Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

22 Aralık “Kış İnkilab Noktası”na, Mana-yı Harfi İle Bakmak…

Devredip giden, devrini tamamlayan zamanın akışı içindeyiz…

Bize verilmiş olan ömür müddetini geçirirken, kâinattaki sayısız devridaimlerden bazılarının bazı muayyen noktalarına, muntazam zaman aralıklarıyla tekrar geldiğimizi fark ediyoruz.

Okullarda Coğrafya derslerinde de öğretildiği gibi, üzerinde yaşadığımız, ortalama çapı 12740 km. olan yerküremiz 13,5 milyar seneden beri yolunu, yörüngesini ve hızını hiç şaşırmadan, 23 derece 27 dakika eğimini muhafaza ederek hem kendi etrafında ve hem de güneşin etrafında dönmeye devam ederken, kendi etrafındaki bir devrinde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinin; güneşin etrafındaki bir devrinde de İlkbahar, Yaz, Sonbahar ve Kış mevsimlerinin, ard arda ve çok muntazam bir şekilde tekrar geldiğini görüyoruz.

Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde iki inkilab noktası vardır: 22 Haziran ve 22 Aralık. Bu iki tarihte, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara “Yaz inkilab noktası” ve “Kış inkilab noktası” adları verilir. “Yaz inkilab noktası”nda en uzun gündüz ve en kısa gece, “Kış inkilab noktası”nda ise en uzun gece ve en kısa gündüz hali, her yıl büyük bir intizamla tekrar gelir. 22 Aralık, dünyanın güneş etrafındaki bir yıllık devrinde “Kış inkilab noktası” olarak mühim bir tarihtir.

İlkbahar ekinoksu” denilen 21 Martta ve “Sonbahar ekinoksu” denilen 23 Eylül’de; yani bir yıl içindeki sadece iki günde ise, gece ile gündüz müddetleri dünyanın her yerinde birbirine eşit olur. “Ekinoks”, Latince (gündüze) eşit gece manasındaki “equi nox” kelimelerinden meydana gelmiştir.

Dünya güneş etrafında dönerken, elips şeklindeki bir yörünge üzerinde ve güneşten ortalama 150 milyon km mesafede hareket etmektedir. Güneş etrafındaki bir devrini tamamlayıncaya kadar, kendi etrafında da 365 1/4 defa döner. Bu sayı, bir senedeki günleri verir.

Takriben 24 saat (aslında 23 saat 56 dakika 4 saniye) süren bu devri esnasında dünya küresinin sathındaki muhtelif yerler tedrîcen güneşe yaklaşmakta ve sonra uzaklaşmaktadır. Dünya sathındaki muhtelif yerler, böylece bazen aydınlık bazen de karanlık içinde kalmakta; şafakta ve fecirde olmak üzere günde iki defa da, karanlık ve aydınlık bölgeler arası hududu teşkil eden “aydınlanma dairesi” tarafından katedilmektedir.

Dünya, Batıdan Doğuya doğru dönmektedir. Bu dönüş istikameti, güneşin, ayın ve yıldızların ne taraftan görünüp tekrar ne taraftan görüş sahamızın dışına çıktığı meselesi ile alâkalı olduğu gibi, okyanus akıntılarının ve rüzgarların yönlerinin üzerinde de tesirler icra eder.

Güneşten ve dünyanın güneş etrafındaki yörünge hattından geçen düzleme “Ekliptik düzlem” denir. Dünyanın kendi etrafındaki muhayyel dönüş ekseni bu ekliptik düzleme ne paraleldir ne de diktir; bu ekliptik düzleme dik muhayyel bir hatla takriben 23 derece 27 dakikalık bir açı yapar. Dünyanın bu eğimi daima sabittir, bu sebeple senelik devr-i daiminin muhtelif mevkilerinde dünyanın bu ekseni, daha evvel bulunduğu her hangi bir mevkideki eksenine paralellik arz eder. Buna “eksenin paralelliği” denir.

Dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin eğiklik derecesi, bu eksenin paralelliği, dünyanın basık küreye benzeyen özel şekli, kendi ekseni etrafında devretmesi, yeryüzünde insan için çok önemli bazı hadiselerin sebebini teşkil ederler. Bunların en başta gelenlerinden bazıları, güneş enerjisinin yeryüzünde dağılma miktarının ve mevsimlerin değişmesidir.

Dünyanın, kendi ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki devri, zaman ölçüsü olarak gün ve senenin mahiyeti, menşei, gece ile gündüzün, şafağın, fecrin ve mevsimlerin meydana gelmeleri, güneşin, ayın ve yıldızların göründükleri ve kayboldukları istikametlerle ilgili olarak, okullarda takip edilen ders kitaplarında da bulunan bu fennî bilgilerden böylece özet olarak bahsettikten sonra, teferruatı o kitaplara havale edelim.

***

Fen ilimleri asrımızda çok fazla inkişaf etmiş, mevcut birçok ilim dalı, kendi içinde de birçok dallara bölünmüştür. Bunu Müslümanlar olarak büyük bir memnuniyet, şevk ve heyecanla karşılamamiz icabeder. Çünkü, fen ilimleri olarak şimdiye kadar elde edilmiş bilgiler ve dünyanın her tarafında yapılan ilmî araştırmalar neticesi bu bilgilere yapılan yeni ilaveler, aslında Allah’ın kâinattaki nizamının inceliklerini, mükemmeliyetini insanlara gösteren Vahdaniyet delilleridir; Allah’ın varlığının, birliğinin, kudret ve azametinin birer ispat vasıtasıdırlar. Bunları, ilimlerin başı ve en kıymetlisi olan Marifetullah’ın (Allah’ı isim ve sıfatları vasıtası ile bilmenin) vasıtaları olarak değerlendirebilmeliyiz.

