Etiket arşivi: ölüm

“Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar”

 Evet, mevt hayat kadar belki ondan daha büyük bir nimettir. Zira onun vesilesi ile ebedi ve sonsuz, kedersiz, meşakkatsiz ve sürurlu bir hayata mazhar olunacak, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberlere, mürşit ve müceddidlere, ahbap ve akrabalara kavuşulacaktır. Bu bakımdan, kâmil bir mümin, kabirden korkmaz ve dünyadan göç ettiğine üzülmez. Çünkü ehli iman için; “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

Hem

“ Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.”

       “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku’ bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de “Ahmed”, Tevrat’ta “Ahyed” Kur’anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” [1]

   Evet bir kişinin sevdiği zatlardan yüzde doksan dokuzu İstanbul’a gitse ve sadece birisi Erzurum’da kalsa, bu şahsın İstanbul’a seve seve gitmesi lâzım gelir. Eğer bu şahıs, o kadar sevdiği zatları hatırına getirmeyip Erzurum’dan ayrılmak istemezse, padişah bazen lütfüyle bir memurunu gönderir ve ona birkaç kamçı vurdurarak İstanbul’a gelmeye icbar eder. O kimse ilk anda her ne kadar yediği kamçılardan rahatsız olursa da, İstanbul’a ulaştığında bütün ıstırabını unutur ve Erzurum’da kalan ahbabının da bir an önce oraya gelmesini arzu eder.

      Hastalıklar birer kamçı hükmünde olup, insanları gafletten uyandırır. Eğer ölüm o hastalık sebebiyle gelirse, yüzde doksan dokuz ahbabın bulunduğu âhiret âlemine gitmeye vesile olur.

    “Meselâ; şu karyede (yani Barla’da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse “Oraya git”, sevinip gülerek gider……Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.”[2]

Mehmed Kırkıncı


[1] Nursî B.S Mesnevi Nuriye

[2] Nursî, B.S Sözler ( 14. Sözün Zeyli)

Ahirete Gidip Gelen Var Mı?

Giden Gelmez Gelen Gider

Bu hakikat dersi üzerinde bazıların demagoji yaptıklarını ve “Ahirete gidip gelen var mı ki?” diyerek ahiretin varlığı konusunda kafa karıştırdıklarını görüyoruz.

Bilindiği gibi “ahir”; “sonraki, sonra gelen” demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçuşup denizlerin yanmasından.. sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu soru sahibi de çok iyi bilmekte ve inanmadığı bu davayı, insanların zihinlerini bulandırmak için kasıtlı olarak ileri sürmektedir.

Eğer insanın ahiretten dünyaya yeniden dönmeye gücü yetseydi, bu gücünü bu dünyada, henüz sağ iken ve iradesi elindeyken kullanırdı. Meselâ,  genç ise ihtiyarlamazdı. İhtiyar ise gençliğe geri dönerdi.

Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mîzan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zaten ölümle insanın cüzi iradesi bir bakıma son buluyor, her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor. İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir gerçektir. Ancak, söylediğimiz gibi bu gerçeği bilerek saptırmaya çalışıyorlar.

İman, gayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak ahirete iman etmeyebilir, ama ahiretin olmadığını iddia edemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi:

“Nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır..” (Lem’alar, 17. Lem’a)

“Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatleri gibi umum kâinata bakan nefiyler,  inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez” diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.” (Asa-yı Mûsâ, Yedinci Mesele)

Mesela birisi, “Falan evde buzdolabı yok.” diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görmesi sonunda buzdolabına rastlamadığı taktirde bu nefiy, yani bu inkârı ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, “Falan şehirde buzdolabı yok.” diye dava etse, bu iddiasını ancak o şehrin tamamını gezip, dolaşıp olmadığını göstererek ispatlayabilir. O şehrin her yerinde buzdolabı olmadığını göstermedikçe bu iddiasını ispat edemez. Yani, bir şeyin olmadığının iddia edildiği bir davada, alan ve zaman ne kadar büyürse, bu iddianın ispatı o kadar zor olur.

