Etiket arşivi: Pedagog Dr. Adem Güneş

Sabah Kahvaltıları ve Akşam Yemekleri

Bir kafeterya işletmecisi dostum ile sohbet ediyorduk. “İşler nasıl?” diye sordum. Tebessüm etti, “Aile içinde sorunlar arttıkça, bizim işler iyiye gider.” dedi.

Şaşırdım. “Nasıl yani?” dedim.

“Bizim en bereketli saatlerimiz, sabah 7 ile 9 arasıdır. Bu saatlerde kazandın kazandın, sonra akşama kadar tek tük uğraşır durursun müşteri ile.” dedi.

“İyi de bunun aile içi sorunlarla ne ilgisi var?” diye sordum.

“Hocam, ailesinde sabah kahvaltısı olmayanların ilk uğrak yeri kafeterya ve pastanelerdir.” dedi ve devam etti: “Sabah işe gidenler, okul için evden çıkanlar sabah kahvaltı yapmamışlarsa önce pastanelere uğrar, bir-iki poğaça, sandviç alır, yollarına öyle devam ederler. Ama aile içinde bir düzen varsa, sabah uğramaları azalır.”

Hiç böyle düşünmemiştim…

Benim şaşkınlığım artarken o konuşmaya devam etti: “Ha, aile içinde iyi bir iletişim, keyifli bir yaşam varsa, bu sefer de akşam saatlerinde dolar buraları. İnsanlar sevdikleriyle, eşi, çocukları ile gelirler otururlar. Ancak bu bize çok kazandırmaz. Çünkü buraya keyifli gelenler, birbirleri ile sohbet etmekten yiyip içmeyi unuturlar. Yediklerine değil, birbirlerine odaklanırlar. Bir bardak limonata ve bir dilim kek ile saatlerce sohbet ederler. Ne yalan söyleyeyim, para kazanamasak da, insanları böyle keyifli görmek benim çok hoşuma gidiyor.”

Bir toplumda aile mutluluk düzeyinin ölçülmesi için pastane kullanım alışkanlığına bakılabileceği hiç aklıma gelmezdi.

Evet, doğru bir gözlem.

Zira aileyi aile yapan en temel iki etkenden biridir sabah kahvaltıları. Bir diğeri de akşam yemekleridir.

Sabah kahvaltısı aile içi “düzenin”,  akşam yemeği “aidiyet bilincinin” göstergesidir.  

Eğer bir aile içinde duygusal tükenmişlik yaşanıyor, günlük yaşam döngüsü bozuluyorsa ilk aksayan yer sabah kahvaltılarıdır.

Gece geç saatlere kadar oturmalar, uzun uzun televizyon seyretmeler, bitmek bilmez internet gezintileri günlük yaşam döngüsünü aksatır. Hâlbuki bir anne babanın, eşine ve çocuğuna yetebilmesi için istirahat etmiş bir vücuda ihtiyacı vardır. Fiziksel olarak dinlenememiş bir baba çocuğuna tahammülsüz olur. Yeterince istirahat edememiş bir anne çocuğunun ihtiyaçlarını “vaktinde ve yeterince” karşılamakta zorluk çeker.

Sabah kahvaltı yapmadan çocuğun okula, eşin işe gitmesi, kişiyi hırçınlaştırır, öğrenme kalitesini düşürür, duygusal bağları zayıflatır…

Hâlbuki sabahın ilk saatlerinde ailecek bir masada oturmak, ilk dakikaları birlikte geçirmek… Birbirleri ile vedalaşırken, akşam yeniden buluşma temennisinde bulunmak, aile bağlarını kuvvetlendirir. Günün kaliteli geçmesine neden olur.

Kahvaltılar aile içindeki “düzenin” ele vericisi olduğu gibi, akşam yemekleri de aile üyelerinin birbirlerine “bağlılıklarının”, aidiyet duygularının habercisidir.