İnsanlardaki gaflet, çeşitli şekillerde tezahür ediyor. Onun bir tezahür şekli de, kâinatta tekrarlanan tabiat hadiselerine ülfet, ünsiyet, alışkanlık nazarıyla ve lâkayt olarak bakmaktır.

İnsanlar, senelerin birbirini takibi, güneşin doğması ve batması, günün tam ortasında gölgelerin çekilmesi gibi değişikliklerin büyük bir intizamla meydana geldiğini ve tekrarlandığını eski devirlerden beri fark etmişler; fakat onların ekserisi, bu gibi değişiklikleri “tabiî ve olağan” (!) görerek, üzerinde gereği gibi durup düşünmemişlerdir.

Bu hadiselerin büyük bir nizam ve intizam içerisinde, muntazam fasılalarla tekerrür etmesi, “daha evvel de benzerini görmüştüm” tarzındaki bir alışkanlık nazarıyla ehemmiyet verilmemesinin ve üzerinde gereği şekilde düşünülmemesinin haklı bir sebebi olabilir mi?

İnsana ömrü boyunca kâinattaki bazı hadiselerin muntazam fasılalarla tekrarının gösterilmesi, o hadiselerin çok mânidar olması, üzerinde ehemmiyetle, ibretle ve hikmet nazarıyla bakılarak düşünülmesi için de olabilir. İnsan ise, ekseriya aksini yapar; tekrar eden hadiselere karşı lâkayt bir tavır alır!.

Bir öğretmen, talebelerine bir ders mevzuunu, muntazam fasılalarla birçok defa tekrar etse, o ders konusunun bu şekilde tekrarlanarak verilmesi, ehemmiyetine mi yoksa ehemmiyetsizliğine mi atfedilebilir? Talebe, o ders mevzuunun tekrarlarındaki sebeplerin neler olabileceğini hiç düşünmeyip “Bu benim daha evvel de dinlemiş olduğum bir ders..” diyerek, daha evvel dinlemiş olmasını o dersin tekrarlarına kulaklarını tıkamanın gerekçesi yapsa, neticede zarar görmesi çok muhtemel değil midir?

Bakmak; daima görmek, her şeyi her şeyiyle görebilmek olmadığı gibi, dinlemek de her işitileni tamamen anlayabilmek manâsına gelmez. Muhtelif hayvanların ve insanların birbirlerine nispeten görüş, duyuş gibi kabiliyetlerinde farklılıklar vardır. Bundan başka, aynı insanın hayatının muhtelif anlarında bu gibi kabiliyetleri vasıtası ile kazanabildiği alışkanlıkları da farklı olabilir.

Buna göre, daha evvel bakıp da görülmesinde bize faydalı cihetlerini yakalayamadığımız; fakat aslında nice ibretleri ihtiva eden varlıkları ve hadiseleri, bize yeniden şans ve imkan verilerek tekrar nazarlarımıza arz ediliyorsa, hakikatiyle görmeğe ve anlamağa çalışmalıyız.

Gündüzlerin gecelere, gecelerin gündüzlere değişmesi, mevsimlerin değişmeleri, güneşin ve ayın hareketleri, insanın ömrü boyunca en fazla tekrarlandığını gördüğü hadiseler olduğundan, onun en fazla ülfet ve alışkanlık nazarıyla baktığı hadiseler de olabilir. İnsan, aslında çok mühim olan bu gibi hadiselere bakarken, “gerçekten görebilmesi”ni engelleyen gaflet perdelerini sıyırıp atması icap eder.

Okullarımızda eğitim maalesef manâ-yı harfîden uzak ve manâ-yı ismî ağırlıklı olarak verilmektedir. Newton tarafından keşfedilmiş Gravitasyon Kanununu’ndan bahsedilirken, ekseriya yalnız Newton’a dikkatler çekilmeğe çalışılmaktadır. Halbuki, Newton var olan bir kanunu keşfetmiştir. Bu kanunu kim koymuştur ve bu kanunun kâinattaki hükmünü icra ettiren kimdir? Bunun üzerinde büyük ekseriyetle durulmamaktadır.

Halen üzerinde yaşadığımız dünya küresinin kütlesi, 597 yanına ondokuz sıfır konulmakla elde edilen sayı kadar “ton“dur. Güneşin kütlesi ise, dünyanınkinin takriben 332000 mislidir. Fezada bizim güneşimizden çok büyük yüz milyarlarca başka güneşler daha vardır. Bütün mevcut güneşleri temsilen bir tanesi bize hem hergün tekrar gösterilmekte, hem de Kur’an’daki ilahî hitapla, bunun gibi varlıklara ve hadiselere ibret nazarıyla bakıp düşünmeğe davet edilmekteyiz!

Her şeye kıymeti nispetinde bir makam vermek lâzımdır. Bu büyük kâinatı her şeyi ile birlikte yaratarak büyük bir nizam ve intizam içerisinde idare eden Allah’ın, okullarımızda ekseriya “Tabiat Kanunları” olarak bahsedilen “Âdetullah Kanunları”nın perdesi ardındaki kudret mucizelerini hakikat gözüyle görmeyerek; dağ gibi hakikatleri zerre kadar basit sebeplere dayandıranlar ve nazarlarını bu sebepleri hiç yoktan icad eden ve devam ettirenden çekerek, Allah’ın verdiği akıl nimetiyle ve Allah’ın izniyle bu sebepleri keşfedebilenlere tevcihe çalışanlar; Kadîr-i Mutlak’ın her şeydeki marifet yolunu bu tarzda kapayanlar, hem Allah’ın ve hem de bütün kâinatın hukukuna tecavüz etmiş oluyorlar.

