Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

14 Mart Tıp Bayramı

14 Mart 1827’de, II. Mahmut döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet’in önerisiyle ilk cerrahhanenin, Şehzadebaşı’daki Tulumbacıbaşı Konağı’nda “Tıphane-i Âmire ve Cerrahhane-i Âmire” adıyla kurulması, Türkiye’de modern tıp eğitiminin başladığı gün olduğundan, 14 Mart “Tıp Bayramı” sayılmıştır.
Bediüzzaman, meslekler arasında en çok öğretmenlere, daha sonra da tıp doktorlarına ehemmiyet verdiğini söylemiştir; çünkü bunlar insanın eğitimi ve insan için en kıymetli nimet olan hayatına hizmet ile alâkalı mesleklerdir.
İnsanlar laik eğitim sisteminde kendilerine ekseriya açıkça bahsedilmediği için, o eğitimlerinde tabiat nizamının sebebler perdesinde takılmadan o perdenin ötesine de geçerek, “müsebbibü’l-esbâbı” (sebebleri yapan ve çalıştıran Allah’ı) eserleriyle tanımayı başarabilmeli; bunu bizzat yapamıyorsa, ona bu mevzuda destekte ve yardımda bulunabilecek öğretmenlerden, diğer insanlardan ve kaynak eserlerden istifadeyi asla ihmal etmemelidirler.
“İnsan hayatına hizmet” denilince de, Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde çok defa dikkat çekildiği gibi, “Asıl hayatın ebedî âhiret hayatı olduğu” gerçeğine uygun olarak; insanların sadece bu fanî, geçici, ardında her insan için mutlak bir ölümün olduğu dünya hayatlarına değil; onu takib edecek ve ölümsüz olan âhiret hayatlarına da hizmet anlaşılmalıdır. Bediüzzaman, kendisinin doktor talebelerinden Dr.Ali Kemal Durakoğlu’na yazdığı ve Risale-i Nur Külliyâtından Barla Lâhikası’nda yer alan meşhur mektubunda buna dikkati çekmektedir.
Ceddimle övünerek ondan kendime pay çıkarmak için değil; fakat, 14 Mart Tıp Bayramı’yla ilgili bir yazıda bahsedilmesinde fayda olabileceği için, Bediüzzaman’ın doktor talebelerinden olan babam Dr.Sadullah Nutku ile ilgili olarak 16,5×23,5 cm ebadında 504 sayfalık biyografi-hâtıralar-yorumlar kitabımı elhamdülillah tamamlayıp şahsî yayınım olarak Aralık 2017’de yayınlamayı Allah (c.c.) bana nasip etti. Facebook sayfamla ve e-posta listemdekilere kendim de duyurarak, 8 Mart 2018 Perşembe günü saat 18.00’de Cağaloğlu Kâzım İsmail Gürkan Caddesi No.6’daki “Bâb-ı Âli Sohbetleri” toplantısında o kitabımın tanıtımını yaptım. O kitabımın başlangıç kısmında şunları yazmıştım.
İSLÂM İMANINA SAHİP BİR DOKTOR OLMAK
Bediüzzaman’ın doktor talebesi Dr.Sadullah Nutku, sadece dahiliye mütehassısı bir doktor değil; ayni zamanda iyi bir Müslümandı. Onun bu vasfı üzerinde düşünürken, içinde bulunduğumuz iletişim çağında şahsen bu mevzuda da iyi bir iletişim yapabilmek maksadıyla, Bediüzzaman’ın ilk doktor talebelerinden Ali Kemal Durakoğlu’na yazdığı ve Barla Lâhikasında bulunan mektubundaki bazı cümlelerle, aşağıdaki mesajımı e-posta grubumdakilere göndermiştim.
“Birçok gencin kendileri ile ilgili ve birçoklarının ebeveynlerinin de çocuklarıyla ilgili istek ve ideallerinde doktorluk mesleği vardır. Çok küçük yaşlardan itibaren bu ideali gerçekleştirmek için çalışılır. Yapılan anketlere göre bu idealin temelinde, doktorluk mesleğinin cemiyet içinde en itibarlı meslek oluşunun ve yüksek maddî gelir imkânının rolü olabilirse de, bu mesleğin kazanılması hem zordur ve hem de doğrudan insan hayatıyla ilgili olması sebebiyle mesuliyeti de büyüktür.
           
Aslında sadece doktor (tabib) olmak -birçok insanın düşüncesinin aksine- çok önemli değildir; ‘Mü’min bir doktor olmak’ çok önemlidir. Çünkü bütün varlık âlemi içinde en kıymetli olan hayattır. Bütün varlıkların içinde en kıymetlisi de, insandır. Doktorluk (hekimlik, tabiblik, tıp mesleği), insanların hayatlarıyla doğrudan ilgili, onların hastalıklarını önlemek, iyileştirmek veya hafifletmek maksadıyla kullanılan ilim, sanat ve teknik çalışmalarını ifade ettiği için, bu meslekle insanların hem dünya hayatlarına ve hem de -bununla birlikte yapılabilirse- âhiret hayatlarına hizmet etmek, çok önemlidir.
           