Pedagojide akşam yemekleri bir karın doyurma eylemi değil, aile üyelerinin birbirleri ile duygusal bağlarını kuvvetlendirdiği fırsat zamanlarıdır. Bundandır ki akşam yemekleri “ye de hemen kalk” denilerek geçiştirilebilecek bir iş değil, dakikalar süren, sohbet edilen, günün özetinin çıkartıldığı, bir sohbet saatidir.

Eğer bir ebeveyn, aile yaşam kalitesini artırmak, daha keyifli bir aile ortamı oluşturmak istiyorsa, sabah kahvaltıları ve akşam yemeklerini düzene koymakla işe başlamalıdır.

Yoksa güne poğaça kuyruğunda başlamak, hiç de iyi bir başlangıç değildir.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Televizyona Konsantre Olduğunuz Kadar Eşinize Çocuğunuza Yönelebiliyor Musunuz?

Anne babalarla karşılaştığımızda çocuk yetiştirmenin ne kadar zor olduğunu anlıyoruz. Yaşamın en önemli konusu olan çocuğun ihmal edildiğinde ise anne babanın paçasına nasıl dolaştığını ve çocuk ruhen yetişemediği taktirde, o çocukla bir belalı yaşam içerisine nasıl girdiğini görüyoruz. Çocuk evlendiğinde de işler yolunda gitmediğinde size problemlerle geri döndüğü zaman, “ah keşke zamanı geri getirebilseydim şunları yapmazdım” diye dertlenen bir çok kişiyle karşılaşıyoruz.

Çocukla vaktinde ilgilenilirse eğitimi tamamlanmış olarak terbiye olur. Çocukla aynı ortamda olunduğunda etkileşim içerisine girilmesi ihmal edilmişse, çocuk kendi içinde olgunlaşmamış olan sorunlarını ve ruhunu barındırırken anne babalar bu çocuk niye böyle  yapıyor diye şaşkına giriyorlar.

Bu durum çocuklarda daha çok 9-10 yaşlarında belli oluyor. Çocuk beceriksiz, yeteneksiz, dersine çalışmıyor, internet bağımlılığı kazanmış. Ailesiyle düzgün konuşmuyor, kardeşleriyle evin içerisinde çatışmacı bir yaşam sürdüğü ve anne-babaların baskı ve zorlamayla bir kalıba sokmaya çalıştığı yaş dönemidir.

cocukOndan önceki dönem çocuk için çok masumdur. Kendisine ne verilirse her an almaya hazır olunan bir dönemdir. Bu dönemde anne-baba evin içerisinde uyur gezer gibi varolduysa, dakikalarını televizyon karşısında ya da konu komşuyu ağırlayacağım diye çocuklarını ihmal ederek vakit geçirdiyse;  işte bu gibi durumların sonunda bir gün anne çocuğuna “Oğlum dersini yapsana.” dese de… Çocuk dersini yapmaz esner, dalar gider. Kitap okuyamaz. Dikkati dağınık. Çünkü doyumsanmış bir ilişkiyi ve ruhsal olgunlaşmayı vaktiyle zamanında gerçekleştirememiş. Aslında “senin çocuğuna kızdığın hal, kendi halin.” Bir çocuğun içinde güçlü bir temel atabilmesi için annesinden duygusal destek alması lazım. Anne kendi vicdanında duygusal desteği duyması lazım.

Hani birçok anne-baba “Çocuğumuzda hiperaktivite varmış doktor ilaç verdi” diyor ya. İşte annenin dokunma ilacı çocuğun içerisinde nükleer enerji santrali gibi bir etkileşim oluşturur ki, vereceğiniz en güçlü ilaçlar onun yanında yetersiz kalır.

