Etiket arşivi: peygamber efendimiz

Abduhu ve Resuluhu…

Genel olarak insanlarda dikkat çeken bir husus var; Konuşmaya hevesli olma, başkasına direktif verme ve üstünlük taslama. Halbuki bunlar hem insanlık açısından hem de dinen makbul görülen şeyler değildir.

Malumunuz insanların yeryüzünde insanca yaşasınlar diye kimi seçkin kullarını Peygamber olarak seçmiş ve bu muhterem nebiler vasıtasıyla insanlığı uyarmış, aydınlatmıştır. Malumunuz şu anda bile dünyanın kahır ekseriyeti bir peygamberin efsanesiyle yaşamaya çalışıyor, getirdiği değer yargılarıyla teselli buluyor.

Bir başka dinin mensubu nasıl yaşıyor o bizi enterese etmez; fakat bir Müslüman’ın yaşantı tarzı diğer Müslüman’ları yakından ilgilendiriyor çünkü İslam Müslüman’ın şahsında tecelli ediyor. Bakın bakayım şu anda İslam’ı değerlendiren, İslam’ın özü olan Kur’an’a mı bakıyor yoksa İslam dünyasının şu andaki haline göre mi bir değerlendirmede bulunuyor. Maalesef ikincisini tercih ediyor.Ondan dolayıdır ki bir kere daha düşünmemiz lazım, bir Müslüman olarak kendimize nasıl bir çeki düzen verelim diye..

Malum tüm Peygamberlerde olduğu gibi Peygamberimizde de hem kulluk hem de elçilik vasfı varmış. Çünkü İslam’ın emirlerini öncelikle bir model olarak Peygamberimiz hayata geçirmiş, Hz.Aişe(r.a) Resu-ı Ekrem için “O yaşayan Kur’an’dı” ifadesini kullanmış.

Günümüz Müslümanlarına bakıyoruz Peygamberi model alarak İslam’i değerleri yaşama geçirmeyi hedef almaları gerekirken, daha çok elçilik vazifesine sarılıyorlar.

Müslümanlar Peygamberî bir hayatı örnek alsalardı, Peygamberin lisani halini örnek almaları gerekirdi.

Peygamber(a.s), adaleti elden bırakmazdı,

Peygamber(a.s), ibadeti ihmal etmezdi,

Peygamber(a.s), Komşuluk hakkına fazlasıyla riayet ederdi,

Peygamber(a.s), insanlara karşı gayet zarif davranırdı,

Peygamber sahabelerine değer verir onlarla istişare etmeyi ihmal etmezdi,

Peygamber(a.s), tebliğinde “kavlı leyin” ile iletişim sağlardı,

Peygamber(a.s), iyi bir eş iyi bir aile reisiydi.

Peygamber(a.s)’in bu konulardaki hassasiyetini çok çarpıcı, dikkat çekici örneklerle izah etmek mümkün ama yazı uzar diye kaleme almadım.

Şimdi ibretle bakıyorum günümüz Müslümanlar bu nadide Peygamberi vasıflara çok pasif sahip çıkıyor, boğazdan yukarı elçilik görevine sarılıyor ve daha çok konuşmayı tercih ediyor.

Acaba bu bir artı değer midir? Müslüman’ın hayatı açısından inanın İslami değerleri yaşama geçirmeden bir başkasına dikte etmek ayetin ifadesiyle “kebüre mekten” büyük bir günah bile olabilir.

Yazının başlığı “şehadet” cümlesinden alınmadır. Bir bütün olarak şehadet cümlesine baktığımız zaman, “Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun kulu ve resulüdür.” Bu ifadeye kalben inanmak farz, dil ile söylemek ise sünnettir.