Çünkü insanların hayatları onların sadece bu dünyadaki geçici fanî hayatlarından ibaret değildir. İnsanların hayatlarına hizmetlerin en kıymetlisi de, bu dünyadaki fanî hayatlarının erken veya geç, mukadder ve kaçınılamaz olarak sona ermesiyle başlayacak ebedî hayatları için çalışmaktır. İnsanların bu dünyadaki fanî hayatlarının bütün kıymeti ve ehemmiyeti, dünyadaki ölümlerinin sonrasında başlayacak ebedî hayatlarına çekirdek, başlangıç ve kaynak olması bakımındandır. Bir Hadis-i Şerifte ‘Dünya âhiretin tarlasıdır’; bir atasözümüzde de ‘Ne ekersen, onu biçersin’ denilmektedir. İnsanların, ebedî hayatlarını zehirleyecek ve bozacak şekilde sadece dünya hayatlarını düşünmeleri, ‘anî bir şimşeği ebedî bir güneşe tercih etmeleri’ gibi bir deliliktir!
             
Doktorların insan hayatına hizmetleri, onların sadece dünyadaki hayatlarına hizmetten ibaret olmamalıdır. Şuarâ Sûresi 26:80. âyetinin, Hz.İbrahim’in (A.S.) dilinden naklen bildirilen bir hakikat olarak ‘Hastalandığım vakit de bana O şifa verir’ mealinde dikkat çekildiği gibi, hastalığı da onun şifasını da veren Allah’tır; doktorlar, hastalığı veren Allah’ın o hastada Şâfî (şifa veren) ismini tecelli ettirerek şifayı vermesine ancak vasıta olurlar. Hastalığının şifa bulması için doktora müracaat etmek, ‘Allah’ın Şâfî isminin kendisinde tecelli etmesi için fiilî duada bulunmak’ manâsında olmalıdır. Ve bu fiilî duanın, sözlü duayla birlikte yapılması, hastalar ve onların yakınları tarafından ihmal edilmemelidir. Bunun aksine, doktorların kendilerini veya hastaların ve hasta yakınlarının doktorları ‘şifa verici’ olarak görmelerinde, en büyük günah olan ‘şirk’ (Allah ‘a ortak koşmak) kokusu bulunur. Maalesef bu mühim gerçeğe cehaletle veya inançsızlıkla aykırı davranarak bazı doktorlar kendilerini, bazı hastalar ve hasta yakınları da doktorları ‘hakikî şifa verici’ (!) olarak görmek gaflet ve dalaleti içine girerler.
Doktorlar, Allah’ın en mükemmel olarak yarattığı varlık olan insanın anatomisini, fizyolojisini diğer meslektekilere göre çok daha iyi öğrenmeleri sebebiyle Allah’a imanlarının diğer meslekteki insanlara nisbeten çok daha fazla olması gerekirken, bunun tam aksinin örneğini veren bazı doktorların da oluşu, asıl hakikat karşısında herkesten çok, bu neviden maddiyatçı ve gafil doktorların hasta olduklarını gösterir. Böyleleri, Kur’an’ın kudsî eczanesinden İslâm imanına ait ilaçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını ve hem de insanların maddî hastalıklarının yanında onların manevî hastalıklarını da tedavi edebilirler.
İnsanların asıl ihtiyacı olan doktorlar, böyle mü’min doktorlardır. Kendisi doktor olmak isteyenler doktorluk mesleğinde kendilerine böyle bir hedef seçmeliler; çocuklarının doktor olmasını isteyenler de, çocuklarını doktorlukla ilgili böyle bir hedefe göre yetiştirmelidirler.”
O kitabımda Dr.Sadullah Nutku’nun doktorluğu ve beşerî münasebetlerinden çok geniş bir şekilde bahsederken, üzerinde durduğum sağlıkla ilgili olumsuz manâdaki istismarların çok sayıdaki misalleri maalesef çok üzücüdür; fakat bunlar, hem günlük hayatlarda ve hem de medyada yaşanmaktadır.
5 Mart 2018 tarihli bir İstanbul gazetesinin manşet yazısı şöyleydi:
 ÖLÜYE İLAÇ- SGK, sağlıkta devleti 24 milyon lira dolandıranları tesbit etti: Ölüye bile tedavi faturası çıkarmışlar”.
Ayni gazetenin manşetinden sonraki haber metninin, gazetenin birinci sayfasındaki diğer cümlelerinde ise şöyle deniliyordu:
 
