Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

İnsanlık Huzur İstıyorsa Zekât Köprüsünden Geçmeli

Mehmet Abidin KARTAL

Köprü kültürel, toplumsal ve sosyolojik tanımlama olarak ortak bir bağ kurma inancını da taşımaktadır. Zekât “köprü kurmaktır”, gönül köprüsü zekâttan geçer. Zekât, fakirleri ve zenginleri birbirine yaklaştıran, kaynaştıran, toplumda sosyal barışı, ekonomik adaleti sağlayan köprüdür.

Cenab-ı Hak “Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki mer­hamet olunasınız”[1]  derken kurtuluşumuzun şifresini veriyor. Kâinatın Efendisi (asm) “Zekât İslâm’ın kantarasıdır (köprüsüdür)” buyurmaktadır. “Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslam’ın kantarası yâni köprüsüdür. Demek, biri dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar.”[2]

Gönül köprüleri kurmak için zekât köprüsünden geç­mek gerekiyor. Sırat köprüsünden geçmek mi istiyorsunuz, gönül köprüleri kurun, zekât köprüsünden geçin.

Namaz ve Zekât

İslam’da Kur’an ve sünnete uygun olduğu sürece ibadet hükmüne geçmeyen he­men hemen hiçbir davranış yok gibidir. Yeme, içme, uyuma ve konuşma gibi günlük basit hareketlere kadar bile durum böyledir. Namaz ve zekât en büyük ibadetlerden­dir. İbadet, manası çok geniş olan bir kavramdır. Bediüzzaman ibadeti şöyle tanımla­mıştır:

“Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak iba­dettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslam’ın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir. Ve kezâ ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemâlata vasıtadır ve Halık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.”[3]

Burada göze çarpan en önemli nokta ibadetin insanın olgunlaşmasına sağladığı katkıdır. Bu tür ibadetlerin en başta gelenleri ise şüphesiz ki namaz ve zekâttır.

Kur’ân’da müminlerin sıfatlarından bahsedilirken en çok namaz ve zekât gibi sos­yal içerikli ibadetler üzerinde durulmaktadır. Örneğin Mü’minun ve Meâric surelerin­de mü’minlerden söz edilirken en çok onların şu özelliklerine vurgu yapılmaktadır: O müminler namazlarında huşu içindedir, namazlarını korur ve namazlarına devam eder, zekâtı verir yahut zekât vermek için çalışır, ırzlarını korur, boş şeylerden yüz çevirir, emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.[4]

Namaz bütün insanları değil sadece iman edenleri ilgilendiren bir ibadettir. Na­maz insanın günlük işlerini düzene koyduğu ve hayatı planlı ve programlı yaşamayı öğrettiği gibi, insanı kötülükler ve çirkin işler yapmaktan da korur. Namaz insanı doğ­ru ve güvenilir bir kişi yapar. Namazla namaz kılan kişinin kişiliği arasında doğrusal bir ilişki bulunması gerekirken gerçek hayatta bunun aksi durumlarla da karşılaşılır. Bu durum namaz kılan kişinin namazdan hakkıyla nasibini almadığını gösterir.

Namaz Allah’ı anmak, her türlü ahlaksızlık ve kötülüklerden arınmak için kılınır. Kılınan namaz bu özellikleri sağlamayıp kişinin yalan konuşma, faiz yeme, harama bakma, zina yapma, yetim ve kul hakkı yeme, Müslüman kardeşi öldürülürken seyirci kalma ve Müslüman’ın yerine münafığı, kâfiri dost edinmesine mani olamıyorsa o na­maz ibadet olmaktan çıkar ve insanı Allah’a yaklaştıracağı yerde O’ndan uzaklaştırır.

Bu kişilerin namazı için Allah “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazların­dan gafildirler, onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar”[5] buyurmaktadır.

Zekât genellikle mal ve servetle ilgili olduğu için çoğu zaman ekonomik mesele­lerle birlikte gündeme gelmektedir. Bu yüzden zekâta genellikle iktisadî bir kavram gözüyle bakılmaktadır. İslamî literatürde de durum böyledir. Oysa zekât iktisadî bir kavram olduğu kadar toplumsal bir kavramdır da. Ayrıca zekât sadece toplumun bir kurumu olan ekonomi ile değil toplumun bütünüyle alakalı olan bir kavramdır.[6]

İslamiyet hayatın her yönüyle alakalı olduğu için temelde insanın bu dünyadaki ferdî ve toplumsal hayatı ile ahiret hayatının mutluluğunu esas alır. Bunun için or­taya koyduğu ve insanlığa sunduğu bütün ilkeleri bu amaç doğrultusunda olmuştur. İslamiyet’e ait hiçbir kurum ya da kavramın insanın tahakküm altına almasına izin verilmemiştir. Dolayısıyla zekât gibi sosyal hayatı düzenlemeye yönelik kurumlara bu gözle bakmak gerekir.

Her bir kurumu ayakta tutan insandır. Bütün hukukî düzenlemeler insan eseri ol­duğu gibi kurumlarda değişik pozisyonlarda çalışan ve iş görenler de yine insandır. Bundan anlaşılıyor ki toplumsal kalkınma içinde yer alan her bir kurum ve o kurumun gelişimi insan faktörüyle doğrudan alakalıdır. Dolayısıyla sosyal kalkınma için öyle bir vasıtaya ihtiyaç var ki hem insanın çalıştığı kurum veya iş gördüğü alanla ilgili olsun hem de insanı etkileyen ve insana bir sorumluluk bilinci yükleyen bir özelliğe sahip olsun. İşte zekâtın ayırt edici özelliği burada ortaya çıkmaktadır. Denilmiştir ki her şe­yin zekâtı vardır. Örneğin malın zekâtı olduğu gibi ilmin, vücudun, güzelliğin vb. şeyle­rin de zekâtı vardır. Bediüzzaman da zekâtın sadece mal ve parayla sınırlı olmadığını aynı zamanda ilim, fikir, kuvvet, amel ve nasihat gibi şeyleri de içerdiğini belirtmekte­dir.[7]

Bu açıdan bakıldığında aslında toplumda zekâtla mükellef olmayan hiç kimsenin bulunmadığı açığa çıkmaktadır. Zekât doğrudan vermekle alakalı olduğu için her in­sanın bir başkasına vereceği mutlaka bir şey vardır. Belki her bir insan toplumsal bir varlık olmasının icabı olarak bir başkasına bir şeyler vermekle yükümlüdür.

İslamiyet’te kişinin ahlakî olgunluğu esas olduğu için İslamiyet’e ait her bir kuru­mun da ahlakî özelliği vardır. Toplumda bir yönüyle bir sosyal güvenlik mekanizması olarak işlev gören zekât da esasında toplum içindeki konumu ve statüsü ne olursa ol­sun (zengin-yoksul, kadın-erkek, bilgili-cahil, avam-havas vb.), insanın ahlaklı bir kişi olmasını amaç edinir. Örneğin zengin bir kişiyi malından infak etmeye çağırarak onu hırs, açgözlülük ve aşırı isteklerden kurtarmaya çalışır. Keza yoksul bir kişiyi çalışma­ya ve kanaatli davranmaya davet ederek onu tembellik ve zillet içinde yaşamaktan kurtarır. Keza bilgili birisini bildiğiyle amel etmeye ve bilgisini başkalarıyla paylaşma­ya teşvik ederek onu bencillik ve gurur gibi kötü hasletlerden arındırmak ister. [8]

Ahlakî açıdan meseleye yaklaşan Bediüzzaman da aynı hakikati dile getirmiştir. Ona göre yeryüzünde görülen bütün ahlâksızlıkların kaynağı insanların birbirlerine olan duyarsızlığıdır: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölürse ölsün, bana ne!” Yine ona göre yeryüzündeki bütün karışıklıkların ve ihtilallerin kaynağı da kolay yol­dan veya çalışmadan kazanç elde etme isteğidir: “Sen çalış, ben yiyeyim.” Ya da doy­mak bilmeyen hırslar insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi: “Sen zahmetle içinde yorul ki ben rahat edeyim.” Bediüzzaman’a göre bu iki anlayışı devam ettiren de zekâtın toplumda genel bir kanun hükmünde işlememesi ve faizin serbest olmasıdır. Çözümü zekâtın farz kılınması ve faizin yasaklanmasında bulan Bediüzzaman insanlığın bu dünyadaki mutluluğu ve bekâsını da zekâta bağlamakta­dır. İlgili cümle şudur:

“Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saa­det-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk zekâttır.”[9]

Ekonomik ve Sosyal Krizlerin Adı: Kapitalizm

Birkaç asırdır dünyaya hâkim olan kapitalist ekonominin en kötü tarafı ahlakî il­kelerden yoksun olmasıdır. İnsanlığa mutluluk ve insana huzur getiremeyişinin en önemli nedeni budur. Kapitalist ekonomi bir üretim ekonomisi olduğu kadar bir tü­ketim ve israf ekonomisidir. Üreten kesimi hırs ve açgözlülükle doymaz bir hayvan derecesine indirgemiş, tüketen kesimi de israfa ve savurganlığa teşvik ederek ma­neviyattan yoksun tek boyutlu bir varlığı dönüştürmüştür. Bu durum hem kapitalist ekonomiyi periyodik krizlerle karşı karşıya getirmiş hem de ekonominin iki tarafında yer alan üreten ve tüketen kesimleri mutsuz bir hayatı yaşamak zorunda bırakmıştır.

Kapitalist ekonominin öncülerinden Adam Smith “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü serbest teşebbüsü cesaretlendirmek için söylemiştir. Fakat bu ser­bestlik “hırs”ın tuzağına düştüğü her fırsatta “bırakınız soysunlar”a dönüşmüştür.

Kapitalizmin yol açtığı krizler kontrolsüz hırsın kaçınılmaz sonucu olarak yaşanmış ve yaşanıyor.[10]

Kapitalist ekonominin temeli faize dayanır. Faizin olumsuz sonuçları fert planın­dan devletler arası ilişkilere varıncaya kadar her yerde görülür. Fertleri ahlaksız ve hazırcı yapan faiz, elinde imkanı olmayan fakirleri de isyancı ve anarşist bir mizaca sahip kılar. Ferdî sahadaki bu tesir merhaleler halinde hayatın diğer sahalarına intikal eder. Böylece meşru kazanç yolları tıkanmaya yüz tutarken ekonomik hayatta buhran­lar baş gösterir. Üretimde elde edilen kazancın büyük kısmı alınan borçları faizleriyle birlikte ödemek için harcanır. Böylece fertlerden devletlere kadar ekonomik bağımlı­lık hadiseleri ortaya çıkar.

Avrupa devletleri bilhassa 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında kendi top­lumları içerisinde avam tabakasından aldıklarının yanında diğer dünya devletlerinin de paylaşma sahasına giriyorlardı. Faiz esası üzerine kurulu medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip kötülükleri güzelliklerine üstün gelmekle Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşta medeniyet –yine Bediüzzaman’ın tespitiyle– “Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu.”[11]

Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nda paylaşılması için kavga edilen Osmanlı İmpara­torluğu savaştan çok daha önceleri ekonomik yapısını kemiren faizle çökertilmiş ve Düyun-u Umumiye ile teslim alınmış durumdaydı.

Bediüzzaman Birinci Dünya Savaşı sonlarında kaleme aldığı bir eserinde faiz (riba) hakkında “Kur’ân’ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribaya der: ‘Yasaktır, girmeye hakkın yoktur.’ Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişini yeme­den, dinlemeli” [12] diyordu.

İnsanlık acaba bu emri dinledi mi? 1929 Dünya İktisadî Buhranı insanların Kur’ân’ın bu emrini dinlemediğini gösteriyordu. Bütün dünyanın o tarihe kadar geçir­diği en büyük sekte olan 1929 Buhranı’nda piyasalar batıyor, fabrikalar kapanıyordu. İşsizlik Almanya’da 1930’da yüzde 22’ye, 1931’de yüzde 33’e, 1932’de yüzde 43’e fır­larken aynı dönemde İngiltere’de faal nüfusun yüzde 22’si işsiz duruma düşüyordu. ABD’de işsiz sayısı 15 milyona fırlamıştı. 24 Ekim 1929’da Wall Street Borsası çök­müştü. Bankalar iflasa yaklaşmıştı. 19. asır sermayedarlarının tipik temsilcisi olan Ro­thschild’lerin Kreditanstalt Bankası ilk iflas eden banka oluyor ve onu diğerleri takip ediyordu. Millî ve beynelmilel ticaret durma noktasına gelmişti.[13]

John Maynard Keynes bu buhranın en mühim müsebbibi olarak faizi görecekti. Bu buhran vasatında bir taraftan tatbikat sahasını genişleten sosyalizm diğer yandan devlet şeklinde teşkilatlanarak ortaya çıkan faşizm ve nasyonal sosyalizm –ki her biri kapitalist sisteme alternatif olma iddiasındaydılar– iktisadî bağımsızlığın daha güçlü bir şekilde sağlanması lüzumunu hissederek millî sınırları genişletme gayretine giri­yorlardı. Bu da İkinci Dünya Savaşı’nı netice veriyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nda 50 milyon kişi can verirken yüz milyonlarca kişi yaralandı, sakat, dul, öksüz veya yetim kaldı. Şehirler, köyler ve sanayi merkezleri imha ve tahrip edildi. Bu savaş Kur’ân’ın faizin yasak olduğu mealindeki emrine uymamanın ikinci ve daha müthiş bir tokadı demekti.

