Etiket arşivi: Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

Hayat Kurtaran Prensipler-1

Terapi sürecinde bizlere gelen insanların  içsel kanunlarını anlamaya çalışırız. Diğer bir deyişle o insanın hayatı anlamlandırma, yaşadıklarını anlamlandırma sürecinde belirleyici olan o yargılarının hayatın gerçekleriyle ne kadar örtüşüp ne kadar örtüşmediğine bakarız. Ve kişinin işleyişinde düşünce, duygu, ve davranışlarının oluşumunda belirleyici olan o hatalı yargılarının teminine gayret ederiz.

Fakat yaptığımız şey bundan ibaret değildir.

İkinci ve önemli bir şey daha yaparız. O içsel işleyişe etki eden o yargıları yapacağımız bazı eklemeler ile işlevsel hale getirmeye yönelik  çalışmalar da yaparız. Ve burada o insanın içselleştirmesini istediğimiz bazı prensipler vardır.Bunları danışanlarımıza anlatırız.Bunla

O prensipler şunlardır;

1. Hiç kimseye kaldıramıyacağı yük yüklenmez . Çok ama çok ağır şeyler yaşayabiliriz fakat bu prensip imdadımıza yetişir. Sana kaldıramayacağın yük yüklenmez. Yük çok ağır olabilir o zaman sen de yükün ağırlığına karşı koyabilecek içsel ve çevresel faktörler var demektir.

 

2. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Yük ağır olabiliyor. Yükleri ağır olanlar kimi zaman çocuklar da olabilir. Anne babasını kaybetmiş olabilir, şiddete maruz kalmış olabilir vs. Çocuklar bunları yaşıyorlarsa mutlaka bunların üzerlerindeki etkisini tolere edilebilir, üstesinden gelinebilir, içsel ve çevresel kaynakları vardır. Çocuklarda bunun üstesinden gelebilecek, bunun etkilerini asgari düzeye indirebilecek hatta onu hayata hazırlayan, hatta onu daha da güçlü kılan bir mekanizmanın var olduğunu bilmek insanı rahatlatıyor.

 

3. Beni öldürmeyen her şey güçlendirir.  İnsanoğlu böyle bir varlıktır. Yaşadığı şey ne kadar ağır olursa olsun eğer ölmemişsek hayattaysak onun bizim içimizde var olan içsel ve çevresel kaynaklarımızın etkisiyle harmanlanarak, bizi zenginleştiren bir deneyime dönüşür.

İçimizde var olan o yeteneklerin, kişiliğimize saklanmış olan özelliklerin açığa çıkmasına vesile olması söz konusudur. Bu özelliklere biz duygusal zeka diyoruz. İnsanoğlu zora girmedikçe kendisindeki o yetenekleri fark edemiyor.

 

4. Hoşlanmadığımız şeylerde hayır, hoşlandığımız şeylerde şer olabilir. Bunları bilmek yeterli değil; bunları içselleştirmemiz gerekiyor. Bir sözde der ya; duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaşadığımı bilirim. Hayatın zorluklarıyla mücadele etme anında eğer bunları hatırımıza getirebiliyor isek, başarabiliyoruz. Bunları biliyor olmak  yeterli değil. Bunları bir deneyim, bir yaşantı haline getirmek zorundayız. Fakat insan hayatın içerisinde o zorluklarla uğraşırken ne yazıkki bunları hatırlayamıyor. İşte o anda insanın yaşadığı o durumu doğru anlamlandırabilmek için hangi kaynaklara başvuracağınık, kiminle dertleşeceğini, kimden öğütler alacağını, kimin tecrübelerinden faydalanacağını çok iyi bilmesi gerekiyor. Kılavuzu karga olanın burnu çöpten çıkmaz demişler.

Akıllı insanlar kendi kaynaklarını kullanan insanlar değildir. Asıl akıllı insanlar kendileri dışındaki kaynaklardan faydalanan insanlardır.

 

5. Bir şey ya bizzat güzeldir. Ya güzelliğe vasıtadır. Ya da neticesi itibariyle güzeldir. Örnek; bir sohbete gitmek, dinlemek güzeldir. Ama bir ameliyat zorlu bir süreçtir ama neticeleri güzeldir. Acılar içerisinde kıvranıyoruzdur ama biliyoruz ki iyileştik, netice güzel olmuştur.

 

İşte bütün bunları bilirsek, zorlukları yaşama sürecinde bunları dikkate almayı başarabilmişsek bunlar o olayların üzerimizdeki etkisini azaltıyor. İşte bu yargıların varlığı üst beynimizin olaylar esnasında devrede olmasını sağlıyor. Yargılar duygularımız ile değilde düşüncelerimizle hareket etmemize yardımcı oluyor. Hayatın içerisinde bizimle ilgili planlar olduğu diğer bir deyişle her derdin bir dermanının olduğunu bilmek de bizi rahatlatır.

Her derdin dermanı vardır derken bunu hastalıklarla sınırlandırma eğilimi vardır. Her hastalığın çözümü vardır. Hayır burada kastedilen şey sadece hastalık değildir. Hayatın içerisindeki yaşadığımız her türlü sıkıntının bir çözümü vardır. Bize düşen o çözümü sezmek ve planın bir parçası haline gelmek. Bunu yapabilirsek çıkışı bulabiliriz.

 

6. Her sorunun bir çözümü, her derdin  bir dermanı var. Bu çözüm bizim hoşumuza gitmeyebilir. Bizim istediğimiz zamanda tezahür etmeyebilir. Bizim istediğimiz sonuçları vermeyebilir. Bizim hoşumuza gitsede gitmesede o bir çözümdür. O hayırlı bir sonuçtur. O zaman bize düşen şey bu tür durumlar söz konusu olduğunda alternatif planlar yapmak değil zaten o çözüme yönelik planı sezmek ve yerine getirmektir. Bizden beklenen şey budur.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

Davranışa Dönüştürelebilen Kararlar İçin

İnsanın 2 beyni vardır. Bunlardan birincisi üst beyin, buna insan beyni de diyoruz. Çünkü sadece insanda var olan bir yapı. Çok ince bir çizgi halinde primatlarda, maymunlarda da var ama diğer hayvanlarda yok.
Bir de shup corteksimiz var. Bunada biz alt beyin yani hayvan beyni diyoruz. Çünkü diğer hayvanlarla çok benzeşen bir yapı. Fizyolojik olarak benzeştiği gibi işlevleri itibariyle de benzeşen bir yapı sözkonusu.
Alt beyini bizim açımızdan bu kadar önemli hale getiren ne?