RİSK ANALİZİNDE: Hastane, eczane ve medikal firmaların 24,2 milyon lirayı bulan vurgunu, SGK’nın risk analiziyle çapraz kontrollerde ortaya çıktı. 3 bin 415 sigortalının ölümünden sonra 1,2 milyon liralık tedavi-reçete faturası gönderildiği, doğum iznindeki hekimler bin 615 kişiyi tedavi etmiş gibi 6 milyon liralık fatura çıktığı belirlendi.
VE ÖLÜ HEKİMLER: Vurgunda diğer kalemler. *Vefat eden hekimlerin 45 hastayı tedavi ettiğine dair fatura ile 24 bin 739 reçete ve işlem bildirildi. Bedeli: 4,1 milyon lira. *Hastanelerde başta kemoterapi ilaçları, çeşitli tedavilerle ilgili haksız faturalandırmanın bedeli: 11,2 milyon lira.*Haksız malul aylığının faturası da 1,5 milyon lira.”
O gazetenin birinci sayfasında manşet altındaki bu yazılar, 4. sayfasında da “DOLANDIRICI HASTANELER RİSK ANALİZİNE YAKALANDI ‘Ölü hekim tedavi etti’ başlıklarıyla çift sütun halinde devam etmekteydi.  
Burada sadece bir tanesindan bahsedilen bu haber, başka gazetelerde de mühim bir haber olarak verilmiştir.
“-Bu haberde bahsedilen konuda köklü çözüm nedir?” sorusunun cevabı ise, çok kısa olarak şöyledir:
“-Bunun köklü çözümü, çok iyi bir ahlâkî eğitimdir; İslâm ahlâkıdır.”
Ancak, o kitabımda da bahsettiğim gibi, sağlık sektörümüzde iyi örnekler de çoktur.
Çünkü bu dünya bazı dükkan tabelası yazılarındaki gibi “(falan veya filan) dünyası” değil; insanların Allah tarafından verilmiş akılları ve cüzî iradeleriyle, yaşadıkları süre boyunca içinde bulundukları bir “imtihan dünyası”dır. Risale-i Nur Külliyâtı’ndan Asâ-yı Mûsâ adlı eserde, Birinci Kısım/Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası’nda denildiği gibi:
“…bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziyâ-zulmet, harâret-burûdet, güzellik-çirkinlik, hidâyet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa, hayır bilinmez; elem olmazsa,  lezzet anlaşılmaz; zulmetsiz, ziyâ, ehemmiyeti olmaz; soğukla, harâretin dereceleri tahakkuk eder; çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikati bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur; Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyâsen, her şey bir cihette zıddıyla bilinebilir ve bir tek hakikat, sünbül verip çok hakikatler olur.”
Her hafta, çeşitli kuruluşlardan bana birkaç tane toplantı davetiyesi gelmektedir ve bu toplantılara nadiren katılmaktayım. 9 Mart 2018’de, irtibatlı olduğum ÜNDER (Üniversite öğretim Üyeleri Derneği) bana e-posta ile, 10 Mart Cumartesi günü (ertesi gün) İstanbul, Fatih’te, Ali Emirî Kültür Merkezi’nde, 11 kuruluşun desteğiyle, saat 9.00-18.00 arasında “Sağlıkta Ahlâk Sempozyumu- Sağlığın İlacı Ahlâk” adlı bir sempozyuma davetini gönderince, buna tümüyle katılmaya karar verdim ve katıldım. Bu sempozyumun programından, oturum başkanlarından, konuşmacılarından, onların konuşma konularından burada bahsetmeye imkân olamasa da, o sempozyumun sadece isminden bahsetmiş oluşum bile mahiyetini tahmine kâfi gelebilir.
 
Ülkemizde 150.000 tane kadar doktor, daha çok sayıda diğer sağlık personeli, üniversitelerimizin tıp fakültelerinde ve diğer sağlık meslekleri eğitim kurumlarında çok sayıda öğrenciler bulunmaktadır. Tüm sağlık sektörü çalışanlarımızdan bu sektörde yüksek ahlâkı yaşayarak ve başkalarına da bu konuda örnek olmaları sonucunda, insanlarımızın hem fanî dünya hayatlarına ve hem de asıl ve ebedî olan âhiret hayatlarına hizmet edenlerinin çok artmasıyla, daha mühim tıp bayramları yaşamamız dua ve temennilerimle 14 Mart 2018 Tıp Bayramını kutlarım. 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Hitabet ve Kitabet