Beşer Kur’an’ın faiz yasaklayıcı emrini dinlememeye devam ediyor. Sonuç olarak tokat yemeye de devam ediyor. Bu tokatlar bazen kendini ekonomik, finansal ve sos­yal krizler, savaşlar, terörizm şeklinde kendini gösteriyor. 2008 finansal ve ekonomik krizinde dünya bir tokat daha yedi ve bu tokadın tesirleri hala devam ediyor.

Faize dayalı beşerî sistemler teknoloji, bilim ve sanatta yükseldikçe aç gözlülükle­ri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttırdı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ek­meği çaldılar. Sonuç ise insanlar huzursuz, toplumlar da huzursuz.

Bu itibarla dünya hayatında huzur ve sükûn isteyen insanlar bunun için faize karşı mücadele etmek zorundadır. Esasen faiz medeniyet seviyesiyle çok yakından alakalı bir hadisedir. Ahlâken alçalmış, sosyal yardımlaşma ruhu inkişaf etmemiş ve kardeşçe yaşama anlayışına henüz erememiş toplumlar faizden kurtulamaz. Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın bu hususta söyledikleri dikkat çekicidir:

“Herhangi bir toplumda faizsiz yaşanamayacağı hissi çoğalmaya ve faizin meşru­iyetine çare aranmaya başlandı mı, orada alçalma ve cahiliye devrine dönüş başla­mıştır. Bugünkü beşeriyetin faizden kurtulabilmesi ciddî bir sosyal ıslahata bağlıdır. Fakirlik azalıp toplum hayatı ilerledikçe faizler düşecek ve bir gün gelip kalkacaktır. Fakat faiz devam ettikçe de servetler inhisardan kurtulamayacak, fakirlik azalmaya­caktır. Umumî nokta-i nazardan bugünün dünyasında faizin kaldırılması bir fikir ola­rak düşünülmeye başlanmış ise de, mevcut temayüller sadece faizlerin düşürülmesi üzerinde dolaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz tahakkuk ettiremediği bu emel, Allah tarafından İslâm cemiyetinde tahakkuk etmişti. Demek ki, Kur’ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki beşeriyete dahi, en yüksek bir tekâmülün ilhamını bahşedecek bir ki­tab-ı mübîn, bir İlâhî kanundur.”[14]

Sosyal ve Ekonomik Adaletin Kaynağı: Zekât

Krizlerin aşırı kâr kaygısından kaynaklandığını düşünen Nobel ödüllü Fransız aka­demisyen Prof. Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli eseri Batı’nın yerleşik ekonomik yargıları hakkında ezber bozan önemli tespit ve ikazlar içeriyor. Hakkında­ki değerlendirmelere bakılırsa bu eser hırs ve hevesleri kışkırtan Batı sistemini hem sorguluyor hem de eleştiriyor. Fransız akademisyen kitabında şu tespitlerde bulunu­yor:

  • Batı ekonomisi “Kâr nasıl artar” arayışına dayanır.
  • Ekonomi büyüyor, fakat gelir, orantısız şekilde zengin tabakaya gidiyor. O derece ki nüfusun yüzde1’i servetin yüzde 50’sini alıyor.
  • Sefalet ve adaletsizlik doymak bilmeyen “kâr” iştahından kaynaklanıyor.
  • Büyük sermaye büyüyen ekonomiden kendisine düşen “arslan payı”na el koy­makla yetinmiyor; gelirlerini daha da artırmak için dar ve orta gelirli kesimleri kapa­sitelerinin çok üstünde borç altına sokuyor. Gelire uygun olmayan yüksek miktarlı bu kredi borçları ödenemeyince iflaslar başlıyor ve bankalar batıyor. ABD merkezli 2008 krizi bu ortamda kaçınılmaz hale geliyor.

Bu dramatik sonucu gözleyen Prof. Piketty Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli eserinde ekonominin “kâr” değil “adil gelir dağılımı” odaklı düzenlenmesini öngörü­yor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor. Gerekli gördüğü en acil tedbir ise zengin çevrenin elindeki büyük servete “ek vergi” konmasıdır. Böylece zenginlerin servetine sosyal adalet amaçlı bir sorumluluk yüklenecek ve tüketim gücü zayıf kesimlere “kaynak” aktarılacaktır. Gelir dağılımındaki dengesizliği gidermek için bu akademisyenin bir şans yakaladığı, Fransa başbakanına danışmanlık yaparak düşüncelerini hayata geçir­me fırsatı bulduğu ve bu yönde kanunlar çıkarttığı ifade ediliyor.

Gelir dağılımında sosyal adalet öngörüsü elbette dikkate alınmalıdır. Faiz oran­larıyla oynayarak parasal düzenlemelere hasredilmiş arayışlar yaşanan krize çözüm

olmadı ve olmuyor. Aksine yeni bir krizin gelmekte olduğu son zamanlarda sıklıkla seslendiriliyor. Gelir dağılımında sefalete varan bozukluk sosyal adalet odaklı tedbir­leri gerektiriyor.

Ekonomide katma değeri üreten emektir. Sermayeyi büyüten de emektir. Bunun içindir ki Fransız akademisyen çareyi emek-sermaye ilişkisinde makul dengenin gö­zetilmesinde arıyor. Emeğiyle geçinen dar gelirli çevrelere zenginlerden alınan ek vergiyle kaynak transfer edilerek kitlelerin geçim sıkıntısına bir ölçüde çözüm bulu­nabileceğini savunuyor.

İşte burada “İnsan, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister” diyen Bediüzzaman’ın insan odaklı öngörülerini gündeme getirmenin tam vaktidir. Bediüz­zaman 1921’de Lemaat adıyla yazdığı bir eserinde dünyada en önemli sosyal proble­min ne olduğu sorusuna cevap olarak “Say’in sermaye ile mücadelesidir” diyordu.[15]

Hatta yeni yaşanmış 1917 Ekim Devrimi’ni de dikkate alarak emek-sermaye arasın­daki mücadelenin çözüm üretilememesi halinde “ihtilal” boyutlarında bir insanlık krizine dönüşeceğini söylüyordu. Emek-sermeye arasındaki ilişkide Kur’an’ın eme­ği üstün tutan ayetinden hareketle “Sa’y asıl esastır” diyerek tercihini emekten yana yapıyordu. Hatta “Servet-i insaniye zalim ellerde toplanmaz” diyerek servetin “tahak­küm” aracı yapılmasının sakıncalarını işaret ediyordu.

Emek-sermaye çatışmasına son vermek için “Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?” sorusuna iki şıklı cevap veriyordu: Birinci şart olarak İslam’ın etkin bir sos­yal adalet kurumu olan “zekât”ı gündeme getiriyor ve ona evrensel bir çözüm mis­yonu yüklüyordu. Faizin yani “riba”nın yasaklanmasını da ikinci etkili çözüm olarak görüyordu. Hatta bu cevabının devamında “Şu ribâ taşını altından çeksen, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir”[16]  öngörüsünde bulunuyordu. Kişi ve kurumlar hatta bir­çok ülke maliyesinin faiz yükü sebebiyle nasıl batağa saplandığı, birçok devlette kamu maliyesinin iflas ettiği taze örnekleriyle düşünüldüğünde bu sözlerin anlamı ve önemi daha iyi kavranacaktır.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus Fransız ilim adamının “ek vergi” yoluyla servete yüklediği hukukî sorumluluk ile Bediüzzaman’ın “zekât” yoluyla servete yük­lediği sorumluluk aynı sonucu yani gelir adaletini amaçlamaktadır. Fransız akademis­yen kendi kültüründe servete sosyal sorumluluk yükleyen “zekât” gibi bir kavram ve kurum olmadığı ve bilmediği için çareyi iktidar gücünün formel ve yasal düzenleme­sinde aramaktadır.

Nobel ödüllü bu akademisyen başta olmak üzere gelir dağılım adaletsizliğinden kaynaklanan sefalete gerçekçi ve kalıcı bir çözüm düşünülüyorsa herkes Bediüzza­man’ın şu sözünü mutlaka dikkate almalıdır:

“Desatir-i hikmet nevamis-i hükûmetle; kavanîn-i hak revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.”[17]

Yani iktidarların çıkardığı yasalar ilmin, hikmetin ve fıtratın öngörülerine uygun olmazsa ve müeyyide ile uygulanma gücüne sahip kılınmazsa etkili olamaz. Hukukî düzenlemelerin olumlu sonuç vermesi hikmete uygunluğu yanında toplumun manen gönüllü katılımına ve rıza-i kabulüne bağlıdır.

Fransız akademisyenin gelir dağılımında adaleti sağlamak için siyasî otori­tenin servet üzerinde kanunla “ek vergi” getirme öngörüsü hukukî boyutlu tek­lif olmakla beraber, bir iman esası ve dinî mükellefiyet olan “zekât”ın servete yüklediği sosyal, ekonomik ve manevi müeyyide boyutuyla kıyaslandığında oldukça yü­zeysel, cılız bir çözüm teklifidir. Servete kanun yoluyla “ek vergi” salınması teklifini hiç düşünülmemiş ve bilinmedik bir formül gibi heyecanla karşılayan Batı kamuoyunun bu tutumuyla ne kadar çaresizlik içinde olduğu çok açık görülüyor.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin dar gelirlilere “kaynak” transferi yoluyla kapa­tılması için “yardım köprüsü” kurulması elbette gereklidir. Sosyal yardımların kanun yoluyla hayata geçirilmesi şüphesiz bir çözümdür. Fakat gelir adaletini sağlamada kanun gücü tek başına yeterli ve etkili bir enstrüman değildir. Zekâtın bu konudaki farkına dikkat çeken Bediüzzaman “Zekât İslam’ın köprüsüdür” mealindeki hadisi bu bağlamda şu ifadelerle açıklıyor:

“Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asa­yişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenet­ten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.” [18]

Yukarıdaki ifadelere göre İslam’ın sosyal adalet amaçlı düzenlemesi sadece mad­dî müeyyide ile sınırlı değildir. Yardıma gönüllü bir katılım için şefkat ve merhamet temelinde insanî bir boyut mutlaka bulunmak gerekir. Mesnedini inançta bulan bir yardımlaşma öngörüsü kanunun amaçladığı “cebrî” müeyyideyi aşan, “rıza”ya dayalı bir tesire sahiptir. İki yardım öngörüsü arasındaki bu fark görmezden gelinemeyecek kadar belirleyici ve etkilidir. Bediüzzaman’ın “muavenet” kavramıyla inanç kökenli zekâta yüklediği rızaya dayalı müessiriyet insanlığın yaşadığı “isyan ve ihtilal fela­ketlerinin ilacıdır.” O, böyle bir yardımlaşmayı sadece Müslümanlar için değil bütün insanlık için gerekli görmektedir. “Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribâyı kaldırmalı” sözü bunun açık göstergesidir. [19]

Sınıf çatışmalarının yo­ğunlukla yaşandığına ve bunun ihtilallere yol açtığına dikkat çekmekte ve çözümü de etkili olacağına inandığı tedbirlerin uygulamasında aramaktadır. İslam’ın beş te­mel şartından birisi olan zekât Bediüzzaman’ın nazarında sorun çözücü olarak özel bir önem taşımaktadır: “Eğer ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler”[20]

toplum süratle kalkınacaktır. Dikkat edilir­se Bediüzzaman bu ifadeleriyle sadece zenginleri (ağniya) mal varlıklarıyla toplumsal dayanışmaya davet etmekle yetinmiyor, aydın kesimlerin (ezkiya) de bilgi ve tecrübe­leriyle kalkınma çabalarına katkı yapmaya davet ediyor.

Batı sermayesi katma değeri üreten emeği her zaman otoritesi altında tutup yö­netmek istedi. Sermayenin sağladığı gücü emeği sömürmenin aracı olarak asırlarca kullandı. Emek-sermaye arasındaki kavga hep buradan beslendi. Yöntem değişse de sömürme realitesi değişmedi. Bediüzzaman insanların, “taht-el arz madenlerde” sağ­lıksız koşullarda, “kut-i lâyemut” yani ölmeyecek kadar bir ücretle boğaz tokluğuna çalıştırılarak emeğin sömürüldüğünü ve bunun 1789 Fransız İhtilal-i Kebiri’ne yol açtığını söyler.

Prof. Piketty’ye göre bu sömürünün son örneği 2008 krizinde yaşandı. Emeği ile geçinen insanları altından kalkamayacakları kadar borçlandırarak ellerindekini geri almak isteyen “hırs” bankalar eliyle soyguna dönüştü. Sonuç kâr hırsının sevkiyle ge­lir dengesinin aşırı bozulması ve kitlelerin fakirleşmesi oldu. Şimdi küçük bir azınlığın elindeki büyük servetten “ek vergi” ile pay almanın hesabı yapılıyor.