Ne mutlu kalben sehadet edenelere, şahedetin atmosferinde yaşayanlara, Müslüman olarak yaşayıp Mümin olarak ölenlere…

Selam ve sevgilerimle

Eyüphan Kaya

Diyarbakır DES İl Başkanı

www.NurNet.Org

Gözümün Nuru Peygamberim (A.S.M) (Şiir)

ﻪﻧ ﺎﺤﺑﺴ ﻪﻣﺴ 

ﻪﺘ ﺎﻜ ﺮﺑ ﻭ   ﷲ ﺔﻤﺣ ﺭ ﻭ   ﻡﻜﻴﻠﻋ ﻢ ﻼﺴﻠ ﺍ

Pek Aziz ve Muhterem Gayyur Kardeşlerim!.. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen, gözümüzün Nuru, kalbimizin huzuru, kâinatın sebebi vucudu olan Zati Risalet penah (a.s.m) ın viladetinin sene-i devriyesi  20 nisan 2013 tarihıne isabet eden kutlu ve mutlu günümüzü paylaşmak niyeti ile âcizane size bu tebriği yazıyorum. Türkiyede yaşayanların  %/99,6 müslüman olan milletimiz bu kutlu doğum haftasını epey zamandan sonra işte 5-10 senedir ve bilhassa bu sene bu kadar büyük bir yekün ile bu mübarek günden  hisse almak için âzami gayret gösteren benim müslüman vatandaşım, biri diğerini tebrik ve tesîd ederek bu mübarek doğum Bayramında sevinçlerinden kendilerinden geçercesine çok farklı bir coşkuyla katılmalari bizide sevince garketti. Hatta gazete, dergi, Efem kanalları ile birlikte bazi televizyon kanalları dahi müslümanların bu mutlu gününe bu kadar destek vermeleri, Müslimanların bu hasretini gidermeye  koşup  yardım etmeleri, tüm müslümanları cidden menun ve mesrur etmektedir.

      

Ne kadar hayran olmamıza sebep olan bir vaz’iyyet ki: Hislerimizi dumura uğratan ve ruhumuzun penceresi olan gözümüzün merceğine hakikati görmemesi için yüzü ters gösteren fitne fesat asrının müessir silahları olan günahlar ve müslimanlara empoze etmek için çok yönden gelip önümüze serilen çirkef reklamlar ve ma’nevi gıdasına alamayanlari mahf eden demogogik ifadelerler ve o sapık fikirlerden çoğunu geride bırakmaya devlettimizle beraber Müslğman milletimiz geride bırakmaya gayret ediyorlar Elhamdülil-lah. Dedeleri şehid olan bu sakinler ve şehid kanıyla yoğurulan bu toprakta yürüyen bu millette kendine gelmeye başladi şükür, bu mübarek kutlu günde onların bu ferasetini (ince gürüşünü ) görünce memnun olmayıp sevinç gözyaşları dökmemek elden gelmiyor.

      

