Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Dostlar Meclisi

İnsanların hayatında, dostluğun ve arkadaşlığın çok büyük önemi vardır. Dostluklar, kişinin bütün hayatını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Dostluklar,  okul, iş, hastane, komşuluk gibi zorunlu beraberliklerde ya da kendi irademizle yaptığımız bir tercihle kurulur. Hangi sebep bir araya getirse de, karakterleri uyuşan kimseler arasında dostluk gerçekleşir ve kalıcı olur. Birbiriyle uyuşan iki kişi arasındaki münasebet, iyi niyet, sevgi, güven ve dayanışma sayesinde gelişir. Dostlukta erdem vardır, hoşgörü vardır, her türlü şartta insanı kuşatan ve kucaklayan bambaşka bir sıcaklık vardır. Dost en kritik zamanlarımızda bile yanımızda olan, karşılaştığımız zorlukları, acıları bizimle paylaşan ve her şeyden önemlisi, bize güvenen ve güven veren insandır

İnsanlar yaratılışları gereği birbirinin yardımına ve dayanışmasına muhtaç oldukları için neredeyse arkadaşsız bir kimse yoktur. Sosyal hayat yaşayan herkesin mutlaka bir çevresi, arkadaşları ve yakın dostları vardır. İyi günde herkes insanın yanındadır. Dost kötü günde belli olur. Acıları ve sevinçleriyle bize sunulmuş bu hayat, dostlarımız sayesinde bir anlam kazanacaktır. Çünkü paylaşılmayan sevinçlerin zamanla coşkusunu yitirip sıradanlaştığı; acılarınsa, bizi içinden çıkılmaz karanlıklara sürükleyerek tükettiği, bilinen bir gerçektir

‘Dostunu söyle, kim olduğunu söyleyeyim’. Bu atasözünü bilmeyenimiz yoktur. Gerçekten de arkadaşın insan üzerinde kendini pek hissettirmeyen ama çok derin etkileri vardır. “Kişi, dostunun dini ve ahlâkı üzeredir. Öyleyse herhangi biriniz dostluk edeceği kimseye baksın” buyuran Peygamberimiz (s,a.v.), arkadaş seçimine dikkatimizi çekiyor. Kişinin, dostunun dini üzere olmasından kasıt, dini yaşama durumudur. Gerçekten iyi bir dost iyiliğe, güzel işler yapmaya teşvik eder,  kötü arkadaş ise, arkadaşını günah işlemeye yöneltir. Dostluğun en güzelini, birbirini Allah için sevenler gösterir. Dostların dostlukları onları Yaratana götürmelidir. “Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.” 

Dostlar meclisindeki dostların yolları 1990’lı yıllarda Nesil yayınlarında kesişti. Bu dostlar kurumun değişik birimlerinde ihlasla iman ve Kur’an hizmetine destek verdiler. Kurum içinde Nesil Yardımlaşma ve Dayanışma derneği kurarak  sosyal dayanışma, yardımlaşma ve kaynaşmayı sağladılar. Gün geldi bu dostlar, çalıştıkları kurumdan değişik sebeplerden dolayı ayrıldılar. Müteharriki bizzat olarak işlerine ve hizmetlerine devam ediyorlar. Bazıları aynı kurumda görevlerine devam ediyorlar.  

Dostlar meclisinin dostları zaman zaman bir araya gelerek dostluklarını pekiştirirler. Her yıl Ramazan ayında  bir iftarı muhakkak beraber yaparlar. Bu yılki iftar 4 Temmuz 2015 te İstanbul’da Büyükşehir belediyesinin Çırpıcı tesislerinde yapıldı. Murat Güleç kardeşimiz bu meclisin bir üyesi olarak Almanya’dan bu iftar için geldi..Haldun abinin toplumun yeniden inşası hususunda mekanların plan ve projeleri hakkındaki görüşleri orijinaldi… 

Dostlar meclisinin iftarını, Bediüzzaman Hazretlerinin hayattaki talebelerinden Mehmet Fırıncı ağabey şereflendirdi. Türkiye’deki ve dünyadaki nur hizmetlerini bizzat kendisinden dinleme imkanı bulduk.  Dünyanın değişik üniversitelerinde Risale-i Nurların ders olarak okutulduğunu, kendilerinden Risale-i Nur eğitimi için program istendiğini ifade ederken gözlerinin içi gülüyordu. Ümit vardı… Bediüzzaman Said Nursi’nin “Ben acele ettim kışta geldim, sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” sözlerini hatırlatıp artık o dönemde olduğumuzu söylüyordu. 

Mehmet Fırıncı abi aktüel konular üzeride de konuşarak bizlere yol gösteriyordu, Bediüzzaman’ın devlet ricaline daima tavsiyelerde bulunduğunu dile getirerek, “Üstad, ‘Siz oradan kalkın ben oraya oturayım, bunu yapayım’ katiyen dememiş. Daima tavsiyede bulunmuş. ‘Siz orada oturun, bunları böyle güzel yapın’ demiştir. Yardımcı olmak tarzında… İslam ulemasının da bütün hepsi, hatta İmam-ı Azam hazretleri devlette vazifeyi kabul etmemek için hapiste ölmüş” diye konuşuyordu.

İslam hizmetleriyle meşgul olanların gayeleri ve çalışmalarının Allah rızası için, insanların imanına hizmet etmek olduğunu kaydeden Fırıncı abi, dostlar meclisi sohbetinde şunları söyledi:
“Herhangi dünyevi bir koltuk elde edeyim, şu olsun, bu olsun katiyen düşünülmez. Düşünülürse bu din hizmeti olmaz. Hz. Üstad’tan aldığımız ders budur. Böyle bir şeye alet etmek çok yanlış olur. Böyle bir tasavvurda ve teşebbüste bulunan kardeşler varsa bundan vazgeçsinler. Üstadımız bazı fıkhi meseleleri sorarlar. Mesela, Manisa’dan bir arazi meselesi. ‘Oranın müftüsüne sorun’ diyor. Risale-i Nur’un Diyanet’in neşretmesini istemesinin nedeni de Diyanet’in elinde Risale-i Nur gibi bir hakikatler manzumesi olsun ve bütün dünyaya onunla hakkaniyetini ibraz etsin.”

Mehmet Fırıncı abi, Bediüzzaman yaşasaydı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı alkışlayıp, tebrik edebileceğini belirterek şöyle diyordu; ‘‘Bediüzzaman Said Nursi hayatta olsaydı, Erdoğan’ı tebrik eder ve alkışlardı. Mesela şu anda noksan kalan bir şey var,  Ayasofya… ‘Bu kadar güzellikler yaptınız, Ayasofya’yı da açın’ derdi.’’

Ak Partinin hükümet olmaya devam  etmesi gerektiğini belirten Fırıncı abi, Hükümete muhalefet etmek için bir izah bulamadığını anlatan Fırıncı abi, “Durup dururken bir Müslüman böyle bir idareye karşı nasıl karşı tavır içine girebilir? İmana ve Kur’ana hizmette bundan daha rahat bir ortam yaşandı mı? Bütün yasaklar kalkmadı mı? Bunun manasını bulamıyoruz. Karşı olan  arkadaşlar katiyen bu işten vazgeçsin. Ben artık o gazeteleri, televizyonları bir dakika bile takip etmiyorum. Biz de töhmet altında kaldık. Bu töhmetten bizim de kurtulmamız lazım. Biz böyle bir şeyi kabul etmiyoruz. Hizmetimize devam ediyoruz. 60-70 sene evvel nasıl başladıysak aynen öyle devam ediyoruz. Onlar bu yanlışlıktan vazgeçsin” şeklinde konuşuyordu. Fırıncı abi, bu ve benzeri  ifadelerini, Dostlar meclisinde de dile getiriyordu…

İftardan sonra Fırıncı abi ve dostlar meclisi akşam namazını cemaatle kıldıktan sonra, Fırıncı abi ile toplu fotoğraf çekinerek , Fırıncı abiyi uğurladık….

Dostlar meclisinin çay eşliğindeki sohbetleri sahur vaktine kadar devam etti….Daha nice Dostlar Meclisi iftar programlarına…

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Dünya Barışı Zekatla Sağlanır

İnsanlar ekonomik olarak eşit bir şekilde yaratılmamışlardır. Her toplumda zenginler de vardır, fakirler de. Aslında toplumun ahenkli işleyişi için bu farklılık bir bakıma da gerekmektedir. Çünkü sosyal bir varlık olarak yaratılan insanların birbirleriyle ilişki içinde olmaları, yardımlaşmaları ancak bu farklılıkla mümkündür. Diğer taraftan insanların bazısı zenginliği, kimisi de fakirliği ile sınanmaktadır. Öte yandan herkes helâl rızkını elde etmek için çalışmak zorundadır. Allah kiminin rızkını genişletir, kiminkini de daraltır. Ancak zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu kapatmak için de zenginlerin fakirlere “zekât” vermesini farz kılmış, faizle onları sömürmelerini de yasaklamıştır. Bu formül ile hem yoksullar onurlu bir hayat seviyesine ulaşabilir, hem de iki tabaka arasındaki çatışma potansiyeli, sevgi, şefkat, saygı ve kardeşliğe dönüşür. Kur’ân’ın bu çözümü dünyadaki yoksulluğu ortadan kaldıracak kadar etkili bir yoldur.