Toplumlardaki gelir adaletsizliğini “ek vergi” ile çözmek mümkün olsaydı ne bir ihtilal ve ne de bir kriz yaşanırdı. “Zalim ellerde toplan”mış “servet”in sadece arzî ve maddî şartlarda vergilendirilmesi gelir adaletsizliğine çözüm değildir. Gelir dağılı­mındaki problem insan kimliğinin yani fıtratın derinlerinde yatıyor. Yapılması gere­ken serveti zengin ve fakir tabakalar arasında rıza ile paylaşmayı ibadet haline getiren bir anlayışın benimsenmesidir. Bu ise zekât ve benzeri yardımlaşma vasıtalarıyla in­sanî boyutlu yardım “köprü”lerinin kurulmasına bağlıdır.”[21]

Yukarıdaki tespitler ve Prof. Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli ese­rinde ekonominin “kâr” değil “adil gelir dağılımı” odaklı [22] yaklaşımı toplumdaki sosyal ve ekonomik ilişkileri insanın fıtrî yapısına göre düzenleyen ve ahlakî ilkeleri içerisinde barındıran İslamiyet’teki zekât ve benzeri yardımlaşma kurumlarının uy­gulanmasını gündeme getirmektedir. Bu kurumların işlemesi için toplumun ille de dinî kurallarla yönetilmesi gerekmiyor. İnsanoğlu –en azından bu dünyadaki mutlulu­ğu için bile olsa– İslamiyet’in zekât, infak ve benzeri yardımlaşma kurumlarını gözden geçirmelidir.

Zekât İslam’ın köprüsüdür. İnsanlık huzur istiyorsa bu köprüden geçmelidir. Böy­lece açlık ve yoksulluk meselesi çözülür, savaşlar sona erer, farklı toplum kesimleri arasındaki nefret, kin, zulüm gibi olumsuz duygular ortadan kalkar. Bunların yerine de karşılıklı anlayış, şefkat, saygı gelir ve neticede toplum rahat ve huzura kavuşur. Dünyada küresel barış isteniyorsa küresel yardımlaşma uygulaması elzemdir. Söyle­diklerimizin uygulaması hayal değil. Beşeriyet için başka çare yok. Çünkü hakikî in­saniyet İslamiyet’tir. Kur’an bütün insanlığın tabakalarına hitap, problemlerine deva­dır. Dünya barışı için insanlık zekât köprüsünden geçmemekte ısrar ederse fakirlik, açlık, sefalet ve savaşlar, terörizm devam edecek. İnsanlık onarılmaz sancılar içinde kıvranacak ve başı beladan kurtulamayacaktır. Savaş naralarıyla hem güçlüler hem de güçsüzler, hem zenginler hem de fakirler korku ve endişe içinde hayatlarını yaşamak zorunda kalacaklardır. Adaletin, faziletin, haklının, yardımlaşmanın, dayanışmanın, refahın hakim olacağı, Yeni dünya düzeninde zekât dünya gündeminde olacaktır.

Kaynakça

  1. Açıkgöz, Reşat. “Bireysel Gelişmenin ve Toplumsal Kalkınmanın İki Kaynağı: Na­maz ve Zekât”. Köprü 109 (Kış 2010).
  2. Köprü 72 (Mart 1984).
  3. Mürsel, Safa. “Prof. Piketty Bu ‘Köprü’den Geçmeli”. 16 Mayıs 2019 tarihinde eri­şildi. http://www.risalehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm
  4. Nursi, Bediüzzaman Said. İlk Dönem Eserleri. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  5. ____. Risale-i Nur Külliyatı. 1. İstanbul: Nesil Basım, 1996.
  6. ____. Risale-i Nur Külliyatı. 2. İstanbul: Nesil Basım, 1996.
  7. ____. Sözler. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  8. Piketty, Thomas. Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital. Trc., Hande Koçak. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
  9. Yazır, Elmalılı M. Hamdi. Hak Dini Kur’ân Dili. 2. İstanbul: 1960.

Not: Bu makale, Köprü dergisi• Sayı: 143 • Mayıs-Ağustos 2019 • ISSN: 1300-7785 • s. 97-108’de yayımlanmıştır.

[1] – Nur suresi 24/56.ayet

[2] – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2 (İstanbul: Nesil Basım, 1996), s. 1173.

[3] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2,  s. 1215.

[4] – Mü’minûn suresi 23/1-11 ayetle; Meâric 70/22-35. ayetler

[5] -6 Maûn suresi 107/4-6.ayetler

[6] – Reşat Açıkgöz, “Bireysel Gelişmenin ve Toplumsal Kalkınmanın İki Kaynağı: Namaz ve Zekât”, Köprü 109 (Kış 2010).

[7] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2, s. 1173.

[8] – Açıkgöz, “Bireysel Gelişmenin ve Toplumsal Kalkınmanın İki Kaynağı: Namaz ve Zekât”.

[9] – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 1 (İstanbul: Nesil Basım, 1996), s. 475.

[10] – Safa Mürsel, “Prof. Piketty Bu ‘Köprü’den Geçmeli”, 16 Mayıs 2019 tarihinde erişildi. http://www.risa­lehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm

[11] – Bediüzzaman Said Nursi, İlk Dönem Eserleri (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 250.

[12] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 325.

[13] – Köprü 72 (Mart 1984): 11.

[14] – Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 2 (İstanbul: 1960), 955.

[15] – Nursi, İlk Dönem Eserleri,s.278.

[16] – Nursi, İlk Dönem Eserleri, s. 278.

[17] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, , c. 1,s. 572.

[18] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2, s. 1173.

[19] – Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), s. 962.

[20] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2, 1951.

[21] – Safa Mürsel, “Prof. Piketty Bu ‘Köprü’den Geçmeli”, 16 Mayıs 2019 tarihinde erişildi. http://www. risalehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm

[22] – Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, trc., Hande Koçak (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014), s.627.

Toprak kardeş

Mehmet Abidin Kartal

Kainata mana-yı harfi penceresinden bakan Bediüzzaman canlı, cansız  varlıkların seslerini dinledikten sonra hissiyatını şu şekilde dile getirmiştir:

“Dinle havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka, birer manidar nevaz.

Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet; yağmurun hezecatı, kuşların seceatı, birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuttur. Ben de varım derler. O kainat-ı sakit birden söze başlıyor: Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!

Tuyurları söylettirir, ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük ağızlarıyla rahmeti alkışlarlar; Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen ona derler: Ey kainat kardeşler! Ne güzeldir halimiz. Şefkatle perverdeyiz. Halimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer avaz-ı pürnaz.

Güya bütün kainat ulvi bir musikidir, iman nuru işitir ezkar ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evhamsaz”(Sözler Lemaat bölümünden)

Bu ifadeler “Yedi göklerde, yerde ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder…” mealindeki ayeti tefsir ettiği gibi, Bediüzzaman burada topraktan havaya, cansızlardan canlılara, bitkilerden, kuşlara ve diğer hayvanlara kadar bütün varlıkları kardeş ilan ederek onlara “Ey kainat kardeşler!” diye hitap etmektedir. Güneş, ay, yıldızlar, gezegenler,  taş, toprak, hava, su,  yağmur, kar,  rüzgar, kuşlar ve bütün hayvanlar, sebzeler, meyveler ve bütün bitkiler biz insanlara hizmet eden kardeşlerimiz. Hallerinden memnun, kendilerine verilen vazifeleri itiraz ve isyan etmeden eksiksiz yapıyorlar. Bu kardeşlerimizden toprak kardeşimizi tanıyalım.

Toprak kardeşimiz yaratılış hamurumuzdur.  İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası, babamız, Hz. Adem (as)’ı Cenab-ı Hak  topraktan yarattı. İnsan, maddî yanı, itibariyle topraktan yaratılmış bir varlıktır. Nasıl ki ilk insan, kara topraktan yaratılmışsa, her insanın biyolojik tohumu olan spermlerin de asıl vatanı topraktır; çünkü insan, toprağa bağımlı ve topraktan beslenen bir varlık olduğu gibi, onun maddî yapısında bütünüyle topraktan gelen elementler vardır.

Toprak, yeryüzünü gökyüzüne bağlayan sihirli bir düğümdür. Güneşten gelen ışıklar, bulutlardan dökülen yağmur damlaları, kar tanecikleri, rüzgarların önünde savrulup duran hava zerreleri, toprağın kucağında buluşur, onun beslediği irili ufaklı yapraklar arasında kaynaşıp birbirinden  tatlı meyvelere dönüşür, hayata karışırlar. Böylece toprağın kucağında nice baharlar yaşanır…

Güz de onun kucağına düşer. Sıcacık bir meyvenin kalbinden dökülen birer dua gibi, tohumlar, onun bağrında yeni hayatlarına hazırlanırlar. Solgun yapraklar, sanki son bir ümitle onun kucağına atarlar kendilerini… Ölen her şey ona, bitkiler, hayvanlar, insanlar ona döner. Cesetler orda hücrelerine, atomlarına kadar ayrılırlar. Ayrışan zerreler baharda tekrar dirilmek için hazırlanırlar. Sonunda, yeryüzüne bahar mevsiminde başını uzatan bir filiz, daha önce ölmüş bir canlının zerrelerini giyinip, öylece tebessüm eder insanlara,  gün ışığına, bulutlara, yıldızlara…Her bahar yeniden dirilişi haykırır biz şuur sahiplerine..

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Kışın ölmüş olan yeryüzünü dirilten elbette Allah’tır. Başka hiçbir şey veya tesadüf bunu yapamaz. Baharın yeryüzünü diriltmeye gücü yeten Allah, elbette haşrin baharında  insanları, kıyametle ölmüş olan kainatı da diriltir.

Bediüzzaman’nın Haşir Risalesini yazmasına sebep olan ayetlerden birisinde Allah, dünyada öldükten sonra diriltilmenin değişik boyutlarına dikkat çekiyor ve öldükten sonra diriltilmeyi insan aklına yaklaştırmaya çalışıyor: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümün ardından nasıl diriltiyor? Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kadirdir.” (Rum: 30/50.) Bakara suresinde ise bu ayetin biraz daha açıldığını ve somutlaştırıldığını görüyoruz. Burada Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde düşünen bir topluluk için pek çok hikmetler olduğuna dikkat çekiliyor. (Bakara: 2/164.)

Cenab-ı Allah cansız elementler halinde iken hayat verip dirilttiği, bütün bitkileri ve bazı hayvanları kış mevsiminde öldürüp baharda toprağın altında tohumlar çürürken tekrar dirilttiği gibi insanı da öldükten sonra tekrar diriltecektir. Bediüzzaman, bu gerçeğe bir de şu şekilde işaret ediyor: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulunmasını kıyas edemeyip, istib’ad ediyorsunuz. (Akıldan uzak görüyorsunuz.) Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı, zannedersiniz?” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz)

Bu anlatımda güçlü bir mantık görüyoruz. Bu ifadelerde kainat bir ağaca, insan ise meyvesine benzetiliyor. Ağaca önem veren bir zat, onun meyvesini daha çok önemseyecektir. O meyveyi de öldükten sonra, yani toprağa düşüp maddi varlığı çürüdükten sonra tekrar diriltecektir. Çünkü, gözümüzle görüyoruz bütün dirilmeler, çürüdükten sonra oluyor. Her bahar mevsimi haşr-i cismaninin binlerce delillerini biz şuur sahibi insanlara okutuyor.

Evet, sihirli bir aynadır toprak. Ölümün rengi ona vurulduğunda, hayatın canlı renklerine dönüşür. Kışların ölü sessizliği, ilkbaharın neşesine döner. Cansız renksiz zerreler, canlı, renkli, çiçeklere, meyvelere dönüşür toprak aynasında… Hiçbir şey bu sihirli yansımadan  kendini alıkoyamaz. Her şey eninde sonunda toprağa girer ve yine her şey topraktan gelir. Dünya bu yansımalarla aydınlanır.

Toprağa  ‘kara toprak’ der geçeriz. Görmüyorlar mı onun bütün dünyaya renk verdiğini? Her şey zıddına ayna olurmuş derler ya, işte toprak da,  o karalığı ile ışığa öyle bir ayna olur ki, nice parlak şey onun aydınlığına yetişemez. Mesela,  suya güneşin hangi rengi düşerse, sadece o rengi geriye yansıtır. Cam aynalarda öyledir. Ama toprağa düşen gün ışıkları yedi rengin bütün tonlarına dönüşüp öyle geriye yansır. İşte renk renk çiçekler, işte renk renk yapraklar, otlar, meyveler, sebzeler…

 Toprağın bu aydınlığı sayesindedir ki, açan her çiçekle dağlar, ovalar, vadiler renklenir, dünyamız güneşin bütün renklerini giyinir. Bunun için mi, dersiniz hepimiz küçük bir saksı içine koyduğumuz toprakla, odamızın bir köşesine güneşin renklerini taşımak isteriz.

“Toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun her bir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mîzanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünki bu üç unsurun her bir cüz’ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar. ”  (Mesnev-i Nuriye, Dördüncü Lem’a)

“Toprakta her baharda rengarenk, farklı türlerde yüzlerce bitki boy verir. Sanki atılan tohumun özelliklerini bilip ona göre tavır sergiler bir hal vardır. Tohumdaki genetik şifreler adeta toprak ROM’unda çalışan CD’ler gibidirler. Ancak, ürünler üç boyutlu, elle tutulup, gözle görülen, hatta bunun gibi diğer duyu organlarına da hitap eden şekilde olduğundan tohumları otomasyon sistemi ile çalışan ve çok geniş bir spektrumda farklı hallere uyum sağlayan bir fabrikanın bilgisayar sisteminin CD’si olarak düşünmek gereklidir. Sanki, bütün çiçeklerin, bitkilerin gerisinde mükemmel bir sistem, bir program işlemektedir. Ancak bu işleyiş bir otomasyon tarzında da değildir. Çünkü ürünler tıpa tıp birbirinin aynı bir fabrikadan çıkmış gibi de değildir. Her birinin kendine mahsus ayırt edici özellikleri olduğundan, her bir unsurun tek tek ele alındığı izlenimi doğmaktadır. Bu durumda ya toprak her tohumu ayrı ayrı tanıyacaktır yada her birindeki programa uygun işleyişleri sergileyecek sistemlere sahip olacaktır.