Güneşin batıdan doğup doğudan batması, fevkalâdeden bir hadise olarak kıyamete çok yakın görülecektir. O zaman, artık tövbe kapısı da kapanmış olacak ve iman etmek için vakit geçmiş olacaktır. Halen dünyada yaşayan neslin ömrü, dünyanın bu son haline yetişemeyebilir. Fakat, o büyük kıyamete rastlamasa da, her insanın “küçük kıyameti” olan ölümü bir gün ona mutlaka rastlayacak ve onu bu dünya imtihanından terhis edecektir!.

Büyüğü de küçüğü de, o “kıyamet günü” gelmeden insan, sadece güneşin batıdan doğup doğudan batmasının değil, güneşin her gün doğudan doğup batıdan batmasının da Allah’ın kudretinin bir mucizesi olduğunu idrak edebilmeli; böyle bir idrâk ve kabul ile ömür imtihanının baki kalan müddetini “Allah’a kulluk imtihanının müddeti” olarak değerlendirebilmek için elinden gelen gayreti sarf etmelidir.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

“-ALLAH’IN SİZE LANETİNİ İSTER MİSİNİZ?”

Bu soru kime sorulursa sorulsun, hemen kesin bir ifadeyle “Hayır, asla..” gibi cevaplar alınır. O cevabı verenlerden bilhassa nisa taifesinden bazıları, acaba o sözleriyle umumî yerlerdeki giyimlerinin tezat halinde olduğunun farkında mıdırlar?
Osmanlı Devleti’nin son dersiâmlarından olan meşhur İskilip’li Muhammed Âtıf Efendi, o zamanki takvime göre 1339 tarihinde, İstanbul Matbaa-i Âmirane’de basılmış ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vakıf olmak isteyen erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır” ibaresi yazılı “Tesettür-ü Şer’î” adlı ve daha sonra günümüz Türkçesi’ne de İslâmî Tesettür” adıyla aktarılıp neşredilmiş olan mühim risalesinde, İslâm’a uygun şekilde örtünüp-giyinmelerinin nasıl olabileceğini Müslüman hanımların dikkatine sunmuştur.   
Ülkemizde ve bazı İslâm ülkelerindeki Müslüman hanımların bir kısmı umumi yerlerdeki kıyafetleriylevücutlarının elleriyle yüzleri haricindeki azalarının tenini örtmüş olsalar bile maalesef hattını örtmeyen giyimleriyle, o mühim risalede nakledilen,  Peygamberimiz’in (s.a.v.):
“Surette elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lanet etsin” hadisini belki de bilmediklerinden, Allah’ın kendilerine lanet etmesini isteyen bir hal sergilemektedirler!
Müslüman ülkelerin Türkiye gibi bazılarının bilhassa büyük şehirlerindeki “Umumî yerler”, günümüzde maalesef o kıyafetlerdeki Müslüman hanımlarla doludur. Onlara belki de bilmedikleri bu mevzuda gerekli ve yeterli dinî irşad, tebliğ ve ikaz vazifesi yapılmadığından, bunların sayıları her gün artmaktadır.
Bu halin ortaya çıkışının sebebi merak konusu olabilir; belki “Gizli Dünya Devleti”nin piyonu olan “kadın giyimi modasını belirleyiciler”, belki Bediüzzaman’ın “Lem’alar” adlı eserinde hanımların tesettürü ile ilgili “Yirmidördüncü Lem’a”nın “İkinci Nüktesi”nin ilk cümleleri arasında bahsettiği “…Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimâîyesine ve dolayısıyla dîn-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçâre nisâ tâifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin te’sirli bir sûrette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor” cümleleriyle mi ilgilidir, başka sebepleri de var mıdır ve o sebeplerin tümü bir araya gelmekle mi bu netice hâsıl olmaktadır?  
Fakat bu hal, Türkiye’nin ve bazı İslâm ülkelerinin bilhassa büyük şehirlerinin umumî yerlerinde görülen “manevî bir yangın”dır ve büyük manevî zararlara sebeb olmaktadır! Herhangi bir maddî bir yangının çıkış sebebi de merak edilmekle birlikte, bunun araştırılmasını yapmaktan önce, o yangını durdurarak vereceği zararının önlenmesine çalışıldığı gibi, bu manevî yangınlarda da ayni şekilde davranmak icap eder. Bu manevî yangınların durdurularak  vereceği zararın büyümesinin önlenmesi ise, bu işi yapabilecekler tarafından ve usulüne göre İslâmî irşad, tebliğ ve ikazın yapılmasıyla olabilir.
Bu mevzuda gereken dinî irşad, tebliğ ve ikazı yapmak vazife ve mükellefiyeti, Türkiye’de öncelikle ve bilhassa, Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatımızın ilgili personelinin üzerindedir. Buna rağmen, şimdiye kadar bu teşkilatımızın ilgili personelinin bu mevzuda gerekli ve yeterli görevi ifa ettiğine rastlamamak, bu yazının yazılarak neşredilmek için teklif edilmesi ihtiyacının doğuş sebebi olmuştur.
Bilindiği gibi, dinî irşad, tebliğ ve ikaz usulüne göre yapılmalıdır; muhataplarına sosyal paylaşım sitesindeki hesabından veya başka şekillerde hakaret etmek, dinî irşad değil; tam aksine muhatabının yanlışında ısrarına sebeb olmaktır. Böyle yanlışlar yapan bazı diyanet görevlilerinin açığa alınması veya görev yerlerinin değiştirilmesi, Diyanet Camiası’ndaki diğer irşad görevlilerinin ayni âkibete uğramamak için bu mevzudaki vazifelerini doğru şekilde de yapmayışlarının haklı bir gerekçesi olamaz.
Eğer dinî irşad ve tebliğin mevcut durumda (konjonktürde) nasıl yapılabileceği mevzuunda din görevlilerimizin bilgi noksanlıkları ve kararsızlıkları varsa, Diyanet İşleri Başkanlığımızın “Hizmetiçi Eğitim Programları”nda, İl ve ilçe Müftülüklerinde yapılan toplantılarda, tertipleyeceği seminerlerde, konferanslarda ve “Hizmete Özel” neşriyatında  bu mevzu ele alınabilir.
Diyanet camiasındaki “vaize” kadrosundaki hanım görevlilerin ve onlarla ayni cinsiyetteki diğer görevlilerin kendi hemcinslerine kolaylıkla yapabilecekleri bu dinî irşad, tebliğ ve ikaz görevini, eğer yakın akrabalığı veya sözünü dinleyebilecek bir komşusu vb değilse karşı cinsten bir Müslüman’a herhangi bir erkek Müslüman, onu doğrudan muhatap alarak yapamaz. Diyanetin bir erkek görevlisi ise, kendi cinsinden (erkek) dostlarına ve cami cemaatından olan erkeklere, belli bir şahsı hedef göstermeden umumî olarak  bu mevzuda doğru bilginin aktarımında bulunabilir.
Çünkü, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o hadisinde beddua ettiğ Surette elbiseli, hakikatte çıplak kadınlar”dan bazıları, o erkek din görevlilerinin vaazlarında ve özel sohbetlerinde doğrudan muhatap alabileceği cemaatindeki erkeklerden bazılarının kızı, gelini, torunu, yeğeni, nişanlısı veya hanımı, vd gibi, karşı cinsten muhatap alarak bu mevzuun önemine dikkat çekebilecekleri kişilerden olabilir ve o erkekler vasıtasıyla da, gereken irşad, tebliğ ve ikazda bulunmak mesuliyeti erkek din görevlisi tarafından yerine getirilmiş olabilir.
Diyanet camiasındaki ilgili erkek görevlilere bu mevzudaki mesuliyetlerini âyetlerden ve hadislerden kaynaklar göstererek burada hatırlatmak gerekmez; onları zaten bilirler, bilmiyorlarsa araştırıp öğrenebilirler. Sadece, onların bu mevzudaki dinî irşad, tebliğ ve ikazları halinde, bazıları tarafından kendilerine “özel hayata müdahale edildiği” şeklinde haksız bir suçlamanın yapılabileceği ihtimaliyle ilgili endişeleri varsa, ona cevap da olabilecek, sosyal paylaşım sitelerimde birkaç gün önce paylaşmış olduğum şu cümleleri burada nakletmek istiyorum:
“Peygamberimiz (s.a.v): ‘Surette elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara Allah lanet etsin’ buyurmuştur. Halen, umumî yerler bunlarla doludur.
‘Özel hayat’, kişinin kendine has yaşayışı, yaşama tarzı, yalnız kendisini ilgilendiren halleri ve davranışlarıdır. Bu deyimin manası budur.
Toplum içinde herkese açık olarak gösterilen hallere ve davranışlara yanlış olarak ‘özel hayat’ denilmek suretiyle, onlar savunulamaz.” 
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Kurban ve Gazoz

