devlet mahremiyeti içerisinde Türkmen kardeşlerimizin muhafazaları için yaptığımız yardımlara dönük operasyon yapanların da arkalarında hangi güçler olduğunu bu tabloda görüyoruz.”

“Ayrıca Kobani’deki katliama sesini yükseltenlerin şimdi neden sessiz kaldığını da sormak lazım. Meselemiz insani bir meseledir. Ecdaddan gelen bir emanettir. Elimizden gelen her tedbir alınacak. Türkmenler bir taraftan DAEŞ terör örgütüne karşı savaşıyorlar. Diğer tarafta da Bayır Bucak hattında da rejime karşı savaşıyorlar. Ümit ederiz ki Suriye sınırları bir gün barış sınırları olur. Türkiye bu konudaki politikasını her zamanki gibi devam ettirecektir.”

Şimdi sözü  kanlarının son damlasına kadar topraklarını ve namuslarını korumaya yemin etmiş, Sultan Abdulhamid Tugayı Komutanı Ömer Abdullah’a bırakalım:

“Bombardıman çok yoğun. Her yer adeta deprem oluyor gibi sarsılıyor. İlk kez böyle bir şey görüyorum. Uçaklar, füzeler, tanklar kullanılıyor. Karadan karaya ve denizden karaya etkili füzeler atılıyor. Türkmen Dağı’nın her metresine bomba yağıyor. Rejimin bölgeye ilerlemesi durumunda çadır kentler, sınır boyundaki yerleşim yerleri yaşanmaz hale gelir. Sınır hattındaki tüm köylerimizi bombalıyorlar. Önceki gün sabah saatlerinde karşı savunma harekatı başlattık. Kızıldağ’a üç kez uçaktan paraşütle asker bıraktılar. Son 24 saatte 200’den fazla rejim askerini öldürdük. Rejim birlikleri ormanlık alandan yaralılarını çekemedi. Ancak, karşıda çok sayıda asker var. İran, Irak ve Hizbullah Şii milisleri ve Rusça konuşanlar vardı. 3 helikopter 45’inci Tepe’ye paraşütle asker bıraktı. Acısu’da bir bölgeyi ele geçirdiler. Gençlerimiz bütün zorluklara rağmen direniş gösteriyor. Bizim de şehit ve yaralılarımız var, ancak Osmanlı ecdadımızdan bize yadigar kalan bu toprakları ve namusumuzu kanımızın son damlasına kadar düşmandan koruyacağız.”

Yavuz’un torunları Türkmen karındaşlarımız, Abdülhamit Han tugayının neferlerinin sancağını tekrardan göndere çekmezsek ne Türkmen karındaşlarımızın ne de Yavuz Sultan Selimin ne de Abdülhamit Han’ın yüzüne bakamayız.

Rusya, İran ve Suriye Türkiye’ye operasyon yapıyorlar ve başardılar da…Türkiye Cumhuriyeti devleti diplomatik, ekonomik, siyasi bütün silahlarını kullanarak, Suriye’deki Türkmen katliamını durdurmalı…Durum çok acil… Şimdi Bayır Bucak Türkmenlerine sahip çıkan Türkiye, Devlet olduğunu, mazlumun, mağdurun, kardeşinin yanında olduğunu  tüm dünyaya göstermelidir.

Bayırbucak Türkmenleri katlediliyor. Büyük bir zulüm altındalar.Unutulmasın, Zulm ile âbâd olanın âhiri berbad olur.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Milleti Hazmedemeyenler Var

Türkiye’de kimsenin adını doğru koyamadığı örtülü ve kansız bir iktidar mücadelesimillî  irade   temsilcileri ile  devletin  kurumlarının içinde yuvalanıp paravan yaparak arkasına saklanan ve kendini çok iyi kamufle eden darbeci, komplocu, baskıcı, tepeden inmeci, dayatmacı zihniyet arasında devam etmektedir. Bu zihniyet zaman zaman değişik enstrümanları  kullanarak hedefine varmak ister. Bu bazen askeri vesayeti, bazen de sivil vesayeti kullanarak olur. Bazen de kardeşler arasına fitne sokarak milli irade temsilcilerini yok ederek hedeflerine varmak isterler.

Darbeci, komplocu, baskıcı, tepeden inmeci, dayatmacı zihniyetin ülkemizde yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını gözden geçirerek bugün yaşananlara bakacak olursak…

Dayatmacı zihniyete göre köylünün, milletin, okuma, isteme, yapma, seçme, belli makamlara gelme,  imkanlardan faydalanma hakkı yoktur. Tek Parti rejiminde bu uygulamaları açıkça görmekteyiz.