Toprakta, bu özelliklerin hiçbiri ve bu sistemlerin içinde olduğuna dair en ufak emare yoktur.

Sanki, havanın, suyun, toprağın gerisinde gizli bir el, bir kalem-i kudret işlemektedir. Evindeki saksıda yetişen atlas ve kadife gibi kumaşlar benzeri yaprakları saksıdaki toprağa hamletmek ya da toprakta gizli bir fabrikanın ürünleri olduğunu düşünmek akıl ve mantık denen özelliklerle ne derece bağdaşır?

O zaman her şeyin aslı, bir kudret kaleminin çizdiği resimler gibidir. Bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Külli-i Şeyin elindeki bu kalem, kudret mürekkebi ile yazarken ucu bazen ince ve zerreler, atomlar şeklinde, bazen da daha kalın hava, toprak, su şeklinde yazıyormuş gibi gözükür. Her şey O’nu ifade eder. Bazen bir kıpırdanış, bazen tatlı bir tebessüm, bazen nesim-i sonbahar, bazen zemini süsleyen cennet bahçeleri, bazen semayı tezyin eden mücevherat misali yıldızlara dönüşür Bazen da beşeri tatlı nağmelere dönüşür bu ifadeler. ”  (http://www.risaleinurenstitusu.org/risale-i-nur-tahavvulat-i-zerrat-serhi-24/)

Toprak kardeşi anlamak isteyen, Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verebilir. ”Evet, baharda toprağın hadsiz latif çiçeklerle ve nihayet derecede güzel ve cemil hayvanat ile süslenip bezenmesi vaziyetiyle, o Şems-i Ezel’in kemâli rubûbiyetini nida edip ilan ettiği göz ile görünmektedir.”

Toprak kardeşe verilen  maharetleri saymakla bitiremeyiz. Ama o kendini gizler. Toprak kardeş kadar tevazu sahibi bir varlığı gösteremeyiz. Tevazuya açılan kapı topraktan geçer….Toprak kardeş mahviyet ve tevazu simgesi olarak ayaklar altına serilmiş. Gelen basıyor, giden basıyor. Gelen tükürüyor, giden tükürüyor. Toprak kardeş ayaklar altında…

Ama bakın bütün bağlar, bahçeleri, semereler, meyveler kimin göğsünden fışkırıp çıkıyor?

Hz. Mevlana toprak kardeş  gibi olmaya teşvik babında derki;

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak ol ki, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin.”

Hepimizin üzerinde yaşadığımız, bütün ihtiyaçlarımızı karşılayan, ebedi alemin ilk durağı olan, toprak kardeşle kucaklaşacağımız  bir günü vardır. Esasında  hepimiz o günü, bekliyoruz. O gün dünya imtihanını kazanan ebedi mutluluğu elde edecek. Bunun için, sağlam yaşamak, imanlı yaşamak, imanı ibadetle süslemek gerekiyor. Çünkü, “Mevt (ölüm) idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî (ebedî ayrılık) değil, adem (yokluk) değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam (mahvoluş) değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm (her işi rahmet ve hikmetle yapan Allah) tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplanma yeri) olan âlem-i berzaha (kabir âlemine) bir visal (kavuşma) kapısıdır.” (Mektubat, 20. Mektup)

Refaha Giden Yol Üretimdem, Marka Ürünler Üretmekten Geçer

Mehmet Abidin Kartal

Ekonomi denilince, akla ilk gelmesi gereken üretim ve büyümedir. Üretim ve üretimdeki artış büyümenin, kalkınmanın karşılığı olarak ekonomide yerini almıştır. Dönemler itibarıyla, mal ve hizmet üretim miktarındaki artış ekonominin büyümesinin göstergesidir. Yapılan reel yatırımlar sonucunda ülkenin ürettiği mallar artmış olur. Ekonominin can damarı üretimdir. Yapılan yatırımlar ya doğrudan veya dolaylı olarak üretimi arttıran unsurlardır. Üretimi artırmak için “fabrika yapan fabrikalar” yapmalıyız. Hammaddeyi mamule dönüştüren sanayiler kurmalıyız. Üretilen malların yurt içinde veya yurt dışında değerlendirilmesi, değerinde satılması refahı yükselten gelirin artışını sağlar.

Üretimin artışı, gelirin artışı demektir. Üretimi artırmadan geliri artıramayız. Gelir artmadan refah düzeyini yükseltmek hayaldir Üretim olmadan refah paylaşımına kalkmak, borçlanmak demektir. Bu da gelecek nesillere haklarını vermemek, çalmak anlamına gelir.

Üretim; bilgi, teknoloji, ürün veya hizmet olarak tezahür eder ve hepsi vazgeçilmezdir. Toplumların dünya üzerinde bulundukları konumu belirleyen en temel faktör üretim kapasiteleridir. Herkes ürettiği ve dünya ticaretinden aldığı pay kadar konuşma ve hak iddia etme iradesine sahiptir. Kendi kendini kandıran, kendi kendine propaganda yapan ülkelerin tamamının ortak paydası üretim yapamamak ve dünyadaki gelişmelere ayak uyduramamaktır.

Toplumların sahip oldukları refah düzeyi ile ürettikleri arasında uyum olması gerekir. Hatta paylaşılan refah, üretim düzeyinden bir miktar düşük olmalı ki, geleceğe yatırım yapabilecek fon meydana gelsin. Yani ürettiğimizden daha az tüketmemiz, israf etmememiz ve aradaki farkı tasarruf ederek yatırıma yönlendirmemiz gerekiyor. Ekonominin en küçük ünitesi olan ailede de bu geçerlidir. Gelirine göre harcama yapmayan, gelir ile giderleri dengeleyemeyen, israf batağına düşen aileler daima ekonomik sıkıntılar yaşarlar. Refah ve huzuru yakalayamazlar. 

İsraf ekonomisinde bilinçsiz tüketim çoğalır

Asrımızın sosyal hastalığı tüketim çılgınlığı, dünyada israf ekonomisinin hüküm sürmesine sebep olmaktadır. Toplum devamlı tü­ketime teşvik edilmektedir. Tüketim artmaktadır. İsraf ekonomisinin tüketime yönlendirdiği insanlar, zorunlu olmayan ihtiyaçlarını karşılayabilmek için hırs ile, helal haram ayırımı yapmadan, en üstte benim altta kalanın canı cıksın anlayışı içinde para kazanmaya çalışmaktadırlar. Bu durum da insanları, başkalarının haklarını haksız yere gasp etmeye ve haksız kazanç elde ederek zulmetmeye, sömürmeye sevk etmektedir.

Reklam yoluyla isteklerin, ihtiyaçlar olarak  ortaya çıktığı bir dünyada yaşıyoruz. İsraf ekonomisi sonucunda hem çevre, tabiat kirlenmekte, küresel ısınma meydana gelmekte hem de kaynaklar tüketilmektedir. Bu­günkü çevre sorununun temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır.

Temel gıdamız ekmek israfı içler acısı durumu gözler önüne seriyor. Basına yansıyan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, halen 600 bin kişi Türkiye’de açlık sınırında yaşamaktadır. Bu açlık yaşanırken günde 5 milyon ekmek çöpe atılarak israf ediliyor.

Türkiye Fırıncılar Federasyonu bilgilerine göre de, Türkiye’de günlük üretilen 82 milyon ekmeğin, 77 milyon adeti tüketilirken günlük 5 milyon ekmek israf ediliyor. Bunun dışında henüz üretim aşamasında 1,5 milyon ekmek zayi oluyor. Türkiye’de bir yılda israf edilen ekmek, ortalama 450 bin ton buğdaya karşılık geliyor. Ülkemizde israf edilen ekmekle 500 okul yapılabileceği, 500 km yol yapılabileceği ifade edilmektedir. İsraf edilen ekmeğin 1.430.000 kişinin asgari ücretine eşit olduğu da ifade edilmektedir.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ile Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO)’nun derlediği verilere göre,  her yıl 1.3 milyar ton gıda maddesi israf ediliyor. Bu 2 milyondan fazla aç insanı doyurmaya yetiyor. İsrafın toplam yıllık maliyetinin 750 milyar doları aştığı ifade ediliyor. Her yıl Türkiye’nin gayri milli hasılası kadar bir rakam çöpe atılıyor.

İsraf; yapılmaması gereken, gayesiz ve faydasız yere mal,  emek, zaman ve kaynak harcamasıdır. Aynı zamanda israf; şuursuz bir harcama, kaynakların yok edilmesidir. Hiç bir kaynak sınırsız değildir. İsraf, tasarrufun dolayısıyla yatırımın ve üretim ekonomisinin düşmanıdır.

Cenab-ı Allah’ın “Yiyin, için fakat israf etmeyin” (Araf suresi: 7:31), emrine alabildiğine zıt giden insanlık, israfta da had safhadadır. Bugün sadece Türkiye’de Akdeniz’deki beş yıldızlı otellerde bir günde çöpe giden yemeklerin, günde ondörtbin kişiyi doyurabileceği hesaplanmış bulunmaktadır. Benzer şekilde her yıl artan içme suyu israfının önü alınmadığı takdirde, insanların yakında içmek için su bulamayacağı belirtilmektedir.

Ülkelerin gelişmesi için, üretimin artırılması, toplumsal çıkarların ön plana çıkarılması, kalkınma ve refahın sağlanması, üretim kaynakların etkin ve verimli kullanılması hayati önem taşımaktadır.

İsrafın ortadan kaldırılması ve üretim faktörlerinin verimli kullanılarak üretimin  artırılması için çalışılırken, faydasız harcamaya yol açan faktörlerle mücadele edilmesi herkesin görevidir. Diğer taraftan, israfla mücadele, iktisatlı, tasarruflu yaşama toplumun faydasına olacak bir davranıştır. Çünkü, ülkemize stratejik önem kazandıran kaynakları hepimizin ortak malıdır. İsraf bu milletin ortak malına tecavüzdür.

Bediüzzaman’ın “İktisatsızlık (israf) yüzünden müstehlikler (tüketiciler) çoğalır, müstahsiller (üreticiler) azalır. Herkes gözünü hükümet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimâiyenin (sosyal hayatın) medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus (azalır, eksilir) eder. O millet de tedennî edip (gerileyip) sükût eder, fakir düşer. düşüncesi israfın üretim faktörlerini, reel üretimi olumsuz etkileyerek, halkı fakirleştireceğini ve yatırımların düşmesi sonucu reel üretimin düşeceğini sonuçta gelir dağılımını olumsuz etkileyeceğini ifade etmektedir. Bu düşünce üretim ekonomisini temelini özetlemektedir.

Tüketici davranışında israf, hem mikro iktisat açısından, ferdin tüketim ve tasarruf dengelerini bozar, hem de makro iktisat açısından kaynakların dağılımını ve ekonomideki tasarruf ve tüketim oranlarını etkiler. Sonuçta yatırımlar düşeceğinden milli gelir olumsuz yönde etkilenir.  Uluslar arası sahada da gelir dengelerinin bozulmasına yol açar.

Refaha giden yol üretimden geçer

Milli gelir, bir ekonomide belli bir dönemde üretilen mal ve hizmetler toplamıdır. Toplumun refah derecesini gösteren bir ölçüttür. Güçlü bir ekonomi kurmak için ülkelerin başvurduğu en önemli adım “üretim”dir. Kendi üretimlerini yapan ve bunları diğer ülkelere satma becerisini gösteren ülkelerin milli gelirleri arttığı için, refah seviyeleri de yükselir. Yükselen refahın topluma adaletli dağılması üretim ekonomisinin hedefine varmasıdır.

Siyasi istikrarsızlık, ülkelerin ekonomik performansını baltalayan, üretimi, milli geliri düşüren ciddi bir problem olarak tanımlanmaktadır. Türkiye ekonomisi, uzun yıllar boyunca siyasi istikrarsızlık gölgesinde kalarak potansiyelinin altında bir performans sergilemiştir. Türkiye’yi idare edenler, uzun yıllar üretmeden, tüketerek ülkenin kaynaklarını israf etmişlerdir. Ülke idarecilerin başarısızlığının bedelini, millet yıllarca düşürülemeyen enflasyonla fakirleşerek ödemiştir.

1990’lı yıllarda yaşanan siyasi belirsizlikler başta ekonomi olmak üzere birçok alanı olumsuz yönde etkilemiştir. Bu dönemde, yüksek enflasyon, dış borç, yüksek bütçe açığı ve cari açık nedeniyle iç ve dış şoklara karşı dirençsiz hale gelen ekonomi kırılgan bir yapıya bürünmüştür. Bu yapı 2000’li yıllara kadar devam etmiştir.

Üretim ekonomisinde çözülmesi gereken en önemli ekonomik problem işsizliğin azaltılması ve gelir dağılımında adaletin sağlanmasıdır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik bütün sıkıntıların, bunalımların, krizlerin birinci sebebidir. Ekonomik kriz içinde olan ülkelere bakınız, gelir dağılımında adaletsizliğin olduğunu, işiz insanların sayısının yüksek olduğunu göreceksiniz. Diğer sebepler bundan sonra gelir. Toplumlarda sosyal dengenin ve huzurun tek garantisi, adaletli gelir dağılımıdır. Bir toplumda para küçük bir azınlığın elinde dönüp duruyorsa, orada her türlü huzursuzluğun doğması için yeterli zemin oluşmuş demektir.

