Etiket arşivi: ölüm

Geçmişi Kurtarmak

Gölgesi uzuyor hayatlarımızın. Sevimli ihtiyar adamların, bir cami avlusunun serinliğinde akşam ezanlarının okunmasını ya da belki bir köy kahvesinin önündeki tahta sandalyelere oturmuş, hareketleri gibi ağırlaşmış zamanın geçmesini beklerlerken birbirlerine anlattıkları geçmiş zaman hikâyelerine kapılarak bilinmeyen yerlere doğru (nerededir bütün o yaşanmış şeyler şimdi?) yitip gitmeleri ve geriye yalnızca havayı dolduran seslerin kalması gibi, hayatlarımızın gölgesi uzadıkça, geçmişe daha uzun uzun bakıyor, daha eskilere, unutuşun dipsiz kuyusuna çökmüş anıların peşinde daha derinlere, yitirilmiş bir dünyanın kalıntılarını bulup çıkarmak için dalıyor ve her defasında kimbilir hangi büyünün tesiriyle değişmiş, tanınmaz hale gelmiş, belki uzaktan uzağa birşeyleri hatırlatan, ama artık kendileri olmaktan, bütünüyle bizim olmaktan çıkmış, yine de sahiplenmekten vazgeçemediğimiz ‘şeyler’le geriye dönüyoruz. O şeylerden konuşurken kelimelerimiz bile yosun kokuyor. Gölgesi uzuyor hayatlarımızın.

kıraathaneÖmür bahçelerimize akşamın alacakaranlığı usulca çöker ve tüm yaşadıklarımız bu alacakaranlığın içinde belirsizleşip birbirine karışmaya, gitgide silinmeye yüz tutarken, yaşadıklarımızdan birşeyleri kurtarmaya, hayatta tutmaya çalışmak için bizi zorlayan bir endişe ve istek içimizde çoğalıyor. Herşeyin birbirine karıştığı bu yarıkaranlık bahçede huzur ve acı, sevinç ve üzüntü, neşe ve keder, ümit ve yeis te birbirine karışıyor, içiçe geçiyor, biri diğerinin yerini alıyor. Öyle ki, çoğu defa neyin bizi huzursuz ettiğini anlayamıyor veya binbir güçlükle netleştirdiğimiz bir görüntünün bize acı mı sevinç mi verdiğine emin olamıyoruz. Yine de bu zorluklar bizi yıldırmıyor ve ‘geçmişi kurtarmak’ gibi altından kalkılması hayli zor bir işin peşini bırakmıyoruz. Çünkü hayatlarımızın yaşanmaya değdiğine, hayatın hakkını verdiğimize kendimizi inandırabilmenin kaygısıyla doluyuz. Bu kaygılarla geçmişe ait hatırlayabildiğimiz ne varsa yazmaya, anlatmaya, kaydetmeye, biriktirmeye çalışıyor, yaşadıklarımızı hatırlatan ve o yaşanmışlıkların bütün duygularıyla, sezişleriyle, imalarıyla, kokularıyla üstüne sindiği eşyaları titizlikle saklıyoruz.

Hepimiz az çok geçmiş zaman koleksiyoncusuyuz. Koleksiyonumuzun zenginliğini yeteneklerimizin farklılığı belirliyor. Ama yalnızca zenginliğini değil, bu özel koleksiyonun bir canlılık taşımasını, parçalarının belirli bir uyumla biraraya getirilerek sağlıklı ve iyi bir bütün oluşturabilmesini de yeteneğimiz belirler. Ama yalnızca yeteneğimiz de değil. Geçmişin unutulup gitmesinden, geçmişimizle birlikte kaybolup gitmekten duyduğumuz korkunun büyüklüğü de belirleyicidir. Bu, geçmişi sadece geçmiş olarak görmemekle, Zamanı bütün parçalanmışlığına ya da onu parçalanmış olarak algılayışımııza karşılık, o parçalara aynı anda dokunabilme isteğinin içerdiği ‘aşırılık’la ilgilidir. (Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde anlatmayı başardığı buydu. O, ‘Eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, herşeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim’ der, ‘çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’) Zaman’la aramızdaki ilişki bizi bu aşırılığa zorlar, çünkü bu aşırılık olmadığında geriye birşey kalmamaktadır. Ölümün hayaleti dışında. Sona yaklaştıkça daha iyi anlıyoruz bir sonumuz olduğunu.