“Köylü efendimizdir” denmiştir ama “Köylü efendidir” denilerek de köylülerin efendi olmadığı tecrübe edilmişti. Bilhassa  Türkiye’de 1950’ye kadar yaşananlar ve yapılanlar bu gerçeği  doğruluyor. İşte  bu dönemde yaşanan ve siyasi tarih açısından da üzerinde tezlerin yazılması gereken ibretlik bir olay. Bu olayda milli iradenin karşısındaki zihniyetin, Anadolu insanına, köylüye biçtiği rolü görüyoruz..Milleti hazmedemeyenlerin tavrını görüyoruz.

Türk siyasi tarihinin ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti,  Fakülte öğrenciliği sırasında 1944 mayısında meydana gelen olaylara karıştığı için bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e hitaben yazdığı ve “Yüksek makamın alçak vekiline”diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir.

İşte o yıllarda Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinin 3. sınıfında öğrenciyken 3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzura çıkarılan  Osman Yüksel Serdengeçti ye şöyle der; Ankara’nın Kudretli! valilerinden Nevzat Tandoğan, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” der (Doç. Dr. Özcan Yeniçeri, Yönetim ve Bürokrasinin Yozlaşmadaki Rolü-II)

İşte Nevzat Tandoğan’da şekillenen bu zihniyet; kurulan yeni Cumhuriyet’te kendisini ayrıcalıklı sayan, Cumhuriyet’in anlamının toplumu meydana getiren tüm bireylerin vatandaş olarak eşit statüde olduğunu anlamayan bir avuç elit zümreyi ifade ediyor.

14 Mayıs 1950 ‘de ‘Yeter söz milletindir’ diyerek, milleti ile  bütünleşen, demokrat parti iktidarıyla birlikte, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar.”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları `Hasolar`, `Memolar` veya `ağzı çorba kokanlar`la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde Halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Halk kendine değer verenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmıştır.

”Öküz Anadolulular”ın çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başlamaları, milleti sürü sayan zihniyeti rahatsız etmeye  başladı. Bu durumu hazmedemediler. Bu zihniyetin temsilcileri, 27 mayıs 1960’da askeri darbe ile iktidarı ele geçirdiler. Darbenin nedeni, demokrasi yoluyla iktidara gelinemeyeceği düşüncesinin pekişmesinde yatıyor: 1950-60 arasındaki seçimler tek parti zihniyeti ile yetişmiş ve tek partinin hasretini duyan kesimlere, siyaset alanındaki temsilcisi CHP ile iktidara gelmesinin çok zor, hatta neredeyse imkansız olduğunu gösterdi. Sebep, siz halka yabancısınız. Bu yüzden demokratik iktidarların kendi alanlarını daraltmasını önlemek ve iktidarı da ellerinde tutmak için sistemi yeniden dizayn etmeye karar verdiler. 27 Mayıs, demokrasiye ve millî iradenin üstünlüğüne karşı bir bürokratik tepki eylemiydi.

Cumhuriyet geçmişimize baktığımızda elit zümre, vesayetçi yapı her zaman kendini hissettirmiş, halkına hep tepeden bakan bu zümrenin, kendi dünya görüşü ve yaşam biçimine uymayan toplumun geniş kesimini kamu haklarından mahrum bırakmak için askeri ve sivil vesayet darbe planları yapmakla zaman geçirmişler.

Devletin önemli mevkilerinde aile hiyerarşisinin devam edilmek istenmesi, Anadolu’dan yetişen yeni nesillerin devlet yönetiminde etkin olmaya başlaması, siyasete girmesi ve sermayeye ortak olması bu elit kesimi oldukça hırçınlaştırmış ve hazımsızlığa yol açmıştır.

Daha  düne kadar,  genelde  yoksul halk çocuklarının bir an önce bir meslek öğrenip hayata atılmak için tercih ettiği Meslek Liseleri’nin yine dinini yaşamak isteyen ve çocuklarına en azından ibadetlerini yapabilecek  kadar dini eğitim aldırmak için gönderdikleri İmam Hatip okullarının önünü her türlü bilimsel yaklaşımdan uzak katsayı ucubesiyle, yine inanç özgürlüğü bağlamında değerlendirilmesi gereken ve dünya da örneği olmayan başörtülü öğrencilerin üniversite eğitimi almalarının önünü kesmenin anlamı nedir?

Anlamı şudur, yoksul Anadolu çocuklarının ve dini eğitim almış bu çocukların önünü kesmezsek yarın bunlar Cumhurbaşkanı olur, Başbakan olur, Profesör olur,  Vali olur, Kaymakam olur, Büyükelçi olur, Hakim, Savcı olur, büyük büyük holding sahipleri olur…  Öyleyse ne yapıp edip önlerini keselim. Ne oldu bütün engellemelere rağmen köylü, çiftçi Anadolu gençleri Başbakan oldu, Cumhurbaşkanı oldu, Profesör oldu,  Vali oldu, Kaymakam oldu, Büyükelçi oldu, Hakim, Savcı oldu, büyük büyük holding sahipleri oldular.