Türkiye’de sağlanan ekonomik büyümenin işsizlikteki azalmayı sağlaması ve gelir dağılımını daha adil hale getirmesi için; reel üretime dönük yerli yatırımların ve ülke içi tasarruf oranının artması gerekmektedir. Bunun için, cari açık yoluyla ülke içindeki tasarruf oranını olumsuz etkileyen reel kredi  faiz oranının düşürülmesi gerekir. Böylece istihdam meydana getiren üretime dayalı yatırımların artırılması gündeme gelecektir. Üretim olunca istihdam olur. Böylece gelir dağılımı  adaletsizliğinin birinci sebebi olan işsizlik sorunun çözümü için adımlar atılmış olur..

Üretim ekonomisinde, devamlı ve istikrarlı kalkınmanın motor gücü yerli ve milli  üretimdir. Çözüm yerli ve milli üretimi artırmaktan geçiyor. Bunu başarmanın yolu  dünya standartlarında üretim yapmanız ve ürününüzün fiyatının da rekabetçi olması gerekiyor. Kısacası dünya piyasasında rekabet edebilecek marka ürünler üretilmesi gerekiyor. Yerli ve milli  üretimi ne kadar çok artırırsak, katma değerimizi yani refahımızı o kadar çok insanımızla paylaşırız. ‘Kişinin ayinesi iştir, lafa bakılmaz.’ Ekonomide ayine üretimdir. Üretim ekonomisini hayata geçirmektir. Dünya piyasalarında rekabet edebilecek marka ürünler üretmektir.

Türkiye’nin gelişmiş dünya ekonomileri arasına girebilmesinin birinci şartı, devletin yerli ve milli üretimi destelemesinden geçiyor. Bu destek olmazsa dünya piyasalarında rekabet  edebilecek ürünler bilhassa teknolojik ürünler üretmek zordur.

Devletin yerli ve milli sanayi politikalarını desteklemesinin, teşvik etmesinin  ve kalkınmadaki başarısının en önemli ispatı Güney Kore örneğidir. Güney Kore deneyimi uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla, hem küreselleşme hem de kalkınma sürecinin yönetebildiğini göstermektedir. G. Kore’nin başarısının altında yatan önemli faktör yerli ve milli reel ekonomiye verilen önemdir. Yerli  üretime devletin teşviki ve desteğidir. Bunun sonucu dünya piyasasında rekabet eden marka ürünler üretilmiştir.

Hyundai,  Samsung,  LG, Kia, Deawoo,  SsangYong bunlardan birkaçı. Güney Kore bugün zarif cep telefonları ihraç eden ülkelerin başında geliyor. Türkiye’de cep telefonu kullananlara bakın, çoğunun markası Samsung öyle değil mi? Bizim de bir Samsung bir Hyundai üretmemiz gerekiyor. Yerli ve milli marka otomobili üretip dünya yollarında görmemiz gerekiyor.

Dünya piyasasında rekabet eden marka ürünler üretmek için önce bu iradenin ülkenin yönetiminde bulunanlarda ve  toplumda meydana gelmesi gerekiyor. Bu iradeyi üretime dönüştürecek bilimsel teknolojik altyapının, insan gücünün yetişmiş olması ve bu anlayıştaki bir müteşebbisin grubunun ortaya çıkmasının önündeki engelleri kaldırarak, bunu mümkün kılacak şartların hazırlanması elzemdir. Devletin bu konuda somut adımlar atması gerekiyor.

Devletin son yıllarda bu konuda başta savunma sanayi olmak üzere önemli  adımlar attığını görüyoruz.

Türkiye’de yönetim ve müteşebbis boyutunda iradenin olduğunu görüyoruz. Ancak yapılanlara bakıldığında, iradenin uygulamasının yeterli olmadığı anlaşılıyor. Bunun için bütün sektörlerde rekabet imkanı meydana getirebilecek yüksek teknolojili ürünlere doğru yeni bir üretim sürecine geçilmelidir. Bunun için devletin, ülkenin ekonomik ve sosyal yapısına uygun Yerli Üretim Modeli politikasını hayata geçirmesi gerekir. Çünkü dünya piyasalarında rekabet edebilecek marka ürünler üretmenin yolu yerli üretimin desteklenmesinden geçiyor. Türkiye’nin dünya piyasaları ile rekabet edecek üretim gücüne ulaşması, marka ürünler üretmesi ekonomik ve sosyal meselelerimizin çözümünü kolaylaştıracaktır. İlk yerli ve milli marka otomobilimizi üretmemiz inşallah bunun başlangıcı olacaktır.

T’ürkiye’nin Otomobili Girişim Grubunun (TOGG) Türkiye’nin Otomobili’nin tanıtıldığı “Yeniliğe Yolculuk Buluşması” ve Bilişim Vadisi Resmi Açılış Töreni, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, kabine üyeleri, sivil toplum kuruluşlarıyla sektör temsilcilerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda davetlinin katılımıyla 27.12.2019’da Gebze’de gerçekleşti.

“Türkiye’nin Otomobili”nin sadece yerli marka araba üretmek anlamına gelmediğini söyleyen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Bir otomobilden daha fazlasıdır, teknolojik dönüşümdür, dijital ekonomiye geçiştir, tek başına 20 bin ilave istihdamdır, 7,5 milyar dolar daha az cari açıktır, gayri safi milli hasılaya 50 milyar dolar katkıdır. Yani Türkiye’nin Otomobili yeni bir meydan okumadır.” Diyordu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Otomobili’nin tanıtıldığı “Yeniliğe Yolculuk Buluşması” da ilk yerli ve milli marka otomobilimizin, markasının, patentinin, tasarımının, lisansının yüze yüz yerli ve milli olacağını ifade ediyordu.

İnşallah 2022’de ilk yerli ve milli marka otomobilimiz banttan çıkmış olacak.

Dünya piyasasında rekabet eden marka ürünlerimiz artığı, ilk yerli ve milli marka otomobilimiz seri üretime geçtiği zaman Türkiye’nin gündemi değişir. Fetö, Pkk, Deaş ülkenin gündeminden çıkar, konuşulmaz olur. Üretim konuşulur, dünyaya ihraç ettiğimiz yerli ve milli marka otomobilimiz, diğer marka ürünlerimiz konuşulur, refah konuşulur, ekonomik ve sosyal adalet, başarılar konuşulur, kültür, sanat konuşulur. Biz böyle düşünüyoruz.

Sömürmeden üretime, refaha giden yolu açan kapı: Karz-ı Hasen

Mehmet Abidin Kartal

Her sistem, her düşünce ve her doktrinin temeli inanca dayanır. İnsanların ve toplumların refah içinde yaşaması, huzurlu olması, güçlü bir ekonomiye sahip olması, zenginleşmesi, ekonomik ve sosyal krizleri aşmasının temeli inanca, ferdi kontrol ve dürüstlüğü temin eden bir Yaratıcıya iman gücüne bağlıdır.

İman, insanın dünya hayatında elde edebileceği en büyük nimettir. Hayatı, gayesine uygun yaşamanın yoludur. İman insanın yaratılış amacı ve ibadetin kapısıdır. İman olmazsa Allah bilinmez, Allah bilinmeyince Allah’a itaat ve ibadet olmaz.

İmanın, ibadetle hayata uygulanması, dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olmaktadır. Kişinin ve toplumun gerçek manada olgunlaşması, gelişmesi, kalkınması da iman ve ibadetlerini düzenli olarak yerine getirmesine bağlıdır. İman, hem nur, hem kuvvettir. Ruhumuzu, duygularımızı yaratılış gayemize uygun çalıştıran iman, ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, yardımlaşmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri yerine getirmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır.

İman intisaptır. Bütün alemlerin yaratıcısı Allah’a bağlılıktır. O’nu tanımak, inanmak, bilmek, emirleri dairesinde yaşamaktır.

Selimiye camii için “Bu cami Mimar Sinan’ın eseridir. diyen kişi, o camiyi Sinan’a nisbet etmiş olur. O cami şuurlu olsa dile gelse de “Ben Sinan’ın eseriyim.” dese bu bir intisaptır. Yani kendini Sinan’a nisbet etmiş, onun eseri olduğunu anlamış ve kabul etmiştir.

İnsanların fıtratında inanma duygusu vardır. İnsanlar inanmadan, inandığına güvenip dayanmadan yaşayamaz; mutlu olamaz, huzur bulamazlar. Hiçbir şeye inanmadığını söyleyen bir insan bile birçok yanlış inançlar içindedir.

İnsanın “Ben Allah’ın kuluyum, O’nun eseri, O’nun sanatıyım, Her şeyim O’nun ihsan ve ikramıdır.” demesi onun Allah’a iman etmesi demektir; iman bütün alemleri yaratana bağı ifade eder, bunu da akıl nimetiyle donatılmış olan insanın düşünerek, tefekkür ederek idrak etmesi yaratılış gayesidir. Bunu idrak edemeyenler yanlış inançlara saparlar, iman etmiş sayılmazlar. İman binanın temelidir. Temelsiz bina olur mu? Gerçek manada insan olmak iman etmekle başlar. İman etmek deftere bir yazmaktır. Bir rakamının önüne diğer bütün rakamları yazarsanız değeri vardır.

İnsanı dünya hayatında  diğer varlıklardan ayıran özelliklerden biri de sahip olduğu duygularıdır. Şefkat, sevgi, adalet, sabır, merhamet, yardımlaşma gibi. İnsanın en güçlü özelliği duygularında görülebilir. İnsanın duygularının tatmini ve terbiye edilmesi onu mutlu ve huzurlu yapar. Duyguları terbiye edilmeyen insan tehlikelidir. Duygularımız doğru ve yanlışa, güzel ve çirkine aynı uzaklıktadır. İnsan maddi ve manevi yapısı olan bir varlıktır. Duyguları doğru kullanmanın temeli deftere bir  yazmaktır. Duygular doğru kullanılırsa insanın maddi ve manevi yükselişine sebep olur. Yanlış kullanılırsa alçalmanın sebebi olur.

İnsanın duygularını yanlış kullanması,  bu dünyada kendi yaptığının, ürettiğinin esiri olması, onu karanlık zindanlara hapsediyor, insanlık karanlıklardan çıkış yolları arıyor. İnsan ürettiğinin ve yaptığının esiri olduğu için, yardımlaşmayı, paylaşmayı, vermeyi,  karz-ı haseni,  (güzel borç) merhameti, şefkati, adaleti unutmuştur. Bu yüzden de huzursuzdur, mutsuzdur.

Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Kazanılan mallar, servetler bu oyun ve oyalanmanın bir parçası ve imtihanda sorulan sorulardan biridir. Birçok ayet ve hadiste dünya sevgisi, haksız elde edilen mallar ve zenginliklerin kınandığına ve imtihanı kaybetmeye sebep olduğuna şahit olurken; yine birçok ayet ve hadiste de, yetime, öksüze, akrabaya, komşuya, yolda kalmışa, fakire, düşene yardımın, onların ihtiyaçlarını karşılamanın faziletinden, güzelliğinden bahsedilmektedir. Ayet ve hadislerden anlaşılmaktadır ki; dünya sevgisi ve kazanılan malların ve servetlerin bir rahmet ya da bir felaket kılacak olan, onu nasıl ve nerede kullandığımızdır. Bu kullanma şer, kötülük yolunda olabileceği gibi, hayır, iyilik yolunda da olabilir. İşin sonunda şer yolunda gidenler imtihanı kaybedecekler, hayır yolunda gidenler kazanacaklar.

Dünya imtihanı kazanmak için, insana sorular sorulmaktadır.  Sorulara doğru cevap vermek gerekiyor. Cenab-ı Hak bu sorulara doğru cevap verebilmemiz için  vesileler yaratmış ve birçok tavsiyelerde bulunmuştur İşte bu tavsiye ve vesilelerden biri “Karz-ı Hasen”dir.

Karz-ı Hasen

Sözlükte “kesmek, yol katetmek” gibi anlamlara gelen karz, bir fıkıh terimi olarak “tüketilebilen mislî bir malın bir başkasına daha sonra mislen ödenmek üzere teberru kastıyla temlik edilmesi şeklinde yapılan akit” anlamına gelmektedir. Buna göre karz akdi başlangıç itibariyle teberru, sonuç itibariyle bir muavazalı akittir. Karz akdinde borç verene mukriz, borç isteyene müstakriz, borç verme işine ikraz, borç istemeye ise istikraz denilmektedir. Karz akdinin meşruiyeti, kitab, sünnet ve icma ile sabittir.[1] Ayrıca, faizsiz borç vermek teşvik edilmiş ve bu çerçevede karz akdi karz-ı hasen adıyla anılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de “Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç (karz-ı hasen) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. Sadece ona döndürüleceksiniz”[2] buyurulmaktadır. Peygamber Efendimiz sav) de, iki kere borç vermenin bir kere sadaka vermek gibi olduğunu buyurmaktadır.[3]

Karz-ı Hasen, ihtiyacı olana borç vermek, borçluyu rahatsız etmemek, mali durumu iyi olmayan borçluya ihtiyacı kadar mühlet tanımak, onun şahsiyetini rencide etmemektir.