“Hitabet” kelimesiyle kısaca ifade edilen “söz söylemek sanatı” gibi, “yazmak sanatı” için de kısaca “kitabet” kelimesi kullanılarak, bu iki kelimeyle alâkalı manâların, benzerlik ve farklılık cihetlerinden mukayeseleri yapılabilir.
Bu mukayeseyi yapmak, fikrî sahada mühim bir ihtiyaç haline gelmiş görünüyor. Zira, hitabet ve kitabeti birbirlerinden çok ayrı şeylermiş gibi mütâlaa ve kabul etmek ve bunların “olgunlaşmış fikir” temelindeki büyük iştirakini dikkat nazarlarından uzak tutmak, bir hata şeklinde tezahür ve tekerrür ediyor.
Bu hatanın en büyük zararına da, basın yoluyla hizmete kifayetli şahısları teşvik etmek isterken rastlanıyor. Cemiyetin en fazla muhtaç olduğu mevzularda yazılı neşriyatla cemiyete birşeyler verebilecek fikrî tekamül seviyesine gelebilmiş bazı münevverler, ekseriya bu telakkî hatasının kurbanı olarak, bütün şartları haiz olduğu halde meyve vermeyen bir ağaç gibi, mukteza-yı hale muhalefet ediyorlar.
“Olgunlaşmış fikir” temeline istinad eden hitabet ve kitabetten birine sahip olan, diğerine de istese sahip olabilir. Aralarındaki fark, fikrî malzemenin başkalarına arz edilişindeki maharette, teknikte ve şekilde husule gelir.
Bir fabrika, insanların ihtiyaç mallarının imalâtı yanında bu malların ihtiyaç ve talep sahiplerine ulaştırılmasını da usulü ile yapabilmelidir. 
Üretim tekniği kadar, “satış ve pazarlama” da, icaplarına riayet edilmesi lüzumlu olan bir meslek, maharet ve ihtisas işidir. 
İnsanların çeşitli ihtiyaç maddeleriyle alâkalı fabrikalar gibi, istihsal ve imalât kapasitesine sahip nice “fikir fabrikaları” da vardır ki, “satış ve pazarlama” tekniğini ve “arz” kaidelerini ihmal ederek tatbikini yapmamaktadırlar.
Bu mevzuda, meşhur Psikolog Prof.William James’in şu sözleri dikkati çekmektedir:
“Biz yarı uyanık sayılabiliriz. Çünkü, fikrî ve fizikî kaynaklarımızın ancak az bir kısmını kullanmaktayız. Bu yüzden her fert pek mahdut bir hayat yaşamaktadır. Zira kullanamadığımız birçok kuvvetlere sahip bulunuyoruz.”
Risale-i Nur Külliyâtından SÖZLER adlı eserde ifade edildiği gibi:
“İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekemmül etmek için gönderilmiştir.” Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan, faydalı ilmi talep etmesi lazımdır. Bununla beraber, sadece kendi ihtiyacı için çalışan bir fabrika durumundan terakki ile mümkün mertebe geniş insan kitlelerinin en fazla ihtiyaçlarını hissettikleri malumatı da onlara kolaylıkla temin ederek faydalanılabilecek tarzda arzetmek için, “fikrî mamüllerini arz” maharetini, tekniğini ve sanatını da öğrenerek tatbik edebilmenin büyük ehemmiyeti olmaktadır.
İşte hitabet ve kitabet, fikrî mamullerin ihtiyaç ve talep sahibi geniş insan kitlelerine “arz”, “satış ve “pazarlama” ile ulaştırılmasında iki mühim yoldur.
Hitabet ve kitabetin kazanılması, diğer bütün maharetler, teknikler ve sanatlar gibi mümâreseye* dayanır. Doğuştan bedenî ve zihnî gerilikleri bunları kazanmaya kesinlikle mani olmayan insanlar, mümarese ile hitabeti de kitabeti de elde edebilirler.
Hitabet ve kitabet vasıflarını sadece doğuştan sahip olunabilen kabiliyetler gibi görmek, bu mevzudaki rahmeti celp edebilecek zahmetlere katlanarak sabırla ve sebatla çalışmakla bu maharetleri kazanmaya meyl-ür-rahatla mani olan nefsin ileri sürdüğü zayıf bir bahanedir. Böyle bir bahaneciliğin arkasında pasif kalmak yerine, “esbabına tevessül” ile hitabet ve kitabetin tekniklerinin elde etmeye çalışılarak, cemiyetin manevî ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılması lazımdır.
Sırası gelmişken, hitabet ve kitabetin temeli “olgunlaşmış fikir” olmasına rağmen, “hitabeti kuvvetli olduğu halde kitabeti zayıf” veya “kitabeti kuvvetli olduğu halde hitabeti zayıf”  olanların durumlarının da burada kısaca tahlili yapılabilir.
“Hitabeti çok iyi fakat kitabeti zayıf” olanlar, o zamana kadarki ömürlerinde hitabet tekniği ile alâkalı mümareseyi fazla, kitabet tekniği ile alâkalı mümareseyi ise az yapmış olanlardır.
“Kitabeti çok iyi olduğu halde hitabeti zayıf” olanlar için ise, bu mevzudaki mümarese bakımından önceki halin aksi söylenebilir.
Mektep tahsilleri az olanlarda hitabetin iyi olmasına rağmen kitabetin zayıflığına daha çok rastlanır. Mektep tahsili, bilhassa kitabet tekniğiyle alâkalı mümareseye talebeleri mecbur eder. Türkçe, dilbilgisi, edebiyat, kompozisyon dersleri direkt olarak; ayrıca her dersten not tutmak, ödev yapmak, yazılı imtihan olmak vd, mektep tahsili olanların yıllarca yapmış oldukları kitabet tekniği uygulamaları hükmündedir. Bu uygulamaları daha daha fazla çalışma ile varılması istenilen hedeflere kanalize etmek, ihtiyaç duyulan fikrî meyvelerin kazanılmasına sebeb olabilir.
Mektep tahsilleri az olduğu halde kitabeti iyi olanlar ise ekseriyetle, mektepte aldıklarının üzerine, meşgul oldukları meseleye ehemmiyet vererek azim, sebat ve ciddî gayret göstermek suretiyle büyük ilavelerde bulunabilenler ve bu şekilde yaptıkları fiilî duaları kabul edilenlerdir.
Kitabeti iyi olanların hitabetlerinin de öyle olması beklenirken, bazen beklenenden zayıf görülmesinin bir kısım sebebleri, hitabet tekniğinin kendisine has kaidelerini öğrenip tatbike çalışmamaları, mizaçlarındaki bu mevzularda tezahür eden çekingenlikleri gidermeyişleri, hitabeti mühimsemeyişleri, muhataplarının durumuna da bağlı olabilen isteksizlik halleri göstermeleri, yorgunlukları veya bedenî bazı yetersizlikleri olabilir.
Neticeleri bakımından, tahlilleri ve mukayeseleri çok mühim olan hitabet ve kitabet tekniklerinin, burada kısa bir yazı hacmi içerisinde ancak bazı esas noktalarına temas edilmesi imkan dahilindedir.
Hitabet ve kitabet vasıflarının ayrı ayrı veya birlikte, sadece doğuştan sahip olunabilen fitrî kabiliyetler olduğunu, çalışmakla kazanılamayacağını iddia edenlere şu tipik misallerin hatırlatılmasında da fayda olabilir:
1- Çiçeron, doğuştan kekeme olarak dünyaya gelmişti. Fakat deniz kenarına gidip ağzına çakıl taşları doldurarak bağıra çağıra konuşmaya azim ve sebat ile uzun müddet gayret ederek, neticede hem kekemelikten kurtulmuş, hem de bu mevzudaki mümâreseye devam ile hitabet tekniğini en yüksek seviyede elde ederek tarihin en meşhur hatiplerinden biri olmuştu.
2- Doğuştan gözleri görmez veya elleri sakat olarak dünyaya geldikleri halde, mümarese ile yaptıkları fiilî dualarının kabulüyle kitabet tekniğini kazananların çeşitli misalleri vardır.
Bu yazının maksadıgizli kalmış fikrî, fizikî kaynakları ve kuvvetleri, cemiyetin en fazla muhtaç olduğu manevî ilaç ve gıdaların hem imalâtı ve hem de “arz”, “satış ve pazarlama” ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılabilmesinin temini için harekete davet olduğundan, yukarıda söylenenlerden sonra, şu husus da ilave edilebilir:
 