Ama yeter ki annenin çocuğuna dokunacak, tebessüm edecek, kendi içinde derinleşebilecek vakti olsun. Allah insanlara günde 24 saat vakit veriyor. Ama İnsanlar uyurgezer gibi kendilerine, çocuğuna on dakikasını ayıramıyor. Kendime çocuğuma vakit ayıramıyorsam ben nasıl vakit geçiriyorum diyor musunuz? Ailenize 24 saatin 1 saatini verebiliyor musunuz?

Bir düşünün; oturup sükunet içerisinde camdan dışarıyı seyrederken, yaptığınız bir fincan kahveyi keyiflice içerek kendinize ayırdığınız 15 dakika vaktiniz var mı?

Elinizden telefonu bırakıp, her şeyden sıyrılmış olarak, bomboş bir zihinle, sadece eşinize 1 saat vakit ayırabiliyor musunuz? Bomboş bir zihnin içerisinden çıkan enerji dolu gözlerle ve tebessümle eşinize bakabiliyor musunuz?

Televizyona konsantre olduğunuz kadar eşinize ve çocuğunuza yönelebiliyor musunuz? Yoksa eşiniz konuşurken gözler bir telefonda, bir tavanda, sağda, solda oflar bir vaziyette misiniz? Zorluk çekiyorsanız ailenize yönelemiyorsanız, o halde ailede bir bağ ve bütünlük oluşamaz.

Bir beyefendi eşine bir hanımefendi olarak davranmıyorsa o ilacı anne çocuğuna veremez. Çocuğuna dokunduğu zaman içerisini titreten, tebessüm eden anneyi bulamazsınız. Agresif sıkıntılı kaygılı bir anneyle zamanı sürdürmek zorunda kalırsınız.

Çocuk Deyip Geçmeyin- Pedagog Dr. Adem Güneş

Ebeveyn Siması ve Çocuk Ruhu

Bir karı koca geldi. Çocuklarının arkadaşları tarafından çok ezildiğini söylediler. Olmadık yollara başvurmuşlar ama yine de çocuğun bu hâline çare bulamamışlar…

Kavga etmeyi öğrensin diye karateye bile göndermişler, çözüm olmamış. Cesaretlendirmek için motive edici konuşmalar yapmışlar, işe yaramamış. Sonunda pedagojik yardım almak için bir arayışa girmişler…

13 yaşında bir ergen çocuktu bahsettikleri delikanlı. Anne baba tutumları üzerine konuştuk biraz. Anne çok fedakâr, baba kendi işinde gücünde bir adamdı.

Bir şey dikkatimi çekmişti, sormadan edemedim. Babanın oldukça asık bir suratı vardı, mutsuz ve memnuniyetsizdi yüzünün şekli. “Buraya zorla mı getirildiniz, nedir bu hâliniz?” diye espri yaptım. Biraz tebessüm etti. Eşi hemen devreye girip “Hocam, eşimi ilk gören böyle söylüyor ama çok iyi bir insandır. İyi bir eş, iyi bir babadır. Benim bile alışmam yıllarımı aldı…” deyiverdi.

Ben, kötü insan olduğunu düşünmemiştim zaten. Yüzü ağırdı, asıktı suratı. Hâlbuki pedagoji der ki ebeveynin siması çocuk ruhunun besin kaynağıdır. O, ne kadar mütebessim ise çocuk o kadar ruhen güçlüdür. Mutsuz bir çehre ile ebeveynlik yapmak, çocuğu ruhen çökertmek demektir…

“Gül…” dedim, “Biraz tebessüm et…

Beyefendi şaşırdı. Acemice tebessüm etmeye çalıştı, tam da beceremedi. Beceremezdi de. Çünkü “yüz kasları” gelişmemişti.

İnsan siması “ince kas”lardan oluşur. Lif lif kaslar yayılmıştır deri altında. Bu kaslar ne kadar çok kullanılmışsa yüzde o denli bir esneklik vardır, yakışır duygular simaya.