Biz bu Kutlu Doğumdan acaba ne anlıyoruz dersek, bunun izahi ciltlere sığışmayan o bahri ummandan biz bir kaç satırla kifayet edelim . Nasıl ki zifiri karanlıkta olan birisini Güneşin nurlu ışığına aydınlanmasi için çıkarsak nekadar çok sevineceği ma’lum değilmi. Veya çok miskin birisine milyarlarca Euro versek? Villaların önünde şarıl şarıl akan sular,  çeşit çeşit meyveli bahçeler hediye edip verilse ne kadar sevinir anlayabiliyoruz değilmi? Veya kanser mikrobuna yakalanan bir hastaya, Doktoru  hemen eve götürün bunun ölümü, saati saatine bakar dediğini Doktorun ağzından işitip hasta böyle tehlikeli bir halde iken, hızır gibi biri gelip o hastayı sıhhat ve afiyete kavuşturursa ne kadar sevinir düşünebiliyorsak? Bu tarif ettiğim misallerden en az bin defa fazla sevinç bize kazandıracak Peygamberimiz (a.s.m) ın doğumu. O doğom bizi memnun ve mesrur etmesi lazım gelir değilmi. Çünkü Allah tarafından“levlake levlake lema halektul eflak” yani (Habibim ahmet Resulum ya Muhammed ben zatını halketmeseydim kâinatı halketmezdim) sırrı hitabına mazhar olan bir Habibi Edibin ümmeti olduğumuz için ne kadar sevinmemiz lazim, Allahımıza nekadar şükretmemiz lazım, siz sözleyin. kâinatın şûurlu meyvesi olmayi biz ne ile hakkettik? Dinlerinin zamanı geçmiş Moskvada bir rus govurunun dininde olmadığımızdan, veya İsrailde bir yahudi dinine mensup olmamaktan bizi kim kutardi düşünüp Allahımıza şükrederken. Kâinatın sebebi vucudu olan Zatı Mübareki a.s.m. dahi arabamızdan, evimizden, paramızdan, anamızdan, babamızdan hatta ve hatta en çok sevdiğimiz canımızdan fazla sevmezsek nankörlük edip Allaha şükretmemiş oluruz, hayatımız boşa gidiyor demektir değilmi? Hatta O Zatın Güneş gibi ışığından istifade edemeyip zifiri siyah karanlıkta yaşayan bukadar sapık insanların mevcudiyetini görünce, Allahım Sana nekada hamdu sena etsek azdır çünkü hakkettiğımizden değil ancak ve ancak senin lutfu ihsanınla biz fakirlerler Zati Risalet Penahın Alemi (bayraği) altina girebildik senin ihsanınla bizi ölü atomlardan yaratıp kâinatta hiç bir mahluka vermediğin nimetleri bize verdin Aleyhissatu vesselamı sevdir bize. Ve merhamet çeşitli sebeplerle yolundan çıkan bizim gibi insan olanlara.  Çünkü biz ehli keşfin tasdiki ile biliyoruz ki Validesi, Annemiz Amine (r.a ha)rivayet etmiş ki (a.s.m) dünyaya geldiği anda “Ümmeti Ümmeti” diyerek Allahtan bizim için dua etmiş. Ve mahşerde herkes: “Nefsi! Nefsi!” Diyerek kendini nefsini kurtarmaya koştuğu bir anda, yine o Zatı Mübarek “Ümmeti Ümmeti” diyerek Allahtan bizim cehennemden kurtulup cennete gidip orada mes`ud olmamız için yalvaracak. Bunun için bu Zatı Mübareke (a.s.m)a çok salavati şerife okuyup salatu selam göndermeliyiz, Zaten “Es-sbebu kelfailu sırrınca” Âmali hasenemizin tamamı, sebep olduğu için  önce  Aleyhissatu vesselama gidiyor sonar bize, değilmi benim Nur aşiği Kardeşlerim.

 

Peygamberimiz Aleyhissatu vessalama karşi muhabbetimiz artması için Bediüzzaman hazretlerinin Mektübat kitabından ondokuzuncu Mektübü. Ve Aleyissalatu vesselamın hiç şübhesiz hakiki Peygamber olduğuna inanmak için ayni Külliyattan Sözler kitabından  Odokuzuncu Sözü siz okuduğunuz gibi başkasına da tafsiye ediniz. Hatta va hatta Risale-i Nur eserleri Kur’ani Kerimin bu zamana bakan hakiki bir tefsiri olduğu için, bu eserleri çok okuduğunuz gibi başka kardeşlere dahi tavsiyede bulunun ve o eserler okunan derslere iştirak ettiğiniz gibi başkasına dahi tavsiye edin. Ben müsliman kardeşlerime diyorum ki: Bu eserleri okursanız çak memnun kalırsınız, çok istifade ederseniz banada dua edersınz. Yok Haşa! O kitaplarda begenmedığınız herhangi bir şey varsa, (ki mümkün değil) çekinmeden bana beddua edin. Çünkü bu eserlere kavuşmak için ben fakir nekadar zahmet çektığımi size bildirsem şaşarsınız. Övünmek için değil, belki ben fakir Allaha karşi benim kadar şükürle mükellef kul görmedığımi bildirmek için, diyorum ki: Bu fakir 54 sene okuyorum nekadar faydasını gördüm sizlere tariften âcizim. Ölünceye kadar Allah (c ş) Kur’ani kerimi ve Risale-i Nur külliyati eserlerıni okumaktan ben fakiri ayırmasın Âmin.   

Bu yazdıklarımı zatı alinizden dahi bilenleriniz olduğu için belki zaid olur amma (malumu ilam) kabilinden olsa bile ciddi mes’eler (ettekraru ashen velevkâne yüzseksen) kardeşlerim

ile ana derdimiz olan meselelerimizi ne kadar fazla tekrak etsek bile ağır gelmek şöyle dursun bize ferah  fuhur verir inancındayim.