Kendilerinde hitabet ve kitabet kabiliyetinin doğuştan mevcut olmadığını ve şimdiye kadar da bu kabiliyetleri çalışmakla kazanamadıklarını söyleyenler, yukarıdaki misallerin de ışığı altında, bütün sebeblere tam tevessül edip icabeden her şeye güçlerinin yettiği kadar çalışmadıkça; bu mevzuda yaradılışlarını itham etmekte, ve bu ithamı aynı zamanda bir bahane gibi kullanarak hitabet ve kitabet mevzularında üzerlerine düşecek hizmetlerden geri durmakta, haklı ve mazur sayılamayacaklarını bilmelidirler. 
————————————————————
*Mümârese: 1- Bir iş veya sanatta çalışarak ustalık kazanmak, çalışıp alışmak, maharet elde etmek.
(Prof. Dr. Mustafa NUTKU, Köprü dergisi, Ağustos 1979)

Hakikat ve Ünsiyet

En mühim hakikat, Allah  Resulü ve Son Peygamber Hz. Muhammed (a.v.s.)’ın bize tebliğ ve tâlim ettikleridir.
Bizim için hakikatin iki esas kaynağı, Kur’an ve Hadis’tir. Bu iki esas kaynağa kısaca “nakil” de denir.
İnsanların hakikati anlayabilmeleri için, hem akıla hem de “nakil”e ihtiyaçları vardır. Akıl olmazsa “nakil” anlaşılmaz. “Nakil” olmazsa, insan aklını iyi kullanmakla ancak Allah’ın varlığı ve birliği hakikatini kabul edebilir; bu Dünyaya gelişinin, yaşamasının,  ölmesinin sebeblerini ve hikmetlerini, bu dünyadaki vazifelerinin neler olduğunu, Allah’ın sıfat ve isimlerini yalnız aklını kullanarak, “nakil” olmadan öğrenemez. Bunun için ,“İslâmiyet akıl dinidir” denilmiştir; yoksa, herkesin inanış ve yaşayışını kendi nefsine hoş gelecek bir tarzda kendi aklına göre düzenleyebileceği manâda “akıl dini” (!) katiyyen değildir.
Hakikati bulabilmek için lüzumlu olan ilk şey: Hakikati bulmaya samimî bir istek göstermektir. “İsteyene verilir; arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır..” Onu tam yerinde ve iyi kullanabilse, akıl insana hakikati anlayabilmekte bir “mehenk taşı” olabilir.
Hakikat, bütünüyle Allah’ın ilmine aittir. Bizim öğrenebileceklerimiz, talebimize ve elde etmek gayretlerimize mukabil, O’nun tarafından bilmemize müsaade edilenlerdir.
O’nun, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bize tebliğ ettiği hakikatleri talep etmekten, onları nefsimizde yaşamaktan ve başkalarına da tebliğ etmekten mesul olduğumuzu bilmeliyiz.                                                       
 