Duygularımızın orada oluşuyor olması.

Düşüncelerimiz üst beyinde oluşuyor. Akıl ve vicdan üst beyinde oluşuyor. Kararlar burada alınıyor. Fakat duygularımız hayvan beynimizde oluşuyor. Erişimizin sınırlı olduğu, otonom, özerk, bağımsız çalışma eğiliminde olan bir yapı. Her ne kadar alt beyin ile üst beyin arasında bir koordinasyon söz konusu olsa da bu çoğu zaman istenen tavırları sergilemek açısından yeterli olmuyor. O hayatın doğal seyri içerisinde, aile hayatı içerisinde aldığımız eğitim, okul hayatında aldığımız eğitim, toplumsal hayatta almış olduğumuz eğitim belli ölçüde üst beyin ile alt beyin arasında eşgüdüm oluşturuyor. Üst beyinin alt beyin üzerinde belli bir kontrol oluşturmasını sağlıyor.

Fakat bu çoğu zaman yeterli değil. Çünkü hayatın içerisinde bir yandan aileden eğitim alıyoruz bir yandan okul hayatında, öte yandan da hayat okulundan da eğitim alıyoruz fakat çeldiriciler var. O eş güdümü bozacak olaylar da yaşıyoruz. Dolayısıyla duygu eğitimini önemli bir başlık olarak hayatımızın bir parçası haline getirmek ve beşikten mezara kadar, yediden yetmişe kadar herkesin bu konu üzerinde durması bir gereklilik. Çünkü istediğimiz davranışı oluşturabilmek için o davranışla uyumlu bir duyguya ihtiyacımız var.

Diyelim ki; “bu konuda şöyle bir davranış sergilemeliyiz diye, eşime şöyle davranmalıyım, çocuğuma biraz daha toleranslı davranmalıyım, sabahleyin biraz daha erken kalkmalıyım” gibi bir farkındalık oluştu üst beyinde ve buna bağlı olarak bir karar aldı. Fakat bunu davranış haline dönüştürebilmesi için bir duyguya ihtiyacı var. Çocuğuna o toleransı gösterebilmesi için sabır duygusuna ihtiyacı var. Eşine ilgiyi gösterebilmesi için sevgi, muhabbet duygusuna ihtiyacı var. O şekilde duygu gelmiyor. Tahammülsüzlük, öfke şeklinde geliyor. Duygu ilgisizlik, benmerkezlik şeklinde tezahür ediyor. O zaman kişi düşünce boyutunda almış olduğu o kararları davranışa dönüştüremiyor, hayata geçiremiyor.

Hepimizin hayatında şikayet ettiği durumlardan bir tanesi budur. Eğer bir şeyi davranışa dönüştürebilmek için sadece düşünmek, farkında olmak yeterli olsaydı dünya bir cennet olurdu.

Gerek kendisiyle olan ilişkisinde gerek diğer insanlarla olan ilişkisinde, gerek hayat ile olan ilişkilerinde, gerekse Allahu Teala ile olan ilişkilerinde hatalı yaklaşımlar içinde olan insanlara baktığımız zaman bu insanların bir çoğunun hatalı yaklaşımlarının farkında olduklarını görüyoruz. Kendimi kontrol edemiyorum diye yakındıklarını duyarız. Çünkü duygular, alt beynimizin yani erişimimizin sınırlı olduğu bir yerde oluşmaktadır. Dolayısıyla oraya erişebilmek, oranın üzerindeki kontrolü arttırabilmek ve hepsinden önemlisi orayı terbiye etme zorunluluğu vardır.
Atı kontrol eden süvaridir. Dizginler aracığılıyla kontrol eder. Fakat süvari ile at arasındaki ilişki sadece o dizginlerden ibaret değildir. O sadece zayıf bir bağdır. Dizginler kopabilir. O at aynı zamanda terbiye edilmiştir. O atların eğitiminde iki husus var.
Birincisi, süvarisinden gelecek o yönergeleri anlamak ve tabi olmak konusunda eğitilmiştir. Fakat bu o süvarinin atını özellikle de olağan dışı durumlar söz konusu olduğunda kontrol edebilmesi içini yeterli değildir.
İkincisi, bu tür olağan ya da olağan dışı durumlar söz konusu olduğunda at belli bir tepkiyi verecek şekilde eğitilmiştir. Yani o an süvarinin dizginleri ele almaya gerek kalmaksızın süvariden gelecek yönergeye ihtiyaç duymaksızın spontene, süvarinin de onaylayacağı tepkiyi vermesi öngörülmüştür. Bununla beraber süvarinin onaylamayacağı tepkileri vermemesi de sağlanmıştır.

Mesela süvari atlarını göz önünde bulunduracak olursak, normal şartlarda at top sesinden, tüfek sesinden ürker. Çünkü onun doğasında böyle bir ses yoktur. Fakat o süvari atları eğitilirken özellikle de geçmişte o top sesini, tüfek sesini, mermi sesini duyduğunda ürkmiyecek şekilde eğitilir. Süvari düşmanla mücadele etme sürecei içerisinde, bir yandan da atını kontrol etmeye çalışırsa olmaz. O anda at almış olduğu terbiyenin gereğini yerine getiriyor. Bunu neden anlatıyoruz?

Dedik ya; bizim de hayvan beynimiz var. Düşünceler, duygularımızdan ortalama 5 saniye sonra gerçekleşiyor. Hayatımızdaki en önemli 5 saniye bu. Dolayısıyla o duyguyu henüz daha süvari dizginleri ele alıp ata bir emir vermeden de atın bunu tahmin etmesi ve süvarinin öngördüğü bir duyguyu açığa çıkarması gerekiyor.

Şimdi kişi çocuğuna daha toleranslı olma kararını aldı diyelim ki… Çocukta dikkat dağınıklığı var. çocukta arkadaşlarıyla uyumsuzluk var. Kurallara uymama, öğretmenlerine karşı gelme eğilimi var. Okuldan şikayet geldi ve anne baba aldı çocuğu psikologa götürdü. Psikolog çocukla görüştü ve çocuğunuzun duygu durumu bozulmuş dedi. Anne ve baba sordular “neden bu çocuğun duygu durumu bozuldu? Biz her dediğini yapıyoruz. Yediği önünde yemediği ardında. v.s.”