“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa Allah da onun karşılığında kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükafatı da vardır.”[4], “Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan (onlara iyi davranan) kimselerin Allah katında kendilerine has mükafatları vardır. Onlara korku olmadığı gibi onlar üzülmeyecektir.”[5], “Göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olduğu halde, size ne oluyor da Allah yolunda mallarınızı harcamıyorsunuz?”[6], “Eğer Allah’a (rızası uğruna) ödünç verirseniz Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”[7]…

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, karz-ı hasen verecek Müslümanlara hem müjde veriyor hem de karz-ı hasenin nasıl yapılması gerektiğine dair uyarılarda bulunuyor. Herkes borç vermek için teşvik ediliyor, borç vermek namaz ve zekatla birlikte zikrediliyor, fakirlikten ve darlıktan korkmadan verin deniyor, kendisi ihtiyaç içinde olanların da yine ihtiyaç sahiplerine yardım etmesi gerektiği söyleniyor. “Yaptığınız hayır kendinizindir” mesajı veriliyor, Allah’ın hiç sevmediği cimrilikten kurtulmak için de karz-ı hasen öneriliyor, Allah yolunda harcayanların kat be kat kazanacağı anlatılıyor ve ‘infak etmek için ölümü beklemeyin’ deniyor.

Kainatın Efendisi Peygamberimiz (sav) de güzel borç vermeyi her zaman övüyor ve inananları da hayatı boyunca bu konuda teşvik ediyor. Borç vermenin sadakadan daha üstün olduğuna Hz. Enes bin Mâlik’in (R.A) rivayet ettiği bir hadisle dikkat çekiyor: “Bir adam cennete girdi. Kapısında şöyle bir yazı gördü: ‘Verilen sadakanın karşılığı on sevap, verilen ödünç paranın karşılığı ise on sekiz sevaptır.’ Ben de neden ödünç para sadakadan üstündür diye Cibril’e sordum. Bana şöyle cevap verdi: Dilenci dilenirken yanında para bulunabilir. Ama ödünç para isteyenin mutlaka bir ihtiyacı vardır da onun için istemiştir.” Abdullah İbn-i Ömer’den (R.A) rivayet edilen başka bir hadis de şöyle: “Duasının kabul edilmesini ve sıkıntısının giderilmesini isteyen, sıkıntıda olan borçluya yardım etsin.”

Karz-ı hasenin  uygulanmasında; her borç isteyene vermek gibi bir zorunluluk yoktur. Burada istenen paranın nerede ve ne için kullanılacağı konusunda borç verenin sorumluluğu var. Kişi içki içmek, kumar oynamak, zina yapmak için istiyorsa verilmemesi gerekiyor. Aksi hâlde veren kişi bırakın sevaba girmeyi, bu günahın sorumluları arasında yerini alıyor. Ancak kişinin ihtiyacı meşru ise borç vermek de vacip hükmündedir.

Karz-ı hasen uygulamasında  borç, borcu alan tarafından belli bir zaman sonra geri ödeme şartıyla  veriliyor. Fakat ihtiyaçlı kişi vakti geldiğinde parayı iade edemiyorsa karz-ı hasen sahibi onu sıkıştırmamalı, sabırla beklemeli deniyor. Bakara suresi 280. ayet durumu şöyle özetliyor: “Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar süre tanımak lazımdır. Eğer veremeyeceğini bilirseniz alacağı bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” Bir başka hadiste de Allah Resulü, “Kim güç durumda olan borçluya mühlet verirse; her gün mühlet verdiği kadar bir sadaka sevabı alır.” diyor.

Karz-ı hasen uygulamasında verilen borcun  taraflarca yazılı hâle getirilmesi sünnettir. Karz-ı hasende borcun vadesinde ödenmesi en güzel olanıdır. Peygamberimiz (sav), “Zenginin borcunu erteleyip vadesinde ödememesi zulümdür.” diyor. İstemesine rağmen ödeyemeyenler için de niyetin önemli olduğuna dikkat çekiliyor Ebu Hureyre (R.A.)’nin rivayet ettiği bir hadiste: “Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, borcunu ödemeden ölürse, Allah onun borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklılarını razı eder. Buna karşılık gönlünde ödeme niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse Allah ondan alacaklıların hakkını alır.”

İnsanın toplum halinde yaşamasının en esaslı temeli, yardımlaşmaya duyduğu ihtiyaçtır. Karşılıklı yardımlaşmanın,  karz-ı hasenin  (faizsiz borç vermenin)  olmadığı  toplumlar, maddi açıdan kalkınmış olabilirler, ama  adaletli gelir dağılımını ve huzuru sağlayamazlar.

Karz-ı Hasen üretimdir, refahtır

Karz-ı Hasen,  “İnfak” çeşitlerinden biridir. Çalışma imkanı olan, iş yaparken paraya ihtiyacı olan gerçek ve tüzel kişilerin ihtiyaçları faizsiz olarak  Karz-ı Hasen ile giderilebilir. Güçsüzleri sömürme ve onların sırtından para kazanmaya  dayalı faiz kötü, çirkin bir borçtur. Haksız, adaletsiz kazanç sağlayan, bulaşanı borç batağına saplayan faiz büyük bir sömürü aracı olarak toplumu dejenere etmeye devam ediyor. “Güzel bir borç” olan karz-ı  hasen faizin alternatifidir. Karz-ı Hasen üretimdir, refahtır.

Ekonomik  hayatın devamı için, yatırım yapmak için, borçları ödemek için  vazgeçilmezlerinden olan para, tarihin her devrinde günlük hayatın her karesinde insan ilişkilerinde önemli  bir yer tutar. Osmanlı devrinde sosyal ve ekonomik hayatın birçok alanına ışık tutan, şer’iyye sicil kayıtlarında borç alıp verme başta olmak üzere, para meseleleri ile ilgili birçok bilgi bulunuyor. Buradaki bilgilerden, Osmanlı toplumunun ödünç para verme başta olmak üzere, yardımlaşmayı iyi bilen bir toplum olduğunu görüyoruz.

Osmanlı toplumunda bu uygulama  İslam’ın karz-ı hasen anlayışından geliyor. Güzel borç için taraflar, kadı huzurunda veya aralarında ufak bir senet yaparak birbirlerine borç verebiliyorlardı. Çoğu zaman buna bile gerek duymuyorlardı. Çünkü “Söz senettir.” şiarını kendilerine düstur edinmişlerdi.

Osmanlı konuyu biraz daha geliştirerek, kendine özgü bir sistem içerisinde “para vakıflarını” kurarak sistemleştirmiştir. Dönemin uleması arasında Hanefi mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden İmam-ı Züfer hazretlerinin görüşü benimsenerek, para vakıflarının sıhhatine hükmedilmiştir. İmam-ı Züfer, “Bir kimse dirhemleri (nakit para), ve ölçü veya tartı ile alınıp satılan mislî menkulleri vakfetse, bu caiz olur. Dirhemler mudarabe yöntemiyle çalıştırılır, sonra kâr’ı (rıbh), vakfın harcama yerlerine sarf edilir. Vakfedilen menkuller ise önce satılır, satış bedeli dirhemlerdeki gibi mudarabe veya bidaa yöntemi ile verilir. Meydana gelecek olan kâr (rıbh), vakfın hayır yönüne harcanır.”[8] diye fetva vermiştir. Böylece acil para ihtiyacı olanlar vakıflar sayesinde bu ihtiyaçlarını gidermişler. Faizsiz kredi  olan Karz-ı Hasen Osmanlı toplumunda, para vakıfları kurularak kurumsallaşmıştır. Paraya ihtiyacı olan normal vatandaş, esnaf ve müteşebbisler para vakıflarından ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Esnaf ve müteşebbisler aldıkları borcu aldıkları tutar üzerinden ödediklerinden paranın maliyeti sıfır olmuştur. Sonuçta  üretilen malların maliyeti yükselmediğinden, fiyatlarda yükselmemiştir. Fiyatlar yükselmeyince enflasyonda toplumun gündeminde olmamıştır.

Refaha giden yol üretimden geçer. Üretim faktörleri,  emek, sermaye, toprak ve müteşebbis olarak sayılmaktadır.  Üretim faktörlerinin en önemlisi sermayedir. Firmalar sermayelerinin yetersiz kaldığı durumlarda krediye, borç paraya ihtiyaç duyarlar.

Müteşebbisler yeni yatırımlar yaparken sermayeleri yetersiz kalırsa, bankalardan, finans kurumlarından kısa veya uzun vadeli kredi kullanarak borçlanırlar. Yapacakları yatırımların kaynağını borçlanarak karşılarlar. Bankalar işletmelere krediyi faiz karşılığı verirler. Faiz kapitalist ekonominin temelidir. Kredi faiz oranlarının düşük veya yüksek olması yatırımların verimliliği ve üretime katkısı açısından önemlidir. Çünkü alınan kredilerle yapılan yatırımlar sonucu, elde edilen üretimin geliri kredi faizini karşılamıyorsa, işletme zarar eder. Zarar eden işletmenin üretim kapasitesi düşer. Üretimin düşmesi gelirin düşmesi, gelirin düşmesi işsizliğin artması, işsizliğin artması insanların fakirleşmesi demektir. İnsanları fakir olan bir ülkede refahtan söz edemeyiz. Refaha giden yolun kaynağı üretim kurumaya terk edilmiş olur. Üretimin kaynağının canlı kalabilmesi, üretimin artması, ekonominin büyümesi için, kredi faizleri ile yapılan yatırımlar sonucu üretimden elde edilen gelirle kredi faizlerini ödedikten sonra, işletmenin kara geçmesi ile mümkündür. Müteşebbisin aldığı krediyi ve faizlerini  ödeyememesi durumlarında krediyi veren banka kendisini garantiye almıştır. Banka verdiği krediyi ve faizlerini almak için işletmenin taşınır ve taşınmaz mallarına el koyma hakkına sahiptir. Sonuçta ne olur? Ülkenin kalkınması, büyümesi için yatırım yapan işletmeler yok olurlar. Böyle olunca üretim düşer, gelir azalır, işsizlik artar, refah seviyesi düşer. Krediyi veren faiz kurumlarına hiç bir şey olmaz. Ekonomik hayatta geçerli olan bu kural yanlış bir uygulamadır. Yatırım yapan, üretim yapan, işsizliği azaltan, geliri arttıran, ülkeye döviz kazandıran müteşebbisler bu durumda cezalandırılmaktadır. Üretimin, yatırımın, istihdamın düşmanı faizdir. Bu düşmana müdahale edilmesi, reel ekonomiyi yaşatmaya yönelik tedbirlerin alınması, karz-ı hasenin sistemleşmesi elzemdir.

Dünyada hakim olan kapitalist sistem, gelirin fonksiyonel dağılımı üzerinde dururken, meydana gelen gelirin emek ve emek dışı üretim faktörleri arasında nasıl dağıldığını inceleyerek kendi  görüşünü ekonomide hakim kılmıştır. Burada emeğin karşılığı, bedeli ücret, sermaye kullanmanın bedeli faiz, müteşebbisin yaptığı üretim sonucu elde ettiği bedel kar olarak adlandırılmaktadır. Burada ücret ve kar İslamiyet’te helal, faiz ise haramdır.

Batı medeniyetinin son temsilcisi kapitalizmin kurum ve kuruluşlarının haktan, adaletten, yardımlaşmadan, doğruluktan uzak, haram  uygulamaları sosyal, ekonomik, ahlaki ve finansal krizleri yaşatıyor ve yaşatmaya devam ediyor.

Kapitalist sistemin temeli faiz, üretimin, istihdamın ve refahın düşmanıdır. Güçlünün zayıfı ezme silahıdır. ‘Sen çalış, ben yiyeyim’ prensibi ile çalışan faiz sistemi ekonomik ve sosyal hayatta krizleri meydana getirir. Faiz kurumları, bankalar topladıkları mevduatlara belli oranlarda faiz verirler. Parası olan hiç riske girmeden bankaya yatırarak faizle para kazanır. Bankalar topladıkları mevduatları  riske girerek yatırım yapan, üretim yapan iktisadi işletmelere mevduatlara verdikleri faizden daha yüksek oranda faiz koyarak kredi faizi olarak satarlar. İktisadi işletmelerde kar edebilmek, hayatiyetlerini devam ettirebilmek için ürettikleri malların maliyet fiyatına aldıkları kredi faiz oranını eklemektedirler. Böylece yüksek kredi faizi ile üretilen mal daha pahalıya mal edilmekte ve satılmaktadır. Sonuç fiyatlar yükselmekte, faiz sebep enflasyon sonuç olmaktadır.

Faizsiz borç, kredi  verme: Karz-ı Hasen

Üretim yapan müteşebbisler her zaman krediye, borç paraya ihtiyaç duyarlar. Faizle kredi kullanmak ekonomik ve sosyal hayatta krizlere sebebiyet verdiğinden, toplumların  faizsiz kredi verecek bir kuruma ihtiyaçları vardır.  Faizsiz borç vermenin Kur’an’daki ismi ‘Karz-ı Hasen’ dir. Kur’an’da ve Sünnette Müslümanlar karşılıksız yardımda bulunmaya davet edildiği gibi  ödünç vermeğe de davet edildiler. Zengin Müslümanların her yıl mallarının belli bir kısmını ihtiyaç sahiplerine aktarmaları ya da işledikleri suçlara karşılık yine muhtaçlara yardımda bulunmaları (zekât, fıtır sadakası, fidyeler, keffâretler) emredilmiştir. Bunun yanında zorunlu olmayan yardımlaşma enstrümanları da vardır. Bunlardan biri de  faizsiz borç verme karz-ı hasendir. Maddî sıkıntıya düşmüş bir kişiye, firmaya finansal yardım yapmak üzere ihtiyaç duyduğu meblağı verip hiçbir menfaat temin etmeden verilen borcu, krediyi aynıyla geri almak karz-ı hasen olarak adlandırılır.