 

GÖZÜMÜN NURU PEYGAMBERİM (A.S.M.)

 

Ahmed-i Mahmud-u Muhammed  Aleyhisselam,           

Alemin Nuru’dur, ederim mâlum-u i’lam,

Leyl ü nehar Peygamberime göndersem selam,

İçim güler senin için ciğerim yansa da.

 

Sen bizi kurtarmaya geldin gönderdi Rabbim,

Mübarek Nurunu görmeye çarpıyor kalbim,

Yüce dergâhını temaşaya doyamadım,

Geldim ama tam hisse alamadım Ravza’nda.

 

Sensin ki bu kadar mucize ile övülen,

Pak dâvan için Mekke’den de sürgün edilen,

Miraca uçturuldun Aksa ve Medine’den,

Birçok velilerin saf tutar senin arkanda.

 

O mübarek ayağının tozu olabilsem,

Sönmez Nurunu, bari menamda görebilsem,

Mecnun gibi o Nur dağına  tırmanabilsem,

Deruni hislerim nurlanırdı o makamda.

 

Peygamberime muhabbetle kendimi yaksam,

Hislerimi pür nur eylerim nuruna baksam,

Yardımınla Rabbimin rızasına kavuşsam,

İsminize hürmeten daim kalsam kıyamda.

 

Bana bir şeref, risaletini  ispat etsem,

Münkirleri birkaç mu’cizeyle ıskat etsem,

Mülhidlere  Nur’dan berahin gösterebilsem,

Sevinirim sünnetini yaşasam dünyada.

 

O mübarek derdinden bir katre alabilsem,

Ruhum gitmeden dinine sadik kalabilsem,

Burada ağlasam da, orada gülebilsem,

Senin aşkın ile durmadan koşsam bu yolda. 

 

Bu dünyada hiç yoktur daha güzel bir haber,

Kur’andır Allahtan getirdi büyük Peygamber,

Rabbim bize tükenmez rahmetini Sen gönder.

Yoksa bize karşı düşman hücumda her kolda.

 

Allah’ım! Son müceddidinden ayırma bizi,

Vermek için Nur hizmetine biz kendimizi,

Nurlu kervana rehber eyle rahmetinizi.

Mahvolmayalım gönder Habibini imdada.

 

                DOKUZUNCU REŞHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir Cemâatte, küçük bir mes’elede, münazaralı bir dâvâda hicabsız, pervasız; küçük, fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez. Şimdi bak bu Zâta; a.s.m. pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedâr, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir Cemâatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük mes’elelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telâşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!
اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى   Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir; hakikatbînin gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın..

        Sizi Allah için seven her an ve zaman sizin için dua eden, duaya çok muhtaç pür kûsur kardeşiniz ABDÜLKADİR HAKTANIR.

O’nun (s.a.s.) ruhu , aramızda yaşıyor ve bizimle alâkadar..

Hicrî Takvime göre “Mevlid Kandili” günü olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneş Takvimine göre de her yıl 14 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir. Dinî yaşayımızda da, Ramazan orucunu, Hac zamanını ve dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas alan takvime göre nazar-ı itibara alıyoruz. Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan takvime göre ayrı ayrı tarihlerde kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s..), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının 12. günü olan haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün (el yevmül’ isneyn) sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz. Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece -bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi- yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) sünnet-i seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?”

Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an iâyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Irkçılık iddiası Peygamberimiz’in huzurunda!..

Irkçılık konusunu en sıhhatli şekilde inceleyen Osmanlıca eserlerin başında, Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin ‘İslam’da Davayı Kavmiyet’ risalesi gelmektedir.

Mehmet Akif’in, ‘sahabeden sonra en çok sevdiğim ilim adamı’ dediği Buhari mütercimi Ahmed Naim Efendi’nin bu değerli kitabındaki bir ırkçılık tartışmasını, tefekkürünüze takdim ederek bilginizi tazelemekte fayda mülahaza ettim, ırkçılığın tartışıldığı günümüzde.