Bu yazı başlığını görünce yadırgayıp;
“- Kurban ile gazoz arasında ne alâka var?”  diyeceklerin çok olacağını biliyorum.
Ben de, onlarla aynı kanaatteyim:
“- Kurban ile gazoz arasında ne alâka var?”
Fakat; ben değil, bazı kişiler kurban ile gazoz arasında yanlış bir alâka kurmaya çalıştıkları için, burada bu konu üzerinde duruyorum.
Bu yıl (2017) Eylül ayının ilk günü başlayan bir Kurban Bayramı’nı daha yaşadık. Her Kurban Bayramı’nda gördüğümüz şeylerden biri de şu oldu: Kurban Bayramında, Müslümanlar tarafından gazozlar daha çok içilmektedir.
 
Sadece Kurban Bayramlarında değil; Ramazan ayları içinde, iftar sofralarında ve Ramazan Bayramlarında da öyle.
Bu dinî bayramlarımız yaklaşınca, ülkemizdeki marketlerin ve bakkalların gazozlarla daha fazla dolu hale geldiği dikkati çekmektedir.
“- Niçin?”  diye sorsanız;
“- Ramazan’da, iftarda ekseriya yenilen çeşitli ve ağır yemekleri hazmedebilmek için.”  derler.
Kurban Bayramı’nda da bu mevzuda Ramazan ayında söylenenlere benzer şekilde bir savunma yapmaya çalışarak ve hattâ içilen gazozun markasını da söyleyerek
“- Kurban eti, gazozla daha iyi gider (yenilir)..” diyenler olur.
Ayrıca, bayramlaşmak için gelenlere yapılan ikramlarda gazozlara da yer verilmesi ekseriya ihmal edilmemeye çalışılır (!).
Bir dinî bayram gününde, çalıştığım üniversitenin İlahiyat Fakültesi’nin öğretim üyelerinden birinin evine bayramlaşmak için gittiğimde, onun bile gelenlere gazozun da içecek olarak yer aldığı ikramda bulunduğunu görünce bu mevzuda bildiklerimle bir şeyler söylemeye çalıştığımda, o ikramı yapan ev sahibinin misafirleri önünde kendisini bu mevzuda tenkit etmemem için eliyle bana susmamı işaret ettiğini hatırlıyorum.
Allah’ın yasaklamadığı yiyecek ve içecekleri haram saymanın da,  Allah’ın yasakladıklarını helal saymak gibi yasak ve haram olduğunu ben de biliyorum. Fakat ayrıca dinî mevzularda bildiğini gerektiği hallerde söylemekten kaçınmanın ve gizleyerek söylememenin yasağını da biliyorum!
 