Ahiret de, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, “Ahiret yoktur.” denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve ahiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Ölümün gizli olması da büyük bir nimettir

İnsanın dünya ve ahiret dengesini iyi kurması,  gafletten uyanıp, daima tövbe ve istiğfarda bulunarak her an ölecekmiş gibi ahiretine hazırlıklı olması için ecelin gizli olması büyük bir nimettir ve büyük bir rahmettir. Eğer her insanın ne zaman öleceği belli olsa idi, insan yarı ömrünü gaflet ve sefahatte geçirir, ölümüne yakın bir zamanda tövbe ve istiğfar eder ve ibadet yapardı.  Ecel gizli olduğundan ölümünün her an başına geleceğini bilen, ömrünün ebedî  olamadığını anlayan insan, gününün en az “yirmi dörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf” [1] eder, ahiretine ciddi çalışır ve ibadetlerinde daha titiz davranır. Çünkü insanı ibadetten ali koyan ve usandıran “tevehhüm-ü ebediyettir”,  yani  çok uzun yaşayama arzusudur. Bu bir vehimdir, hayaldir ve şeytanın; “Daha gençsin, önünde çok seneler var, daha sonra ibadet edersin” diyerek insanı aldatmasıdır, desisesidir. “Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın.”[2]

     Ölümün gizli olmasının bir başka rahmet yönü ise şudur: Eğer ecel muayyen olsa idi hiçbir insan hayatından zevk ve lezzet alamazdı. Bir saat sonra öleceğinden haberi olmayan bir insan yemeğini şevkle lezzetle  yiyor. Eğer  o kimse faraza on yıl sonra ve ya altmış yetmiş yaşında öleceğini bilse idi  hayat ona  azap olur, hiçbir şeyden zevk ve lezzet alamazdı.

    Bedüzzaman Hazretleri ecelin gizli olmasının hikmetini şöyle ifade eder:

    “Ecel ve mevt gibi umûr-u gaybiye çok hikmet ve maslahat cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev’-i beşerin ve cins-i hayvanın eceli ve vefatı olan kıyamet dahi çok maslahatlar için gizlenilmiş. Evet, eğer ecel vakti muayyen olsaydı, -yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarıdan sonra, darağacına asılmak için her gün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde- havf u recanın müvazene-i maslahatkârane ve hakîmanesi bozulduğu gibi, aynen öyle de: Dünyanın eceli ve sekeratı olan kıyamet vakti muayyen olsaydı, kurûn-u ûlâ ve vustâ fikr-i âhiretten pek az müteessir olacaktı. Ve kurûn-u uhrâ, dehşet-i mutlaka içinde bulunup ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve ne de havf u reca içinde ihtiyar ile itaatkârane olan ubudiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu. Hem eğer muayyen olsa, bir kısım hakaik-i imaniye bedahet derecesine girer, herkes ister istemez tasdik eder. İhtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i iman bozulur. İşte bunun gibi çok maslahatlar için umûr-u gaybiye gizli kaldığından herkes her dakikada hem ecelini, hem bekasını düşündüğü için hem dünyaya, hem âhiretine çalışabildiği gibi, her asırda dahi hem kıyamet kopacağını, hem dünyanın devamını düşünebildiği için; hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye, hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya çalışabilir.

     Hem de musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevî bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış.”[3]

       Ender dâhilerden ve hükemalardan biri olan Franklin, “Ben kendimi çok günahların içinde görüyorum. Onun için nefsimin arzularına uymayarak ve yaptıklarıma dikkat ederek,  onu ıslaha çalışıyorum.”  “Defterimde hatalarımın azaldığını görmek beni vicdanen ve ruhen rahatlatır. Hayatım boyunca Cenab-ı Hakk’ın birçok lütuf ve ihsanlarına mazhar oldum.” “Nefsini tanıyan, Halık’ını tanır” hakikatini anladım.” demiştir.