Milleti küçük görme, onun önüne engeller koyma, onun tercihlerini hazmedememe vesayetçi, hastalıklı zihniyettir. Bu hastalıklı zihniyete göre, halk cahildir, iyiyi kötüden ayırt edemez, seçeceği kişiyi bilemez, kendi hayatı ve geleceği hakkında karar veremez. Bunlar “öküz Anadoluludur” Yapacakları iş bellidir, çiftçilik yapmak ve askere gitmektir. Halk kendi kendini yönetemez. Ülkenin yönetimi ‘Hasolara, Memolara’ emanet edilemez. ‘Göbeğini kaşıyan adamların’, ‘kendini arayan köylülerin’ oy verdiği bir parti isterse yüzde 80-90 oranında oy alsın iktidar olamaz. Seçkin vasilerin uygun görmediği onaylamadığı hiçbir adımı atamaz. Yine bu hastalıklı zihniyete göre siyasi partilere de güvenilemez…

Bugünde milleti anlamayan  onun değerlerinden uzak vesayetçi düşünce içinde olanlar, 1 Kasım 2015 de milletin verdiği kararı hazmedemiyor. Gazetelerinde milletin kararını, zaferini, bayramını ‘Korkunun zaferi, ‘Kanlı zafer’ olarak  nitelendiriyorlardı. Gazeteci Hüsnü Mahalli, ‘AK Parti’ye oy verenlerin beyni incelenmeli’ diyordu.. Artist oyuncu Müjde Ar, 1 Kasım seçim sonuçlarını beğenmeyerek seçmene hakaretler yağdırıyordu. Twitter hesabı üzerinden seçmene hakaretler ederek, ‘Ucuz olsun diye pazara akşam gidip çürük sebzeleri alanlar, saltanat hayatı yaşayanlara oy vermiş…’ mesajını yayınlıyordu. Şarkıcı Atilla Taş ise,’Birileri şunu kuş beyinlerine soksun! %99 la gelip diktatörlük kursanız bile, ülkeyi terk etmeyiz, ahanda burdayız! Mücadele bitmez!’diyordu. Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Kırıkkanat, yıllardır yaptığı gibi yine halkı aşağılayıp “100 kelimeyle düşünen insanlar, 1000 kelimeyle düşünenleri yendi. Aptallığa hizmet eden TV’leri kutlarım. Cehaletin öldürdüğünü göreceğiz” şeklinde tweet atıyordu. Bu ve buna benzer, milleti küçümseyen, milletin kararını hazmedemeyen mesajlar ve yazılar basına yansıyordu. Milleti hazmedemeyenler lütfen demokrasiyi tanımlasınlar. Nedir demokrasi? Milletin seçtiklerinin ülkeyi yönetmesi değil mi?

Yargıtay’da bir hakimin başörtülü olarak görev yapmasını hazmedemeyen YARSAV, “Kadın yargıçların başları kapalı görev yapabileceklerini kabule imkan yoktur” şeklinde açıklama yapıyordu.

Devletin hakimini hazmedemeyenlere cevabı, Adalet Bakanı Kenan İpek veriyordu “Bir hakimimizin kürsüde gizli çekildiği anlaşılan başörtülü resmi sosyal medya üzerinden yayınlanmaktadır. Mevzuatımızda hakimlerimizin görevleri esnasında başörtüsü takmalarına mani bir hüküm bulunmamaktadır. Hakimimizin suç işlemiş gibi bu fotoğrafının 1 Kasım seçim sonucuyla da irtibatlandırılarak yayınlanmasını doğru bulmuyoruz” ifadelerini kullanmıştı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri, kendilerini elit, ülkenin ve sistemin asıl sahibi gören otoriter azınlığın, bu milleti anlamaya çalışmaması… Milleti kaba, cahil bir halk yığını  kabul etmeleri…”öküz Anadolulu”  görmeleri… Milleti tanımıyorsun, değerlerini benimsemiyor ve küçümsüyorsun, Türkiye’nin nereye gittiğini ve dünyayı okuyamıyorsun, ama her şeyin en doğrusunu da yine sen biliyorsun… Bu zihniyetin değişmesi gerekiyor. Bu ülkede yaşayan herkes sıradanlaşmalı. Kendine uygulanmasını istemediği politikayı başkasına müstahak görmek demokrasi ile bağdaşmaz. Demokrasinin düşüncemize sevimsiz gelen sonuçlarıyla beraber bir bütün halinde güzel ve gerekli olduğunu anladığımız ve onun da ötesinde bu düşünceyi içselleştirdiğimiz zaman Türk demokrasisinin ayakları yere sağlam basacaktır. Demokrasi milli iradeyi kabul etmektir, hazmetmektir, saygı göstermektir.