Babasının biraz daha fazla ilgilenmesi gerekiyor. Babası eve gelir gelmez kızım dersini çalıştın mı? Oğlum ödevini yaptın mı? Demeden önce onunla biraz nasılsın? İyimisin? Demesi ve biraz sohbet etmesi gerekiyor. Biraz sabırlı davranacaksın. Şu an biraz ergenlik belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Zaten çocuğun duygu durumuda çok iyi değil. Sosyal anlamda sıkıntıları var. Akademik anlamda başarısızlık yaşıyor. Senin onu tolere etmen gerekiyor.
-eyvallah hocam bunu yapacağız. Diye kararını aldı konuşmadan sonra. Aradan zaman geçiyor ve anne baba yeniden geliyor. Hocam beceremedik, başaramadık. O kararı aldık ama başaramadık. Çünkü alt beyin genellikle üst beyinden önce tepki verme eğilimi içerisinde.

Çocuğun yapmış olduğu bir davranışı alt beyin kendisine yapılmış bir saygısızlık, varlığının dikkate alınmaması, kişiliğinin hiçe sayılması, otoriteye meydan okunması şeklinde algılıyor. Ki öyle bir durum söz konusu değil. Ama öyle algılıyor alt beyin. Geçmişteki yaşantılardan hareketle ve bir anda öfke duygusu açığa çıkıyor. Daha üst beyin devreye girmedi. Akıl ve vicdan daha henüz bu konuda nasıl bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğiyle ilgili verileri işleyip bir çıktı açığa çıkmadı. Yani bombalar patladı, at ürktü şaha kalktı ve süvarisini düşürdü. Onun için atlar öncesinden eğitime tabi tutulur.

Genel itibariyle baktığımızda bizim toplumumuzda altbeyin üstbeyine uyması konusunda bir eğitime tabi tutuluyor. Tamam bu olması gereken Bir şey. Ama ikincisi yapılmıyor. O bombalar patladığında silahlar ateşlendiğinde atın sakin olmasını sağlayacak eğitim verilmiyor.
Ya da at aç olduğu halde, at yorgun olduğu halde bir bağdan geçerken, bir bostandan geçerken, o yeşilliklere dalmamasını sağlayacak ya da yatacağı bir yer olduğunda hemen kendisini oraya atmamasını sağlayacak o eğitim verilmiyor. Eğer o eğitim verilmemiş ise at süvarisini dinlemez o bağa, o bostana kendisini atar ve sıkıntı söz konusu olur.

Alt beynimiz korktuğu şeylerden, acıdan uzak kalmak, ve hazza ulaşma eğilimi içerisindedir. Aynı şey hayvanlarda da söz konusudur.

At neden ürküyor, bombalar patladığında, silahlar ateşlendiğinde,bunun varlığını tehlikeye düşüreceğini düşünüyor ve korku tepkisi açığa çıkıyor. Korkuyor şaha kalkıyor ve süvarisi düşüyor. Korktuğu şeyle yüzleşmesi sağlanır, ondan uzak kalmaması sağlanır. Ya da at aç hazza ulaşmak istiyor. O yeşillikleri yemek istiyor. O suyu içmek istiyor. Ya da yorgun dinlenmeye, uyumaya ihtiyacı var. böyle bir imkan söz konusu olduğunda atın oraya meyletmemesi gerekiyor. Kendisine verilen emir doğrultusunda kendisine öngörülen istikamet doğrultusunda işini sürdürmesi gerekiyor. İşte bunun eğitimi de verilir. Ulaşmak istediği hazlardan geri durma eğitimi de verilir.

Şimdi bizlerde alt beynimizi eğitirken, çocukları eğitmekten bahsetmiyorum yanlış anlamayın, kendinizi eğitmekten bahsediyorum. Öncelikli olarak il yapacağımız şey bir acı duyduğumuz durumlarla yüzleşmek. İkincisi de hayatımızda önem verdiğimiz hazlardan kendimizi geri çekmek suretiyle alt beynimizi eğitmek
Bu konuda paket programlar var. Bu paket programlar aracılığıyla bunu yapabiliriz. Bizim dinimizin bize sunmuş olduğu paketler var. Bunun için özel yapılandırılmış programlara gerek yok.

Mesela batı kültüründe böyle bir eğitim yok. Batı kültürü daha ziyade bu eğitimin verildiği uzak doğu ülkerinde özellikle de Hint kültüründe bunun arayışı içerisinde. Çin kültüründe bunun arayışı içerisinde. Orada keşişler kendilerini bu şekilde terbiye ediyorlar. Tabi bu terbiye çoğu zaman istenen sonuçları vermiyor. Çünkü sadece alt beyini terbiye etmek yeterli değil. Süvarinin de atı alıp nereye götürdüğü çok önemli. Evet at süvarisine tabi ama süvari atını uçurumdan aşağı sürüyor. O zaman atın terbiye olması, o duyguların terbiye olması çok da bir anlam ifade etmiyor. Her ikisi de çok önemli.

Bizim paket programımız ne? ORUÇ

Sabahleyin kalktığımızda alt beynimiz kahvaltı yapmak istiyorum diyor. Bakın sahur bu açıdan çok önemli. Sahur alt beynimizi yönetebilmemiz açısından çok önemli. Sahur yapılmadan oruç tutulduğunda alt beyin hadi bakalım kahvaltı yapalım diyor. Diyelim ki her sabah 9 da biz kahvaltı yapmaya alışığız. Sindirim sistemimiz otomatik olarak çalışmaya başlıyor. Alt beyin üst beyine sormadan hemen sindirim sistemine çalış komutunu veriyor. Çünkü alışmış o saatte yemek yemeğe. Ve hemen sabahleyin kalktığımızda açlığında ötesinde midemizde bir kazıntıyla uyanıyoruz. Çünkü sabahleyin kahvaltı vaktimiz geçmiş. Ama biz kahvaltı yapmıyoruz.
Öğlen geliyor yine bir kazıntı. Öglenleyin yemek de yok. Gün içerisinde su kaybettik, su ihtiyacımız var. hayır su da yok. Ne dedik; İhtiyaçların karşılanması nedeniyle hazza ulaşmak. Ve onun hazza ulaşmasına mani oluyoruz.