      Franklin, “ Yaptığınız iyilikler içinde Allah’a şükredin. Çünkü her hayır O’ndandır.  Franklin, gençlere de iffetli ve faziletli olmalarını tavsiye eder, böyle olursanız Allah’ın lütuf ve inayetine mazhar olursunuz.” derdi.

      Franklin, her akşam kendisini hesaba çeker, fazilete muhalif hareketleri için tevbe eder, onların telafisine çalışırdı. Çünkü, insanın  dünya ve ahiret saadeti, ölmeden evvel kendini hesaba çekip, ona göre hareket etmesine bağlıdır.

Mehmed Kırkıncı


[1] Nursî, B. S Sözler ( 21. Söz)

[2] Nursî, B. S Sözler ( 21. Söz)

[3] Nursî, B.S Şualar (5. Şua)

Ölümle Gelen

Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordu. Uzun süredir uykuda olmalıydı. Gözlerini açmamıştı daha. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı. Araba sesleri geliyordu daha çok, bir de martı sesleri… Martıları seviyordu, özellikle bembeyaz tüyleri olanları. Onların gökyüzünde süzülüşünü seyretmek ve seslerini dinlemek ruhuna huzur veriyordu. Sabah olunca gözlerini açmadan dışarıda olup biteni dinlemek ve anlamaya çalışmak da hoşuna gidiyordu. Gözlerini açtı. Tüm duyularıyla hissetmek istiyordu bu yaz sabahını. Güneş aydınlatmıştı her yeri. Pencereyi açtı bu aydınlık, ruhunu da aydınlatsın diye.

İstanbul, sabahları daha da güzel oluyordu. Gökyüzü parlaktı, kirlenmemişti daha. Bu temiz havayı tüm zerrelerine hissettirmek istercesine içine çekti. Nefes alıp veriyordu. Kendisiyle birlikte tüm kâinatın nefes aldığını düşündü. Ve ah! Evet! Hâlâ yaşıyordu, kâinat ile birlikte. Nefes alıp vermek yaşamanın en büyük belirtisi değil miydi ya zaten! Bu güzel yaz sabahında yaşıyor olmak güzel bir duyguydu. Kendisine bu güzelikleri veren ve hissettiren merhametli bir varlık olmalıydı. Tüm insanlığı çok seviyordu ki her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaratmıştı. Bunları düşününce ruhu huzurla doldu. Ama sonra, yüzünde bir hüzün belirdi.

Geçen hafta dergide okuduğu cümle geldi aklına: ‘Oksijenin, kötü bir yönü var. Oksijen enerji üretmek için besinle birleşir ama aynı zamanda fazladan bir elektronu olan ve vücuda zararlı atomlar da üretir. Sürekli oksitleniyoruz. Nefes almanın biyokimyasal bedeli, yaşlanmak. Yani paslanıyoruz…’ Bu cümleleri unutamıyordu. Demek, yaşamak için aldığı her nefes sürekli etkisinde olduğu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu onu. Bu nasıl bir çelişkiydi böyle. Bu durum ruhuna çok ağır geliyordu. Martılar da nefes alıyordu, bembeyaz tüyleri olan martılar… Onlar da yaklaşıyordu ölüme yavaş yavaş. Ya sevdiği insanlar ve yakınları… Bütün kâinat nefes alıyordu… Tüm bu güzelliklerin, bu yaz sabahının, emek verdiği hayatının bir gün bitecek olması kendisini hüzne boğdu… Ama ölüm tüm gerçekliğiyle karşısında duruyordu. Ölüm değişmiyor, ölmüyordu. Kabir kapısı kapanmıyordu. Hayatın tam içindendi. Ölüm de hayat kadar mahluktu. Yaratılmış ve yoktan var edilmişti. Çiçekler soluyor, hayvanlar ölüyordu, güneş batıyor, dünya yaşlanıyordu… Büyük bir insan olan âlem dahi ölümün pençesinden kurtulamıyordu. Ölüm daima göz önündeydi.