Demokrasi, milletin tercihine ve halkın rızasına bağlı olduğuna göre, Türk demokrasisinin ayaklarının sağlam basması için, dışarıdan ve içeriden bir müdahaleyi Bediüzzaman şiddetle ret eder. “Biz ferec (sıkıntıdan kurtuluş) ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil!.”( Lem’alar, 16. Lem’a, 3. Meraklı Suâl) diyerek, meşru çözümlerin toplumun kendi içinde,  milli iradenin tecellisi ile olmasını doğru bulur.

Bediüzzaman, hürriyetlerin korunması ve demokratik zeminin sağlamlaşması için önemli bir uyarıda da bulunur:.“Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünemâ bulur.” (Divan-ı Harb-i Örfî)

“Belki hürriyet budur ki: Kanun u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” (Münazarat)

Bediüzzaman milli iradenin tecellisi sonucu kurulan hükümetlere bakışını da şöyle dile getirmektedir.

“Muhali taleb etmek, (olmayacak bir şeyi istemek) kendine fenalık (kötülük)etmektir. Zerratı günahkarlardan mürekkeb bir hükümet, (her bir ferdi günahlarla karışık bir hükümet,) tamamıyla masum olamaz. Demek, nokta-i nazar, (bakış açımız) hükümetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. (yani hükümetin iyi işlerinin, kötü işlerinden fazla olmasıdır.) Yoksa seyyiesiz (günahsız-kusursuz) hükümet, muhal-i adidir. (Az düşünenlerin de bile bileceği, asla mümkün olmayan bir hükümettir.) Ben öyle (düşünen) adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, (her türlü hükümeti denese) hülya (tatlı düş, hayal, kuruntu) ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib(kırıp, döküp, tahrip etmek eğilimi) ile o sureti (mevcut gidişatı) bozmağa çalışacaktır. Şu halde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, (lanetlenmiş) anarşist ve iğtişaşcı (kargaşa çıkarıcı) fırkasından(gurubundan-partisinden) addolunurlar. (kabul edilirler-sayılırlar.) Meslekleri ihtilal(Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık, köklü değişiklik) ve fesaddır. (hile ve bozgunculuktur.) (Münazarat)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sessiz Dostlar…

İnsanların hayatında, dostluğun ve arkadaşlığın çok büyük önemi vardır. Dostluklar, kişinin bütün hayatını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Dostluklar,  okul, iş, hastane, komşuluk gibi zorunlu beraberliklerde ya da kendi irademizle yaptığımız bir tercihle kurulur. Hangi sebep bir araya getirse de, karakterleri uyuşan kimseler arasında dostluk gerçekleşir ve kalıcı olur. Birbiriyle uyuşan iki kişi arasındaki münasebet, iyi niyet, sevgi, güven ve dayanışma sayesinde gelişir. Dostlukta erdem vardır, hoşgörü vardır, her türlü şartta insanı kuşatan ve kucaklayan bambaşka bir sıcaklık vardır. Dost en kritik zamanlarımızda bile yanımızda olan, karşılaştığımız zorlukları, acıları bizimle paylaşan ve her şeyden önemlisi, bize güvenen ve güven veren insandır

İnsanlar yaratılışları gereği birbirinin yardımına ve dayanışmasına muhtaç oldukları için neredeyse arkadaşsız bir kimse yoktur. Sosyal hayat yaşayan herkesin mutlaka bir çevresi, arkadaşları ve yakın dostları vardır. İyi günde herkes insanın yanındadır. Dost kötü günde belli olur. Acıları ve sevinçleriyle bize sunulmuş bu hayat, dostlarımız sayesinde bir anlam kazanacaktır. Çünkü paylaşılmayan sevinçlerin zamanla coşkusunu yitirip sıradanlaştığı; acılarınsa, bizi içinden çıkılmaz karanlıklara sürükleyerek tükettiği, bilinen bir gerçektir

‘Dostunu söyle, kim olduğunu söyleyeyim’. Bu atasözünü bilmeyenimiz yoktur. Gerçekten de arkadaşın insan üzerinde kendini pek hissettirmeyen ama çok derin etkileri vardır. “Kişi, dostunun dini ve ahlâkı üzeredir. Öyleyse herhangi biriniz dostluk edeceği kimseye baksın” buyuran Peygamberimiz (s,a.v.), arkadaş seçimine dikkatimizi çekiyor. Kişinin, dostunun dini üzere olmasından kasıt, dini yaşama durumudur. Gerçekten iyi bir dost iyiliğe, güzel işler yapmaya teşvik eder,  kötü arkadaş ise, arkadaşını günah işlemeye yöneltir. Dostluğun en güzelini, birbirini Allah için sevenler gösterir. Dostların dostlukları onları Yaratana götürmelidir. “Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.”