Biraz serbest gezmek, dolaşmak istiyor. Hayır bu da yok. Oruçluyuz çünkü, halimize, tavrımıza, konuşmalarımıza, bakışlarımıza dikkat etmek zorundayız. Aksi takdirde akşama elimizde kalan açlık ve susuzluk olur. Biz ise bunun ötesine geçmek istiyoruz.
Alt beyin anlayamıyor. Neden böyle yapıyoruz? Bu bir, iki, üç, tekrar edip duruyor. Altbeyin yine yarın sabah kalktığımızda tekrar sindirim sistemine emir veriyor. Hadi hazırlan birazdan kahvaltıya oturacağız. Hayır kahvaltı yok sana. Yine öğlen vakti ayni şey yine yok. Yine yok. Yine yok.

Tabi ilk başta itiraz. O yoksunluk halini oldukça yoğun yaşıyoruz. Çünkü bedenimizi yöneten alt beynimizdir ağırlıklı olarak. Üst beynimizin bedenimiz üzerindeki kontrolü sınırlıdır. Ancak belli kas gruplarını üst beynimiz kontrol eder. Mesela yüzümüzde 12 tane kas varsa bunun 8 ini alt beynimiz kontrol eder, sadece 4 tanesini üst beynimiz kontrol eder. Dolayısıyla mimiklerimizi kontrol etme sürecinde alt beynimiz çok belirleyicidir. Eğer gülümseme isteği gelmiyorsa bu yüzümüze yansır. İçimzde bir öfke varsa bu yüzümüze yansır.

Ya da diyelim ki o anda çocuğumuza karşı ciddi bir duruş sergilemek istiyoruz veya çevremizdekilere karşı, altbeynimiz bunun ciddiyetinin çok farkında değilse o yüzümüze yansır. Çünkü o kaslar harekete geçmez. Üstbeyin emir verir ciddi bir ifadeye bürün diye. Fakat altbeyin o emri dinlemez. Dolayısıyla karşımızdaki insanda o etkiyi oluşturamayız biz.

Oruç alt beynimizi terbiye etme konusunda harikulade bir araç. Bir paket program. Herşey düşünülmüş ekstra bir şeye gerek yok. Fakat burada usule hürmet edeceğiz. Eğer orucu hayatının bir parçası haline getirirsen bir müddet sonra alt beyinde çok ciddi bir duygu eğitimi söz konusu olmaya başlıyor.
Üç ayların girmesiyle beraber oruca ağırlık verilmesi, özellikle de Recep ayında orucun yoğun olarak tavsiye edilmesinin altında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi bu.

Tabi bunu yaparken hergün oruç tutmuyoruz. Özellikle de nafile oruçlarda. Genellikle alt beyin bir müddet sonra o uyarıcının varlığına ve yokluğuna uyum sağlama eğilimi içerisine girer. Dolayısıyla orucun çok düzenli bir şekilde değil de bir tutulup bir tutulmaması beyni şaşırtıyor.
Beyin tam oruçsuzluğa alışıyor. Oh diyor tamam bugün kahvaltı gelecek diyor. Fakat bakıyor o gün oruç var kahvaltı yok.
Ki Allahın Resulünün hayatına baktığımız zamanda her ne kadar belirli zamanlarda tutulan oruçlar olmakla birlikte bazen hiç oruç tutmayacakmış gibi davranırdı. Bazen de hiç bozmayacakmış gibi davranırdı. Bazen pazartesi, perşembe oruç tutardı. Bazende cuma günü oruç tutardı. Hadisi Şeriflerde öyle görüyoruz. İşte bu alt beyini şaşırtmaya yönelik. Alıtbeyin alışmasın diye. Çünkü altbeyin alıştığı zaman kendini ona göre ayarlıyor. O zaman o terbiyenin onun üzerindeki etkisi azalıyor.

Dolayısıyla bu günlerde oruca ağırlık vereceğiz. Altbeyini eğitme, terbiye etme konusunda, duygu eğitimi konusunda başka bir etkinlik, başka bir ibadet söz konusu değil.
Bununla beraber namaz, özellikle de gece namazları (teheccüd), günlerin uzadığı şu günlerde yatsı namazı, hatta erkekler için zorda olsa camiye gitmek. Sabah namazlarına kalkmak. Çoğu anne baba çocuklarına kıyamazlar. Halbuki altbeyini terbiye etme açısından harikulade bir araç sabah namazı. Tabi şefkatle, sevgiyle. Ama öte yandan kararlılıkla ve ciddiyetle yapılması gerekiyor.
Ve altbeyin şu soruyu soruyor; biz bütün bunları niçin yapıyoruz?

Sabahleyin kalkıyor okula gidiyor. Bunun somut kazanımları var. fakat söz konusu ibadetler söz konusu olduğunda pozitif bir geri dönüşüm söz konusu değil. Biz bunları niçin yapıyoruz diye soruyor. Bu ona anlamsız geliyor. Ama bir müddet sonra kişi bunu yapmaya devam ettikçe alt beyin bütün bu çabaların, bütün bu uğraşların belli bir amaca yönelik olduğunu birisinin takdirini kazanmaya yönelik olduğunu farketmeye başlıyor ve bu şekilde kişi alt beynine O nun varlığını anlatmış oluyor. Yaşantılar aracılığıyla.
İşte O nun varlığını anlatmayı başardığı andan itibaren alt beyinde O na boyun eğme, O nun koymuş olduğu kurallar çerçevesinde yaşama eğilimi içerisine giriyor. Dolayısıyla unutmuş olan alt beyine O nun varlığını bu yöntemlerle anlatacağız.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

cocukaile.net

Genler mi Özgür İrade mi?

Fıtrat üzerinde en belirleyici husus genlerdir. Son dönem genlerde yapılan çalışmalar insanoğlunun sadece fizyolojik işleyişinde değil, psikolojik işleyişin zannedildiğinin çok ötesinde belirleyici olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Ve bu beraberinde bir tartışma meydana getirdi.

Acaba gerçekten insanın bir özgür iradesi var mı?

Çünkü genetik çalışmalar öylesine gerçekler ortaya koydu ki insanların suça eğiliminden, eşcinsellikten, eş seçimine, kişilik yapısına varıncaya kadar hayatında belirleyici rol oynayacak unsurlar hep genler tarafından belirleniyor.

Örneğin; Hollanda da üç kuşaktır gangster olan bir ailenin gen haritası çıkartıldı. Ve bu ailenin bireylerinin gangster olmasının sadece çevresel faktörlerle izah edilemeyeceği, bu aileye özgü bir genin bu durumun ortaya çıkışında, suça eğilimde ortaya çıkışında önemli rol oynadığı araştırmalar sonucu ortaya çıktı.