                                                           * * *
Denizciler, denizi iyi bilmeyenler için bazen : “Denizi bardakta görmüş” derler. Bu istihzalı ifade,“HAKİKAT ve ÜNSİYET” meselesinin, misal dürbünüyle aklın anlayışına yakınlaştırılmasında kullanılabilir.
Bir tarihte, vazifeli bulunduğu Trabzon’dan memleketi olan Konya’ya izinle giden bir arkadaşımı yolcu edip uğurlarken, beraberindeki içi su dolu bir plastik bidon dikkatimi çekmişti. Yolda abdest alacak su bulamayacağı endişesiyle mi yanında su götürdüğünü ona sormuştum. Arkadaşım tebessüm ederek, bana “-Hayır” cevabını vermişti ve şöyle izah etmişti: 
Konya’da yaşlı bir komşusu varmış, o yaşına kadar denizi hiç görmemiş; sadece işitmiş. O yaşlı ve fakir haliyle denizi görmek için bir deniz sahiline seyahat imkânı da bulamadığından, “denizi ayağına getirmek(!)” istemiş. Bu komşusunun gönlü olsun diye de o Konya’lı arkadaşım beş litrelik bir plastik bidona doldurduğu Karadeniz suyunu Konya’ya o komşusuna götürüyormuş!.
Bu açıklamaya biraz hayret etmiş olmama rağmen, o yaşına kadar denizi görmemiş ve denizi görmek merakını giderememiş yaşlı Konya’lının, bu konuda son çare olarak, deniz sahilindeki bir şehirde görevli olan  komşusundan, memleketi olan Konya’ya gelişlerinden birinde getirmesini istediği bir miktar deniz suyunu görünce, ne yapmış ve ne söylemiş olabileceğini kendi kendime tahmin ve tasavvur edebilmeye çalışmıştım. 
O yaşlı Konya’lının asıl davranışının ne olduğunu, o arkadaşımla izinden dönüşünde tekrar karşılaşmadığım için sorup öğrenememiştim, fakat büyük bir ihtimalle, kendisine 5 litrelik bir bidonda getirilmiş olan deniz suyundan bir cam bardağa doldurup görünüşünü, tadını, kokusunu incelemiş ve sonra da büyük bir ihtimalle: “Bayağı tuzlu bir su imiş…” diye fikrini beyan etmiş olabilir. “Büyük bir ihtimalle böyle demiştir” diyorum, çünkü insanların böyle hallerde buna benzer bir tavır aldıklarının misallerini hepimiz çok görmüşüzdür.
Bu vak’ayı bir misal olarak alıp konumuz olan HAKİKAT ve ÜNSİYET” meselesine tatbik edersek, “HAKİKAT büyük bir umman ise, bu ummanın bir kaba doldurulmuş numunesi karşısına gelince, onun numunesi olduğu şeyi anlayabilmekten uzak, ona lakayt, hakir görücü bir nazarla  bakmak da “ÜNSİYET” halini ifade eder.
Gaflet içindeki insanlar, o Konya’lı yaşlı vatandaşın bir dünya denizine ömrü boyunca duyduğu merak ve alâkayı bütün kâinatı ihata eden hakikat okyanusuna duyabilselerdi; onu anlamaya çalışsalardı… Bütünüyle görmeye ve bizzat her tarafına seyahate imkanları olmadığı için, önlerine konulmuş numunelerini anlayıp takdir edebilmekten uzak, onlara lakayt ve hakir görücü bir “ÜNSİYET” nazarıyla bakmasalardı… Duyu organları ile müşahede edebildikleri mevcudatta ve her hadisede, büyük varlığın ve büyük kudretin tecellilerinin küçük numuneleri olduğunu düşünebilselerdi… Her şeyi bu numuneler ve misaller âleminden ibaret zannetmeyerek bunlar vasıtasıyla anlaşılması icab eden “asıl”lardan gaflet etmeselerdi… 
Fakat, yazıklar olsun ki, insanların ekseriyeti böyle bir gafletin içindedirler. Meraklarını, hayretlerini, hayranlıklarını tevcih edebilecekleri “asıl”lardan bîhaber, “numuneleri asıl gibi kabul eden” bir gaflet seline kendilerini kaptırmış olarak son menzillerine giderler… 
Alçalan bir meyilde ilerleyen bir selin akışı en aşağı seviyeye varıncaya kadar devam eder. Gaflet seline kapılmış olarak büyük bir felakete doğru gidenler, bu gidişlerini “karşılıksız bir seyahat” mı zannediyorlar ki, o yanlış zanlarından bir an evvel kurtulabilmek için hiçbir gayret sarf etmiyorlar?
 