Her an gelebilirdi…

Kâinatın zeval ve ölümü kendisini ağlatıyordu. Bir gün öleceği düşüncesi kalbini sıkıştırıyordu. Ölümle birlikte insanlığın ve dahi kendisinin acizliği ve fakirliği değişmiyor, aksine ziyadeleşiyordu… Ölüm kaçınılmaz ise ve hayat kadar mahluk ise onunla yüzleşmeliydi. Onunla yüzleşmenin bir yolu olmalıydı. Hayatın önemli bir parçası olan bu şeyi göz ardı edemezdi. Ölümü anlamlandırmalı ve iyi bir neticeye vardırmalıydı. Yaratılan her şeyin bir hikmeti ve amacı var olduğuna göre ve ölüm de yaratılmış ve yoktan var edilmiş ise, onun da bir amacı, bir hikmeti olmalıydı. Dinlemeye başladı ölümü, ne talep eder diye… Ve bakmaya başladı ölümün yüzüne, ne ister diye. Ölümü düşünmenin verdiği o ilk panik hissinden sıyrılıp, düşünmeye başladı:

Ölümü düşünmesiyle birlikte hayata biraz daha odaklanmaya başlıyordu. Hayattaki saptırıcı şeyler “hırsları, anlamsız arzuları, kızgınlıkları, kini, benliği” ölüm düşüncesiyle daha da sönük bir hâl alıyordu. Öfke duyduğu insanları affetmek, onların güzelliklerini gözlemlemek kolaylaşıyordu. Benlik çatışmaları anlamsız geliyordu artık çünkü ölüm her şeyi müsavi kılıyordu. Gerçekten önemli olan şeylere evet ve sonsuz hayatı için pek de önemi olmayan şeylere hayır demek daha da kolay bir hal alıyordu ta ki sonsuz hayatını kaçırmasın.

Ölüm sonsuz hayatını düşündürüyordu ona. Duygularına daha yakın bir hâle geliyordu. Kendini ve Yaratıcı’nın üzerinde tecelli eden esmasını özenle gözlemliyordu. Nasıl ki insanlar çok sevdikleri bir kitabın ilk sayfalarını hızlıca okur ta ki az bir sayfa kalana kadar… Sonra birden hızlarını azaltmak, geriye kalan sayfaları daha bir dikkatle ve zevkle okumak isterler. Aynen onun gibi her an ölümle burun buruna olduğunu düşünmek, zamana daha fazla değer vermesine sebep oluyordu. Hayatın hiçbir anını kaçırmak istemiyordu. Mevsimlerin değişiminin tadını çıkartıyordu. Kâinatın halden hâle sokulmasını seyretmek gittikçe daha da zevkli bir hâl alıyordu. Bunları düşününce anladı ki, ölüm düşüncesi onu hayat yolunda yükseklere doğru ilerletiyordu.

Ölümle birlikte kendini gerçekleştirdiğini ve daha güçlü olduğunu farketti. Güçlü olması Yatatıcı’nın sonsuz kudretini daha iyi anlamasından ileri geliyordu elbet. Ölüm daha az endişelendiriyordu onu artık. Rabbine daha çok güven duymaya başladı. O sonsuz merhameti olan bir varlıktı. Hikmetsizce ve anlamsızca şeyler yaratmazdı insanoğlu için. Ölümü de ondan dehşet duyalım diye yaratmamıştı… Bunu bir kez daha anlamak huzur verdi ona.

Yaratıcı istiyordu ki: Kendi ölümümüzle birlikte O’nun ehadiyetine ve samedaniyetine şehadet edelim…

Ölümüm de senin için olsun ey Allahım….

Nurdan Özdemir/Zafer Dergisi

Bir Çocuğa Ölüm Haberi Nasıl Verilmez?