O ailede var olan bir gen kolesterolün olması gerekenden düşük olmasına neden oluyor. Düşük kolesterolde insanlarda şiddet, bencillik, suça eğilim, baskı, problemlerini şiddet ile halletme eğilimi açığa çıkartıyor.

Yine suça eğilimli insanlarda yapılan genetik çalışmalarda, o kolesterolün normalden düşük olmasına neden olan o genin o insanlarda da var olduğunu ortaya koyuyor.

Genler konusundaki çalışmalar henüz bu seviyeye ulaşmadan önce bu tür durumlar daha ziyade çevresel faktörler ile izah ediliyor idi. Elbette ki çevrenin etkisi yadsınamaz. Ama bununla birlikte genetik faktörlerin etkisi de göz ardı edilemez. Sadece bu konuda değil, eş seçiminde de önemli rol oynuyor.

İsviçreli bir bilim adamı tarafından yapılan meşhur Tişört Deneyi vardır.

Bir grup kadına, spor yapıp terleyen bir grup erkeğin atletleri koklatılıyor. Ve onlardan tercih ettikleri bir atleti ayırmaları isteniyor. Onları görmedikleri halde sadece spor yaparken giydikleri atletlerini koklayarak bir tercihte bulunuyorlar. Ve kadınların tercih ettikleri erkeklerle genetik benzeşimleri üzerinde bir çalışma yapılıyor. MHC genine özellikle bakılıyor. Çok ilginçtir MHC geni kişinin bağışıklık sistemini belirleyen bir gen.  Antikor üretimini düzenleyen bir gendir. Ve araştırmanın neticesinde kadınların MHC geni farklı olan erkekleri tercih ettikleri ortaya çıkıyor. İnsanlar eş seçerken ki hayvanlarda da bu söz konusu mümkün olan MHC geni farklı olan kişileri seçme eğilimi içerisine giriyorlar.

Bu da esasında Allahın Resulü nün Hadisi Şerifi ile ne güzel örtüşüyor. “Yakın akrabanızla evlenmeyin zira çocuğunuz zayıf olur” buyruluyor ya!

MHC geni ne kadar farklı ise çocuğun bağışıklık sistemi o kadar güçlü oluyor. Çünkü genetik olarak bir zenginleşme söz konusu oluyor.

Bununla beraber MHC geni ne kadar birbiriyle yakın olursa da çocuğun bağışıklık sistemi o kadar zayıf oluyor. Çünkü genetik açısından bir fakirlik söz konusu oluyor.

İnsan beyni ne kadar harikulade.

O açıdan kadınların hiç görmedikleri halde sadece kokudan hareketle DNA larına varıncaya kadar analiz edebilecek bir kapasiteye sahip bizim beynimiz.

Biz bunun farkında değiliz. Bu bilinç dışı gerçekleşen bir süreçtir. O açıdan koku kişiler arası ilişkilerde çok önemlidir. Özellikle de eş seçiminde görüldüğü üzere çok önemlidir.

Burada da yine genetik faktörler belirleyicidir.

Yine bu konuda yapılmış ilginç çalışmalar var. Bu çalışmalar çoğaldıkça ve yapılan çalışmalar insanların iradesinin bu tür hayati konularda etkisinin azaldığını ortaya koydukça git gide tartışmalar alevleniyor.

Gerçekten özgür irade var mı? Yoksa her şey genler tarafından mı belirleniyor?

Tabi bilim bu tartışmayı genler üzerinden yürütüyor. Fakat bu tartışma esasında felsefede ya da dini alanda binlerce yıldır var olan bir konudur.

Cüzi irade – Külli irade mi?

Kader mi irade mi?

Ne kadar kader belirleyici?  Ne kadar kişinin iradesi belirleyici?

Genetik alanda yapılan çalışmalar da adeta bir kaderin varlığına, bir düzenleyici unsurun varlığına, bir global varlığın planına işaret ediyor.

Tabi biz şunu biliyoruz; genetik faktörler ne kadar belirleyici olursa olsun eş seçiminden tutun da, cinsel tercihlere, suça eğilime ve kişiliğe varıncaya kadar sonuçta irade elbette ki etkilidir.

Hadisi Şerifte ne buyruluyor; “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.” Ve o fıtrat insanın kendisini bekleyen yazgının kendisine tevdi edecek sorumluluğu kaldırabilecek özelliklerle donatılmıştır.

Bir kul her ne için yaratılmışsa o şey ona kolaylaştırılmıştır hükmü gereğince zaten bununda böyle olması gerekmektedir. İnsanoğlu hayatın içerisinde ne tür sorumluluklar üstlenecekse, eş olma, ebeveyn olma, kul olma, evlat olma, vatandaş olma, gibi hangi sorumlulukları üstlenecek ise elbette ki kişinin o sorumlulukları yerine getirebilecek bir fıtrat ile donatılmış olması beklenir.

Bununla beraber fıtratımızda bir imtihan gereği olarak çeşitli hikmetlere mebni olarak bazı zaaf gibi görünen bazı durumların olması da mukadderdir.

Fakat, şunu biliyoruz ki biz; “her zorlukla beraber bir kolaylık vardır, bir kolaylık daha vardır” gereğince eğer kişide böyle bir gen varsa ve bu gen o çevresel faktörlerin de etkisiyle aktive olup kişide böyle bir eğilim meydana getirme potansiyeli taşıyor ise bunu muhakkak yönetmemizi sağlayacak, onu tolere etmemizi sağlayacak içsel ve çevresel kaynaklarda beraberinde verilmiştir.

Evet bir suça eğilim geni vardır fakat öte yandan da bir başka gen muhakkak suretle verilmiştir. Ki onu dengeleyebilsin ve kişi o genetik unsur sayesinde kendisinde var olan bu eğilimi yönetebilsin.

Bu çok kati ve kesindir. Kevni prensipler bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyuyor. Kelami prensipler de bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yine bilim dünyasında tartışma konusu olan bir husus;

İnanç geni var mı? 

Genetik alanda yapılan çalışmalar böyle bir genin varlığını da ortaya koydu. Beynimizde ibaret ettiğimizde, Mevla ya dua ettiğimizde bir protein sentezlenmesini, huzur duygusunun açığa çıkmasına, dopamin salınımına neden olan bir proteinin sentezlenmesine neden olan bir genin var olduğu keşfedildi. Ve bu gen kimi insanlarda baskın, kimi insanlarda ise çekinik, Dolayısıyla kimi insanlarda aktif, kimi insanlarda pasiftir.