                                             * * *
Lale Devrindeki Osmanlı Devletinde değiliz; “Sanat sanat içindir” sözünün reddedilmesi için çok sebeplerin bulunduğu bir devirde ve muhitte yaşıyoruz. Yazı yazarken de “tasannu” değil, “tebliğ” esas maksat olmalıdır.
Bilhassa edebiyatçılar tarafından yazılanları bu açıdan inceler; yazılarında tebliğe mi, yoksatasannuya mı daha fazla ehemmiyet verdiklerini teşhise çalışırım.
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN hocanın KUĞULAR” adlı kitabındaki “BİR TURİST KAFİLESİ” başlıklı kısım da, “HAKİKAT ve ÜNSİYET” bahsimizle alâkalıdır ve tebliği esas almış bir metindir.
Bu sebeble onu buraya alıyorum:
“BİR TURİST KAFİLESİ
Amerika’dan gelmiş bir turist kafilesi LOUVRE’u geziyorlardı. Tabloların önünden koşar adım halinde geçiyor, onları bir rüya gibi sisli ve müphem, güya görüyorlardı.
Güya onların sanat sırlarını keşfediyor, güya onlardan birşey görüp anlıyorlardı.
Bu turist kafilesi, o ziyareti belki beş dakikada bitirdi; otobüslere binip oradan ayrıldılar. Eh LOUVRE’u görmüşlerdi. Amerika’da bol bol övünebilirlerdi.
Halbuki bir tablonun önünde senelerce oturup incelemek belki kâfi değildi.
Her zerresi mucize olan bu kâinatı ben de o turistler gibi gaflet içinde gezdim.
Ne gördüm, ne anladım. Az sonra rehberimiz boruyu öttürecek:
-Haydi otobüslere!..”
Merhum Prof.Dr. Ali Nihat TARLAN’ın derin ilminin, kültürünün eşya ve  hadiselere bakışına kazandırdığı ihata ve anlayış kabiliyetine rağmen, ilerlemiş yaşında, “HAKİKAT ve ÜNSİYET”mevzuundaki böyle bir itirafını neşir ile ilân etmesi de, “HAKİKAT”a karşı “ÜNSİYET“halleriyle ÜNSİYET içinde olarak ömürlerini tüketen insanları ikaz etmeli; sarsmalı ve uyandırmalıdır!..
Prof. Dr. Mustafa NUTKU
(KÖPRÜ Dergisi, Aralık 1978)
 

Kış

Okul kitaplarında kış ayları: Aralık-Ocak-Şubat olarak yazılı olsa da, mevsimler gelip geçerken bu tarihlere her sene kesin olarak uymazlar. Bazen Aralık ayı henüz gelmeden, Kasım ayının ortasını geçince kış mevsiminin geldiğini bildirmesi, bu sebeptendir. Benzeri bir durum, bazen Ağustos ayının ortasından sonra yaz havasının sonbahar havasına değişmesinde de görülür.
Şiddetli kışlar, insanları zor durumlara sokar. Fakat, “Her gecenin bir gündüzü, her kışın da bir baharı vardır.” Geceler, gündüzlere; kışlar da baharlara gebedir ve o­nları doğurur. Bu dünya, insanın ömür boyu imtihanı sebebiyle, zıtlıkların birbiri içine girdiği; tahavvüllerin ve tebeddüllerin birbirini takip ettiği bir yer olduğu için, gündüzlerden sonra gecelerin, baharlardan sonra kışların gelmesi, dünya hayatımız boyunca devam edip gider. Ebedî olan âhiret hayatı ise, imtihan yeri olmadığı için, dünya hayatına ait bu hususiyetler orada görülmez; âhirette (mü’minler için Cennet’te) ebedî bir gündüz ve ebedî bir bahar iklimi vardır.
“Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürûdet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet, birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki, şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün bir tek hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennemsiz cennetin lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen her şey, bir cihette zıddiyle bilinebilir. Ve bir tek hakikati, sünbül verip çok hakikatler olur.
Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasıl ki, hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler cennete akar. Öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler de cehenneme yağar ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur.”(RN Külliyatı, Meyve Risalesi). Bu hakikate burada kısaca işaret ettikten sonra, kışın o soğuk yüzünün arkasında nice rahmet cihetleri bulunduğuna dikkati çekmemiz de icap ediyor:
“O (Allah) her şeyi en güzel yarattı.” (Secde Suresi, 32/7) âyetine göre;
“Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, o­na hüsn-ü bizzat denilir, veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, o­na hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir, fakat o zahir perdesi altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.”
“Meselâ ‘kar’ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.” O tatlı neticelerden biri, “O kış perdesi altında, nazenin güzel bir bahara yer ihzar etmektir.”(RN Külliyatı, Sözler).
Tabiat bilimleri, “Kâinatın Büyük Kitabı”ndan alınmış ciltler dolusu bilgi hazinesine sahiptir. Bu bilimleri öğrenip meslek sahibi olan gençler, sadece dünya hayatları için değil, o­ndan çok daha mühim olan âhiret hayatları için de bunlardan istifadeye çalışmalı; Allah (c.c.)’ı tanımak için, O’nun kâinattaki isim ve sıfatlarının tecellilerini müşahede ve tefekkürle en kıymetli nafile ibadet sevabını alabilmek için, bu bilimleri fikrî malzeme olarak kullanmalıdırlar.
 