Yüz kaslarının kullanılması, çocukluk yıllarında “duyguların özgürce yaşanmasına” bağlıdır. Çocuk, içinde duyduğu heyecanı, sevinci, mutluluğu veya hüznü doyasıya yaşayabiliyorsa, yaşadığı her bir duygu simasında özgürce karşılık buluyorsa, yüz kasları işte o zaman gelişir.

Eğer bir çocuk, sevinirken “başımıza iş çıkartacaksın gülüp durma” diye engellenmişse, ağlarken “çocuk gibi ne ağlıyorsun öyle…” diye susturulmuşsa, donuk bir simaya sahip olur. Böylesi kişilerin kasları, ince ince gelişmez, topluca hareket eder.

Bu tıpkı okul öncesi çağdaki bir çocuğun parmak kaslarının gelişmesi gibidir. Nasıl ki anaokullarında çocukların ellerine kalem vererek, resim yaptırarak ve oyun hamurları kullanılarak parmak kasları geliştiriliyorsa, gelişmiş parmak kasları ile ilkokula başladığında kalemini düzgün tutabiliyor, harflerin ince ince detaylarına parmakları uyum sağlayabiliyor ve güzel yazmanın keyfini çıkabiliyorsa… İşte bunun gibi, çocukluk yıllarında duygularını özgürce yaşamış, bunları simasına yansıtırken “engellenmemiş” kişiler, yetişkinlik yıllarında “mütebessim” bir simaya sahip olurlar. Onların gülmesi de yakışır yüzlerine, hüzünleri de.

Bütün bunları anlatırken, gözüme dikkatlice bakıyordu beyefendi. “Beceremedik hocam.” dedi. “Ne yaşamayı becerebildik, ne baba olmayı.” Hanımefendi sordu: “Eşimin asık suratlı olmasının doğru olmadığını biliyordum ama isimlendiremiyordum, peki ne yapacağız?”

“Burada size ne yapacağınızı uzun uzun anlatıp vakit kaybettirmeyeyim, isterseniz internete girin ‘yüz kaslarını çalıştırma’ diye bir arama yapın. Karşınıza yüz kaslarını çalıştırmak için egzersiz örnekleri çıkacaktır. Yüz kaslarının gelişmemiş olması bir gecikmedir doğru, ama yeniden kazanılması imkânsız bir şey de değildir.” dedim.

Gittiler şimdilik… Bakalım bir dahaki sefere karşısındaki insana rahatlık veren bir sima ile mi dönecekler, yoksa onlarda da “kas hafızası” mı oluşmuş, göreceğiz.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Hitap Edilemeyen Çocukların Dramı

Her çocuğun öğrenme şekli farklıdır. Fakat öğrenmenin özelliği tektir: Konsantrasyon.

Konsantrasyon iki şekilde oluşur: Kaygı ve merak duygusu.

Kaygı, bir savunma halidir ve geçici bir süre konsantrasyonu artırır. Şöyle ki: Benlik kendini tehdit altında hissettiğinde, hayati birçok fonksiyonunu askıya alır ve tehditten kurtulmak için kaygı duyduğu noktaya odaklanır. Ancak kaygı süresi uzadıkça, yeni savunma mekanizmaları devreye girer: “Unutkanlık” veya “zihinsel körlük”…

Mesela, sert ve baskıcı bir öğretmen, derslerine çalışmayan öğrencilerini sınıfta bırakacağına dair kaygı oluşturuyorsa, bu durum, belki öğrencilerin belli bir süre derslere odaklanmasını sağlayabilir. Ancak günler geçtiği halde tehdit devam ediyorsa, öğrenciler, öğrendikleri konuları “unutmaya”, öğretmenin anlattığı detayları artık “algılayamamaya” başlar.

Bu, sadece okulda değil, çocuğun yaşadığı bütün ortamlarda böyledir.

Çocuk, kendini ceza, baskı, zorlama, aşağılama gibi tehdit altında hissettiğinde belki istenilen davranışı bir yaşa kadar sergileyebilir; ancak zaman geçtiği halde tehditlerden kurtulamıyorsa bir süre sonra “yılışmaya” ve “şımarıklık” yapmak sureti ile “dikkatini dağıtmaya”, kendisinden istenilen davranışları “yok kabul etmeye” çabalar.