 

Yine yapılmış çok ilginç bir araştırma var. Bu araştırma da dindar insanların daha fazla çocuk sahibi olma eğiliminde olduklarını ortaya koymuş. Dünya genelinde dindar insanlarda ortalama çocuk olma oranı 2.5 iken ataistler de (herhangi bir dine mensup olmadığını ileri sürenlerde) bu oran 1.6 olarak ortaya çıkmış. Ortada neredeyse 1 puanlık bir fark var.

Ve araştırmacılar, özellikle de Darwinist araştırmacılar bir müddet sonra bu doğurganlık oranlarından hareketle toplumların git gide dindarlaşacağını ortaya koyuyorlar.

Çünkü dindar insanlarda inanç geni aktif, baskın, bununla beraber inançsız insanlardaki genler ise inanç geni pasif. Buna bağlı olarak dindar insanların da gerek çevresel koşulların, gerekse de genetik yönelimlerin etkisiyle daha dindar olması. Buna bağlı olarak doğurganlık oranlarının artmasıyla beraber genetik faktörlerin de etkisiyle toplumların daha dindar olması ve buna bağlı olarak doğurganlık oranlarının daha fazla olmasıyla beraberde toplumların git gide dindarlaşması ortaya koyan çalışmalar var.

Bu bize hemen Allah ın Resulünün “Evleniniz, çoğalınız. Zira ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.” Hadisi Şerifini bizlere hatırlatıyor.

Gerçekten de dünyada dinlerin yayılma süreçlerine baktığımız zaman ki İslam da da öyle olmuştur, diğer semavi dinler de de öyle olmuştur. Doğurganlık çok önemli rol oynamıştır.

Mesela o semavi dinlerden bir tanesi olan ve Hristiyanlığa kıyasla daha az tahrif olmuş Tevrat a sahip olan Yahudilik dininin dünya üzerinde İslam ve Hristiyanlığa kıyasla yayılma olanağı bulamamasının temelinde de bu vardır.

Yahudilerin kendilerinden başka kimselerle evlenmemesi ve dolayısıyla o Yahudiliğin, Museviliğin sadece Yahudi ırkına mensup insanlarla dar çerçeve içerisinde kalmış olmasıdır.

Fakat bizim dinimizde böyle bir sınırlama söz konusu değil. Farklı ırklarla evlilik tercih bile ediliyor ve buna baktığımız zaman evet fetihler olmuştur, tebliğ çalışmaları olmuştur fakat esas yayılma doğum aracılığıyla olmuştur.

Mesela 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde Türkiye nin nüfusu 13 milyon idi. Aradan geçen 90 yıllık süre içerisinde Türkiye de yaşayan Müslüman nüfusu 74 milyona yükseldi. İşte 60 milyonluk bu fark doğumların etkisiyle geldi.

Evet, insanlarda bazı olumsuz gibi görünen genler olabilir fakat büyük resme bakmak durumundayız. O genlerle birlikte muhakkak suretle bunu tolere etmemizi sağlayacak farklı genlerinde olması gerektiğini biz biliyoruz. Tabi ki genetik çalışmalar henüz büyük resmi görecek kadar ileri boyutlara varmış değil. Fakat o boyutlara vardığında kesinlikle o kelami prensibin her insanın fıtrat üzere doğacağı, kaderinin ihtiva ettiği o sorumlulukları yerine getirebilecek, onların üstesinden gelebilecek o genetik kodlarla doğduğu gerçeği muhakkak suretle ispatlanacaktır. Bunda şek ve şüphe yoktur.

Her ne kadar fıtratımız bu zaaflara sahip olsa da ki bunlar genetik kodlarımızdan da geliyor olabilir, içinde yaşadığımız koşullardan ve yaşantılardan da geliyor olabilir. Bu zaaflarımız yönetebilecek, bunların sürece olan etkisini asgari düzeye indirecek, bunları kabul edebilecek seviyeye getirebilecek içsel ve çevresel kaynaklarımız muhakkak suretle vardır.

O zaman şikayet etmek, kadere kızmak, başkalarına imrenmek yerine, yakınmak yerine kendimize dönmek ve zaaflarımızı yönetmek sürecinde bize verilmiş olan içsel ve çevresel kaynakların neler olduğunu tespit etme hususunda kendimizi daha iyi tanımaya, olaya farklı bir pencereden bakmaya çalışmak çok daha faydalı bir yaklaşımdır.

Bu dünyada ve ahirette mutlu ve başarılı olmak için mükemmel olmak gibi bir zorunluğumuz yok. Kaldı ki ne de içinde bulunduğumuz çevresel koşullar açısından ne yazık ki mükemmel olabilmek mümkün değildir.

Fakat bazı zaaflarımızın var olması bir eksiklik, bir zayıflık değildir. Aksine eğer o zayıflıklarımızın farkına varır, onları yönetebilirsek onlar bizim için hayatın içerisinde karşılaştığımız o sorunları çözebilmek, o fırsatları değerlendirebilme sürecinde bir kaynak haline gelecektir. Uçurtmayı yüksekte tutan rüzgar değildir. O rüzgara karşı uyguladığı dirençtir.

Benzer bir şekilde insanın kendi içinde var olan o zaaflarını fark etmesi ve bu zaafları ile bir mücadele içerisine girmesi, o zaaflarını yönetilebilir hale gelmesi için bir çaba içerisine girmesi, bir kaynak, bir zaman harcaması onun kişiliğini olgunlaştıracak, onun kişiliğini geliştirecek aynen Niyazi Mısri nin dediği gibi “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” derdinin derman olmasını sağlayacaktır.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

cocukaile.net

Yeşil Dalganız Kaç Km Hızla Gidiyor?

Bizler mükemmel değiliz ,  bazı hata ve kusurlarımız var. Çünkü gökten zembille inmedik .  Düşe kalka yürüdük bu yollarda. Doğduk, doğduğumuz andan itibaren bazı çevresel etkilere maruz kaldık, bazı negatif deneyimler yaşadık, anne ve babamız bizi çok seviyor üzerimize titriyor olmasına rağmen bazı hatalar, bazı yanlışlar yaptılar, bizden kaynaklı bazı sorunlar oldu  ve bunlar bizim üzerimizde etkiler meydana getirdi.

Bu yaşadıklarımızın  üzerimizde nasıl bir etki bırakabileceğini anlayabilecek, bunları yönetebilecek akli ve vicdani olgunluğa sahip değildik. Çünkü çocuktuk, küçücüktük. Ki bunlar bizim gerek fizyolojimizde gerekse de psikolojimizde önemli etkiler bıraktı.Bizi  ilgilendiren kısmı psikolojimizde bıraktığı izler.