Bu değerlendirmeler ile biz, her sene yeniden gelen kıştaki hikmetleri gözardı ederek o­nu hemen “kış..kış..” diye kovalamayı (!) düşünmeden önce, hikmetleriyle ilgili derince bir tefekkürle, o­na “Hoş Geldin…” demeyi bilmeliyiz.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

“Yasal ve Haram” Konusu

Devletimizin lâik olmasına rağmen, halkımızın %99’unun Müslüman olduğu söylenilir. Bunu söyleyenlerin “Müslüman”kelimesiyle kastettiği, muhtemelen nüfus belgelerinde dini ile ilgili yerde “İslâm” yazılı olanlardır.
Ziya Paşa bir beyitinde“Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz demiştir. Kişiler hakkında onların dini konusundaki laflardan çok; onların işinin (hangi niyet, inanç ve kabul ile hangi yaşayışta olduklarının) nazar-ı itibara alınması daha doğru olabilir.
Nüfus kaydındaki “Müslüman” kelimesinden hoşlanmayan bazı vatandaşları nazar-ı itibara almasak bile, diğer “Müslüman”lar arasında İslâm imanını taşımaktan sonraki en mühim İslâmî vazifesi olan günde beş vakit namazı kılanların yüzdesi, toplam nüfusumuzun ancak %25’idir ve bunların çoğu da kırsal kesimde yaşayanlardır.
Günlük hayatta, bazı “Müslüman”ların İslâm’ı doğru yaşamayışlarının  çeşitli belirtileri olur. O belirtilerden bazıları da “Miladî Yılbaşılar” yaklaşırken onların söz, hâl ve davranışlarında görülür.
Laik devlette diğer gelir kaynaklarından başka, 1939 yılında Maliye Bakanlığına bağlı Millî Piyango Müdürlüğü de kurulmuştur; o tarihten beri, kuruluş kanununda yapılan çeşitli değişikliklerle, en büyük ikramiyeleri “Miladî Yılbaşılar”ında verdiği, yılda birkaç çekiliş yaparak, devlete  bundan helal olmayan bir yolla gelir sağlamaya çalışmaktadır.
Şuurlu dindar Müslümanlar, Millî Piyango’nun diğer tüm şans oyunları gibi İslâm’da haram olduğunu bilirler ve bundan uzak dururlar. Diğer “Müslüman”lar ise, Millî Piyango bileti almaktan kaçınmazlar.
Bu hâl 1939 yılından beri ülkemizde devam etmiştir ve bir Miladî Yılbaşı daha yaklaşırken, bugünlerde tekrar güncel hâle gelmiştir.
Bu yazının başlığında yer alan “YASAL VE HARAM”kelimesi, Diyanet İşleri Başkanımızın muhtemelen bir soruya cevap olarak, Milli Piyango bileti almak konusunda söylediği, medyada yer almış iki kelimelik bir cevabıdır ve çok mühimdir.
Türkiye laik bir ülke olduğu için 1939 yılında Maliye Bakanlığına bağlı Millî Piyango Genel Müdürlüğü şimdiye kadar faaliyetine devam etse de, vatandaşı olduğu devletin laik olması vatandaşların da laik olmasını gerektirmez. Hem din ve vicdan hürriyeti ve hem de İslâm’ı aslına uygun olarak yaşamak mükellefiyeti, laik bir devletin vatandaşı olan her “Müslüman” için de vardır. Bunu bilmeyen bazı cahil Müslümanlar, maalesef Millî Piyango bileti almak mevzuunda da yanlışı, doğru zannederek haram işlemektedirler.
Devlet organize etse de, Millî Piyango ve diğer şans oyunları haramdır. Devletimiz, bu haram kazançlarla bütçesine katkı sağlayarak milletine hizmet götürmeye çalışmak yanlışından vazgeçerek, bunlarla ilgili kanunları yürürlükten kaldırmalıdır.
Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı personeli de, o kanunların kaldırılmasını beklemeden “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 Sayılı Kanun”un “Görev” alt başlığıyla ilgili 1. Maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığının görevlerinden biri olarak yer alan “din konusunda toplumu aydınlatmak”görevini hakkını vererek yapmalıdırlar:
“Görev:
Madde 1 – İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere kurulmuştur.”
 
Bu kanun maddesine rağmen, yüzyirmibin kadar personeli bulunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın din konusunda toplumu şimdiye kadar gerektiği gibi aydınlattığı maalesef söylenememektedir. Hizmet İçi Eğitim Kurslarında bu aydınlatmanın nasıl yapılması gerektiği üzerinde daha fazla ehemmiyetle durulmalı; Diyanet İşleri Başkanlığının dinî irşadla görevli personeli kendi haklarında soruşturma açılabileceği, açığa alınabilecekleri veya görev yerlerinin değiştirilebileceği gibi endişelerle, “din konusunda toplumu aydınlatmak”tan geri kalmamalı, “yasal fakat haram” olan her konuyla ilgili olarak İslâm’da tebliğin  usullerine uymak suretiyle, içinde yaşadıkları topluma “hakkı tebliğ”i ihmal etmemelidirler.
Prof. Dr. Mustafa Nutku