Maddî buhranlara manevi buhranlar sebep olduğu gibi, manevi buhranlara da maddi buhranlar kuvvet verir. Ekonomik dengenin bozulup maddi farklılığın artması korkunç felâketlerin habercisidir. İnsanın manevi yönü olduğu gibi, bir de maddi yönü vardır. Bu iki yönünde ihmal edilmemesi gerekir. İnsanların manevi huzuru bir ölçüde maddi refahlarına bağlıdır. Zengin, fakir arasındaki mesafe açıldığı nispette, maddi sıkıntılar çoğaldığı ölçüde, toplum huzuru tehlikeye düşmüş demektir. Bunun içindir ki İslam, zenginleri fakirlerin yardımına çağırmakta, zekât ve sadaka köprülerinin atıldığı ve insanların sadece nefislerinin rahatını düşünmeye başladıkları ölçüde belâlar dalga dalga ve rahat etme niyetlerinin aksine zahmet tokatları gelmeye başlar.

Adalet,  sosyal barış için şarttır. Sosyal barış da sosyal dayanışma ve yardımlaşma ile sağlanır. “Muhakkak ki,Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya yardım etmeyi emrediyor; zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm  yapmaktan nehyediyor. ”[1] Bu ayette bize, adalet, ihsan ve akrabaya yardım sosyal dayanışmayı gerçekleştiren müesseseler; zina, fenalık ve zulüm  ise sosyal dayanışmayı köstekleyen davranış ve tutumlar olarak gösterilmektedir. Bir başka ayette de ;  dayanışmanın, yardımlaşmanın kurulması  için; Allah’a ibadet etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak emredildikten sonra; ”Anaya , babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanımızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik ediniz. ” [2]buyrularak bir toplum da sosyal dayanışmanın nasıl gerçekleştirilebileceği ortaya konulmaktadır.

Bediüzzaman’a göre gerçek bir medeniyet, “istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye”yi temin edecek bir fonksiyona sahip olmalıdır. Kur’an medeniyeti, insanlığa önerdiği ilkelerle genel huzur ve barışı temin edebilecek niteliktedir. Kur’an medeniyeti insanlara, doğruluğun egemen olduğu, kuvvetin doğruluğun yerine geçemediği, ahlaki değerlerin insan davranışlarını belirlediği, insanlar arasında sun’i ayrılıkların olmadığı, insanların ilişkilerini yardımlaşma üzerine bina ettikleri ve insan ilişkilerinde adaletin hakim olduğu bir hayat sunar.

Kur’an medeniyeti, hayatın temeline sevgiyi, yardımlaşmayı yerleştirmiştir. Hz. Peygamber (sav), akraba, komşu, yetim, kimsesiz, yaşlı ve sair muhtaçlara her an yardım edilmesi gerektiğini anlatmıştır.

Son dinin örnek ve eşsiz önderi Peygamberimiz, Hz. Muhammed (sav)’in en bariz özelliği rahmet peygamberi oluşudur. İnsanlara hiçbir zaman sevgisizlik göstermemiştir. Çocukları sevmiş, yaşlılara, hayvanlara merhamet göstermiş, susuzluktan ölmek üzere olan hayvana su verenin cenneti kazandığını, bir kediye haksızlık edenin de cehennemsi bir hayata gittiğini ashabına haber vermiştir. “Yaratılanı yaratandan ötürü seven” O yüce insan, kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek kadar gaddar bir güruhtan her şeyini din kardeşine feda edebilen bir sevgi toplumu meydana getirmiştir.

 

Allah için yaşanan sevgide sadakat, merhamet, yardımlaşma ve bağışlama vardır. Allah için yaşanan sevgi süresiz ve sonsuzdur. Bu sevgi önce dünyada ve ardından ahirette devam etmeye kilitlenmiş bir sevgidir

Davranışlarını sevgi, dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik esasları çerçevesinde şekillendiren Müslümanlar, tarih boyunca yardımı esas alan yapıları ortaya çıkarmışlardır. Vakıflar, imarethaneler, sadaka taşları, şifahaneler, yetimhaneler, okullar, kuş barınakları hep böyle bir anlayışın sonucudur. İslam toplumlarında adeta bir yardımlaşma mimarisi vücuda gelmiştir. Bugünün toplum yapısında, yalnızlık içinde sorunlarıyla baş başa kalan insana Kur’an’ın bu ilkesi yetişmektedir.

Kur’an sosyal hayatın huzurlu bir şekilde devamı için, sosyal tabakalar arasındaki mesafeyi kontrol altında tutan mekanizmalar önermiştir. Bunlar zenginlerin mal ve kazançlarının bir kısmını fakirlere vermesi (zekat) ve riske girmeden para ile para kazanılmasının sınırlandırılmasıdır (faiz). Kur’an’ın bu emirlerine uyulduğu dönemlerde, topluluklar huzur içinde yaşamışlardır. Bugün dünyada sermayenin adaletsiz dağılımı, Kur’an’ın sosyal hayatla ilgili mekanizmalarına ne kadar ihtiyaç olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Kur’an medeniyeti, sosyal hayata dair getirdiği ilkeleriyle, insanlar arasında “merhamet, hürmet, emniyet, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek, serseriliği bırakıp itaat etmek” gibi esasları hakim kılarak siyasi ve sosyal karışıklıklara imkân sağlayacak zemini yok etmiştir.

Nasıl ki hayatın hayatı imandır, sosyal hayatın ruhu da zekâttır. Çünkü o, insanların davranışlarını maddi ve manevi sahada disipline eden mukaddes bir emr-i İlâhîdir. Bu bakımdan beşer, bugün karşılaştığı birçok ekonomik meselelerin, krizlerin altından kalkmak istiyorsa, sosyal hayatta zekât kurumunun revacına gayret etmelidir. Çünkü zekât, toplumun sosyal ve ekonomik problemlerini çözüm getirecek, rahatsızlıklara sünger çekebilecek bir şifa özelliğine sahiptir.

İslam’da, dinî vecibeler içinde namazdan sonra en büyük önem ve kıymet zekâta verilmiştir. Gerçekten de namaz, dinî hayatın direği, İslamî hayatın teminatıdır. Zekât ise, sosyal hayatın dayanak noktasıdır. Namaz kılınmayan bir toplumda dinî yaşayış zayıflayıp sönmeye yüz tutacağı gibi, zekât emrinin tatbik edilmediği bir toplumda da sosyal huzur, birlik ve beraberlik kalmaz. Fakir ve zengin sınıflar arasında dayanışma ve yardımlaşma ortadan kalkar, sevgi ve saygı duyguları yok olur. Günümüz toplumlarının hâli buna açık bir delildir. Namaz ve zekât, biri kişinin iç dünyasını, diğeri de dış dünyasını düzenleyici iki ana direktir. Zekât, zenginlerin fakirlere yaptıkları basit bir yardım değildir. Zekât fakirin, zenginin malında olan bir hakkıdır. Allah, bu hakkı imtihan için zenginlerin malının içine koymuştur. Zekât, zengine emanet olarak bırakılmış fakire ait bir hediyedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şu şekilde belirtilmiştir: “Müminlerin mallarında dilencinin ve dilenmeyen fakirin bir hakkı vardır.”[3] Fakiri bulmak ve ona hakkını vermek görevi zengine aittir. Fakir, kapı kapı dolaşıp da zengin arayacak değildir. Zekâtı ödenmemiş bir mal, içinde “emanet” bulunduğu ve o an da “hıyanet” üzere bulunulduğu için temiz ve helâl olmaktan çıkar. Aslında zahiren “helâl” yolla kazanılmış olsa bile, emanet yerine ulaştırılmadığı için bu zenginlik gayri meşru bir varlık hâlini alır. Zekâtı ödendiğinde mal da temizlenmiş olur. Bu yüzden Efendiler Efendisi, “Malınızı zekâtla temizleyin.” buyurarak tüm Müslümanlara ilân etmişlerdir.

Bediüzzaman da, toplumsal ve küresel huzurun temini ve bencillik, acımasızlık, tembellik, gaddarlık gibi, insani ve toplumsal hastalıkların tedavisi için kurumsallaşmış bir zekât müesseseni emreden ve faizi yasaklayan ayetlere sık sık atıfta bulunmuştur.

Bediüzzaman, toplumdaki kavgaların ve fesadın asıl kaynağı olarak aşağıdaki iki kelimeyi ifade ediyor.

Birinci kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne.”

İkinci kelime: “İstirahatım için zahmet çek, sen çalış ben yiyeyim.”

Birinci kelime ben merkezciliği, ikinci kelime de çıkarcılığı sembolize eden düşünce ve davranış kalıplarıdır.

Bediüzzaman, birinci kelimeye karşı zekât kurumunu vurgulayarak zenginin fakiri düşünmesini önemsiyor. İkinci kelimeye karşı da üretmeden para kazanmayı sağlayan paranın satılmasını, yani faizi onaylamayarak reçetesini sunuyor.