 

Fıtrat olarak tanımladığımız o öz benlik, öz kişilik sadece genetik faktörlerce belirlenmiyor. Sonrasında yaşanan olaylarda insanın fıtratını etkiliyor. Özellikle 0-2 yaş yaşantıları çok önemli. Sonra 3-6 yaş yaşantıları da önemli.  7-11 yaş yaşantılarını önemsiyoruz. Ondan sonrada fıtrat büyük ölçüde şekillenmiş oluyor.

Fıtrat derken biz doğduğumuz an genetik faktörlerce belirlenen kişilik özelliklerini kastetmiyoruz. Birinci evre 0-2 yaş ve ikinci evre 3-6 yaş yaşantıları da biz fıtrata katma eğilimindeyiz. Hatta halkayı biraz daha genişletebilirsek 7-11 yaş grubunu da bunun içine katabiliriz.

Fakat özellikle 0-2 yaş ve 3-6 yaş çok önemlidir. Bu dönem yaşananlar ve hissedilenler   fıtratımızı oluşturuyor.

Bu dönemde kişi travmalar yaşayabiliyor, sevdiklerini kaybedebiliyor, tacize maruz kalabiliyor, şiddete maruz kalabiliyor, annesinden, babasından uzak kalabiliyor, fakirlik, yokluk, savaşlar yaşayabiliyor ve bunlar insanı derinden etkileyebiliyor. Evet bu etkilerde fıtrattır.

Sonuçta kimseye kaldıramayacağı yük yüklenmez. İnsanın hayatında yaşadığı her şey ki buna çocukluk dönemi de dahil, belli bir plan ve program çerçevesinde, belli bir hikmete, belli bir ölçüye göre yaşanıyor. Tabiri caizse son rötuşlar yapılıyor. Tabi ki bu rötuşlamalar inşaatın yapımından kaynaklanan hatalar olabilir mi? Olabilir. Elbette ki biz kadere hiçbir şekilde hata isnat etmiyoruz. Orada hata gibi görünen durumların arkasında da nice nice sırlar var.

Bunlar biz o binaya yerleştikten, iskan aldıktan sonra bizim düzeltmemiz gereken şeyler.

Çocukluk döneminde yaşadığımız o olumsuzlukları hayatın daha sonraki döneminde bunlarla ilgili bir düzeltme şansı bizlere sunuluyor.

Hepsiyle ilgili bir düzeltme şansı bizlere verilmiştir. O zaman bize düşen şey bu fırsatları iyi kollamak ve o fırsat bizim elimize geçtiği andan itibaren gerekli düzeltmeleri yaparak tabiri caizse fabrika ayarlarına geri dönerek yolumuza devam etmektir.

Özellikle doğduktan sonra yaşadıklarımızın hikmeti ne?

Çünkü bu yaşantılar bizi biraz ürkekleştirebiliyor ya da bizi biraz agresifleştirebiliyor, Bizi biraz daha hüzünlü, biraz daha kederli bir insan haline dönüştürebiliyor. Zaten bir genetik yönelim var, üzerine bir de anne baba tutumları, çevresel etkiler ve bu yaşantılar o hüzün ve keder halini ortaya çıkartıyor.

Neden?

Bu esasında zahiren bakıldığında kişinin doğuştan gelen o mükemmelliğine sanki gölge ediyor gibi. Fakat işin arka planı öyle değil.

Trafikte yeşil dalga dediğimiz bir olgu vardır. Bu trafik ışıkları, sinyalizasyon sistemi oluşturulurken şuna göre oluşturulur; başlangıç noktasından saatte 50 km hızla ki bu değiştirebilinir saatte 30 km de olabilir, 40 ta olabilir, fakat biz ortalaması 50 olduğu için 50 diyoruz. 50 km hızla hareket eden bir araç hızını koruduğu takdirde –ne 30 -40 iniyor ne de 70-80 e çıkıyor- 50 km hızla devam ettiği takdirde hep yeşil ışığa denk gelir. Ve bitiş noktasına gelene kadar kaç tane lamba geçerse geçsin hep yeşil ışığa denk gelir.

Hayatta böyle. Hayatın içerisinde de bir sinyalizasyon sistemi var. Ve bizim hızımız o yeşil dalgaya göre ayarlanmıştır. İşte  çocukluk döneminde yaşadığımız olaylar ve hayatımızın diğer dönemlerinde yaşadıklarımız adeta bir hız ayarlaması yapıyor. İstesek de hızlanamıyoruz.

Çevresindeki kişiler, biraz daha hızlı ol, cevval ol, hırslı ol diyorlar. Fakat kişi yapamıyorum diyor. Gerçeğim buna müsaade etmiyor.

Evet çıksam birkaç söz de ben söyleyebilirim ama çekiniyorum diyor. Çekindiği için daha düşük bir hızla seyrediyor.

Daha cevval, daha girişken olanlar daha hızlı gidiyor. Arabalar sağından, solundan geçiyor.

Sonra birde bakıyoruz ki kırmızı ışığa gelipte beklediğimizde onlarla beraber bekliyoruz. Bir sinyalizasyon sistemi var.

Onlar hızlı gittiklerini sanıyorlar, fıtratlarını kendi gerçeklerini dikkate almıyorlar, ama kırmızı ışık onları durduruyor.

Ne kadar ilginç değil mi?

Kader onları durduruyor tabiri caizse.

Adalet orada tecelli ediyor. Sonra yeşil ışık yandığında yeniden onlar hızlanıyorlar. Biz biraz daha geriden gidiyoruz. Sonra varış noktasına bakıyoruz biz saatte 50km hızımızı muhafaza etmişiz, o fıtratın öngördüğü o hızla gitmişiz. Zaten istesek de hızlanamıyoruz, altına da inmiyoruz. Varış noktasına gidiyoruz. Diğer insanlar gaza basıyorlar, hızlı gidiyorlar. Sonuçta bakıyoruz biz oraya gittiğimizde onlar da yeni geliyorlar.

Çünkü kırmızı ışığa takıldı.

Kendisi için öngörülen o hız limitine uymadı.

Çevresel faktörlerin öngördüğü hız limitini dikkate almadı. Kırmızı ışığa takıldı, trafik cezası yedi, ekipler tarafından durduruldu. Sonuçta ne oldu; öngörülen sürede, öngörülen yere ulaştı.