Modern hayatta, “Müslüman” olduğunu söyleyenler arasında, Allah’ın insanlar için koyduğu şeriatını çeşitli mevzularda kendi yaşayış tarzına uydurmaya (!) çalışanların misallerine çok rastlanmaktadır. Günlük hayattaki konuşmalardan, yazılı, sesli ve görüntülü medyadan, sosyal paylaşım sitelerinden buna dair çok sayıda misaller verilebilir.
Bu mevzuda verilebilecek misallerden bazıları da, yiyecekler ve içeceklerle ilgili olmaktadır.
Halbuki Allah’ın biz insanlar için koyduğu şeriatını kendi yaşayış tarzımıza uydurmaya çalışmak yerine, kendi yaşayış tarzımızı Allah’ın biz insanlar için koyduğu şeriatına uydurmaya çalışmalıyız!
         
Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü’ne göre “Kurban” kelimesinin manâsı, “Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için fedakârlık nişanesi ve şükran ifadesi olmak üzere Müslüman, âkil, bâliğ, hür, mukim ve kurban nisabına malik kişilerce kesilen özel hayvan.” 1 olarak verilmektedir.
Bu dinî manâsı için kesilmiş Kurban etini yerken, onun yanında “Kurban eti, gazozla daha iyi gider (yenilir)..”  diyerek (çok az istisnaları hariç) genel imal usulünde dışarıdan kastî şekilde sarhoşluk verici etil alkol ilavesiyle yapılmış olan gazozları içmenin, Allah’ın biz insanlar için koyduğu şeriatına uygun olduğundan emin miyiz ve kurban eti yerken onun yanında o gazozları da içmek, kurban ile Allah’a yaklaşabilmemiz ihtimalini acaba daha çok mu arttırıyor?
Gazozlar ile ilgili daha önce bu dergide “Helal Gıda Hatıraları” ana başlığı altında geniş şekilde açıkladıklarıma göre, o ihtimali arttırmaz aksine azaltır!
Çünkü ilgili Türk standardında ve gıda kodeksinde, bileşiminde bulunabilmesine müsaade edilmiş kimyasal madde cinsleri ve miktarları bildirilmiş olan gazozlar genel olarak (istisnası çok azdır), az da olsa, “dışarıdan” içine alkol (sarhoşluk verici özelliği sebebiyle bir damlasının bile vücuda alınması haram olan etil alkol) ilavesiyle yapılırlar.
Bu, gazozların sır olmayan (istisnası çok az olmakla beraber) genel üretim metodudur. Ancak İslâmî hassasiyeti olan bir gazoz üreticisi, dışarıdan kastî bir işlemle bileşimine dahil edilmiş ve bir damlasının bile vücuda alınması haram olan sarhoşluk verici etil alkolün ilavesiyle değil, onun yerine tat ve koku verici yağ cinsinden esansları suda çözünür hale getirebilen ve vücuda alınması haram bir madde olmayan “ propilen glikol” gibi bir gıda katkısını çözücü olarak kullanmak suretiyle helal gazoz imali yapabilir. Bu şekilde helal gazoz yapanlar da, gazoz şişelerindeki etiketlerine “Alkolsüz” kelimesini yazarak bunu belirtirler. 
                                                                         
“Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır.” hadisini naklettikten sonra bunun ardından;
 “- Gazoz içerek sarhoş olana hiç rastlanmamıştır.” demek suretiyle gazozları bir içecek olarak fıkıh bilimine göre aklamaya çalışanlar, ya gazozların yukarıda bahsedilen dışarıdan kastî bir işlemle bileşimlerine sarhoşluk verici etil alkolün ilavesiyle ilgili genel imal usulünü bilmemekte veya bunu bildikleri halde “sarhoşluk verici etil alkolün dışarıdan ilave edilmiş olduğu gazozların müptelâlıkları”ndan vazgeçmemek maksadıyla, Allah’ın insanlar için koyduğu şeriatı bu mevzuda kendilerine uydurmaya çalışmaktadırlar!
İlgili hadiste bahsedilen “çoğu” kelimesini sadece; “içilenin kendisinin çoğu” manâsında nazar-ı itibara alarak ona helallik fetvası vermeye çalışmak, bu iki sebepten biriyle ilgili olabilir.
Halbuki ilgili hadiste bahsedilen “çoğu” kelimesinin,  “imali esnasında kasdî bir işlemle içine dışarıdan ilave edilen sarhoş edici kimyasal maddenin çoğu” da olabileceği çok açıktır.
İmal edilirken sarhoş edici etil alkolün dışarıdan kasdî bir işlemle içine ilave edildiği gazozların müptelâlığı içinde, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında bulunmayan ve modern hayatta bazı Müslümanlar tarafından da çok tüketilen gazoz içecekleri ile ilgili olarak, “Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır.” hadisine lastikli yorumlar yapmak suretiyle o içeceklerin tüketimine bizzat devam ve başkalarına da tavsiye mi, yoksa en azından onu “şüpheli” olarak nitelemek suretiyle de olsa onu tüketmemek ve tüketimini tavsiye etmemek mi İslâm’ı yaşamakta ihtiyata, Allah’a kulluğa ve takvâya daha uygundur?
Çünkü, kesin değil de şüpheli bile olsa, “şüpheliden sakınmak” da bir hadiste tavsiye edilmektedir.
Daha önce bu dergide “Helal Gıda Hatıraları-5” ana başlığı altında da naklettiğim, şüpheliden sakınmayı tavsiye edenBuhâri, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Kudât, İbni Mâce, Darimî ve  Ahmed b.Hanbel’in sahih hadis kitaplarında alan  mühim ve meşhur bir hadis, mealen şöyledir:
 