Kazancakis’in bir romanında, ihtiyar bir adamın nehrin sularında kendi akıp giden hayatını seyretmesi gibi, artık baktığımız herşeyde kendi faniliğimizi hatırlatan izler görüyoruz. Bugüne kadar bir fısıltı olarak duyduğumuz sesler gittikçe yükseliyor. Dünyayı dolduran bu görüntüler ve sesler, daha da yaklaştığını haber veriyorlar ”yaklaşmakta olan”ın. Bulutların geçişinde onu hatırlatan birşey var. Rüzgarların tenimize değişinde onun soluk kesici soğukluğunu hissediyoruz. Yapraklar onun rengiyle dökülüyor ağaçlardan. Onun temasıyla çiçekler kokularını kaybediyor. Denizin çekildiği kıyılardaki ağır sessizlikte, ormanların derinliklerindeki nemli kuytularda, şehirlerin gürültülü caddelerinde, evlerimizdeki ağır ve kasvetli eşyaların arasında onun hayaleti dolaşıyor. Ölüm, yaklaşıyor.

Ölüm daha da yaklaştıkça, hatırlamak hayati bir meseleye dönüşüyor. Kendimize ve başkalarına, ”hayatı hakettiğimizi, yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın bunu apaçık gösterdiğini” ispatlamak için hemen her şeyi hatırlamaya, onlara yeni bir görev yüklemeye, geçmişimizi bir bütün olarak sabitleyip görünür kılmaya ve gelecek ölümün dünyada bıraktığımız tüm izleri silmesini önlemeye çalışıyoruz. Bu, masum ve anlaşılabilir bir çaba olarak kalabilirdi, eğer yaşadıklarımıza dair yeniden tanıklığımız, insani bir ”içe dönüş”le sonuçlanabilseydi.

Halbuki çoğu zaman geçmişe çevirdiğmiz bakışlarımıza, ölümün hayatlarımıza yönelik bir haksızlık olduğu yargısı eşlik ediyor. Yaşadıklarımız zihinlerimize, ölümün o herşeyi anlamsızlaştırdığını düşündüğümüz dokunuşundan kurtulmayı başarmış, yalnızca kendisine işaret eden ve sonsuza dek kendini tekrarlayan bir görüntü olarak yansıyor. Geçmişin kalıntılarıyla kendimiz için bir ”özel ebediyet” inşa etmeye girişiyor ve böylece, Geçmiş düşüncesine ideolojik bir işlev yüklüyoruz. Bütün geçmiş(imiz), ölümlü olduğumuz gerçeği karşısındaki direnişimizin bir aracına dönüşüyor. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, günahlarıyla yaşadığımız herşeyi kıskançlıkla sahipleniyoruz, çünkü hayatlarımızın hakiki sahipleri olduğumuzdan hiçbir kuşkumuz yok. ”Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyen kişinin, yaşadıklarını sahipleniş biçimindeki apaçık kibirden rahatsızlık duymuyor, aksine bu sözü kendisiyle barışık bir insanın rahatlığı olarak onaylıyoruz. Geçmişle kurduğumuz bu ilişki biçimine, hayata ve ölüme yüklediğimiz anlamın temelden sakatlanmış olması yol açmaktadır.

Hayatımızın sürmesini mümkün kılan şartlar ve ihtiyaçlar-ki bunlar kainat kadar geniş bir alana yayılmış ve sayısız çeşitliliktedir- karşısındaki mutlak aczimize bakmadan hayatımız üstünde mutlak sahiplik iddiasında bulunmamız, bütün saçmalığına rağmen bu iddianın temeli üzenine kurulu bir yaşayış tarzını sürdürmedeki ısrarımız ve giderek yaklaştığımız ölümümüzün bu benimsediğimiz,alıştığımız yaşayışın içinde hiçbir biçimde anlamlı bir yer tutmayışı, bu yüzden ölümü hayatlarımıza yönelik ölçüsüz bir tehdit olarak algılayışımızın doğurduğu dehşet, geçmişle kurduğumuz ilişkiyi hakikatdışı bir alana taşır. Yaşanmış olan, artık hayatımızı yeniden anlamlandırabileceğimiz bir muhasebe imkanı barındırmaz. Belki olsa olsa şenlikli, renkli bir karnaval gibi kendini işaret eder ve yalnızca gösterdiği kadarını olumlayarak sabitleşir. Onun bu görünümü, bütün yüzeysel renkliliği, çeşitliliği ve çılgınca akışına rağmen hayatın gittikçe cansızlaştığı bu dünyanın görünümüyle uyumludur. Çünkü hakikatten yoksunluk, dünyanın bu işleyiş biçimini belirlediği gibi, hayata bakışımızı da çarpıtmış durumda.