‘Üretim ve refah   seviyesini   artırmanın   yollarından   biri   adaletli   gelir   dağılımı sağlayabilmektir. Adaletli gelir dağılımının önündeki engellerden biri ise faiz   kavramıdır.   Tüm semavi dinlerin  karşı   çıktığı   faizin  ekonomik  ve sosyal olarak   bazı   sakıncaları   mevcuttur.   Ekonomik   sakıncalar;   üretimi azaltması yavaşlatması, işsizlik, yüksek enflasyon ve adaletsiz gelir dağılımı olarak sıralanabilir. Sosyal sakıncaları ise; merhameti yok etmesi, yardımlaşma ve dayanışma kültürünün sona ermesi, para ve malın hayatın odağı haline  gelmesi, tembellik, hazırcılık,  toplumu strese ve karamsarlığa   itmesi   olarak   sıralanabilir.   Faizin   ülke   ekonomilerine verdiği zararın önüne geçebilmek için faizsiz borç verme anlamına gelen Karz-ı Hasen yöntemi kullanılabilir. Karz-ı Hasen Kuranı Kerimde güzel borç   olarak   tanımlanan;  maddi  çıkar  gözetmeksizin  ihtiyaç   sahibinin sıkıntısını gidermek için borç vermesi işlemidir.

Faizle  finanse   edilen  ülkeler;   ekonomik  olarak  ve   sosyal  olarak   zarar görmektedir.  Yüksek   faiz;  sermaye  sahiplerini  üretim  yapmaya  değil hazır   para   üzerinden   kazanç   sağlamaya   yöneltir.   Bunun   sonucunda yatırım yapılması güçleşir, üretim azalır ve enflasyon artar. Sosyal açıdan ise sermaye sahiplerini tembelliğe yöneltir, sermayeyi kullananları maddi açıdan zor duruma düşürür. Ekonomik ve sosyal sıkıntıların neticesinde toplumdaki   güven   ve   adalet   duygusu   zedelenir,   toplum   fertleri birbirlerine  karşı  güvensizleşir. Günümüzde  birkaç   yüz  zengin  insanın serveti,   dünyanın  yarısının   gelirinden  daha   fazlayken,  yoksul   olmak yoksul   olanın   sorumluluğunda   ve   yoksulun   suçu   olarak değerlendirilmektedir. Ekonomik ve sosyal  hayatımızın olmazsa olmazı gibi   algılanan  faiz  uygulaması,   iktisadi  yaşantımızda  maliyet,  sosyal yaşantımızda   ise   yoksulluk,   sosyal   çatışma   gibi   sıkıntılara   neden olmaktadır.

Sosyal  ve  ekonomik   olarak  birçok  soruna   yol  açan  faizli   borç  verme yerine Karz-ı  Hasen  (Güzel Borç)  yöntemi kullanılabilir. Bu  yöntemin Osmanlı’da Para Vakıfları adı altında uygulamaları bulunmaktadır. Hatta tüccarlara   büyük   ölçekli   krediler  bile   verilmiştir.  Bu   kredilerin   dini kurumlar   tarafından  da   denetimi  sağlanmıştır.   Bugün  Türkiye’de   ise Katılım   bankaları   tarafından   kısıtlı   ürünlerde   kendi   müşterileri   için uygulanmaktadır.   Dünyada   ise   Dubai,   İran   ve   Pakistan’da   başarılı örnekleri bulunmaktadır. Özellikle  Pakistan’da Akhuwat  geniş kitlelere ulaşmış durumdadır. 

Karz-ı   Hasen   yöntemi   sayesinde  faizin   gelişmekte  olan  ülkelere   ve yoksul kesime vermiş  olduğu zararlar  en aza indirgenebilir. Enflasyon, gelir adaletsizliği alt seviyelere düşürülüp, üretim artırılabilir. Hatta uzun vadede   yaygınlaştığında   faiz   olgusu   tamamen   ortadan   kaldırılabilir.

Sosyal   anlamda   ise  üretim  artacağı   için  insanlar  daha   çalışkan  olur. Merhamet  duygusu  gelişir,   yardımlaşma  ve  dayanışmayı   artar,  güven duygusu gelişir ve toplum bağları kuvvetlenir. Toplumun bireyleri daha mutlu ve motivasyonu daha yüksek hale gelir.

Mevcutta var olan Karz-ı Hasen kurumlarının uygulamalarını göz önünde bulundurarak   ülkemizde   de   Karz-ı   Hasen   yönteminin   yaygınlaşması sağlanabilir.   Devlet,   bu   yöntemin   tanıtılması   ve   yaygınlaştırılması görevini üstlenebilir. Küçük ve orta ölçekli firmaların nakit sıkıntılarına çözüm getirebilir.  Hatta  Katılım  Bankaları ve  üniversiteler  işbirliği  ile devlet çatısı altında Karz-ı Hasen sandıkları kurulabilir. Öncelikle mikro krediler  verilerek  sistemin  çalışma  prensipleri  oturduktan  sonra  makro düzeylere de çalışmalar yapılabilir.[9]

Karz-ı hasen üretim ve refahın artırılmasında çok önemli bir yere sahiptir. Karz-ı Hasen’in dünyada Dubai,   İran   ve   Pakistan’da   başarılı şekilde uygulandığını görmekteyiz. Türkiye’de mahalli uygulamalarda insanların fazlaca tercih ettiği bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Fabrika işçilerinden, hanımların altın günlerine, esnafa ve arkadaş gruplarına kadar bu yapı; insanların birbirlerine ekonomik ve sosyal destek sağlanmasına aracı olmaktadır. Bunun yanı sıra, kamu kurumlarında çalışanlar da kendilerine ait faizsiz finansman aracı olarak Karz-ı Hasen yöntemini kurmuş oldukları sandıklar çerçevesinde tercih ettiği görülmektedir. MÜSİAD, 2016 yılında Karz-ı Hasen sandığı oluşturmuştur. “MÜSİAD Karz-ı Hasen Sandığının Amacı: üyeler veya vefat eden üyenin eş ve çocukları arasında yardımlaşma kültürünü sağlamak için ödünç vermek (Karz-ı Hasen), ayrıca, ihtiyaç sahibi üyelerin veya vefat eden üyelerin eş ve çocuklarına karşılıksız yardım (Sosyal Yardım) yapmaktır.” Diye belirtilmektedir. Çalıştığım son şirkette çalışan arkadaşların çoğunluğunun katılımıyla Nesil yardımlaşma ve dayanışma derneğini kurarak karz-ı hasen uygulaması yapmıştık.  Hatta borcunu ödeyemeyen arkadaşların borcunu silmiştik.

Bugün Türkiye’de faizsiz bankacılık hizmeti sunan Katılım bankaları kâr kuruluşlarıdır. Bunlar Karz-ı Hasen vermiyor. Bu alandaki hizmetleri çok kısıtlı.  Kâr sistemiyle çalışıyorlar. Katılım bankaları kazançlarının, mevduatlarının  bir kısmıyla karz-ı hasen sandığı oluşturabilirler. Aynı kredi verirken, fon kullandırırken aldıkları teminatlar ve ipotekler gibi karz-ı hasen yoluyla borç verirken de gerekli teminatları alabilirler. Bunu özel ve devlet katılım bankaları yapabilirler. 

Karz-ı hasen İslamiyet’in ekonomik ve sosyal hayatı  adaletli olarak düzenleyen önemli bir müessesidir. İslamiyet’in  faizin haram kılınması ile sosyal ve ekonomik alan, borç ve güzel borç ile tanzim edilmiştir. Paranın tedavülü faiz kanalına girmeden ekonomik hayatta fonksiyonunu yerine getirmelidir. Karz-ı hasen,  Müslümanları faize bulaşmaktan alıkoyarak ekonomik hayatta üretimin ve refahın yükselmesine ve sosyal yardımlaşma sayesinde de merhametin  ve muhabbetin artmasına sebep olur. Ekonomik hayatta para trafiğini faizsiz şekilde sevk ve idare edecek müesseseler  kurulmadığı için ekonomik ve sosyal hayatta  finansal sıkıntılar yaşanmaktadır.

Kapitalist iktisadi sistemde borç  faizsiz olmaz. Faizde, sermaye sahibinin hiçbir risk almadan başkasının sırtından kazanması söz konusudur; “Sen çalış ben yiyeyim” zihniyeti hâkimdir. Bu insanlar, zahmetsiz bir şekilde servetlerini artırırlar. Faizsiz finansın özü, faizsiz borç vermektir. Karz-ı hasenin uygulamaya konularak başarılı olması, kapitalizme meydan okumak demektir.  Karz-ı hasen, faizin alternatifidir. Karz-ı hasen, insanı bencilikten kurtarır, fazilet hisleriyle donatır, paylaşmanın lezzetini tattırır. Zenginlerden faizsiz borç alabilen fakirler, servet düşmanlığına bedel o zenginlere minnettar kalırlar, duacı olurlar.  Kapitalist sistem içinde yaşamak faizsiz sistemi  sosyal ve ekonomik hayatta inşa etmenin zorluklarındandır. Bu zorluklar asrın idrakine İslam’ı söyletmeye engel değildir. Kapitalist kültürün ürettiği faizi ekonomik ve sosyal hayattan çıkararak, faizsiz borç vermek, faizsiz  uygulamalar müesseseleştirilmelidir. Ülkemizde  mahalli düzeyde uygulanma imkanı bulan Karz-ı hasen milli düzeyde de uygulanmalıdır. İlim adamları bu konuda projeler üretmelidirler. Burada devletin ciddi desteğine ve uygulamalarına da ihtiyaç vardır. Böylece milletimizi faiz illet ve haramından korumuş hem de dinimiz İslamiyet’in güzelliklerini, iyiliklerini insanlığa göstermiş oluruz.   

Not: Bu makale Stratejik Rekabet Dergisi, Mart 2019, Cilt: 2 Sayı. 15’te yayınlanmıştır.

[1] – Bakara: 2/245; Mâide: 5/12; Hadid: 57/11; Teğâbün: 64/17; İbn Mâce, Sadakât: 19.

[2] – Bakara: 2/245.

[3] – İbn Mâce, Sadakât: 19.

[4] -Hadîd suresi, 11

[5] – Bakara suresi, 262

[6] – Hadîd suresi, 10

[7] -Teğabûn suresi, 17

[8] -https://insanvehayat.com/karz-i-haseni-anlamak/, İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-Kadîr, 1316/1898, V, 51. 3el-Azîzî, es-Sirâcü’l-Münîr Şerhu Câmi’s-Sağîr Fi

[9] – https://www.researchgate.net/publication/328886146_Karz i_Hasen_Ekonomik_ve_Sosyal_Boyutu_Qard_Al-Hassan_Economic_and_Social_Dimension

İslam dünyası  Hac kongresini yapmadığı  için tokat yiyor…

İslam dünyası, savaş, terör, yoksulluk, göç gibi  çeşitli sorunlarla anılmaya devam etmektedir. Müslümanların yaşadığı musibetler ve felaketler  hepimizi  üzüyor, acaba bu musibetlerin altında yatan hikmetler  nelerdir? Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Sudan’da, Cezayir’de, Mısır’da… yaşanalar bu musibet ve felaketlere birer örnek.  Bu musibet ve sıkıntıların kader ciheti ile hikmetleri neler olabilir? Bu sorunun cevabı olarak musibetlerin, felaketlerin  altında yatan hikmetlerin birisinin Hac’da yapılması gerekenlerin  ihmalin olduğunu öğreniyoruz. Bediüzzaman,  Sünuhat adlı eserinde konuyu nazarlarımıza sunuyor.

“Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti. ”

Bediüzzaman hacdaki ihmalin cezasının da “keffâretü’z-zünub yani günahların kefareti; müminlere, işledikleri günahların affı için Allah tarafından verilen keffaret hükmündeki hastalık ve musibetler değil; kessâretü’z-zünub yani günahların çoğalması olduğunu” belirtiyor. Çünkü kefferatü’z zünub olsa ceza çekilir ve musibet kalkar. Kessâretü’z-zünub da günahlar, hatalar arttığından felaketler, musibetler devam ediyor. İslam dünyasında yaşanan olaylara bu gözle baktığımızda doğru analizler yapar, doğru stratejiler ileri sürebiliriz.

Bediüzaman’ın ifadelerinden  haccın hikmetlerinin çok büyük olduğunu anlıyoruz. Demek ki hacdaki hikmetleri hacda yapılan şahsi ibadetler karşılayamıyor. Haccın hikmetleri:” Taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i  İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiye” diye sıralanıyor. Bunları incelersek hacda:
• Taarrüfle tevhid-i efkâr: Tanışmakla birlikte fikir birliği.
• Teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun: Yardımlaşma ile âlem-i İslam’ın mesaisinin tanzimi ve birlikte çalışma, yardımlaşma mesaisi kurmak.
• İçindeki siyaset-i âliye-i İslami’ye: İçerisinde İslam’ın o yüksek siyaseti ve devlet yönetimindeki ihmallerin görüşülmesi ve yüksek İslam siyasetinin tezahürünün şura ve meşveretinin tahakkuku.
• Maslahat-ı vâsia-i içtimaiye: Geniş içtimai ve sosyal hayatın faydasına yapılacak çalışmalar.