Bu sözlerin ilkinde, çiğ bir bencillik ifade ediliyor ve açların (fakirlerin) çok sayıda bulunduğu bir yerde tokların (zenginlerin) rahat edemeyeceklerini vurguluyor. Gerçek şu ki; ülke bazında ve dünya genelinde zenginler ve fakirler gittikçe sertleşen, her gün daha tehlikeli hale gelen bir mücadele içindeler. Bu mücadele, bazen G-20 ülkelerini temsil eden devlet adamları arasında toplantı ve müzakereler olarak, bazen savaş alanlarında silahlı çatışma şeklinde, bazen ise kentte köyde terör olayları mahiyetinde cereyan ediyor. Bediüzzaman’ın dikkatlerimize sunduğu ikinci sözde ise insanlar arasındaki ihtilafın diğer bir kaynağı olarak, zenginlerin bencillikte daha da ileri giderek başkalarının emeğini sömürdüğü ve böylece servetlerini kazandıkları meselesine dikkat çekiliyor. Nitekim, küresel krizlerin aktörleri olan kişi ve onların yönettiği kuruluşlar, yaptıkları her riskli işlemi, bünyelerinde tutmayarak kendilerine kâr sağlayacak şekilde başka şirketlere sattılar. Yani, diğerleri batmış, çıkmış, çalışanları işsiz kalmış, devlet vergiden mahrum kalmış filan hiç umursamadılar. Öte yandan, 2008 finansal krizinde mortgage kağıtlarını ve diğer yüksek getirili enstrümanları çıkaranlar ve ikinci, üçüncü elden satın alanlar, “biz tatlı kârlar ederken, nihai borçlular bu yükü nasıl kaldıracak?” diye bir an olsun düşünmediler ve oturdukları yerden başkalarının alın terini ceplerine indirmekte beis görmediler. Şirketleri batarken çapkınlık peşinde koşanlar, sonra hiç utanmadan devlet kapısını çalarak, vergi mükelleflerine ait paraların şirketlerine ve dolayısıyla da kendilerine aktarılmasını istediler ve bunu da büyük ölçüde sağladılar. Elektronik ortamda bir-iki dakikalık bir işlemle milyarları kazananlar; “benim kârım acaba kimin zararı?” diye bir endişe, üzüntü duymadı. Çünkü kazananın her halükarda akıllı, kaybedenin ise enayi sayıldığı bir düzende yaşıyorlar.

Bediüzzaman’a göre insanlık ,  barış ve kurtuluşu isterse, yardımlaşma ve dayanışma formülü olarak, faizi kaldırıp zekâtı hayatlandırmalıdır. Bediüzzaman’a göre, toplumun hayatını koruyan düzenin en büyük şartı, sosyal tabakalar arasında uçurum veya gedik oluşmamasıdır. Havas tabakasının avamdan, zenginlerin fakirlerden “hatt-ı ittisal”i kesecek kadar uzaklaşmamaları gerekir. Tabakalar arasında bağlantıyı temin edecek olan ise, faizin kaldırılması, zekât ve yardımlaşmanın tesisidir. Kur’ân’ın zekât verme ve faizi kaldırma emrine uyulmadığından, tabakalar arası münasebetler gittikçe gerginleşir; birbirlerine ulaşma yolu ve imkânı kalmaz. Bu nedenle, aşağı tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, bağlılık yerine isyan, kin ve haset; yukarıdan aşağıya ise merhamet, ihsan, lütuf yerine zulüm ve tahakküm tavrı gelişir. Üst tabakanın imkânları, tevazu ve merhamet vesilesi olmak yerine kibir ve gurur konusu olur. Alt tabakanın acizliği ve fakirliği, ihsan ve merhamet edilmesini icab ettirirken, esaret ve sefalete düşürülmelerini netice verir. Bütün ihtilâllerin, isyanların, savaşların, terörün ardında yatan bu tabloyu düzeltecek olan, zekât emrine uyulması ve faizin kaldırılmasıdır.[4]

Zekât bir iman disiplini, bir ibadet şuuru olmakla birlikte, dünyanın rahatı, huzuru, saadeti ve refahı da bu ibadetin hayata girmesiyle mümkündür. Bu sosyal gerçeğe Bediüzzaman’ın rehberliğinde bakacak olursak önümüze çok canlı bir tablo çıkacaktır Öncelikle ve özellikle dünya barışının tek çıkar yolu, zekât kurumunun hayata geçmesi ve uygulama alanına girmesi ve insanların onun gizemli güzelliğiyle tanışmasıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği gibi, “Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ, karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir.”[5] Yani, dünya barışının gerçekleşmesinin şartı, zekâtın verilmesi, faizin kaldırılması, karz-ı hasenin hayata geçmesidir. “Beşer salâh (barış, kurtuluş ve huzur) isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı.”[6] Zaten bütün kavganın, kargaşanın, anarşinin, her türlü terörün ve krizin temeli, faiz belasının yaşaması ve zekâtın terk edilmiş olmasıdır. Bugün dünyayı bir cendere içinde sıkan terör belasını telafi edecek tek çare ve bu bulaşıcı hastalığı tedavi edecek tek reçete, faizin yok edilmesi, zekatın yaşatılmasıdır. Dünya devletleri, kuruluş ve kurumları Kur’ân’ın sunduğu bu iki ilacı kullanmamakta ısrar ederse, onulmaz sancılar içinde kıvranacak ve başı beladan kurtulamayacaktır. Savaş naralarıyla hem güçlüler, hem de güçsüzler korku ve endişe içinde hayatlarını zehire çevirecektir. Büyük sermayenin belli ellerde ve bankalarda toplanması varlık sahiplerini zulümden, yoksulları da isyandan kurtaramayacaktır. Bunun yerine merhametin, şefkatin, yardımlaşmanın, kardeşliğin ve kucaklaşmanın öne çıkmasıyla, hem dar gelirli bireyler ve milletler rahat edecek, hem de servet sahibi devletler ve kişiler güven ve huzur içinde yaşayacaktır.[7]

Zekâtta çifte amaç gerçekleşir. Kişi bir yandan manevi arınma sürecine girerken, öte yandan servette paradoksal olarak belli bir artış sağlar. Bunun iktisadi bakımdan izahı, zekât alan kişilerin belli bir satın alma gücüne sahip olmakla piyasayı hareketlendirmesi, belli bir zümreden onlara aktarılan paranın ekonomik piyasaya girip talebi ve dolayısıyla üretimi artırmasıdır. Üretim olunca istihdam da olur. Sosyal adalet yanında sosyal bir sorun olan işsizlik ve istihdam gibi sorunlara dolaylı yoldan çözüm bulunmuş olur.

Zekât, sadaka veya genel anlamda “infak,” refah ve servet artışı olarak geri döner. Çünkü belli kesimlerin satın alma gücüne sahip olması işsizlik ve istihdam gibi sorunlara çözüm olduğu gibi, mal ve hizmet üretiminde artışı sağlar. Toplumda işsizlik ve istihdam gibi temel sorunlara çözüm bulunduğu zaman sosyal sorunlar da kendiliğinden çözülmüş olur; meselâ suç oranları düşer, boşanmalar azalır, fuhuş geriler. Refah seviyesinin düşmesi ve gelir adaletinin olmaması sosyal patlamanın başta gelen sebebidir.

Bunun 1929’daki büyük ekonomik bunalımda bulunan formülü, Keynes’in Amerika’da işsizlere kuyu kazdırılmasını ve buna karşılık devletin onlara para verip satın alma güçlerini yükseltmesi olarak uygulanmış, böylelikle iktisadi durgunluk aşılmıştır.

İslamiyet muhtaç insanlara kuyu kazdırtıp sonra doldurtmak gibi bir işi abesle iştigal saydığından, çok daha insani ve sürekli bir kaynak transferi olarak zekâtı öngörmüştür. Peygamber Efendimiz (sav), zekâtı “zenginlerden alınıp yoksullara aktarılan” sürekli bir kaynak olarak tarif etmiştir.

İslamiyet zekât yolu ile insanlar arasında sefaletin önlenmesini, fertlerdeki insanlık duygularının daima canlı kalmasını temin eder. Sosyal adalet kavramının en iyi tatbikat sahalarından biri olan zekât vasıtasıyla insanlar bencillikten, hasislikten nefislerini kurtarabilirler. Kısaca söylemek gerekirse, zekât insan toplumlarının ahenkli, mesut yaşaması için Allah tarafından teklif edilmiş bir vecibedir.

Tarih boyunca toplumlarda sosyal dengenin, barışın ve huzurun tek garantisi, adaletli gelir dağılımıdır. Bir toplumda para küçük bir azınlığın elinde dönüp duruyorsa, orada her türlü huzursuzluğun doğması için yeterli zemin oluşmuş demektir. İslam’ın temel esaslarından biri olan zekât, toplumsal dayanışmanın en güzel örneklerinden biri olarak karşımızda durmakta ve dünyamızı yaşanmaz hale getiren en önemli sorun olan adaletsiz gelir dağılımının yegâne çözüm yolu olarak günden güne belirginleşmektir.

Materyalist Batı medeniyetinin yaygınlaştırdığı hayat tarzından doğan bunalımları, krizleri aşmak için, israf ve tüketim çılgınlığına karşı iktisat ve kanaat, sefahat ve tembelliğe karşı iffet ve çalışma, emek, hizmet prensiplerini hakim kılmak; büyük sosyal huzursuzluklara ve krizlere yol açan gelir dengesizliklerinin izalesi için de, Kur’ân’daki zekât emriyle faiz yasağını dünya ölçeğinde uygulamak gerektiği gerçeğini fertler ve toplumlar artık anlamalıdır.