Nu’man İbni Beşir radiyallahü anhümâ’dan; Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu işittim:
“Helal olan şeyler belli, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında halkın birçoğunun helal mi, haram mı olduğunu bilemediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan her kim sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur.
Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise, gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü, başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur; bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası,  kalptir.
                                                                      
“Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır.” hadisini bir içecekte bulunan maddelerden tamamen bağımsız şekilde “sadece o içeceğin kendisinin çoğunun sarhoş etmemesi olarak helalliği” mevzuunda nazar-ı itibara almak, bu mevzuda hiyel (hileler)2 kapılarını da açmaz mı?
Şöyle ki:
Hadiste bahsi geçen bir içeceğin “çoğu” kelimesinden,  herhangi bir çokluk miktarı değil; onun ancak “bir oturuşta art arda, bardak bardak üstüne, en fazla içilebilecek miktarı” kastedilmiş olabilir.
Buna göre, bir insan meselâ: 
“-Bir oturuşta en fazla bir litre içeceği içebiliyorum.” diyerek, bir litre miktarındaki içecekte bulunan alkol miktarı kendisini sarhoş edebilecek miktardan az olacak şekilde, her türlü alkollü içkiyi (şarap, rakı, votka, şampanya, cin, kımız, bira, çeşitli likörler..vd.) üzerine su katmak suretiyle bir litreye kadar sulandırsabu bir oturuşta art arda bardak bardak içebileceği en fazla miktara kadar “sulandırılmış alkollü içkiler”in az miktarlarını içmek, ona “helal” mi olacaktır?
Gerekli ve yeterli bilgiye de sahip olduğu halde ve kastî olarak bu hileyi “helal” saymak; uymakla mükellef olduğumuz Allah’ın şeriatına uymak yerine, o şeriat hükmünü (Hâşâ) “sulandırmak” gayreti değil de nedir? 
Hiçbir Müslüman bu mevzuda kendi kendisini aldatmaya çalışmamalıdır!
Bunun için “Kurban”daki “Allah’a yakınlaşmak” manâsını da, Kurban etini yerken beraberinde içtiği, ve imali esnasında dışarıdan ilave edilmiş sarhoşluk verici etil alkolü az da olsa ihtiva eden gazozlarla “sulandırmamalıdır”.
Öyle bir zamanda ve ülkede yaşıyoruz ki, Müslümanlar arasında bile yalnız Ramazan iftarlarında, Ramazan Bayramları’ndaki ve Kurban Bayramları’ndaki bayram  ziyaretlerinde ve kurban eti yerken değil; her yemekte:
“- Ben (falan marka) gazoz olmadan yemek yiyemem.”  diyenlere de maalesef çok rastlanmaktadır.
Bu kişiler, acaba “daha iyi hazmetmek” endişesi için mi kendilerini böyle yemek yemeye şartlandırmışlardır?
 
Onların kendilerini böyle bir yanlış “şartlandırmaları” varsa, buna karşı ben de bir “helal çözüm” verebilirim:
Kitap piyasasında en çok satılanlar, yemek kitaplarıymış; ev kadınları bu kitapları alarak ev işleri arasında en çok sevdikleri ev işi olan yemek yapmakla ilgili olarak, çeşitli yemeklerin tariflerini öğrenirler ve yaparlarmış.
Madem öyledir; onlara hep çeşitli çorbaların, ana yemeklerin, pastaların, kurabiyelerin, tatlıların, keklerin, vd. tariflerinden başka; ben de değil sadece ev hanımlarının, onların küçük çocuklarının bile çok kolaylıkla yapabilecekleri “helal ev gazozu” tarifi verebilirim. O tarifim şöyledir:
Bir su bardağı içinde biraz şekerli su yapın, onun içinde, marketlerde ve bakkallarda  ekserıya 90g.lık küçük poşetlerde yaklaşık 2 TL gibi bir fiyatla “Karbonat” adıyla satılan, kimyadaki asıl ismi “Sodyum bikarbonat” olan (E500 kodlu gıda katkısı) beyaz toz halindeki maddeden biraz eritin.
Aynı büyüklükteki diğer bir su bardağının içine de limon, portakal, mandalina, vişne, kivi, vb. gibi asitli olmaları sebebiyle ekşi tattaki meyvelerden birinin suyundan biraz koyun. Daha sonra da  içinde “karbonat” ve şekeri suda  çözmüş olduğunuz su bardağındaki sıvı hacmi kadar boşluk bırakarak, üzerine soğuk su koyun.
Şeker ve “karbonat”ın sudaki çözeltisinin  bulunduğu birinci su bardağının içindekini, ikinci su bardağına boşaltın.
Bu şekilde, kapağı yeni açılmış gibi köpüklü bir meyveli gazozu, siz de evinizde yapmış olursunuz.
Helal ve küçük çocukların bile kolayca yapabileceği ve yapması da içmesi de çok hoşlarına gidebileceği bu içecekte, alkolde çözülerek gazoz ana çözeltisine dışarıdan ilave edilmiş “meyve aroması” (esansı) değil, tabiî ve helal meyve suyu kullanılmış olmaktadır.
 