Medine’de sokakta başlayıp Peygamberimiz’in huzuruna kadar götürülen bu ırkçılık tartışması olayı şöyle cereyan eder.

Kays bin Mutata adında bir ırkçı Arap, Evs ile Hazreç kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla oturup kardeşçe sohbet ettiklerini görünce öfkelenerek der ki:

-“Evs ile Hazreç Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyp, şu da Farslı Selman!.. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul edilebiliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?

Bu beklenmedik değerlendirme üzerine oturduğu yerden kalkarak Kays bin Mutata’ın yakasını tutan Muaz bin Cebel:

Farklı ırklardan bebekler-Seni Resulullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz.. diyerek adamı alıp doğruca Peygamberimiz’in (sas) mescidine götürür ve bulduğu ilk fırsatta da hemen sorusunu şöyle sorar:

-Ya Resulallah, bu ırkçı Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü, İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan asıllı Bilal’i, aşağı ırktan kabul ederek Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti? Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?..

Bu değerlendirmeyi dinleyen Resulullah’ın (sas) yüzünde derin bir üzüntü meydana geldiği görüldü. Hemen kalkıp mühim gördüğü konularda konuşma yaptığı minberine çıkarak İslam’ın ırkçılık konusundaki ölçüsünü anlatan bir konuşma yaptı. Şöyle uyarıda bulunuyordu ırklar arasında ayırım yapan insanlara:

Ey insanlar! Sizin Rabb’iniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!.

Gariptir ki, bu konuşmayı dinleyenlerin hemen hepsi de Arap’tılar. Hiçbiri, Arap’ın öteki ırklardan üstün olması gerektiği düşüncesini taşımıyorlardı. Fazla olarak Arap’ın üstün olduğunu ileri sürmek isteyen adamın yakasına sarılarak oraya getiren Muaz bin Cebel de Arap’tı. Şayet bir ırkın ötekinden üstün olması gerekseydi gerçekten de Arap’ın üstün ırk olması gerekirdi. Çünkü Kur’an Arapça dille inmişti. Resulullah (sas) de, Arap’ın içinden çıkmıştı. Fakat bunlara rağmen Arap yine de eşit ırktı, üstünlüğe sahip değildi. Üstünlük ancak İslam’a bağlılıkla kazanılmaktaydı.

Bu durumda ne yapacağını bilemeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar:

Ya Resulallah, der, öyle ise ne yapayım aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı?..

Efendimiz bu soruya, pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. Ne der biliyor musunuz ırkçı adama?

– Da’hü ilennar!.. Bırak o ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!

Gerçekten de bırakılan ırkçı adamın yolu Şam’daki Hıristiyanların içine kadar gider, bir daha da geri dönemediği görülür. İslam’ın ırkçılığa asla izin vermediği bu olayla da net bir şekilde anlaşılır.

Bir adam Hz. Ali Efendimize şöyle sorar:

Hangi ırk iyidir? Hz. Ali Efendimizin cevabı gayet açıktır: – ‘Her ırkın iyisi iyidir, kötüsü de kötüdür, der!. Yani iyilik kötülük insanın kendi iradesiyle kazanacağı vasıftır. Siz iradenizi iyiliğe sarf edin, ırkınızın iyilerinden olmaya bakın!.

Ahmed Şahin

a.sahin@zaman.com.tr

Biz Her şeyi “O”ndan (asm) Öğrendik!

Zor zamanlardı. Dünya kederleri bir bir çökmüştü omzuma. Kurduğum ve duyduğum hiç bir cümle avutmuyordu beni. Kanayan yaralarım vardı. Kitap sayfaları ve insanlar üflesinler diye yaralarıma, medet umuyordum her birinden. Oysa 14 asır önce söylenen ne varsa bakmak lazımmış, bilemedim. Sonra bir kitabın arasından;

İnsan ne için yaratılmışsa ona o kolaylaştırılır.” hadis-i şerifi çıktı bahtıma. İşte dedim istediğim bu, bana zor gelen ne varsa yaratılış gayeme ters oluşundanmış. Asıl yolculuk bundan sonraymış.