Zekat İslam’ın köprüsüdür. İnsanlık bu köprüden geçmelidir. Böylece, yoksulluk, açlık sefaletinin, savaşların yaşandığı dünyamızda Zekât’ın evrensel boyutta uygulanmasıyla; açlık ve yoksulluk meselesi çözülür, savaşlar sona erer, farklı toplum  kesimleri arasındaki nefret, kin, zulüm gibi olumsuz duygular ortadan kalkar, bunun yerine karşılıklı anlayış, şefkat, saygı gelir ve neticede toplum rahat ve huzura kavuşur. Dünyada küresel barış isteniyorsa, küresel zekat uygulaması elzemdir. Söylediklerimizin uygulaması hayal değil. Beşeriyet için, başka çare yok. Çünkü, hakiki insaniyet İslamiyet’tir. Dünya barışı için, insanlık zekat köprüsünden geçmemekte ısrar ederse, fakirlik, açlık, sefalet ve savaşlar devam edecek. İnsanlık, onulmaz sancılar içinde kıvranacak ve başı beladan kurtulamayacaktır. Savaş naralarıyla hem güçlüler, hem de güçsüzler, hem zenginler, hem de fakirler korku ve endişe içinde hayatlarını yaşamak zorunda kalacaklardır.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

[1] -Nahl suresi, 90. ayet

[2] -Nisa suresi , 36. ayet

[3] -Zâriyat Suresi: 19.ayet

[4] – Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Cilt 2, Nesil Yayınları, İstanbul 1996,  İşârâtü’l-İ’câz , s. 1173

[5] – Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Cilt 2, Rumuz, s. 2343

[6] – Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Cilt 1, Sözler, Nesil yayınları, İstanbul 1996,  Lemeat, s. 324

[7] -Paksu, Mehmet. Dünya Barışı İçin Zekat, Zafer Dergisi, Aralık 2002, Sayı. 312

Verme ve Reel Ekonomi Ayı: Ramazan

Tüketim uygarlığı, insanı, sürekli olarak almaya, yutmaya, tüketmeye teşvik eder ve bunları bir hayat amacı olarak önümüze koyar. Problem, insanın kendi içinde kaybetmesi, yaratılışındaki görünüşte olumsuz, fakat hayırlara vesile olabilecek duyguların, sıfatların, potansiyellerin, nefsaniyetin etkisinde tamamen olumsuzlaştırarak insana hakim olması, bunun sonucunda insanın çevresi ve dış âlemle ilişkilerinin ben-merkezcilik ve menfaat temeline oturması, bunun eşya ve olaylara bakışı, hayatı algılayışı ve genel dünya görüşünü de tayin eder bir konuma getirilmesidir. Çözüm, tüketim uygarlığına karşı, önce insanın kendi içinde, sonra da mevcut sosyal yapının ıslahı ve yeniden inşasıyla mümkündür. İnsanın dünya ile ilişkisinin yeniden tanzimi, gerçek konumuna yerleştirilmesi ve düzenlenmesi adına en önemli unsurlardan biri İslâm’daki infak düsturudur. Allah rızası için vermek, dağıtmak, fakiri gözetmek…

Ramazan ayı, bir yandan oruç tutma, diğer yandan da vermenin zirvede yaşandığı bir aydır. İnananlar bir yıl boyunca toplumdan aldıklarını, bir ay boyunca topluma vermek için, kendi kendileriyle uzun soluklu bir yarışa girerler. İnanan insanın dünyasında bu yarış her yıl tekrarlanarak, bir ömür boyu devam eder. Toplumdan almanın yeri ve zamanı olmadığı gibi, topluma vermenin de yeri ve zamanı yoktur. Vermenin ilahi adı olan zekat ibadeti genelde Ramazan ayında yerine getirilir.

Bediüzzaman’ın “şeair-i İslamın en büyüklerinden” diye nitelendirdiği Ramazan ve oruç, gözden kaçırılamayacak bir şekilde sosyal hayata damgasını vurmaktadır. Ramazan ayı, oruç ve Ramazan ayı boyunca yerine getirilen ibadetlerin şeair-i İslamiyeye dâhil edilmesi, bu ayın ve orucun sembolik ve simgesel anlatım gücüne de sahiptirler. Ramazan ayının toplumsal hayat içinde ne gibi etkileri bulunduğunu anlayabilmek için modern hayatın ve popüler hayat tarzının Ramazan ayındaki manevi atmosfer ile kıyaslamasına bakmak gerekmektedir.

Öncelikle Bediüzzaman, “şükür” ibadetini, varlığın en temel gereklerinden birisi olarak görmektedir. Bu yüzden, Ramazan ayının ve orucun şükre vasıta oluşu, nefsi terbiye edişi, sosyal ve ekonomik hayatta diğergâmlık gibi duyguları pekiştirici yönüne dikkat çekilmektedir.

İnsanın yeme, içme gibi bedene ait en temel ihtiyaçlarına Ramazan ayıyla birlikte iradî bir sınırlama getirmesi, öncelikle insanın yüzleşmiş olduğu kâinatın “nimet-i İlâhîye” ile dolu olduğunu hatırlatmaktadır. Gaflet perdesi altında unutulan bu mananın oruç ibadetiyle ihtar edilmektedir. Bu yönüyle bakıldığı zaman, karmaşık ilişkiler bütünü olan sosyal ve ekonomik hayat içinde orucun insanları şükre sevk eden bir ibadet, İlâhî bir terbiye olduğu muhakkaktır.

En zarurî ihtiyaçların imsak ve iftar vakitleriyle sınırlandırılması, bu vakitler arasında İlâhî bir yasaklama getirilmesi, insanı, madden ve manen şükre sevk etmekte ve günlük hayatını bu İlâhî emre göre ayarlamasını netice vermektedir.

Ramazan ayı boyunca Müslümanların aynı duyarlılıkla ve kurallarla kendilerini sınırlamalarının, orucu bireysel bir ibadet alanına hapsetmeyip, doğrudan tüm Müslümanların yerine getirdiği küllî bir ibadete dönüştürdüğünü gösterir.

Ramazan ayının ve orucun bu özelliğine bakıldığı zaman Ramazan ayının ve orucun niçin şeair-i İslamiye içinde ifade ettiğini anlamak mümkündür. Her şeyden önce Ramazan ayında Müslümanların bir bütün olarak yerine getirdikleri oruç, teravih namazı, zekat gibi ibadetler, Müslümanların cemaatler halinde Yaratıcıya yönelmesine vesile olmakta ve bu zaman dilimine Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda bir mana kazandırmaktadır.

Cemaatler halinde yerine getirilen ibadetlerle hem toplumsal hayatta temsil fonksiyonu icra edilmekte, hem de Müslümanların birlik ve beraberliği sergilenmektedir. Ramazanın ve orucun bu simgesel anlatım gücü göz önüne alındığı takdirde, meşru dairede yapılan Ramazan etkinliklerinin ve diğer kültürel faaliyetlerin İslamı ve Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlattığı muhakkaktır.

Helâl haram dengesini gözeten kültürel etkinliklerin toplumsal hayatta Ramazan ayının ihtar edici, şükre sevk edici, sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri vasata çekici işlevini sergileyecek niteliğe kavuşturulması, bu ayın ve oruç ibadetinin ruhuna uygun şekilde yerine getirilmesini sağlayacaktır.

Orucun vermiş olduğu açlık hissinin vicdanda arınmaya ve kemalâta sebep olabileceği muhakkaktır. Bu durum tespiti oruçlu bir insanın sık sık nefis muhasebesi yapmasını istemesinden de kaynaklanmaktadır. Açlık hissinin nefis muhasebesi ve zihnî egzersizle bir araya geldiği zaman insanların yeryüzü sofrasında başıboş olmadığını, tam aksine muhatap olunan bütün nimetlerin arkasında bir Yaratıcının olduğunu hatırlattığını belirten Bediüzzaman, ekonomik statüsü ne olursa olsun herkesin açlık vasıtasıyla “şükür” neticesine ulaşabileceğini belirtmektedir.

Ancak zengin insanların açlık hissi çekmediğinden ötürü bu neticeye ulaşmasını engelleyebilecek sosyal ve ekonomik sebeplerin olduğunu belirtir. Orucun ise zengin ve fakiri eşit seviyeye getirerek hem nefsi kemalâta, hem de zengini fakirin halini düşünmeye yönelttiğini ifade eder. Oruç bu yönüyle değerlendirildiğinde ve bu anlamlarla ifa edildiğinde tüketim ahlâkının “şükür” ve “sadaka” ölçülerine uygun şekillenmesini de netice verebilecektir.

Bediüzzaman’ın oruç ibadetinde dikkat çektiği bir diğer nokta, orucun ahlak anlayışında yaptığı köklü değişikliklerdir. İnsanın yaratılışından kaynaklanan sınırsız özgürlük, her istediğini yapma, her türlü sınırlama altına girmekten kaçınma gibi olguların ahlaki dejenerasyona da sebep olabileceğini belirtir.

Peygamber Efendimizin (sav) sünnetinden anlaşıldığı gibi, İslam beşerî özelliklerin mana ve amacına uygun kullanılmasını, yani yok edilmeyip istikametinin düzeltilmesini öngörmektedir. Orucun beraberinde getirdiği çile, açlık, susuzluk gibi hisler, insana bir Yaratıcının mülkünde olduğunu hatırlatmaktadır. En temel ihtiyaçlar bile, izin olmadan yerine getirilmemekte ve bu da insanı şükre, sabra ve nefis muhasebesine itmektedir.

Ancak orucun şuur ve akılla bir arada yerine getirildiği zaman, bu sayılan neticeleri vereceği belirtilmelidir. Oruç her ne kadar zihnî faaliyetleri yavaşlatsa, bedeni güçsüz düşürmüş olsa da, yapılacak bir nefis muhasebesi bu sayılanların bireysel vicdanda ve sosyal hayatın içinde nasıl yer aldığı kolaylıkla anlaşılabilecektir. Bediüzzaman’ın orucu, özellikle nefis muhakemesine atıf yaparak işlemesi ve orucun kişinin vicdanında yaptığı etkileri ön plana çıkarması, orucun hem kişisel ahlâkla, hem de sosyal ahlâkla ilişkili olduğunu göstermektedir.

Modern hayatın sosyo-kültürel ve ekonomik şartları, beraberinde yeni bir hayat tarzı da getirmiştir. Bu yüzden tüketim ahlâkı, eğlence kültürü, beden terbiyesi gibi alanlarda popülerliğin etkisi artmakta ve insanlar ister istemez popüler kültürün etkisi altına girmektedirler.