Evde, “kolalı gazoz” benzeri helal bir içecek yapmak istenirse, bu defa da asitli meyvelerden birinin suyuna meyan kökü şurubu da ilave ile o bardağa doldurulabilir.
Anlaması için gerekli en az kimya bilgisi olmayanlara bu gazoz imal şeklinin kimyasal izahı lâzım değildir; fakat meraklısı için, kısaca o kimyasal izah da şöyle yapılabilir:
Bakkallarda ve marketlerde “Karbonat” adı altında satılan ve kimyadaki ismi “sodyum bikarbonat olan madde, diğer bikarbonat bileşikleri gibi, sıcakta veya bir asitle muamele edildiğinde karbon dioksit çıkışıyla bozunur. 
Limon, portakal, mandalina, vişne, kivi, vb. gibi ekşi meyvelerde ekşiliğin sebebi meyve asitleridir; bu asitler de,  bakkallarda ve marketlerde “Karbonat” adı altında satılan ve E500 kod adlı bir gıda katkısı olan “Sodyum bikarbonat”la karbon dioksit gazı çıkışıyla meydana gelen bir kimyasal reaksiyon verir; iki ayrı bardaktaki sıvının karışımıyla husule gelen karbon dioksit gazı çıkışıyla köpüğün sebebi budur.
Ticarî gazozların kapağı açılınca çıkan köpükler de, basınçlı olarak şişelere veya alüminyum kutulara doldurulurken suda basınçla çözünmüş karbondioksit gazının,  üzerindeki atmosfer basıncından daha fazla olan o basınç kalkınca, suda çözünmüş halinden çıkıp gaz haline geçerken hasıl ettikleri köpüklerdir.
Hem ticarî gazozların kapağının açılmasıyla meydana gelen köpüklere ve hem de  burada tarifi yapılan ev gazozlarının köpüklerine, gazoz çözeltisinden çıkan karbon dioksit gazı sebep olur.
Bu açıklamalardan ve verilen ev gazozu tarifinden sonra belki
“-Burada tarifini yaptığım ev gazozlarında (falan markalı) gazozun lezzeti yok.” 
diyebileceklere;
“-Sizce, damak lezzetinden daha önemli bir şey yok mu?”
sorusu yöneltilebilir.
Yemekte ve sair zaman içilen gazozların, imali esnasında içinde az da olsa dışarıdan kastî şekilde ilave edilmiş ve sarhoşluk verici olduğundan bir damlası bile haram etil alkollü ve markalı, şişeli veya kutulu; fakat daha da lezzetli mi olması lâzım?
Allah’ın rızası, o markalı, içinde özel olarak seçilmiş çeşitli tat ve koku verici esanslar bulunduğundan belki daha lezzetli; fakat en azından “şüpheli” gazozları içmekle mi kazanılır; yoksa, haramdan veya en azından da olsa, şüpheliden kaçmakla mı?
Prof. Dr. Mustafa Nutku
———————————————————————————
1”Fıkıh ve Hukuk Terimleri”, Prof.Dr.Mehmet ERDOĞAN, Ensar Neşriyat
 
2İstilahta: Amel ve tasarrufları şeklen ve zahiren fıkha uygun düşürmek, yasak olan şeyleri görünüşte meşru olarak yapabilmek için bulunan yollar, çareler, çıkış yolları. A.g.e.

“Yol!”

Devletlerin en önemli meselelerinden biri de hudutları içinde yol şebekesini kurabilmektir.
Yol yapımı büyük masraf, emek ve zamana mal olmaktadır. Yapılmış yolların bakımının ve trafik intizamının temininin de ayrı meseleler olarak halledilmeleri icab etmektedir.
İnsanlar köy yolu, şehir yolu, ekspres yol, vb. mevzularda düşünür, konuşur, okur, dinler ve yazarlar. Fakat kendi vücutlarında kendi iradeleri ve müdahaleleri olmadan inşa edilmiş yüzbin kilometrelik yol şebekesinde gece-gündüz gayet muntazam olarak milyarlarca hücrelerine besin maddelerinin getirildiği ve artık maddelerinin götürüldüğü trafik akışını pek az insan düşünebilir ve bu şuurla, vücudlarını Yaratan’a ve Çalıştıran’a karşı vazifelerini yapmak mesuliyetini duyarlar.
Halbuki insanın hali bir yolcuya benzer. Yolculuğunun bu dünyadaki son menzili kabirdir. Kabirde bir müddet kalacak, sonra haşre gidecektir. Haşirden sonra gideceği yer ise, ebed memleketidir. Böylesine uzun bir seferin başlangıç yeri olan dünyada insan, ebed yolculuğunun tedbirlerini almalı ve levazımatını tedarike çalışmalıdır. Aksi halde, tedbirsiz, hazırlıksız, levazımatsız, nursuz giden insanın  bu gidişinin son menzili neresi olabilir?
En kısa bir seyahatimizde bile, gideceğimiz yeri düşünüp en münasip bir yol seçeriz; yola gireriz, yol alırız, yol veririz, yol isteriz. Davetli ve emirle çağrılmış, “sefer-görev emri” hâmili olduğumuz ebedî âleme başlamış bu yolculuğumuzda hedefimizi düşünmeyecek miyiz? Yola girmeyecek miyiz? Yol almayacak mıyız? Yol vermeyecek miyiz? Yol istemeyecek miyiz? 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Evlilik ve Ailevi Sarsıntılar Hakkında Bazı Notlar..