İnsanın kainatta  hemcinsleri dışında da dostları vardır. Her an yanımızda, hizmetimizde olan dostlar. Hiç itiraz etmeden bize hizmet eden, yardım eden, hayatı yaşanır hale getiren dostlar. Onlar olmazsa dünya hayatından, kainattaki nizamdan, intizamdan, canlılar arasındaki yardımlaşmadan, kainatta cereyan eden “âdetullah” ve “sünnetullah”  kanunlarından bahsedemeyiz. Kimdir bu dostlar? Sessiz dostlar…

Bitkiler, ağaçlar, hayvanlar, hava, rüzgar,  su, yağmur, kar, güneş, ay, yıldızlar, kendi bedenimizdeki hücreler.…Kısacası kainatın hayatiyetini devam ettiren, zerrelerden kürlere kadar bütün canlı ve cansız varlıklar… Sesiz dostlarımızdır…

Kâinat insana hizmet için yaratılmıştır. Kâinata ibretle baktığımızda yapılan bu hizmetlerin sessizlik içinde cereyan ettiğini görürüz. Güneş her gün doğar ve batar. Sesini duymazsınız. Gece gökyüzünü binlerce yıldız sessizce renklendirir. Çiçekler ses çıkarmadan açar. Birkaç gün içinde bir ağaç binlerce çiçeğe bürünür, bir ovada binlerce ağaç çiçek açar da kimse bir şey işitmez. Yeryüzü her bahar yeniden dirilir; baharlar hiç ara vermeden yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşır; fakat bütün bu olup bitenlerden kimsenin kulağına bir çıtırtı bile ulaşmaz. Ağaçlar, çiçekler, sarmaşıklar, otlar… Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz mevsimlerinde derin hayat dersleri alırız bu sessiz ve yeşil dostlarımızdan. Bu dostlarımız yaşamak için karbondioksit alırlar, insanların yaşaması için gerekli olan oksijeni verirler. Böyle olmasaydı hayat olmazdı. Bunu sesiz ve yeşil dostlarımıza borçluyuz. Bu dostlarımızın,  çekirdekleri, çiçekleri, yaprakları, meyveleriyle Usta Sanatkâr’ın Evvel, Batın, Zahir, Âhir, Müzeyyin, Müsavvir, Cemil, Rahman, Rezzak gibi  isimlerini dört mevsim aralıksız anlatırlar…

Her bir insanın kendi bedeninde de durum farklı değildir. İçimizde dünya nüfusundan on bin kat daha kalabalık bir hücre kalabalığı sürekli faaliyetlerle kaynayıp durduğu halde onların da sesini işitmeyiz. Bunlar arasında sadece midemizdeki faaliyetlerinden haberdar olabilseydik, hayat yaşanmaz hale gelirdi…

Bediüzzaman eserlerinde bize, varlıklara bakış ve baktırma tarzını kazandırıyor. Bakmak ile görmek arasındaki farkı öğretiyor.

Bedîüzzaman, yeşil ve sesiz dostlarıyla iç içe yaşamış ve kırlarda gezmiştir. Dağlara ve ağaçlara karşı ihtimam göstermiştir. Barla’da kaldığı evinin önündeki Ulu Çınar bunların başında gelir. Bu çınara , “çınar kardeşim” diye hitap etmiştir. Bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmediğini ifade etmiştir. Bediüzzaman, yeryüzünde yazılan, bahar sayfasında teşhir edilen rahmet ve hikmetin mucizeli eserlerini, ağaçlar ve bitkilerdeki, hayvanlardaki, insanın cephesindeki,  denizlerdeki, gökyüzündeki, İlâhî sanatın harikalarını, sîmalarında parıldayan tevhid sikkelerini okurdu.

“Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Celil, Ya Celil, Ya Aziz, Ya Cebbar” dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyecekler Semayı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemal” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemil-i Zülcelal” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahman, Ya Rezzak” diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hakeza kıyas et. ” (24. Söz’den)

Bediüzzaman’ın binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatı sessiz dostların tercümesinden başka bir şey değil. Bediüzzaman’ın,  Ayetü’l Kübra’nın başında işaret ettiği gibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O’na ibadet etmektir. Ayet-ül Kübra risalesinde sessiz dostlar kainat kitabının anlaşılması için kendilerinin okunması gerektiğini söylerler. Her bir sessiz dost “Bana bak, beni oku” der.

Merak ve hayret duygumuzun canlı tutulması, her sabah güneşi üstümüze doğuran, her an kalbimizi çalıştıran, her an ciğerlerimizi oksijenle dolduran merhamet sahibi Kudreti Sonsuza, O’nu görüyor gibi iman ve kulluk etmemiz için, en önemlisi, bu düşüncelerimizin diri kalması için kainata, sessiz dostlara mana-yı harfi gözlüğüyle bakmalıyız. Ayetü’l-Kübra’da Kâinattan Hâlik’ını soran bir seyyahın müşahede ve tespitleri bize bu bakışı gösteriyor.

