Bundan yüzyıl önce Alman savaş gemileri Goben ve Breslav Osmanlı devletine sığınır. Adları Yavuz ve Midilli olarak değiştirilir ve bu gemiler Alman Amiral Souchon (Şuson) komutasında Karadeniz’e açılırlar. Bu iki gemi Rusya’nın Sivastopol ile Odessa limanlarını bombalayınca Rusya da Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eder (31 Ekim 1914). Kısa bir süre sonra da Rusya ile müttefik olan İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir (5 Kasım 1914). Kendini birden savaşın içinde bulan Osmanlı Devleti de bu üç devlete savaş ilan eder (11 Kasım 1914). Böylece bundan 100 yıl önce Osmanlı Devleti 1.Dünya savaşına katılır.
Bu savaşta binlerce masum insan, kadın çoluk çocuk, asker “vatan için millet için” denilerek öldürülür. Bu sözler, savaşan milletler için bir anayasa kuralı olmuştur. Bu sözün bir sınırı olmadığı, ucu açık olduğu için de suiistimallere yol açmıştır. Kişisel kinler, kamu menfaatini perde yapar, bir cani yüzünden çok masumlar öldürülür.
Savaşın doğrudan açtığı ölümler yaklaşık 5 milyonu İtilaf Devletleri’nden olmak üzere, 8.5 milyona ulaşır. Ayrıca 21 milyon sivil yaralandı. Bunlara ek olarak dünyanın değişik bölgelerinde, savaş yüzünden çıkan hastalıklardan ve kıtlıktan 20 milyona yakın insan öldüğü söyleniyor.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti 2.850.000 kişiyi silah altına alındığı ifade ediliyor. Yararlanabildiği nüfusu o tarihte 15 milyon kadar olduğuna göre, bu sayı yaklaşık beşte bir oluyordu. Bu büyük savaşta 325.000 şehit 400.000 yaralı 250.000 esir verilmişti. Salgın hastalıklardan ölenler ve göçler sırasında Türk halkındaki kayıplar toplanınca Türkiye’nin savaş kayıpları milyonla belirtilir.
Bediüzzaman iki Dünya savaşında da yapılan yanlışlığın temelindeki dayanağı şöyle anlatır:
*Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki Harb-i Umumî, bu gaddar kanun-u esasînin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.
İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:
1 – Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. (En’âm, 164; İsrâ, 15; Fâtır, 18; Zümer, 7)
2 – Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. (Maide, 32.) (TARİHÇE-İ HAYAT)
Osmanlı devleti bu savaşa bilinen tarihi nedenler dışında niçin girmiştir, kader niçin buna fetva vermiştir sorusuna şöyle cevap verir:
* Tekrar biri sordu:
“Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i amme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükafatınız nedir?”
Dedim:
“Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: salat, savm, zekat. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teala bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. “On’dan, ya “kırk”tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekatı aldı.”EL CEZAU MİN CİNSİL AMEL”
“Mükafat-ı hazıramız ise; fasık, günahkar bir milletten, hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musîbet, mazi günahını sildi.” (TARİHÇE-İ HAYAT)
Bu açıklamadan anlıyoruz ki 20.yüzyılın başında Osmanlı toplumunda yozlaşma baş göstermiş, dışarıdan bakıldığında bir İslam devleti görülürken “Namaz, Oruç ve Zekat” gibi temel ibadetlerde insanlar tembelik etmişler. Bunun da bedelini 5 yıl boyunca cephelerde açlık çekerek yerlerde sürünerek, fakirlik çekerek ödemişler. Ama sonunda cezalarını çekmişler günahkar bu milletten 4 milyon veli, gazi ve şehit doğmuştur.
Bu savaş sonunda Osmanlı da müttefikleriyle beraber savaşı kaybeder. Bu savaşın kazanan tarafında olsaydık durumumuz ne olurdu sorusuna da Bediüzzaman şöyle cevap verir:
“Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı alem-i İslama münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, alem-i İslamı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.
“Şu medeniyet-i habîse ki; biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı Şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensûh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar; manen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecek idik.” (TARİHÇE-İ HAYAT)
Yaşanmış bu yenilgiye rağmen Bediüzzaman gelecekten ümitlidir, hiç ümitsizliğe kapılmaz ve şöyle haykırır:
“Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslamın sadası olacaktır!”
Dr. Selçuk Eskiçubuk
www.NurNet.Org