İnsan hayatının küresel ekonomi-politik işleyişin aracı olarak değersizleştirildiği bu dünyanın sözcüleri, bize hayatlarımızın sahibi olduğumuz yalanını söylemekten vazgeçmiyorlar. Biliyorlar ki, ancak onlara inandığımız sürece her tür tahakkümü ve zorbalığı meşrulaştıran zemin yerinde durabilir. Ancak, hayatlarımız üzerinde, Hayatı veren Yaratıcı’nın dışında hiçbirimizin sahiplik iddia edemeyeceğini anlamak ve buna iman etmek, hayata ve ölüme bakışımızı hakikat düzeyine çıkaracaktır. Geçmişe dönersek.. Ölüm yaklaştıkça çekildiğimiz geçmişin o donuk ebediliğinde hiçbir hayat emaresi bulunmuyor. Bizim, hayatın ve ölümün sırlarını açıklayan ”ayetler”e, aklımıza, kalbimize, ruhumuza, bütün duygularımıza seslenen ve iyileştiren ayetlere ihtiyacımız var. Onlar, hayatlarımıza yeniden indiğinde, vaat edilmiş bir ebediyetin içinde geçmişe de tüm canlılığıyla bir yer verildiğini umut edebiliriz. O (c.c.) razı olduğu için kaybolmamış, yitirilmemiş bir ömür. Bu umut, herşeyin üstündedir.

Sedat Turan / Zafer Dergisi

Ölüme Dair Notlar

1- Ölüm hep var. Adını anmadığımız zamanlarda da…

2- Her şeyin bir başka hâli var. “Baş ağrısı bahane” ise, yalnız ölüm kendi hâlindedir. Hem her şeye karıştığına göre er geç, hiçbir şeye karışıyor da sayılmaz. Olan, olup bittiğinde, olmuştur. Ölümün neyi değiştirdiğini, biz ölümlüler tam olarak bilemeyiz bu dünyada.

3- “Hemen öbür dünyaya geçmeyelim” derseniz, yollarımızı ayıralım. Benim bildiğim başka bir yol yok.

4- Benim bildiğim yol, bu dünyadan önce başlar bu dünyadan sonrasına uzanır. Arada, yoldayım.

5- Alttan alta kavgasını sürdürse de, aklın kavrayamayacağı bir olgu olarak ölüm, felsefenin doğrudan uğraştığı bir “felsefî sorun” olmaktan uzunca bir süredir çıkmış durumda. Demek ki bu süre boyunca felsefî açıdan ölmüyor sayılırız. Felsefenin, üzerine akıl yürütemeyeceği bir konudan yüz çevirişini anlayışla karşılayabiliriz. Dahası, hayıflanmamız da gerekmez. Bazı aklıevvellerin “Felsefe diriler için yapılır be akılsız!” sataşmasını göze alarak şunu diyebilirim: Felsefenin ölmüşe faydası yok.

6- Güzel Peygamberim (s.a.v.) bana şöyle buyurmuştur: “Benim dünya ile alâkam, bir ağacın altında oturup dinlendikten sonra kalkıp orayı terk eden bir atlının durumu gibidir.” (İbn Mesud. Tirmizî) Benim dünya ile alâkam, emirdir, ayrılığa ayarlıdır.

7- Ölüm, ayırır. Basit bir söz söylüyorum, işte böyle.

8- Yaprak, dalından Kuş, ötüşünden Ruh, bedeninden

9- “Boşların boşu, Vaiz diyor, boşların boşu, her şey boş. Güneş altında çektiği emeğinden insanın kazancı nedir? …Ne var idi ise, olacak odur ve güneş altında yeni bir şey yok. Bak, bu yenidir, diyecek bir şey var mı? Çoktan, bizden evvel olan asırlarda olmuştur. Evvelki nesiller anılmıyorlar, gelecek olan sonrakiler de kendilerinden sonra gelecek olanlar arasında anılmayacaklar.” (Eski Ahit, Vaiz, Bap 1)

10- Acıyın çağdaşım olan uygarlığa, insanlarına… Unuttular ve unutulmayacaklarını sandılar. Müzelerinde, şık salonlarının ışıklı duvarlarında sergilediler ölümsüzlüğü ve geçip karşısına baktılar, uzun baktılar. Hayranlıkla parlıyordu gözleri. “Başardık” dediler ve kutladılar birbirlerini. Beyler şakalaştı, hanımlar nazikçe gülümsedi. Aralarında dolaşıyordu ölüm, içlerinden bir burjuva mı sanıyorlardı onu? Öyleyse ilân ediyorum buradan: Ölüm, gericidir!