Ayetü’l-Kübra, “kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı”ndan oluştuğu için, Risâle-i Nur’un içinde seçkin bir yere sahiptir. Seyyahın sorgulama tarzı Bediüzzaman’ın kainat üzerindeki tefekkürüyle elde etmeyi hedeflediği tevhide giden yolu  özetliyor ve seyyah, hayalen kâinatın bütün alemlerinde onların Halıka şahadetlerini öğrenmek için bir seyahat yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğe davet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı, yağmuru, ve saire görür. Bu “kelimeler”den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar, düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır: “… rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerde istihdam ve havayı o sûrette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücûd ve Kàdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-ikramdır.”

Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı, cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarla mevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikle seyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün alemlerini temsil eden otuz üç “mertebe” ile birlikte görüldüğünde mükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucunun bakış tarzını, mahlukatı Kur’anî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaret ettikleri manalar için bakmayı öğretir.. Kainatın lisan-ı haliyle konuşmalarını anlamamızı sağlar. Ne güzel yerine, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış deriz.

Ayetü’l-Kübra’yı okuyalım. Kainat konuşuyor, Sessiz dostları dinleyelim…

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Vatan

Vatan, her birimizin doğup büyüdüğü; bir milletin hakim olarak üzerinde yaşadığı, barındığı, gerekirse uğrunda canını vereceği toprak parçasıdır. Vatanın geniş manada tarifi ise ülkedir, memlekettir.

Devlet, belirli bir vatan da,  ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde meydana getirdiği siyasi teşkilatlanmadır.

Bir milletin var olabilmesi, bir devletin varlığına; devlet de vatanın mevcudiyetine bağlıdır. Vatan olmasa millet de, devlet de olmaz. İnsanlık haysiyeti ve şerefi hiç kalmaz. Bunların muhafazası vatanı sevmekle, savunmakla, korumakla mümkündür..

İnsanların yaratılışında içlerinde, vatan sevgisi bulunur. Vatanını seven, haysiyetli ve şahsiyetli insanların vatana bağlılıkları sebebiyle uğrunda her şeylerini seve seve feda edebilecekleri bazı kutsal değerleri vardır: Din, dil, şeref, namus, ırz gibi değerler bunların başında gelir. Vatanı korumak; dini, imanı, namusu korumaktır. Bu uğurda canlar feda edilir. Vatanı sevmek kadar korumak da önemlidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) “Vatan sevgisi, imandandır. ” buyurmuştur.

Üzerinde yaşayacağı vatanı olmayanın evi, barkı ve mülkü olmaz, namusu tarumar olur. Millet ile vatan, ruh ve ceset gibidir. Devletsiz, vatansız bir millet yetim; milletsiz vatan da harabe bir ev gibidir. İnsanın en esaslı görevlerinden birisi de vatanını sevip sevdirmesi ve ona gereken hizmeti yapmasıdır. Çünkü devlet ve vatan, Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği büyük nimetlerdir.

Vatanı sevmenin sayısız sebepleri vardır. O, bizim şefkatli ve sevgili validemiz, bizler onun kıymetini bilen ve ona can feda eden hürmetkâr evlatlarıyız. Din, can, mal, namus ve evlat vatan ile muhafaza olunur. Kendi menfaatlerini vatanın ve milletin menfaatine tercih eden bir kimse vatan ve milletine ihanet etmiş olur.

Vatan; sağlam,  güvenli sığınacak yerimizdir, evimizdir ve ibadethanemizdir. Bu dünyanın nimetlerini o hanede kazandığımız gibi, cenneti ve ebedî saadetimizi de yine orada kazanacağız. Vatan cennetin bir salonudur. Bunun içindir ki, Kainatı efendisi (sav) Vatan sevgisi imandandır. demiştir.

Peygamber Efendimiz (sav.) vatanını pek ziyade severdi. Düşmanları kendisini Mekke-i Mükerreme’den çıkarttıkları gün; “Ne yapayım? Ben seni çok seviyorum, ama düşmanlarım beni senden çıkarttılar. ” diye teessürünü ifade etmiştir. Hz. Peygamber’in (sav.) yanında vatandan bahsedildiğinde mübarek gözleri yaşla dolardı. (http://www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1326)

Bediüzzaman’ın dediği gibi: “... Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. ”(Şualar) Bu hane içinde büyümüş, ilim ve irfandan nasibini almış vatanperver, şuurlu bir insanın hayatı boyunca bu nimete karşı şükretmesi dinî ve vicdanî bir borçtur. Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi: “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.”(Emirdağ Lahikası)

Tarihe altın sayfalarla yazılmış eşsiz bir destan olan “Çanakkale Zaferi”ne atılan imzada ana dili, etnik kökeni değişik olmasına rağmen, yüz binlerce gazi ve şehit vatan evlâdının izi bulunmaktadır. Bu, milletimizin gönlünde yer eden, “Vatan sevgisi imandandır” inancının tezahürüdür. İmandaki zayıflamanın, vatan sevgisi ve vatana bağlılığı da zayıflattığı bilinen bir gerçektir.