Evlilik ve ailevî sarsıntılar hakkında yıllardır çok kişi çok şeyler söylemiştir, çeşitli vasıtalarla neşretmiştir ve bu durum devam etmektedir. Ben de bu mevzuda altı yıl önce özetle ve maddeler halinde şunları neşretmiştim:
–İmam-ı Gazalî’nin,  “-Evlenmek mi hayırlıdır, bekar kalmak mı?” sorusuna verdiği: “-Hangisinde İslâmî hayatı daha iyi yaşıyabilecekse, o hayırlıdır.” cevabı, bir Müslümanın evlilik ve eş seçimi kararı için çok önemli bir ölçüdür.
2 – Bilhassa bu manâda; “İyi bir evlilik, bekar kalmaktan iyidir; bekar kalmak ise, kötü bir evlilikten iyidir.”
3 – “Aile” ve “aile içi eğitim” konularında eserler ve konferanslar vermiş, çok sayıda radyo ve TV programlarında yer almış merhum hadis profesörü Prof.Dr.İbrahim Canan; “Kadın-erkek eşitliği ve feminizm, Batı’da ailenin çöküş sebebidir.” demekteydi. “Batılılaşma” hevesi ile, Batı ailesinin çöküş sebebini, bu sebebin kötü neticeleri de ortaya çıkmasına rağmen almak hatadır. Medyada kadın-erkek eşitliğini yanlış manâlarda kullanmakta ısrar ile savunmayı kendilerine dava edinenler vardır. Hakikatte ise, kadın-erkek eşitliği ancak kanunlar önünde vardır; onun dışında kadın-erkek eşitliği fıtrata (yaradılışa) aykırıdır.
4 – Aile yapımızdaki sarsıntılar ve parçalanmalar, üzerinde önemle durulması gereken bir konu teşkil etmektedir ve bu konuya çeşitli açılardan yaklaşımlarda bulunanlar olmaktadır. İslâmî esaslardan uzaklaşılan bir devlet yapısına geçilirken, 85 sene (şimdi 91 sene) önce, İsviçre Medenî Kanunu “Şimdilik” diyerek alınıp uygulamaya konulmuş; fakat o zamandan beri bir Türk Medenî Kanunu yapılamamış; aksine, ona yeni ve daha da zararlı hale getiren bazı yamalar da yapılarak, İsviçre Medenî Kanunu muhafaza edilmiştir.
5 – “Kitap” ve “Sünnet”te (Kur’an ve Hadis’te) ailenin sağlam olmasının gerekleri de vardır.Bunlara muhalefet edilince, ailevî sarsıntılarda ve parçalanmalarda sebepleri başka yerde aramaya lüzum yoktur. Medenî Kanun’dan önce yürürlükte bulunan ve 85 sene (şimdi 91 sene)  önce İsviçre Medenî Kanunu kabul edilince yürürlükten kaldırılan Osmanlı Aile Nizamnamesi, “Kitap” ve “Sünnet”e uygun olarak hazırlanmıştı.
6 –Bugün, evli bir kadının kocasına karşı vazifeleri unutturulmaya, tahrif edilip “modern, feminist yorumlar” yapılmaya çalışılmaktadır. Bu hale maalesef bazı dinî yayınevlerinin neşrettiği kitaplarda da rastlanmaktadır. Bazı Müslüman erkeklerini günümüzde evlenmekte çekingenliğe sevk eden sebeplerden biri de bu olmaktadır.
7 – Bediüzzaman’ın 80 yıl (şimdi 86 yıl) kadar önce “Lem’alar” adlı eserinde “Yirmidördüncü Lem’a İkinci Nükte”de ve “Hanımlar Risalesi” adlı küçük boy risalede hanımlara iki sayfa içinde üç defa ısrarla “daire-i İslamiye içindeki terbiye-i İslâmiye”nin öneminden bahsedip ona vurgu yapmasının sebebi: O risalenin yazıldığı sırada ve o günlerden beri gittikçe gelişen radyo, TV gibi iletişim imkanlarını alabildiğine kötü kullanarak, hanımları “daire-i İslâmiye” içindeki “terbiye-i İslâmiye”den uzaklaştırabilmek için çok yoğun gayretlerin olmasıdır.
8 – Bediüzzaman, ayni eserinde, kadınların perde arkasındaki gizli şer güçler tarafından bu şekilde hedef alınmasıyla sanki onların manevî bir ateş hattında ebedî hayatlarının kaybolması tehlikesi içinde oluşlarını kısaca tasvir eder gibi, onlar için “bîçare nisa taifesi” sıfatını kullandıktan sonra, muhtemelen içinde bulundukları büyük manevî tehlikeden habersiz ve bu tehlikeye karşı tedbirsiz ve savunmasız olanları kastederek, “onların gafil kısmı” olarak vasıflandırmasıyla diğer kadınlardan ayırt etmektedir. Onun da dikkat çektiği gibi, en az 85 (şimdi 91) yıldır, kadını İslâm ahlâkı yönünden bozmaya çalışarak sağlam aile yapımız bozulmaya çalışılmıştır ve buna büyük bir kör inatla devam edilmektedir.
9-Aile yapımızdaki sarsıntılar ve bozulmalarla ilgili bu teşhisi koyduktan sonra çözüm ve tedavi yoluna gidilirse, başarılı neticelere ulaşılabilir. Aksi halde, bu teşhisi koymadan gösterilecek çeşitli gayretler fıtrata (yaradılışa) aykırılıkları sebebiyle neticesiz kalmaya mahkum olabilir..
Prof. Dr. Mustafa NUTKU