11- Ölümle aramızdaki mesafe ölçülemez. Bunun, şunu anlamamıza faydası olabilir: Mesafe, yok’a daha yakındır. Şimdiden.

12- “Nerede olsanız ölüm size yetişir—isterseniz yüksek kulelerde veya semânın burçlarında olun …” (Nîsa suresi,78).

13- En ağır ölüm bile hızlı.

14- Çocuğun ölümü: Cennet, eksik bir melek için yeryüzüne eğilir. Ve tırmanır çocuk. Genç ölmek: Hangi aşkın ve kavganın içinden geçilmişse o kadar fiyakalı. Acıtır. İhtiyarın ölümü: Dedemin bir yaz akşamı ezanla çağırıldığı…

15- Önümde ölüm… Sözlerim doğruysa, arkasından konuşmam câizdir. “Rumun şuarasından” olmasam da.

Sedat Turan / Zafer Dergisi

Rüyadan İbretlik Notlar!

Şerafeddin, akşam namazı sonrasında bastıran uykuya, beraber kaldığı arkadaşları gelinceye kadar teslim olur. Rüyasında kapı yüksek sesle vurulur, heyecanla fırlar ve hızla açar. Kapıda tanımadığı ama korku ve dehşet veren görüntüde iri yarı birisi emreder:

-Haydi, vaktin doldu, der.

-Yahu bir yanlışlık olmasın!

-Hayır, yanlışlık yok, düş önüme!

-Bir abdest alsaydım, iki rekât namaz kılsaydım, biraz sonra gelecek arkadaşlarımla helâlaşsaydım…

-İtiraz etme, düş önüme.

Çaresiz önüne düşer Azrail’in. Yolda zaman kazanmak için yavaş yürür. Nihayet biten sokakların ardından uzaktan kabristan görünür. Yıllarca okuduğu Külliyattaki: “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebi ile bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir rüya gibi geçti…” ibretlik ifadeler hızla zihninden geçti. Pişmanlıkların bini bir para; şimdi o hayat eline geçse idi yaptığı hataların hiçbirisini yapmayacaktı, namazları zamanında eksiksiz kâmilen kılacak, gıybet ve dedikodudan uzak duracaktı, ne çare ki artık faydası yok.

Kabristana girerler. Mezarların aralarından sıkıntıyla geçer ve eşilmiş bir kabrin başında kendini bulur.

İn aşağı, emri ile kabre iner.

Yat, emri ile uzanınca hışımla doğrulur ve ovuşturduğu gözleri duvardaki tablolara takılır;

Allah Allah, bu kabirde aynı bizim dershanedeki gibi risaleli tablolar varmış, der ve hızla vurulan kapının sesi ile kendine gelir, geçenlerin rüyada olduğunu anlar ve şükreder.

Azrail’in ne zaman, nerede ve nasıl geleceği hiç belli değil. Ama belli olan bir şey var ki o da bizim hazırlıklı olmamız. Nedense, insanoğlu elinden kaçırdığı ve hoyrat kullandığı şeylerin kıymetini sonradan anlıyor ama o kuş çoktan uçmuştur.

Hastalıktan önce sağlığın, yokluktan önce varlığın, gitmeden önce boş geçen vaktin, ölmeden önce hayatın, ihtiyarlıktan önce gençliğin kıymetini bilmeliyiz. Bunlar elimizde iken kıymetini bilmemiz için yapılan nasihatlere kulak vermeliyiz. Tecrübelere dikkat etmeliyiz.

Mehmet Çetin

Ölümle Açılan Kapılar -üçüncü kapı-

“Ölümle açılan kapılar” yazı dizisinin, ahiret âleminin sonsuzluğuna açılan üçüncü ve son kapısı; Allaha iman etmeyen kâfirlere açılacaktır.

Âhirete inanmayan, ehl-i inkâr ve dalalet için bir i’dam-ı ebedî kapısı…

Kâfir ve münafık zındıklar için Cehennem çukurundan, yılan ve akreplerle dolu bir çukur olacak ebedi bir hapis..

Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i’dam edecek bir darağacıdır.

Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.

Bu yol bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.

Bu yolun yolcularına açılan kapı, kâfir’leri, münkir’leri, yani yaratılıştan temiz olan fıtratları onlara hakkı gösterdiği ve üstelik hakkı tebliğ etmekte berdevam olan onlarca ayetten de haberdar oldukları halde, hakikatın üstünü örterek görmezden gelip bunları yalanlayanları kapsar.

Allah’ın görünen/görünmeyen, maddi-manevi âyetlerini red ve inkâr edenlerdir ‘idam-ı ebedî’ üzere olacakları belirtilen mücrimler..

Yani, sürekli bir yokoluş tedirginliği içinde bir varoluş..

Sonsuz hayat, insanın en birinci arzusu olduğu ve aşk-ı beka aşkların en şedidi olduğuna göre, azaplar içinde en birinci azap işte böylesi bir ruh hali olsa gerektir.

Zira insanoğlunun öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

Bediüzzaman hazretleri mezkûr mes’eleye binaen kendi yaşadığı bir hatırayı nur külliyatında şöylece ifade etmiştir; Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.

Gelin görün ki, kâfir, bu dünyadaki yaşayışıyla buna hak kesbetmiştir.

Çünkü bu dünyada o her dakika önünde duran, karşısına gelen, gördüğü, duyduğu, hissettiği veya tattığı bunca ilâhî işareti yok saymış, onları görmezden gelerek veya üstlerini örterek, deve kuşu misali her defasında ‘hiçlik’ ve ‘yokluk’ karanlıklarına mahkûm etmiştir.

Bu dünyada Allah’ın kevnî ve kelamî âyetlerini yok sayanların cezası, elbette öte dünyada daimî bir yokoluş endişesi içinde varolmaktır.

***

Mahiyet-i küfür dahi Cehennem’i bildirir.

Evet nasılki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennet’ten bu noktadan gizli haber verir.

Aynen öyle de: Risale-i Nur’da delilleriyle isbat ve baştaki mes’elelerde dahi işaret edilmiş ki; küfrün ve bilhâssa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve manevî azabları var..

eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususî cehennem olur.

Ve büyük Cehennem’den bu cihette gizli haber verir.

Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakikatcikler âhirette sünbüller vermesi noktasından, bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder.

“Ben onun bir mâyesiyim.” der.

“Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir hususî nümunesi, benim meyvem olur.”

***

Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem’de hapis nasıl adalet olur?

Küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir.

Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder.

Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur.

Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar.

Bir dakikada katl, lâakal zahirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer.

Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder. Lem’alar 276

***

Bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir.

Çünki şer olmazsa, hayır bilinmez.

Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz.

Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz.

Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder.

Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur.

Cehennem’siz Cennet’in pek çok lezzetleri gizli kalır.

Bunlara kıyasen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir.

Ve birtek hakikatı, sünbül verip çok hakikatlar olur.

Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasılki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet’e akar.

Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem’e yağar.

Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur. Asa-yı Musa 50

***

Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan bîçare insan!

Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil.

Çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder.

İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır.

Sen görüyorsun ki; hayvanatın kemmiyet ve aded itibariyle hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva’-ı hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.

İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir.

Mü’min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, akibetinde müstehak oldukları Cehennem’e teslim eder. Lem’alar 121

***

Elhasıl: Bu dehşetli haps-i ebedîden kurtulmanın kolayı, çaresi; bu dünya hapishanesinden istifade ederek, küfür ve şirk gibi en büyük bir günahtan tövbe edip iman edip salih amel işlemek, farzlarımızı eda edip büyük günahlardan uzak durmaktır.

Böylece bu dünya hapishanesindeki ömrümüzün her anını ibadet hükmüne getirmekle, o ebedî hapisten necatımıza ve o nurani Cennet’e girmemize iyi bir fırsat teşkil edecektir.

Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi âhiretimiz dahi ağlayacak.

116

Bir Selâlık Saltanat..!

Şarkın kalesi Erzurum’un Horasan İlçesine bağlı Aşağı Kızılca köyünde 60 küsur sene önce gözlerini hayata açmıştı…

Babası yörenin tanınmış din âlimlerinden Nedim Hoca… Cömert, misafirperver, konak sahibi, ağzı dualı, şefkat ve merhâmet timsaliydi. Köyünün imamlık vazifesini de yerine getirmişti. İlme, âlime, hafızlara sonsuz saygısı ve sevgisi tartışılmazdı.