Üzerinde yaşadığımız vatanımızın her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. Vatanımız için içimizde daima fedakârlık duygularını besleyip ona hizmet arzusunu yüreğimizin derinliğinde daima duymalıyız. Vatanını seven bir kişi kendi memleketinde sevilen bir kişi olur. Bu kişiden hiç kimseye zarar gelmez. Menfaatlerine dokunulduğu için, yaşadıkları ülkeye düşman oldukları için,  vatanını, milletini, devletini, devletinin yöneticilerini sevmeyenler kötü ve tehlikeli insanlardır. Böyle olanlar ailelerinin, ülkelerinin hatta insanlık âleminin yüz karası olurlar. Kendi ülkesine kötü emeller besleyenlerden nefret edilir. Vatanını milletini sevmeyenler, idarecilerine İslami hassasiyet içinde olmasına rağmen iftira atanlar, düşmanlarla bile işbirliği yapacak kadar alçalabilirler. Maalesef  ülkemize bu duruma düşenler var. Allah onlara feraset versin. Vatan birbirini sevip sayan fedakâr ve gayretli evlatlarının omuzlarında yükselir. Bir insanın ailesine karşı fedakârlığı bir ise, vatanına,  devletine ve milletine karşı bin olmalıdır. Evet, “… Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir. ”(Hutbe-i Şamiye)

Vatan şairimiz Mehmet Akif de bir şiirinde vatan sevgisini için:

“Sahipsiz olan vatanın batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” Bir diğer beyitte ise:

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” dediği gibi bu güzel vatanımızın her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmıştır. Canımızla, malımızla O’nu korumak bizlere namus borcudur.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var, diyen şair, bu vatanın evlatlarındaki iman gücüne dikkat çekerek hiçbir maddi gücün ve silah imkânının onu yıldıramayacağı gerçeğine dikkat çekmektedir.

Vatan sevgisi ve onu muhafaza gayreti olmasa, memleketler harap olur, viraneye inkılap eder. Milleti ise esarete mahkûm olur. Vatanlarını muhafaza edemeyen milletler tarihten silinmişlerdir. İşte Suriye’nin hali… “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır..  Unutmayalım,  Bu vatan, bu memleket hepimizin.

Türkiye’de güzel şeyler oluyor. Bu güzelliklerden rahatsız olanlar olabilir. Ekonomik ve siyasi istikrarı baltalamak için, ülkemizi karıştırmaya çalışabilirler. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra içteki ve dıştaki hainler düğmeye basarak ülkemizi karıştırmaya başladılar. Başta PKK olmak üzere diğer terör örgütlerini kullanarak askerimizi, polisimizi, insanlarımızı şehit etmeye başladılar.  Anında cevabını aldılar. Devletimizin terörü kurutuncaya kadar kararlı olması milletimizin gönlüne su serpmiştir. Ülkemizdeki istikrarın devam etmesi geminin denizde rotası istikametinde ilerlemesi demektir. Gemidekiler geminin rotası ile terör olayları ile ülkeyi karıştırarak  oynamamalıdırlar, geminin dibini delmemelidirler. Gemi batarsa hepimiz boğuluruz.. Gemiyi batırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir.Bu vatan, bu memleket hepimizin. Milletimizde zaten 1 Kasım 2015 seçimlerinde buna fırsat vermedi Ak Partiyi  yine tek başına iktidar yaptı.

Dinimizde vatana hıyanet etmek, devlete karşı ayaklanmak, bu milletin evi olan gemiyi batırmak, devlet yöneticilerine iftiralar atarak, fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır.“Fitne katlden daha şiddetlidir.(Bakara suresi, 191. ayet)

Enes (ra)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Üzerinize tayin edilen yönetici, başı kuru üzüm gibi siyah bir köle de olsa sözünü dinleyip kendisine itaat ediniz.”

Hz. Ömer (ra) devlet yönetiminde gerek dinî, gerekse dünyevî konularda istişare sistemini faaliyete geçiren örnek yöneticilerden birisidir. Dinleyelim adaleti, cesareti ve devlet yönetimindeki üstün başarısıyla meşhur olan Hz.Ömer (r.a)’ı, “Bir devlet başkanı elinizden Kur’anı almayıp, namazınıza engel olmuyorsa; hakkında çıkan dedikodular fitneden ibarettir ”

Vatanın, ülkenin bütünlüğü, birlik ve beraberliği için, devlet adamlarının haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler, savaşlar, terör ve her türlü vesayet  karşısında duruşları vardır. Bu duruşlar, millet için, gelecek nesiller için, ümmet için çok önemlidir. Bu duruşlar zillet içinde yaşamaktansa, izzet içinde ölmenin şerefidir.