Günümüzde başarısız olduğu “zannedilen” birçok çocuğa yaşatılan trajedi aslında bundan farklı değildir.

Hâlbuki doğal öğrenmenin bitmek tükenmek bilmeyen gücü “merak” duygusudur. Merak, Allah’ın insanlara bir lütfudur ve kişinin içinde yaşadığı kâinatı kavrayabilmesi için garip bir enerji halidir…

Bir çocuğa yapılabilecek en büyük haksızlık, onun merak duygusunu yok etmektir ve en başarısız eğitici, çocuğun yaşı itibari ile yöneldiği merak alanından bir kanal bulup kendi anlatacağı konuya bağlayamayan eğiticidir.

Çocuk her yaş döneminde farklı konulara merak duyar… ve yine her çocuk mizacındaki farklılığı ile merak duyduğu alanlarda diğer yaşıtlarından ayrılır.

Bir yetişkinin kendisinde geliştireceği en önemli özellik, çocuğun merak duygusunu keşfedebilecek derinlikte duyarlılığa sahip olmaktır. Merakına hitap edici bir derinlikte rehberi olan çocuğun kendinde geliştirdiği yetenek “konsantrasyonudur”.

Konsantrasyon, bir “engel duyusu” oluşturur.

Engel duyusu; bir duyunun daha yoğun çalışabilmesi için, diğer duyuların işlevini geçici olarak yavaşlatması veya bilinç dışına itmesi halidir.

Mesela, öğretmenini dinleyen bir çocuğun gözlerini kırpmadan tavana bakması, aslında o çocuğun farkında olmadan kendisinde bir engel duyusu oluşturması halidir. Çocuk, görmek duyusunu geçici olarak askıya alarak zihinsel yoğunluğu artırma çabasındadır. Bazı çocukların gözlerini kapatıp sıraya başını koyması da bundan farkı bir şey değildir.

Veya öğretmenini dinlerken ağzı açık kalan bir öğrencinin durumu bundan farklı değildir. Zihin, konsantrasyon gücünü artırabilmek için vücudun birtakım organlarının kontrolünü devre dışı bıraktığında çocuğun ağzı açık kalmış olabilir.

Tıpkı bunun gibi, ebeveynini yoğun bir konsantrasyon içinde dinleyen çocuk, koltuğun üzerinden baş aşağı sarkıyor olabilir. Bu durum çocuğun yetişkine karşı lakaytlığı değil, aksine, anlatılan konuyu daha yoğun bir konsantrasyon ile dinlerken bazı vücut fonksiyonlarının kontrolünü bırakması hâlidir.

Hâlbuki konsantrasyonu olmayan çocuktan değil, merakı yok edilmiş çocuktan bahsetmek gerek.

Şımarık çocuktan değil; şımartılmış çocuktan bahsetmek gerek.

Başarısız çocuktan değil, hitap edilememiş çocuktan bahsetmek gerek.

Ve söz dinlemeyen çocuktan değil, itibarını kaybetmiş ebeveynden bahsetmek gerek.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Ruhsal Daralma ve Bir Pratik Çözüm Önerisi

Bir kişinin psikolojik sorunu olup olmadığını anlamak için, o kişinin çocukla ilişkisine bakmak yeterlidir.Duygu dünyasında sorun yaşayan kişiler, çocukla vakit geçiremezler. “Daralırlar…”

Kendilerini zorlayıp birkaç dakika vakit ayıracak olsalar, patlayacak gibi hissederler. Bırakamazlar çocuğa kendilerini.