Modernliğin eskiyi reddedip kendi kurallarını koyduğu bir toplumun tüketim ahlâkı incelendiği zaman, dinî hükümler dışında bu ahlâkı sınırlayan bir anlayışın olmadığı kolaylıkla görülebilecektir. Sürekli değişen sosyal ve ekonomik şartlar insanları daha fazla, bedenin kölesi haline getirmektedir.

Üstelik bu ilişki, insanı hem bedeninin kölesi, hem de efendisi haline getirerek ne olduğu belli olmayan bir tüketim ve beden anlayışı ortaya çıkarmıştır. Modern hayatın inkâr edilemeyecek özelliklerinden birisidir bedenin her istediğini yerine getirmek, sürekli tüketmek ve bu faaliyetleri kişisel menfaat üzerine kurmaktır.

Ramazan ayıyla birlikte tutulan oruç ise bu yerleşik ve zorlayıcı kalıpları fazlasıyla reddetmektedir. Öncelikle yeme-içme belli bir adaba kavuşturulmakta, insanlar ancak belli vakitlerde yiyebilmektedir. Bu, orucun ilk etkisidir. Bunun dışında oruç, nefis terbiyesi ve muhakemesiyle birlikte yerine getirildiği takdirde, insanı şükre ve güzel ahlâka sevk etmektedir.

Yeme ve içme alışkanlıklarının, tüketim kültürünün insanın varlık ve ahlak anlayışından bağımsız olmadığı kesindir. Oruç ibadeti de tüketim ve yeme-içme ahlâkına getirmiş olduğu sınırlamalarla nefsi terbiye eden İlâhî terbiye metodudur. En bayağı ve rutin görünen bedenî ihtiyaçlara koyulan bir sınırlama ile insan ahlâkında arınmaya sebep olan oruç, bedeninin kölesi olan, helâl ve haram dengesini yitiren, tüketim ahlâkını menfaat üzerine kuran bireyin ve toplumun kurtuluş reçetesidir.

Hz. Peygamberin hadis-i şerifinde belirttiği gibi: “Oruç, birinizin savaştan koruyucu kalkanı gibi Cehennem ateşinden koruyucu bir kalkandır.”

Kişisel ahlâkla ilişkilidir, çünkü oruç İslamiyete göre en temel şartlardan birisi olan “şükür”e sevk eder. Sosyal ahlâkla ilişkilidir, çünkü oruç zengini fakirin yardımına itecek bedenî ve manevi unsurları bünyesinde taşıdığı ve ayrıca zekât müessesiyle Ramazan’ın manasını tamamladığı için diğergâmlık duygusunu güçlendirmekte ve sosyal yardım anlayışını diriltmektedir.

İnsan ile toplum arasındaki çok boyutlu alışveriş, ekonomik ve kültürel hayatta reel ekonominin odak noktasıdır. Reel ekonominin canlılığı, insan ve toplum arasındaki alışverişin yoğunluğundan kaynaklanır. Bireysel zenginlik ile toplumsal zenginlik birbirini besleyip, büyüten çift yönlü bir süreçtir. Toplumdan aldıklarından daha fazlasını topluma verenler, toplumlarını zenginleştirirler. Toplumdan aldıklarının daha azını topluma verenler de, toplumlarını yoksullaştırırlar. Reel ekonomi, tek tek insanlarla birlikte toplumu da “veren el” kılan ekonomidir.

Dünya ve ahirette, verene verildiğini inanlar bildiği için, veren el olmada yarışılan Ramazan ayı, gerçek ihtiyaçların karşılanmasına dönük reel ekonominin büyük bir canlılık kazandığı aydır. Ramazanda ticari hayat canlanır. Ramazan ayının alışveriş profili yönünden diğer aylara göre farklılık gösterir. Bilhassa yiyecek, içecek, gıda piyasasında canlılık yaşanır.. Ramazan ayında yardım ve hayır yapmak amacıyla hazırlatılan ramazan paketleri sosyal yapıdaki uçuruma sünger çekerken gıda piyasasını da canlandırır. Yetkililer Ramazan ayında gıda sektöründe yüzde 30 daha fazla hareketlilik ve dinamizm yaşandığını piyasaya 3-4 milyar lira daha fazla paranın girdiğini belirtiyorlar. Reel ekonomide ürün ve hizmet, sanal ekonomide ise para ve kağıt alışverişi yapılır. Reel ekonomi karınları, sanal ekonomi gözleri doyurur. Reel ekonomi insanların ihtiyaçlarını, sanal ekonomi isteklerini karşılar.

Ramazan ayında, oruçla insanlar, isteklerin değil, ihtiyaçların karşılanmasının önemli olduğunun bilincine varırlar. İftar ve sahurlar, toplumu güçlü ve zengin kılan ekonominin sanal ekonomi değil, reel ekonomi olduğunun en önemli göstergeleridir. İnanan insanının dünyasında, ürünleri toplamaktan daha çok, onları ihtiyaçları olanlara dağıtmak önemlidir. Zor olan toplamasını değil, dağıtmasını bilmektir. Diğerkâmlık, fedakârlık, paylaşma, yardımlaşma, verme, birlik ve beraberlik duygularının yoğun bir şekilde yaşandığı Ramazan ayı, bu açıdan hepimiz için iyi bir fırsattır, bir imkandır. Bu ayda, gönül dünyamızı bütün kardeşlerimize, muhacirlere açarak, huzur ve mutluluğa vesile olmak büyük bir kazanım ve bahtiyarlık olacaktır. Ramazanda ve her zaman “Ben” merkezli düşüncelerden arınarak “Biz” merkezli düşüncelerle kimsesizlerin kimsesi olmalıyız.

İnanan insan, başkasının eline geçene değil, kendi eline geçene bakar. O başkasının kazancından önce kendi kazancında bir haksızlık olup olmadığını araştırır. Bunun için, o eline geçenin bir kısmını vererek, farkında olmadan yol açtığı haksızlıklardan arıtmaya çalışır. Oruç ayı, bir karşılık beklemeden vermenin doruk noktasına çıktığı aydır.

Verme ayı, herkesin kendi kendisiyle iyilikte, güzellikte ve doğrulukta yarıştığı aydır. Kendi kendisiyle iyilikte yarışanlar iyi işlere, güzellikte yarışanlar güzel işlere ve doğrulukta yarışanlar da doğru işlere yeni boyutlar kazandırırlar.

Vermede ölçü:

“Ey iman edenler! Allah’a, ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi siz de sadakalarınızı başa kakmak ve muhtaçları incitmek suretiyle geçersiz hale getirmeyin…” (Bakara Suresi: 264.)

Medeniyetler, verme kültürünün şuuruna ermiş milletlerin eseridir. Verme kültürünün şuuruna varmış toplumlar ve fertleri huzuru ve mutluluğu yakalamışlardır. Cimri fertler ve bu fertlerden meydana gelen toplumların medeniyet inşası mümkün olmadığı gibi, israfa ve lükse dalmış, tüketen toplumlar da, medeniyetlerin çöküşünün habercileridir. Ağaçları gösteren, meyveleridir. Her iki uygarlığın da verdiği meyveleri karşılaştırdığımızda, bunlardan birinin fakiri, diğerinin zengininden daha zengin gibi görünüyor. Yirmi beş saatlik bir elektrik kesintisinin, New York’ta yağmalanmadık dükkân bırakmadığını hatırlayalım. Bir gecelik karanlığı bile toplumsal bir yağmalama eylemi için fırsata dönüştüren bir uygarlığın, fakirini bir yana bırakın, zengini bile bir gece vakti bir sadaka taşıyla baş başa kaldığında, orada başkaları için de bir şeyler bırakmayı aklından geçirir miydi dersiniz?

İşte o medeniyetin fakiri, işte bu medeniyetin zengini. Siz hangisinin yerinde olmak isterdiniz?

Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) yolu gösteriyor.

“İnfak et, cömert davran ve daima etrafına dağıt. Sakın ola ki, malı elinde tutup saklama ve elinde bulunan fazlalığı cimrilikle saklama, yoksa Allah da sana karşı kısar ve verme hususunda böyle davranır.”

Allah Cevad’dır, Vehhab’dır, Kerim’dir; cömerttir, verendir, kerem sahibidir. Hayır yolunda cömertliği, vermeyi ve kerem sahibi olmayı sever. Veren kimse Allah’ın keremine, vehhabiyetine ve cömertliğine mazhar olmuştur. Sahip olduğumuz her şey bize verilendir. Sahibi biz değiliz. Emanetçiyiz. Emaneti Veren için muhtaçlara veren kurtulur.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sabır Kahramanı

Kuran-ı Kerim Allah (c.c) tarafından insanlara rehber olması için indirilen, içinde en doğru açıklamaların yer aldığı, insanlara müjdeler veren, onları uyarıp korkutan ve onlara Allah’tan bir rahmet olan tek hak kitaptır.

Dolayısıyla insanların en öncelikli okumaları ve öğrenmeleri gereken kitap Kuran’dır.

Kuran’da Allah’ın hükümlerinin yanı sıra pek çok konuda insanlara en doğru bilgiler aktarılır.

Kuran’ın her ayeti hikmetlerle doludur.
Kainata bakınca; muhteşem eserlerle süslü bir saray gibidir. Bu kadar nizamlı, intizamlı bir saray elbette bir rehber ister, ta ki seyrin adabını biz ziyaretçilere öğretsin.Yine kainat büyük ve hikmetli bir kitap gibidir. Elbette o kitabı ders verecek bir muallim ister, ta ki o kitabın doğru okunması muhataplarına talim edilsin. İşte dünyadaki hayat serüveninde beşere doğruyu ve hakikati gösteren, karanlığı ışığıyla aydınlatan peygamberler (as) o rehberlerdir. “Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliyye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz.”