Ülkemizde artık ancak Allah’ın huzurunda eğilen,  içteki ve dıştaki hainler karşısında dik duran, eğilmeyen idarecilerimiz var. Cumhurbaşkanımız var, başbakanımız var. Vatanın ve milletin bütünlüğü, huzuru, refahı için çalışan idarecilerimiz var.

Memlekete hizmet eden idarecilerimizin işini zorlaştırmak değil, bütün gücümüzle kolaylaştırmak ve yardımcı olmak durumundayız. Dünyanın hali malum. Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de meseleler bitmiyor. Türkiye’nin kuvvetli, lider ülke olması lazım…1 Kasım 2015 seçimleri Türkiye’nin lider ülke olması için millet tarafından yolunun açılması olayıdır.

Üzerinde yaşadığımız vatan topraklarının korunması;  mazlumların, mağdurların, masumların, mültecilerin, muhacirlerin umudu olmamız için, lider ülke olabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bazı niteliklere, vasıflara sahip olması gerekiyor. Sahip olunan bu vasıfların doğru, etkin ve stratejik olarak kullanılması gerekiyor.

Strateji, bir milletin veya milletlerin savunmasında askeri, siyasi, ekonomik ve manevi güçleri bir arada kullanma ve düzenleme sanatı olarak tanımlanmaktadır. Devletlerin güçlü olmaları, dünyada söz sahibi olmaları uyguladıkları strateji politikaları ile yakından ilgilidir.

Bugünlerde KASEM- Kadim Stratejiler Encümeni Merkezi başkanı, Prof. Dr. Ali Arslan’ın yeni yayınlanan ‘Doğu-Batı Ekseninde, Stratejik Rekabet’kitabını okuyorum. Kitaptan bazı cümleleri sizlerle paylaşalım…Kitapta, Devletlerin güçlü mü, zayıf mı olduğunun veya kabiliyet ve nüfuzunun var olup olmadığını anlamak için büyük, güçlü devletlerde bulunması gereken vasıflar sayılıyor.“ Bir devletin yalnız isim olarak değil, gerçek bir devlet olarak kabul edilmesi için, lider ülke olması için, Eğitim Seviyesi, Fikri Hürriyet ve Beyin Gücü,  Stratejik Ufuk,  Teknolojik Gelişim, Üretken Ekonomi, Nitelikli Nüfus,  Etkin Ordu; ve Jeopolitik Konum vasıflarını taşıması ile orantılıdır…Stratejik bir devlet olmanın gereği söylemden ziyade icraata bakmaktadır. Buradan hareketle, gerçekçi bir strateji oluşturmanın elzem şartlarından birinin de dost ve rakiplerin stratejilerini anlamak olduğu bilinmelidir…Kendi stratejisi ile birlikte diğerlerinin stratejisini bilerek hareket etmek; ülkeye, millete akraba ve dost toplumlara güven ve güç verecektir. ” Büyük ve güçlü devletlerde bulunması gereken vasıflar kitapta tarihi süreç içinde örneklerle açıklanıyor…

2023, 2053,2071 hedefleri olan Yeni Türkiye’nin yukarıda sayılan  vasıflara bürünmesi elzemdir. Yeni kurulacak Ak parti hükümeti, seçim propagandalarında ifade ettiği, ‘Bu memleket hepimizin, bu vatan hepimizin’ söylemini icraatlarında da göstermelidir. Yeni dönemde Ak Parti Hükümeti,  Stratejik devlet olmanın vasıflarını yerine getirerek, uygulayarak, 2023, 2053, 2071 hedeflerine yürürken;  ülkede kalıcı barışı, adaleti, huzuru, refahı sağlamalıdır. Terör Türkiye’nin gündeminden çıkarılmalıdır. Yatırımlara  kaldığı yerden hızla devam edilmelidir. Türkiye, Uluslar arası arenada da  büyüklüğünü ve gücünü her zaman hissettirmelidir.

Türkiye, İslam aleminin umudu, mazlumların, mağdurların, mültecilerin, muhacirlerin umudu. Bu umudun devam etmesine bu aziz millet 1 Kasım seçimleriyle evet dedi.Türkiye demokrasi bayramı yapıyor, İslam dünyası bayram yapıyor.Bosna  Hersek, Filistin bayram yapıyor…Seçimi kazanan, Başbakan Davutoğlu’nun  ilk sözü ELHAMDÜLİLLAHoluyordu. ‘Bu vatan topraklarına, bu tertemiz tarlaya sevgi ekmeye geliyoruz. Bugün rakip yok, hasım yok. Bu topraklarda sadece sevgi erenleri var,’ diyordu.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org