Örneğin, oturup çocuğu ile ders çalışamaz böylesi kişiler. Bir süre sonra sinirlenir, bağırır, kızar. Ya kendine ya da çocuğa zarar verirler. Kimi zaman çocuğun kalem tutuşuna kafayı takarlar, kimi zaman yavaşlığına… Hiçbir şey bulamazlarsa “Sen yap ben geliyorum” diyerek terk ederler çocuğun bulunduğu ortamı.

Veya çocuk biraz oynamak istese, oyuna kendilerini veremezler, bir süre sonra “bunalırlar” hemen. Sanki zaman boşa geçiyormuş gibi hissederler. Yapılacak şeyler erteleniyormuş gibi bir hisse kapılırlar, çocuğun ruhsal atmosferinden dışarı atarlar kendilerini.

Ya da çocukla “insan-insana” güzel bir sohbet ortamı kurup sürdürmeyi beceremezler. Uzun uzun anlatılan şeyler daraltır böylesi kişileri. Çocuğun heyecanını duyamazlar içlerinde, bir an önce anlatılanlar bitsin diye, “istemsiz kas gerginlikleri” belirir yüzlerinde. Gözler sağa sola kaymaya, bir oyalanma gereci aramaya başlar.

Hâlbuki kendi çocuğu ile sohbet etmeyi beceremeyen kişilerin çoğu, dışarıda başkaları ile sohbet etmekten oldukça keyif alırlar.

Bu bir çelişki gibi gelir ilk başta…

Hâlbuki çelişki değil, bir işarettir. Kişinin çocukluk yıllarında yaşadığı sorunların, yıllar sonra kendi çocuğu ile dışa vurumunun işaretidir.

Zira çocukluk yılları, “ruhun genişlediği, iç derinliğin” elde edildiği yıllardır. Ruhsal genişlik, özgür bir ortam ve koşulsuz sevgi ile ede edilir.

Bir kişi, kendi anne babasından böylesi bir ruhsal genişliği elde edemedi ise, yetişkinlik yıllarında bu “dar ruh” ile yaşamak zorunda kalacaktır.

Böylesi kişiler “sosyal ilişkilerde” başarılı olsalar da “duygusal ilişkilerde” bir tahammülsüzlük hâli ile dikkat çekerler. Eşlerine tahammülsüz, çocuklarına tahammülsüz, kendilerinden duygusal ihtiyaç beklentisi olanlara tahammülsüzdürler.

Tahammülsüzlük, “ruhsal darlığın” ürünüdür. Ruhsal darlık, çocuklukta elde edilecek bir “genişliğin” kazanılmamasından başka bir şey değildir.

Bu bir kısır döngüdür. Kendi anne babasından ruhsal genişliği elde edememiş kişiler, kendi çocuklarının ruhunu dar bırakır da farkında bile değildirler.

Çocuklardaki ruhsal daralmanın ilk işareti “acımasız kardeş kavgaları” ve ergenlik döneminde “anneye karşı tepkiselliktir.”

Birçok acımasız kardeş kavgası, ruhsal darlığın bir dışa vurumdur. Kardeşin kardeşi ruhen taşıyamaması, onun duygusal yakınlaşma isteğine karşılık verememesi, çatışmaların ana sebebidir.

Ya da ergenlik döneminde baş gösteren anne babaya karşı gelmeler, “of”lamalar, yumruk sıkıp odaya çekilmeler, sebepsiz ağlamalar; “yeter ya yeter!” diye bağırışların kökeninde, “ruhsal darlık” hâli vardır.

Peki, ne yapmalı? Bu sorunun bir uzman yardımı almadan en pratik çözümü; ruhen geniş bir kişinin yanında bulunarak kendi genişliğini onun genişliğinin tesiri ile oluşturmaktır. Ruhen dingin ve sakin kişiler, bir psikoterapist gibi insan ruhuna genişlik verirler. Kendi de ruhen dar, tahammülsüz, huzursuz, hızlı ve kaygılı kişiler ise ruhsal daraltmayı artırır.

Pedagog Dr. Adem Güneş