Bediüzzaman kainat ve insanın yaratılış gayesinin Allah’ı bilmek, bulmak ve tanımak olduğunu Kur’anî delillerle ifade eder. O “Rabbimizi bize tarif eden üç külli muarrif vardır” der. Bunlar: Kainat kitabı, Kur’an-ı Kerim ve konuşan delil olarak tavsif ettiği Nübüvvet (peygamberlik) müessesesidir.

Yine şu dünya yolculuğunda beşerin aklını meşgul eden, “Necisin?, Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine makul, mukni ve hakikatli cevap veren yine peygamberlerdir.

“İnsanlık tarihine aynı zamanda peygamberler tarihi gözüyle de bakabiliriz. Kur’an’da peygamberin Allah yolunda verdiği tebliğ mücadelesi ayrıntılarıyla anlatılır. Yaşadıkları zorluklar, getirdikleri çözümler, teslimiyetleri, samimiyetleri, sadakatleri ve sergiledikleri adil, mütevazı, onurlu tavırları insanlara örnek olması için aktarılır. Ahlaki davranışların zirvesini peygamberlerin hayatlarında görebiliriz.Üstün ahlakları ve mücadeleleri yaşamış, yaşayan ve yaşayacak tüm insanlara örnektir.

Allah Kuran’da peygamberlerin hayatlarından bölümler anlatarak da bizlere önemli hikmetler öğretir. Her peygamber kıssası, bize hem imani dersler hem de içinde yaşadığımız toplumda ve devirde nasıl davranmamız gerektiğini gösteren örnekler verir. Bu kıssaları detaylı olarak öğrenmek, hikmetlerini kavramaya çalışmak gerekir.

İnsanlık tarihinde, sabır ve teslimiyetin timsali olarak kabul edilen Eyyüb (as)’ın babası, Kur’an-ı Kerim’de adı zikredilen İshak (as)’ın torunu Ays’dır. Anne tarafından nesebi de Lut (as)’a dayanır. Hanımı cefakarlığı ve sabırlı olmasıyla tanınan Hz. Yusuf’un (as) kızı Rahmet’tir.

Dedesi İshak (as)’ın bereket duası üzerine çok zengin olmuş; çok sayıda evlat, hayvan sürüleri, bağ ve bahçelere sahip olmuştur. İmtihan yeri olan bu dünyada, böyle bir servete sahip olmak, dünyevileşmede ve Allah’ın emirlerinden uzaklaşmada önemli bir etken olmasına rağmen, hiçbir zaman Allah’a kulluğunda eksikliğe sebep olmamış; sahip olduğu nimetlerden dolayı Cenabı Hakka daima şükretmiştir. Fakirleri, düşkünleri ve misafirleri kollayıp, sürekli onların yardımlarına koşmuştur.

Sabır, sebat ve teslimiyet timsali olan Eyyüb Aleyhilsselâm, varlıkta ve darlıkta şükürden asla ayrılmayan, en mesut günlerinde ve en muzdarip anlarında Allah’a olan bağlılığından zerre kadar kopmayan müstesna bir insandı..

Hz. Eyyüb’un canlı bir örnek olan hali ve kıssası Kur’anı-ı Kerim’de yer almaktadır. Onun uzun süren dayanılmaz bir hastalığa müptela olduğu, fakat bu İlâhî imtihanı üstün azmi ve sabrı neticesinde kazandığı, sonunda Rabbine yaptığı niyazı sayesinde sıhhat ve afiyete kavuştuğu anlatılmaktadır. Hz. Eyyüb’un (as) kıssası insanlığa, sabretmenin ve hak etmenin dersini vermektedir.

Peygamberlikle görevlendirildikten sonra, bütün mal ve mülkünü kaybetti. Bu kayıplar karşısında hiçbir telaş göstermediği gibi metanetini korudu. Servetini kaybettikten sonra, onun manen yücelmesine vesile olacak ağır bir hastalığı tutuldu. Herhangi bir iş yapamaz duruma gelen Eyyüb (as)’a hanımı yardım etti. Küçük bir kulübecikte yaşamak zorunda kaldığı halde, sabır ve şükürle hayatını devam ettirdi.

Dayanılmaz bir hal alan hastalığından dolayı bütün dost ve akrabaları kendisini terk ettiler. Yanına uğramaz oldular. Bu zor durumunda vefakar eşinden başka kendisine yardım edecek hiç kimsesi kalmadı. Hastalığı ne kadar ağır olursa olsun sabretmeye devam ettiği gibi, şükür ve ibadetini yerine getirmekten de geri kalmadı. Ağır hastalığını fırsat bilen şeytan, sabır ve tahammül gücünü kırmak için vesvese vermeye başladı. Şeytan, insanları peşine taktığını, akrabalarını kendisinden uzaklaştırdığını ve insanları yoldan çıkaracağını bildirerek Eyyüb (as)’ın direncini kırmaya çalışıyordu. Hz. Eyyüb, şeytanın şerrinden Allah’a sığınarak sabrını daha da arttırdı. Böylece şeytanın vesveseleri etkisiz hale geldi.

Yıllarca süren hastalığına rağmen hiçbir zaman halinden ve hastalığından şikayet etmedi. Eyyüb Peygamber sağlığını kaybetti ama sabrını ve metanetini hiçbir zaman kaybetmedi. Ancak, hastalık giderek yayıldı ve kalbi ile diline de sirayet etmeye başladı. İbadet ve zikir mahalli olan kalp ve diline hastalığın sirayet etmesi, telaşa düşmesine sebep oldu. Çünkü, gereğince ibadet edememenin ızdırabını hissetmeye başladı. Artık istediği gibi dua ve niyazda bulunamıyordu. İstirahatı için, Cenab-ı Hak’tan talepte bulunmadığı gibi, hastalığının şifası için de herhangi bir duada bulunmadı. Çünkü, şikayetçi bir duruma düşmek istemiyordu. Ancak, bu sefer durum farklı olup ibadetine mani teşkil edince Allah’a yalvarmaya başladı.

Sabır kahramanı Eyyüp Aleyhisselâm “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor”. “Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya; 83), diyerek yalvardı. Samimi bir şekilde yapılan bu duaya Cenab-ı Hak tarafından şöyle cevap verildi:

“Ya Eyyüb! Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su” (Sâd; 42). Bu emre uyarak ayağını yere vurdu ve fışkıran suyla yıkanarak bol bol içti. Mucizevi bir şekilde bütün hastalıklarından kurtularak şifa buldu. Böylece sabır imtihanını verdiği gibi Cenab-ı Hakka layık bir şekilde neticesini de aldı. Bütün malını ve mülkünü kaybettiği gibi, en büyük servet olan sıhhatini de kaybetmiş olmasına rağmen, hepsine sabrettiği gibi, ubudiyetine zarar verecek hiçbir şikayette bulunmadı. Böylece, insanlık tarihinde sabrın sonundaki büyük mükafatı kazanarak, büyük bir emsal teşkil etti. Kendisine, serveti fazlasıyla verildiği gibi evlatları da arttı. Soyundan bir çok peygamber gönderildi.

Huzur içinde vazifesini tamamlayarak Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman, 93 veya 140 yaşında olduğuna dair farklı iki görüş vardır. Bir rivayete göre kabri, Şam civarındaki Besne adlı yerleşim yerinde bulunmaktadır.

Peygamberlerin, karşılaştıkları her türlü zorluk ve sıkıntı bir çok hikmetleri ihtiva etmektedir. Günahsız manasındaki “ismet” sıfatını taşırlar. İnsanların içinde en yüce mertebede bulunurlar ve her açıdan en temiz olanlarıdır. Buna rağmen bu tür sıkıntıları yaşamaları, asla sebepsiz ve kendi imtihanlarından ibaret olmayıp, sonradan gelen biz insanlar için önemli dersler ve mesajlar içermektedir. Bediüzzaman “İkinci Lem’a” adlı risalesinde Hz. Eyyüb kıssasını çerçevesinde hastalıklara nasıl bakılması gerektiğini inceleyerek insanların şekvaya değil şükre ve tefekküre yönelmesi gerektiğini vurgular. Beş nükteden oluşan bu lem’anın birinci nüktesinde, Hz. Eyyüb (as) durumunun bizden pek de farklı olmadığı belirtilir. Onun yaraları zahiri, bizimki ise batinidir. İç dışa, dış içe çevrilse hakikat görülecektir. Bu zamanın manevi hastalıklarından kurtularak biz insanlarda Eyyüb kurtuluşuna ermeye muhtacız. İkinci nüktede, musibet ve hastalıklardan şekvaya insanların haklarının olmadığı ispatlanılır. Üçüncü nüktede, musibet ve hastalıkların düşünülmesi dikkatlerin o noktalara verilmesi elemleri deşeceğinden nazarların musibetlerden uzak tutulması gereği anlatılır. Dördüncü nüktede sabır kuvvetinin gerektiği yerde kullanılması gereği anlatılır. Beşinci nüktede ise, asıl musibetin dine gelen musibet olduğundan bahsedilerek, insanların maruz kaldıkları musibetlerin önemsememeleri tavsiye edilir. Çünkü, maddi musibetler büyük gördükçe büyür; küçük gördükçe küçülür. Hem bazen de insanın musibet olarak algıladığı şey, bir lutf-u ilahi olabilir, yani kendisi için çok faydalı sonuçlara vesile olabilir. ”

Sabır kahramanı Eyyüp Aleyhisselâm’ın “Yâ Rabbi, zarar (dert) bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” şeklindeki niyazını nazarlarımıza sunarak Bediüzzaman, Hz. Eyyüp (as) kıssasından alacağımız hisse, ibret ve dersler üzerinde duruyor. Zaten kıssa, hisse içindir. Hz. Eyyüp (as) kıssasından hissemizi almak için, Bediüzzaman’ın “İkinci Lem’a” adlı risalesindeki beş nükteden meydana gelen Hz. Eyyüb kıssasını okumaya ne dersiniz?

Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder.

Sabretmek, Allah’ın mülkü olan kâinattaki tasarrufuna karşı çıkmadan başa gelen şeyleri gönül hoşnutluğu ile kabullenmektir. Sabırsızlık ise bir itiraz ve başkaldırıdır. Allah’ın bir imtihan olarak verdiği sıkıntılara sabretmek gerekir.

İnsanoğlu bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Bu imtihan sayesindedir ki yetenekleri gelişir ve böylece, Allah’ın rızasını kazanır. Bu yolda imtihan gereği zorluk ve sıkıntı aşamalarını geçmek ancak sabırla olur.

Allah, bu kainatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kainatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bitkilerde de bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi, sabırla Allah’tan beklemelidir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsan olmanın gereği hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve çalışma ile hareket etmek ise Cenab-ı Hak’kın eseridir.

Sabır ve çalışma ile hareket etmeyip, acele edenler hedeflerine ulaşamazlar. İnsan birçok bela, hastalık ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile kavuşur.

“Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaracak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz.” (Muhammed, 47/31);

“Biz mutlaka sizi biraz korku ile biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155)

Olmasını istediğimiz şeyler, yolunda gitmediği zaman, kendi kendimize neden diye sorup ruhumuza bedenimize sıkıntı vermeye başlıyoruz. İşte bu noktada yapılması gereken şey sabırla olaylara bakış açımızı değiştirmek olmalıdır. Bir hadis-i şerifinde sabrın çeşitleri ve fazileti konusunda şöyle buyurmuştur “Sabır üçtür: Musibete karşı sabır, ibadette sabır ve günah işlememekte sabırdır. Kim kaldırılıncaya kadar musibete güzelce sabrederse, Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derecenin arası yer ile gök arası kadar mesafe vardır. Kim ibadette sabrederse, Allah ona altı yüz derece yazar. Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat aşağısı kadar mesafe vardır. Kim günaha karşı sabrederse, Allah ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yer ile arş arası kadar mesafe vardır.”

Ashabıyla otururlarken Rasul-i Ekrem s.a.v.’in mübarek simalarında bir tebessüm beliriverir bir defasında. Sahabenin soran bakışlarını fark edince şöyle buyurur Efendimiz:

“Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Üstelik bu başkasına değil, sadece mümine has bir durumdur. Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu hayırdır. Hoşlanmadığı bir zarar gelse sabreder; bu da onun için hayır olur.”

Sabır ve şükür, müminin şiarı olan iki haldir demek ki. Yahut yine bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, “Sabır ve şükür, imanın iki yarısıdır.” İman edenlere has bu iki halin hem “hayır” diye nitelenmesi hem de Efendimiz s.a.v.’i tebessüm ettirecek kadar sevindirmesi, müminin bunlarla felah bulacağına, ebedî saadete erişeceğine işaret olmalıdır. Öyleyse sabır ve şükür mümini cennete vardıran iki kanat gibidir. Bu iki kanat, iman edenleri dünya hayatında da “aşağıların aşağısı”ndan kurtarıp yükseklerde tutarak, onların izzetini muhafazaya vesiledir.

Mevlana’yı dinleyelim:

Hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır. Bunun dışında yaptığınız yorumlar ve üzülmeler gereksizdir, biçaredir. Unutmayın; Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu almaktır.

Yol kesenler olmadıkça, lanetlenmiş şeytan bulunmadıkça, Sabırlılar, yoksulları doyuranlar nasıl anlaşılır?

Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi, yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil!

Sabırlı olun, zira bulutlar ağlamasa, yeşillikler nasıl gülebilir? Aceleci olmayın, maksada sabırla erişilir, acele ile değil. Alelade otlar iki ay içinde, kırmızı gül ancak bir yılda yetişir. Tencerede bile yavaş ve ustaca kaynayan yemek, delice kaynayandan daha lezzetlidir.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Mursi, Yaşananlar ve 7 Haziran 2015 seçimi

Tam adı Muhammed Mursi İsa el Eyyat olan Mısır Cumhurbaşkanı, 8 Ağustos 1951 tarihinde, ülkenin kuzeyindeki Şarkiye ilinde doğdu.

İlk eğitimini memleketinde alan Mursi, daha sonra Kahire Üniversitesi’nde mühendislik okudu. Eğitimine ABD’de devam eden Mursi, 1982 yılında Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde mühendislik doktorasını tamamladı. Northridge Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde 1985 yılında doçent olan Mursi, daha sonra ülkesine dönerek akademik çalışmalarını Zagazig Üniversitesi’nde sürdürdü.

Muhammed Mursi’yi Mısır cumhurbaşkanlığı koltuğuna ulaştıracak politik kariyeri Müslüman Kardeşler Hareketi içerisinde 2000 yılında başladı. Müslüman Kardeşler’in yasal olarak seçime katılmaları mümkün olmadığından parlamentoya bağımsız siyasetçi olarak girdi ve 2000-2005 yılları arasında milletvekili olarak görev yaptı.

Hüsnü Mübarek’in devrildiği 2011 yılındaki ayaklanmaya muhalif olarak destek veren Mursi, daha sonra Müslüman Kardeşler’in kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi’nin başkanı seçildi.

2012 Mısır Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in aday gösterdiği Hayrat Şatır’ın adaylığı düşünce, yerine Muhammed Mursi seçildi.

İlk turda yüzde 25.5 oy aldı ve ikinci tura girmeye hak kazandı. İkinci turda da oyların yüzde 51.73’ini alarak Mısır’ın 5’nci ülkenin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı oldu.

Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin yıl dönümü olan 30 Haziran 2013’de başlayan eylemler sonrasında 3 Temmuz’da Mısır ordusu yönetime el koydu. Mursi ise darbeyi kabul etmediğini açıkladı ve direnme çağrısında bulundu.

Her harama karşı çıkışın bir başlangıç olacak, her düşüşün bir devrin bitişi olacak, duruşun Yusufca olacak Ve O’ndan başka kimseyi imdada çağırmayacaksın.

Adam gibi bir yiğit zindandan sesleniyor: “ Bu haklarımızın bedeli için benim kanım akacaksa, ben bu kurbanı vermeye hazırım. Allah her şeye kadirdir. Kimse sizi aldatmasın. Sakın aldanıp tuzaklara düşmeyin.” Ve seslenişine anlamlı bir dua ile devam ediyor: “ Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi haktan saptırma. Bize kendi katından rahmet ihsan eyle. Çünkü sen çok ihsan edicisin!” Şu an yaşadığımız çıkmazlara, bulanık yaşantılarımızın, anlayışımızın üzerine rahmet yağmurları gibi dökülüyor Adam gibi Adam olan Mursi’ nin sözleri.

Mısır’a sultan olmak, aziz olmak, halkın sevgilisi olmak… Çile olmadan, zindan olmadan, mağdur olmadan, rengin solmadan, nefisten feragat etmeden nasıl mümkün olabilir ki? Kölelikte, zindandan geçerek Mısır’a Sultan olan Yusuf (as) bu yollardan geçti…

Kuyudan, zindandan, nefs-i emmâreden geçiyor bu çilelinin yolu… Yolcuları da Medrese-i Yusufiyeden…

Mursi yolunu yol bildiği Yusuf Peygamber’in anıldığı Yusuf Suresi’nin en anlamlı ayetlerini gönderiyor günlerimizin gecelerimizin tam ortasına: “Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”

Devlet adamlarının haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler, savaşlar karşısında duruşları vardır. Bu duruşlar, millet için, gelecek nesiller için, ümmet için çok önemlidir. Bu duruşlar zillet içinde yaşamaktansa, izzet içinde ölmenin şerefidir.

Üzerine giydirilmek istenen gömleği giymeyi reddeden ve “Rabia” işareti yaparak, “Ben Mısır’ın meşru cumhurbaşkanıyım ve sizin meşruiyetinizi tanımıyorum.” diyen Mursi, haksızlığı, adaletsizliği zalimlerin yüzüne haykırırken, bu duruşu, tarihe altın harflerle yazılacak ve dünya var olduğu müddetçe mazlumlara örnek olacak destansı bir duruştur. Bu duruş sayesinde Müslüman yürekler bir kez daha zalimin yüzüne korkmadan Hakk’ı haykırabilen bir imanlı yürek gördü. Zalim sultana karşı Hakk’ı haykıran bu duruş, Allah Resulünün (sav) deyişiyle cihadın en efdalidir.

Duruşma salonunda bulunanlara, “Özgür Mısır halkına benden selam iletin. Onlara ‘Kardeşiniz Mursi, direnmeye devam edecek. Davasından vazgeçmeyecek’ deyin.” şeklinde seslenen Mursi, Allah Resulü’nün, (sav) “Vallahi bir elime güneşi, öbür elime de ayı verseniz, yine de davamdan vazgeçmem.” kararlılığının 21. yüzyıla yansımış mücessem halidir.
Mısır’da darbeyle görevinden uzaklaştırılan ve ardından hapse atılan eski cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, 16 Mayıs 2015 tarihindeki “Hamas’a istihbarat sağlamak” ve “hapishaneden firar etmek” suçlamasıyla yargılandığı davalarda idam cezasına çarptırıldı.

Darbe mahkemesi Mısır’ın seçilmiş meşru ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve 17 ihvan yetkilisine idam cezası verdi… Ve dünya yine sessiz! Alem-i İslam da!