Babasından aldığı köklü ve sağlam terbiyenin eseri olacak ki, beş kız, beş erkek evlâdını İslâm edebiyle yetiştirmişti. Sonuçta bir çiftçiydi, ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlardı. Yiğit, hatırı sayılır, babası gibi misafirperver bir insandı.

Yılların ve yoğun çalışmanın bedenine yüklediği yükle birlikte amansız hastalığa yakalanmıştı. Bir kaç yıldır gördüğü tedavi mukadder sonu önleyememişti. Çınar gibi çevresine ses vererek devrildi. Son telefon görüşmemizde her zaman söylediği sözleri tekrarladı: “Sen ilmen bizim aile büyüğümüzsün, ağzın Kur’an’lı, bana dua et ve hakkını da helal et…”

Kardeşlerimle birlikte çıktığımız bin iki yüz kilometrelik yolun ucunda, onun cenazesinde dostluk, akrabalık, insanlık, komşuluk ve İslâmlık ruhunun ne kadar canlı, diri ve geçerli olduğunu bir kez daha müşâhede etmekten dolayı duygulanmış ve Rabbime hamdü senalar etmiştim.

“El-Mevtü hakkun!” gerçeği bir kez daha kulaklarımızda yankılanıyor, gönüllerimizde uyarı ve ürpertisini hissettiriyordu. Küçük bir köyde bu kadar cemaat nereye sığabilirdi ki? Tıpkı sağlığında ağırladığı ve tebessümle karşıladığı misafirlerini, dost ve akrabalarını soğuk bir kış gününde ve kar altında öylesine sıcak bir alaka ile karşılıyordu ki, sanki yer gök dua demetiyle örülmüş, Kur’ân sadâsıyla mest  olmuş, çocuklarının ve aile efradının mahzun göz yaşlarıyla sulanmıştı…Selâ ile ilan edilen vefat haberi, Peygamber (s.a.v)’e salavatla taçlanıyordu.

Bu kadar cemaat, köyün küçük camiine nasıl sığacaktı? Erzurum ve çevreden iştirak eden hafız ve imamların ihlaslı Kur’an sadâları yankılanıyordu etrafta… Bir nevi Kur’ân ziyafetine ev sahipliği yapıyordu Alibey… İstense de hiç kimse böylesine bir topluluğu sessiz ve sükûnet içinde organize edemezdi.

Kur’ân hatmi, va’z ve öğle namazını müteâkip köyün karşı yamacında yer alan kabristana doğru kepçe ile açılmış karlı ve çamurlu dar yoldan ilerleyen bir konvoy oluşmuştu. Son yolculuğuna doğru omuzlarda yaşadığı son tahta oturuşu, biraz sonra toprağın bağrında son bulacak, ötede yaşanacak mânevî saltanat ve müjdelere eşlik ederek yüce Yaradana kavuşmuş olacaktı…”Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” ferman-ı İlâhîsi zihinlerde dalga dalga yayılıyor, dudaklarda dua olarak semaya yükseliyordu.

Musallaya konulmasıyla birlikte, elinde sarık ve cüppe ile bekleyen İmam olan oğlu Mahmud’un; “Büyüğümüz olarak senin cenaze namazını kıldırmanı istiyoruz” arzusu üzerine cüppe ve sarığı giyerek tabutun başına geçtim.

“El-mevtü hakkun…Bir farz-ı kifâye, bir sünnet-i Nebeviyye ve bir âdet-i İslâmiyyeyi ifa etmek üzere toplanmış olan muhterem kardeşlerim…” hitabıyla başladım sözlerime…

“Mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.

İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır… Bir Ma’bûd-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz… Ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın…” tarzında devam etti.

Son demlerindeki vasiyetini hatırlattım: Bütün ehl-i imana haklarımı helal ediyorum, onlar da bana haklarını helal etsinler…Sanki kabir ahalisi suskun ve heyecanla misafir kardeşlerini ağırlamaya hazırlanıyorlardı.

Kabristanda yükselen gür sesli bir koro içten haykırıyordu: “helal olsun, helal olsun, helal olsun…”

Merhume annemin biricik kardeşi dayımın oğlu! Benden yana da, bizden yana da helal olsun. Mekânın Cennet olsun…Nur içinde yat… Mahşerde görüşmek üzere Rahîm ve Ğaffâr olan Rabbime emanet ol..!

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org