Güven duygumu kaybettiğim zamanlar oldu. Çetin bir imtihanın arifesindeydik hepimiz. Ağzımızdan çıkanı eğip bükmek hayatın bir parçasıydı. Hep bu cümleyi hatırlattım kendime. Nasıl da güvenilmez, bir de namaz kılıyor diyenlerin sayısı çokken, ağzımızdan çıkan her bir kelime bir senet değil mi bedeli ağır olan? Başkaları gibi olmamak için unutmamam lazım.

Müslüman elinden ve dilinden emin olunan kişidir.”

İnsanları çok iyi tanıdığımı düşündüm geçmişte. Duygularım hiç değişmez, sevdiğim her kişi hayatımın her döneminde benimle olur sandım. Omzumda ve kalbimde yaralarım yoktu henüz. Güven en büyük sermayemdi. Neden böyle söyledi, neden böyle yaptının derdine düşerken büyüdükçe, çok ve azın arasında gezinirken duygularım, yolumu yine bir ışık aydınlattı;

Sevdiğini ölçülü sev! Çünkü o,bir gün nefret ettiğin kişi olabilir. Nefret ettiğinden de ölçülü nefret et. Çünkü o, bir gün sevgili dostun olabilir.”

Galiba hepimiz yavaş yavaş bencilleşiyoruz. Her şeyin en iyisi benim olsun diyenlerimizin sayısı arttı. Kalbime soruyorum o da aynı cevabı veriyor. Ama Efendimiz yine yine uyarıyor, hizaya çekiyorum kalbimi…

Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.”

En çok utanma duygusunun kaybetmemiş olanları sevdim. Utanma duygum asla beni terk etmesin istedim büyüdükçe. Çocukca masumiyet benimle kalsın, normalleşmesin hiç bir şey. Nasıl olsa kimse görmüyor duygusu sardıkça benlikleri, utanma perdeleri bir bir yırtıldı. Çözüm yine Resulden geldi;

İnsanların Peygamberlerden öğrene geldikleri sözlerden biri de: “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözüdür.

Nasıl mümin oluruz, cevap “O”nda…Nasıl baba , nasıl anne,nasıl eş oluruz hepsi “O”nda.Ücreti veren miyiz cevap yine “O”nda..

İşçiye ücretini, (alnının) teri kurumadan veriniz.

Sevginizi nasıl gösterirsiniz. Ya da birini sevme nedeniniz nedir? Neden Allah’sa eğer yine bir müjde var hepimize; İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız

Verilmiş sadakan vardır.”Ne çok kullanmışızdır kim bilir bu sözü ömrümüzde. Bir ihtiyaç sahibinin giderilmiş hizmeti sevinç olarak dönmüş “an”ımıza. Nedir sadaka sorusunun cevabı yine “O”ndan;

(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.”

En çok evliliği konuşuyoruz bugünlerde. Televizyondaki izdivaç programları evi, arabası ve maaşı olanların iyi bir eş olacağını öğütlüyor ruhumuza. Ruhlar yorgun, evlilikler virane. Oysa kulak kabartsak geçmişten gelen sese;

Kişi zevcesinin yüzüne baktığı vakit, zevcesi de onun yüzüne bakarsa Allah her ikisine de rahmet nazarıyla bakar. Keza erkek hanımının ellerini avucunun içine alınca o da zevcinin ellerini tutarsa parmaklarının arasından günahlar dökülür.”

Şöyle durup ardıma baktığımda ne varsa çözümsüz, Efendimizin cümleleriyle kolaylaşıvermiş. Ardına bakanlar ve yaşamı “Onunla kolaylaştıranlar bir kere daha anımsayacaktır Efendimizin güzel cümlelerini. Modern zamanlar sevdiklerimize dair unutmamamız gerekenleri cep telefonuna not ettiğimiz çağrılarla hatırlamamızı sağlıyor. Peki Efendimiz(s.a.v)’in doğum gününü bize ne hatırlatır. O’nun cümleleri bize neyi anlatır?

Tuğba Akbey İnan

Kaynak: cocukaile.net