Altı yaşındayım. Annem, ben üç yaşındayken vefat etmiş. Annemin annesi bakıyor bana. Yaramazlığımdan köylü yakınınca,  anneannem beni biraz özletmek için ilçeye, teyzeme gönderiyor.
 Bir akşam, kayınvalidesinin geleceği haberiyle teyzemin morali bozuluyor, bense seviniyorum. Misafir demek ikram demekti biz fukara aile çocukları için. Normalde eve girmeyen şeyler için bakkala koşmak demekti. Akşam çayında balkonda oturuyoruz.
Doğuyu bilen bilir, yazın gündüzleri kadar akşamları da sıcak geçer. Sıcak diyarbakır akşamı; evliler evlerine, köylüler köylerine döner. Elinde kalan karpuzlarıyla el arabasını evine doğru süren esnaf, Ozan Dino mırıldanır. Bilen bilir Doğu’dan, Güneydoğu’dan kasidelerin süpürülmesi epey oldu. Ben bir milletin, bir insanın ahlakının sanatına da işlediğini düşünürüm. Yine bilen bilir, eskiden sokak aralarında koşturan ilim talebelerinin yerini ideolojik sürüncemedeki gençler almıştır.
   Balkonda oturuyoruz. Canım teyzem davul fırında çörek yapmış, mis. Biten demliğin yerine taze çay demlemek için balkondan mutfağa geçmiş. Kayınvalidesi soruyor bana: “Ninen napıyor?” Ben ninem kim düşünüyorum. Anneannemi annem sanıp, anne dediğimden, ne dediğini anlamıyorum. “Annem mi? Köydeki?” “O senin annen değil ki. Senin annen öldü. O ninen.” diyor. Çocuk Gelişimi kuramcılarının kemikleri sızlıyor. Ben anlamıyorum. “Ama ölmedi ki o evde.” diyorum. “İşte o senin ninen. Annen öldü. ” diyor parmağıyla yıldızları işaret edip, “Annen orda. ölenlerin ruhu göğe yükselir.” diyor. Türk sinemasından fırlama bu repliği 20 yıla yakındır unutmadım. Bu repliği, ilk ezberlediğim sureleri,  gençliğe hitabeyi (lanet olsun),  bir de ninemin saçlarının kokusunu unutmam, Allah unutturmasa. “Neden benim annem öldü ama Arife’nin annesi ölmedi?” diye sordum saflıkla.  “Allah öyle istedi.” dedi. Allah niye öyle istemiş olabilirdi anlayamamıştım.
   Birkaç gün sonra köye gönderildim. İnanılmaz derecede hırçın ve yaramaz bir çocuk olmuştum. Sürekli ağlıyordum. Canım dedem (Allah ona rahmet etsin) beni mutlu etmek için yasakladığı ceviz ağacından cevizler getirmişti, onları yedim, ağlamaya devam ettim. Bir akşam yine ağlarken “Siz yalan söylüyorsunuz!” dedim. Nineme : “Sen benim annem değilsin biliyorum!” Ha söylemeyi unutmuşum, bir de ninemin ben böyle dedikten sonra ki ağlamasını unutmam. Gençliğe Hitabeyi unuturum ama bunu unutmam, Allah unutturmasa. Oturdu büyük balkonun küçük köşesine. Tülbentini ağzına kapayarak ağladı, “yavrum” diye. Anne acısından büyük evlat acısı vardır bilir misiniz, Allah bildirmesin.
    Dama çıktım ağlayarak. Küçük teyzem geldi arkamdan. Yatarken sokuldum ona, “Yıldızlara nasıl ulaşabilirim?” diye sordum. “Onlara ulaşamazsın.” dedi. Dünyam başıma yıkıldı. Allah hem annemi öldürmüş, hem de onu ulaşamayacağım biryere saklamıştı.  “Arifelerin merdivenini de alsam, bizimkinin üzerine koysam?” Güldü: ” Yine yetişemezsin. ” dedi. “Haticelerin, Meleklerinkini de alırım?!” “İstersen bütün köyün merdivenlerini topla yine de yetişemezsin, uyu hadi.”
“…”
Zeyneb Ubeyde / müslümananneler.net