Bu hikmetlerin hacda yapılması gerekirken ihmal edilmesi ve Sünuhat’taki bahsin devamında Hint, Tatar, Kafkas, Arap ve Afrika Müslümanlarının yaptıkları ihmalleri de sayarak bu ihmallerin kessâretü’z-zünub” (günahların çoğalması) olarak tecelli etiğine işaret ediyor.

Hac ibadeti, İslam’ın beş  temel esasından biridir. Hem beden, hem de mal ile yapılan bir ibadettir. Haccın pek çok hikmeti, manevî, ekonomik, sosyal  faydaları vardır.

Hac, İslam dünyasının  senede bir defa yapılan genel kongresi hükmündedir. Kongrenin şartları yerine getirilmediği için, hikmetleri yerine getirilmemekte, İslam dünyası tokat yemeye devam etmektedir. Kongre yapılsa, Bediüzzaman’ın ifade ettiği hikmetler yerine getirilse,  Hac mevsiminde İslam ülkeleri iç ve dış meselelerinde fikir birliğine vararak dış dünyaya karşı yenilmez bir kuvvet halinde birlikte hareket etme imkanı bulurlar. Birbirleriyle tanışıp kaynaşma; kültür, fen ve sanat  mübadelesinde bulunma imkanı elde ederler.  İslam ülkeleri arasında ekonomik ve sosyal kalkınmanın gerçekleşmesi için, mesailerin tanzimi, çalışma ve yardımlaşma kuralları verimli şekilde uygulama imkanı bulurlar.  İslam’ın devlet yönetimindeki ihmallerin görüşülmesi ve İslam siyasetinin uygulanmasının  temeli olan şura ve meşveretinin gerçekleşmesi için kararlar alınabilir. Bu kararların uygulanıp uygulanmadığı  her yıl Hac mevsiminde yapılacak kongrede takip edilerek uygulanması sağlanır. İslam ülkelerinin beynelmilel bir fuarı özelliğini taşıyan  hac mevsiminde her devlet maddi  ve manevi varlığını teşhir edebilir. Geri kalmış İslam ülkelerine elbirliği ile yapılan yardımlarla o ülkeler kalkındırılır.

Hac, Müslümanların yaratılış gayelerini yeniden hatırlaması, yüzlerce farklı ırktan, renkten, seviyeden inanların yüz yüze görüşerek birbirlerinin dertlerini, sıkıntılarını, problemlerini, başarılarını, mutluluklarını paylaşmaları, mazlumların, mağdurların, açların, susuzların, fakir fukaranın, savaş ve terör mağdurlarının dertlerine çözüm aramanın en uygun yeri ve zamanıdır.

Asrın problemlerine Kur’ân’dan çözümler sunan Bediüzzaman, “Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslam’dır.” Derken, tek çıkış yolunun İslam Birliği’ni kurmak olduğunu bu sözlerle nazara vermek istiyordu.

Hac, İslam Birliği’nin temel taşlarının döşeneceği bir zemin hükmündedir. Hacc’ın hikmetlerinin ihmali, bu manaları içine alan siyaset-i âliye-i  İslamiye’nin yapılamaması anlamına gelir ki, cezası da dünyada musibetler, felaketler, ahirette azap olur.

Haccın hikmetlerinin tahakkuku için hac mevsiminde Müslümanların yıllık Hac kongresi yapılmamaktadır.  Yapılmadığı içinde hepimizin kabul edeceği , Diyanet işleri başkanımız Ali Erbaş’ın gündeme getirdiği tespitler yaşanıyor.

“Müslümanların yaşadığı topraklar kanla, ölümle, açlıkla, susuzlukla, terör örgütleriyle yangın yerine dönmüşken bu yangını söndürmek için yapılması gerekenlerle ilgili bir program, proje yıllık genel kongrede Müslümanların gündeminde maalesef yer almamaktadır. Dünyada her üç buçuk saniyede bir insan -ki bunların tamamına yakını Müslüman- açlıktan ölüyor. Bu insanları açlıktan kurtarmak için neler yapılmalı diye dert edinip çözüm üretme noktasında imkân ve iktidar sahiplerinin herhangi bir projesi bulunmamaktadır. Tam aksine aşiret reislerinin birisinin bile serveti milyonlarca Müslümanı açlıktan kurtarabilecek durumda iken özel uçaklarıyla aşiret boyu tatil mekânlarında yaptıkları israflar hiç gündeme getirilmiyor. Gelişmişliğin en önemli üç ayağı sağlık, eğitim ve ekonomi alanlarında İslam ülkelerinin durumunu iyileştirme ile ilgili herhangi bir projeden bahsedilmiyor. Paylaşım medeniyetini kuran İslam’ın zekât, sadaka, infak, isar, karz-ı hasen, yardımlaşma vs. geliştirdiği sosyal denge kanalları yeterince çalıştırılmıyor. AB’nin zorda olan üye ülkelere yaptığı yardıma benzer yardım kararları zengin Müslüman ülkeler tarafından fakir Müslüman ülkeler için alınmıyor. Batılılar 40 parçayı bir araya getirip AB’yi kurarak büyük bir güç odağı hâline getirmeye çalışırken, 40 parçaya bölünmüş İslam milletinin bu parçalarından her birini de bölmeyi hedefleyen projelere karşı Müslümanların yıllık kongresi diye iftihar ettiğimiz hac günlerinde kimsenin kılı kıpırdamıyor. İç savaşlar ve terör olayları yüzünden evini, yurdunu terk edip başka ülkelere sığınan muhacirlerin problemleri masaya yatırılıp, hem Müslümanların birbirlerini öldürmemeleri hem de muhacirlerin durumları gibi konular müzakere edilmiyor ve böylece hac günleri gereği gibi değerlendirilmiyor. Kimse dönüp de Türkiye’ye “Dört milyonu aşkın Suriyeliyi ülkende nasıl barındırabiliyorsun, bu konuda bir ihtiyacın var mı?” diye sormuyor. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’ndan sonra ikinci büyük uluslararası teşkilat olduğu iddia edilen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın dahi Müslümanların yıllık genel kongresi hac günlerinde bu sorunlarla ilgili herhangi bir etkinliğine şahit olamıyoruz. Peygamberimizin “Bir kimse bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Bir kimse bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mümin kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o kulun yardımındadır…” (Müslim, Zikir, 38.) sözündeki paylaşım ruhu, evrensel özellikler taşıyan nebevi ilke hac günlerinde gündeme gelmeyecek de ne zaman gelecek! ”

Çözüm:

Milyonlarca Müslüman her yıl “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde venni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.” (Buyur Allah’ım buyur, işte buradayım, kapına geldim. Senin eşin, benzerin yoktur. Her türlü hamt ve nimet sana aittir. Mülk senindir. Senin eşin, benzerin yoktur.) diyerek hac  ibadet için Kâbe’de, Safa ve Merve’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da, Mescid-i Nebevi’de, Ravza-i Mutahhara’ da bir araya gelir.

Hac, dünyadaki bütün dillerin, renklerin, sınıfların, rütbe, mevki ve makamların hiçbir farklılığının olmadığı yerdir. Ahiretin provasıdır. Hiç kimse, burada dünyalıklarıyla, rütbe ve unvanlarıyla övünemez, ayrıcalık yapamaz, büyüklük taslayamaz. Burada ihrama girenlerin elbiseleri ve renkleri aynı, Namaz kıldıkları mescitler aynı, Vakfeye durdukları mekânlar aynıdır. Nefse karşı mücadele metotları  aynı, Kulluk ettikleri ve önünde secdeye kapandıkları Rableri aynıdır. Rahmet olarak gönderilen Peygambere (sav)  tabi olma ve sünnetini yaşama heyecanları aynı, dinleri aynı, kıbleleri aynıdır. Bu aynıların müşahhas görüntüsü, haccın hikmetlerinin tahakkuku için yapılması gerekenler…

“Hani biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık…” (Bakara, suresi, 125.) ayeti ile dünyanın her tarafından Müslümanlar; davalarının doğduğu, babaları İbrahim’in eliyle Hanif dininin başladığı ve yüce Allah’ın, yeryüzünde kendisine ibadet edilen ilk ev kıldığı Kâbe’nin yanında yıllık genel kongrelerini gerçekleştirmeye davet edilmektedir.

İslam ülkelerinin devlet başkanları her yıl hac mevsiminde hacca giderek, Hac kongresini yapmalıdırlar. Doğru strateji budur. Bu toplantıda haccın hikmetlerinin tahakkuku için kararlar alınmalı. İslam ülkelerinin  “siyaset-i âliye-i İslamiye” anlayışı içinde alacağı bu kararlar dünya siyasetinde stratejilerini belirleyecektir.  Bu stratejik kararlar,  Arafat meydanında bütün hacılara, bütün dünyaya  yazılı, görsel,  sosyal medya yoluyla ilan edilmelidir. Bu kararlanın dünyaya ilanı, kararları alan İslam ülkelerinin liderlerinin görüntüsü,  dünya ülkelerinin İslam ülkelerine tavrını değiştirir. Her yıl yapılacak kongrede bu kararlar gözden geçirilerek, yeni kararlar alınmalı, gerçekleşip gerçekleşmediklerinin takibi yapılmalıdır.

Müslümanlar Hac ibadetini nefsi arındırmanın, tezkiye etmenin, kaynaşmanın, dayanışmanın Allah rızası için birbirimizi kucaklamanın yanında; Hac kongresinde, Müslümanların fakirliklerinin,  acılarının, gözyaşlarının, ezilip, sömürmelerinin, katledilmelerinin ve hatta tüm dünya insanlarının, canlı olan her varlığın meselelerinin,  konuşulduğu, tartışıldığı, çareler üretilmelidir. Böylece Hac hikmetine uygun idrak edilmiş olur.

Hazret-i Ömer, hac mevsiminde bütün valilerin hacca gelmelerini mecburi tutuyor ve hacca gelmeyen valiyi sene başında vazifesinden atıyordu. Hac mevsiminde bütün vali ve komutanlarıyla en yüksek düzeyde istişare meclisi meydana getirilerek  ekonomik ve sosyal meseleler tartışılıyor, alınması gereken tedbirler alınıyordu.  

Hac`da mana ile madde birlikte ve bir arada yaşanır. Ahenkli bir şekilde ikisi de işbirliği içinde yürüme fırsatını bulur. İşte bu anlamda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: “Hac ve umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demirin pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrur haccın sevabı ancak cennettir.” (Tirmizi ve Nesei)

İslam ülkelerindeki fakirliğin ortadan kalkmasının yollarından biri de, İslam ülkelerinin  her sektöründen, her kademesinden iş adamlarının hac mevsiminde hacca giderek, düzenlenecek Ekonomi ve Ticaret Fuarında,  ekonomik ve ticari ilişkilerin temelini  atmalarından geçmektedir. İslam ülkelerinin ekonomik açıdan kalkınmalarında bu ilişkiler çok önemlidir.

Hacca gelen Müslüman düşünmeli ki Kâbe’yi tavaf ettikten sonra oturup yiyeceği tavuk Brezilya’dan, zeytinyağı Yunanistan’dan, peynir Bulgaristan’dan, balık Japonya’dan, giyeceği Tokyo, hediye götüreceği takke, tesbih  Çin’den ,  su Fransa’dan gelmiştir. Bunlar, sayılması gerekenlerin binde biri bile değildir. Bu ne acı bir durum.  Peygamber Efendimiz (sav) Müslümanların ekonomik hayata aktif olarak katılmaları için Medine pazarını kurmuştu. Bu pazarın ruhundan alacağımız ders, Hac mevsiminde Ekonomi ve Ticaret Fuarının faaliyete geçmesini elzem kılıyor. Ekonomi ve Ticaret fuarında Müslüman işadamlarının ilişkileri sonucunda, İslam ülkeleri arasında ihracat, ithalat artacağı gibi, Mekke, Medine piyasalarında İslam ülkelerinin  mallarını göreceğiz.

Tarlaya tohumu serpmeyen çiftçi, “Allah’ım ambarımı tahılla doldur” dese bir buğday tanesine dahi sahip olamaz. Çiftçinin ürün elde etmesinin birinci hikmeti  tohumu tarlaya serpmektir.  Haccın hikmetlerinin tahakkuku içinde ihmal edilen hikmetlerin, her yıl hac mevsiminde toplanacak Hac Kongresinde alınacak kararlarla uygulamaya konularak  tahakkuk etmesi sağlanmalıdır. Mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Türkiye Hac Kongresinin toplanmasına öncülük ederek  tarlaya tohumu serpmelidir. Şimdiden çalışmalara başlanmalıdır.

Cenab-ı  Hak,  hac ibadetinin içine ferdi ve genel  çok hikmetler, vazifeler ve maslahatlar ile kulluklar koymuştur. Haccın genele  bakan hikmetlerinin ihmali sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. İnşallah haccın ihmal edilen genel  hikmetlerinin tahakkuku,  gündeme getirdiğimiz  Hac kongrelerinde alınacak kararlarla sağlanır ve  İslam dünyası tokat yemekten kurtulur, yaşanan musibetler ve felaketler sona erer.

Mehmet Abidin Kartal