Türkiye’den haklı ve gür ses… Sessizlere meydan okuyan ses…

Dünyanın suskun, umursamaz duruşuna şaşkın haldeyiz. Cumhurbaşkanımız biliyor iki dev güç olan Türkiye ve Mısır’ın kardeşliğini ve gür bir nida ile sesleniyor meydanlarda: “ Benim nazarımda Mursi Cumhurbaşkanıdır” diye. Devam ediyor, “ Avrupa’ya dünyaya sesleniyorum. Ey Avrupa ey batı hani AB’de idam yasaktı? Peki neden sesiniz çıkmıyor? Niye siz darbeci Sisi’nin yanında yer aldınız? Niye yaptırım uygulamadınız. Gezi olayları olduğu zaman bütün medyanızla bize saldırdınız. Gezi olaylarında ne olmuştu? Dert başkaydı. Türkiye’yi zaafa uğratmak ama başaramadılar. ”

Tüm suskunluk bu iki dev İslam birliğinin bozulması içindir. Tüm dünyanın, Birleşmiş Milletlerin, Amerika’nın suskunluğu yükselen İslami değerlerin, İslami duyuşun ve yaşayışın onlara yansıyan ürperten, korkulu derin suskunluğudur. Dilsiz Şeytanları kınama makamındayız. Gür ve yürekten gelen dualarla yollardayız… Kardeş coğrafyamızdaki zulümlerin ve katliamların son bulması için yüreklerimiz yangın yeri perişanız.

Zulme rıza göstermek, engel olmak için çaba göstermemek de o zulme ortak olmaktır. Kur’an ahlakını yaşamaya çalışan, insanlık onuru taşıyan her insan zulümle mücadele etmelidir. Tarihte de baskılara, eziyetlere, tüm olumsuz şartlara ve engellemelere sabır ve kararlılık gösterip direnen müminler, şerefli bir hayat yaşamış, bugün müminlerin saygıyla andıkları birer örnek olmuşlardır.Küfür devam eder, zulüm devam etmez.

“Haksızlık karşısında eğilmeyiniz; çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.”(Hz. Ali ra)

Resulullah bir hadisinde şöyle buyuruyor; “Kim bir kişinin zalim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zalim ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” (İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089)

Eğer bugün İslam dünyasında istikrar yoksa, Müslümanlar birbirlerini öldürüyorsa, bunun en önemli sebeplerinden biride kukla diktatörlerin İslam ülkelerinin başında olmasındandır. Kaç İslam ülkesi milletin iradesiyle yönetiliyor? Mısırda milletin iradesi kazandı ve katledildi. İslam ülkelerini batının kukla adamları idare ediyor. Kuklalar kendisini atayanların emirlerine itaat eden bir duruş sergilerler. Öyle de yapıyorlar. Milletinin desteğini alan idareciler, doğruyu, adaletsizliği, haksızlığı, çifte standardı her ortamda dile getirerek, insanlığa örnek duruşlar sergilerler. Çünkü bunlar hiç kimseden emir almazlar. Yetkiyi millet vermiştir. Doğru duruş sergilemezlerse, millet yetkiyi alır.

Bugün birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi Batı âlemi Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmaya çalışmaktadır. Artık bu hile ve tuzaklara düşmemenin zamanı gelmiş olmalıdır.

Müslüman, pasif, korkak ve teslimiyetçi değil, dava insanı olmalıdır. “İttihad-ı İslam” idealine ve Allah’ın vaadine inancı zayıf bir yapıda olmamalıdır. Davası olmayan, heyecanı, coşkusu ve ideali “İttihad-ı İslam” olmayan yenilgiye uğrar. Dünyadaki zulmü durduracak, insanlığa barış ve huzur getirecek olan“İttihad-ı İslam” davası, sıkı sıkıya sarılmamız gereken bir davadır.

Batı medeniyetinin dünyaya miras olarak bıraktığı bütün kirli izleri temizleyecek ve insanlığa huzur ve barış getirecek yegâne hakikat, Bediüzzaman’ın “insaniyet-i kübra” olarak ifade ettiği İslamiyet ve onun uygulama alanı olarak görülebilecek olan “İttihad-ı İslam” projesidir. Bu proje bugün insanlığı tehdit etmekte olan, savaşlar, küresel terör ve yoksulluk ile maddi ve manevi hastalıkların çaresi olarak üzerinde düşünülmeye değer bir perspektif sunmaktadır.

Bediüzzaman, ufukta bir mum ışığı dahi görülmediği bir dönemde “Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür sada İslam’ın sadası olacaktır” demiştir. Türkiye on yıl önce neredeydi, bugün nerede…Türkiye’deki gelişmeler ittihad-ı İslam için ümit veriyor.Bunu görmemezlikten gelemeyiz. İslam dünyasının on yıl sonra nerede, hangi konumda olacağını kim bilebilir. İslam dünyasındaki olumsuzluklar, Mursi’ye idam cezası verilmesi, savaşlar bizi ümitsizliğe sevk etmesin. Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı, gündüzü vardır. Her gelecek şey yakındır.

Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür sada, İslamın sadası olacaktır.

Dünyada imtihan oluyoruz, zorlu imtihanlardan geçiyoruz. Şefkat, sevgi, barış ve kardeşliği esas alırsak Cenab-ı Allah dünyayı cennete çevirecektir. 7 Haziran 2015’te de toplum olarak bir imtihanından geçeceğiz. Bu imtihanı başarı ile vermek ülkemiz için, İslam aleminin geleceği için, Mısır için, Mursi için önemlidir.

Bu imtihanı verirken, hükümetin bazı hatalarını ileri sürerek yani sivrisineklerin ısırmasından rahatsız olarak yılanların ve ejderhaların kucağına düşme tehlikesini fark etmeliyiz.

Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hafifliği, ötekinin ağırlığna geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halîm’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 2, Sünuhat, Nesil Yayınları, İstanbul 1996. s. 2051)

Her hangi bir konuda karar verirken ölçü, iyiliklerin kötülüklere galip gelmesi olmalıdır.

“Muhali taleb etmek, (olmayacak bir şeyi istemek) kendine fenalık (kötülük)etmektir. Zerratı günahkarlardan mürekkeb bir hükümet, (her bir ferdi günahlarla karışık bir hükümet,) tamamıyla masum olamaz. Demek, nokta-i nazar, (bakış açımız) hükümetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. (yani hükümetin iyi işlerinin, kötü işlerinden fazla olmasıdır.) Yoksa seyyiesiz (günahsız-kusursuz) hükümet, muhal-i adidir. (Az düşünenlerin de bile bileceği, asla mümkün olmayan bir hükümettir.) Ben öyle (düşünen) adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, (her türlü hükümeti denese) hülya (tatlı düş, hayal, kuruntu) ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib(kırıp, döküp, tahrip etmek eğilimi) ile o sureti (mevcut gidişatı) bozmağa çalışacaktır. Şu halde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, (lanetlenmiş) anarşist ve iğtişaşcı (kargaşa çıkarıcı) fırkasından(gurubundan-partisinden) addolunurlar. (kabul edilirler-sayılırlar.) Meslekleri ihtilal(Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık, köklü değişiklik) ve fesaddır. (hile ve bozgunculuktur.) (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 2, Münazarat, Nesil Yayınları, İstanbul 1996. s. 1940)

Müslüman zan ile delalete düşüp bölünüp parçalanmaktan uzak duran birlik insanıdır. Mümin ferasetlidir. Mümin kendini kullandırmaz. İradesini kullanarak karar verir.Müteharrik-i bizzattır. Müteharrik-i bizzat kendisi hareket ediyor demektir. Hareket kaynağı kendisidir. Hariçten birinin aleti değildir.

İstanbul siyaseti, İspanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz. Bilvasıta müteharrikiz.(birinin aracılığıyla hareket etmek) Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyuma) ile telkin eder. Biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde eser-i telkini (zihinde yer eden düşüncelerin sonucu) icra ederiz. ”

( Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 2, Sünuhat Nesil Yayınları, İstanbul 1996. s. 2050)

Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farketmeyenler, hâşâ şeriatı istibdada müsaid zannederek, tuti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz!” demekle, hakikî maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zâten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah!” ( Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 2, Münazarat, Nesil Yayınları, İstanbul 1996. s. 1946)

Bediüzzaman’ın ülkeyi yönetmek için seçime giren partilere, prensip olarak uyguladığı temel ilke; vatan, millet ve din için zararlı olan ve tehlike arz eden cereyan ve siyasi teşekküllere karşı; onların iktidara gelmelerini engellemek maksadıyla, daha az zararlı pozisyondaki, iktidar alternatifi bir oluşuma ‘’ehven-i şer‘’ olarak destek vermektir. Bediüzzaman’ın varislerinden ebedi aleme göç eden Mustafa Sungur ağabey, ” Ak parti ehven-i şer değil, bilakis azam-ı hayr dır.(hayrın en büyüğü) ” diyordu.

“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbariyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” ( Emirdağ Lahikası-2, s. 1897) diyordu.

Siz ne diyorsunuz?

Bediüzzaman’ın hayattaki son talebelerinden biri olan 94 yaşındaki Abdullah Yeğin, ağabey, “Bu ihanet cephesinin karşısında yer almak ve AK Parti’nin lehinde oy kullanmak, hepimizin başta gelen vazifesidir; zaman küskünlük, kırgınlık, gevşeklik zamanı değildir, herkes oyunu kullansın” diyordu.

“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz zaten yoktur; sonra hiç kimseden yardım göremezsiniz. ” ( Hud Suresi, 113. Ayet )

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org