Bütün bu süre zarfında harcadığı emek, zaman, kaynak, stres, sıkıntı, meşakkat yanına kâr kaldı. İş olacağına vardı.

Biz bu yeşil dalga olgusunu terapilerimiz de çok kullanıyoruz. Çünkü bize gelen insanlar hep kendilerinden şikayet ediyor oldukları halde, kendilerini yetersiz gördükleri halde geliyorlar. Gerçekten bu şikayetlerinde, yetersizlik hislerinde belli ölçüde haklı oldukları yönler yok değil, çocukluk döneminde yaşadıklarından dolayı, hayatlarının daha sonraki dönemlerinde maruz kaldıklarından, başarısızlıklardan, olumsuzluklardan dolayı böyle hissediyor bu insanlar.

Biz bu yeşil dalga örneği ile bütün bu yaşadıklarının esasında hikmetsiz olmadığını, sebepsiz, amaçsız ve ölçüsüz olmadığını, her şeyin belli bir plan ve program içerisinde olduğunu anlatıyoruz.

Kendi gerçeklerini kabul edebilmeleri, artı ve eksileriyle kendilerini kabul edebilmeleri, kendileriyle barışık, bütünleşmiş olmaları için anlatıyoruz.

İçinizdeki çocuğa dönün diyoruz, bakın içinizdeki çocuğa.

Bakıyorum ve bir katır görüyorum hocam diyor.

Yarış atı değil dimi?

Hayır bir katır.

Yarış atı olsaydın çok daha hızlı giderdin. Eğer içindeki çocuğu sahip olduğu özellikler itibariyle bir katıra benzetiyorsan katırın belli bir hızı vardır. oda yaklaşık  30-40 km dir. Şunu bilki senin için öngörülen hız 30 km dir.

Ve kaderinde, hayatında seni bekleyen o sinyalizasyon, o yeşil dalga 30 km ye ayarlanmıştır.

Sen eğer fıtratına döner, içindeki çocuğa bakar, artılarından ve eksilerinden hareketle o olması gereken doğru hızı ayarlayabilirsen; evet yavaş gidersin fakat yeşil dalganın içerisinde hiç duraksama yapmaksızın, kırmızıya takılmaksızın, trafik polisine takılmaksızın belirlenen noktaya belirlenen sürede kolaylıkla varırsın.

O zaman o yeşil dalgayı yakalamaya çalışacağız. İçinde bulunduğumuz koşullara ve kendi gerçeğimize şöyle bir bakacağız bunları göz önünde bulundurarak hızımızı ayarlayacağız.

Böyle yaptığımız zaman her şey çok kolay, her şey çok rahat oluyor.

Sonuçta bizim hedeflerimiz, planlarımız, arzularımız, isteklerimiz var. Bununla beraber Mevla nın da bizimle ilgili planları, hedefleri, arzuları ve istekleri var.

Yollar yapılırken neye göre yapılıyor?

Bir planlama var. Öngörülen bir hız var. Belli saatlerde şu kadar aracın trafiğe çıkması planlanıyor, araçların şu saatler arası belli kilometreler arası hızla seyretmeleri öngörülüyor. Senin randevuna yetişmen için 70-80 km hızla gitmen gerekiyor. Fakat o an için trafiğin akış hızı 30 kilometre. Bu demektir ki sen randevuna geç kalacaksın. O global planla senin planın örtüşmedi.

Sebebi ne?

Sen planlarını yaparken global planı dikkate almadın.

Büyükşehirde yaşayanlar özellikle de İstanbul da yaşayanlar planlarını yaparlarken, randevularını verirken o global planı dikkate alıyorlar.

Hayat da böyledir.

Hayatta da kulvarlar var.

Hayatta da yerleşik kurallar var.

Belli bir hız limiti var.

Bunlara uymak, hürmet etmek durumundayız.

Bunlar herkesin hayatında değişiklik arz eder. İstanbul un trafiğiyle Ankara nın trafiği, Newyork un, Londra nın trafiği farklıdır. Her insanın kaderi, yazgısı ve o yazgısında olan kurallar farklıdır. Hayatın belli evrelerinde hızlanmamıza müsaade edilir, yol açılır ve hızlanırız. Ama hayatın belli evrelerinde beklememiz istenir, hızımızı düşürmemiz istenir. Hatta durmamız istenir. Bunlara dikkat edeceğiz.

Ki hayat yolundaki o işaret ve işaretçileri doğru okuyabilme yeteneğine haiz olmamız gerekiyor.

Sizin yeşil dalganız acaba şu anda kaç kilometre hızla gitmenize müsaade ediyor. Eşinize şöyle bir bakın, çocuklarınıza şöyle bir bakın, yaptığınız işe bakın, akrabalarınıza bakın.

Hocam benim annem hasta işe güce bakamıyorum onunla ilgilenmem gerekiyor.

Demek ki şu an sizin hızınızın düşürülmesi istenmiş. Şu an senin yeşil dalgan saatte 20 km hız. Planlar yapabiliriz fakat bunlar kendi planlarımız. Global plan dikkate alınmadan yapılmış olan planlardır. Bu planları bir kenara bırakıyoruz ve mevcut planı dikkate alarak hedeflerimizi yeniden revize ediyoruz. Ve planlarımızı yeniden oluşturuyoruz.

Böyle yaparsak yeşil dalgayı yakalarız.

Global planı dikkate alalım. Hayat yolundaki o işaret ve işaretçileri dikkate alalım.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu – cocukaile.net

Fıtrat

Fıtrat genetik olarak bir insanın içine kodlanmış fizyolojik, psikolojik, sosyal özellikleri ihtiva eder.

Özellikle son dönemlerde genetik alandaki çalışmaların ilerlemesiyle beraber, araştırmalar genetik faktörlerin, DNA ların insanoğlunun sadece fizyolojik özelliklerinin oluşumunda ve işleyişinde değil aynı zamanda kişiliğinin oluşumunda ve kişiliğin işleyişinde son derece belirleyici olduğunu ortaya koymuştur.

Artık her şeyin bir geni var. Her hastalığın bir geni var. Psikolojik hastalıkların ortaya çıkışında da yine genetik faktörlerin zannedildiğinin çok  ötesinde belirleyici olduğu da yine genetik alanda yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkıyor. İnsanoğlunun psikolojik özelliklerinin büyük ölçeği de genetik faktörlere dayanıyor olması o insanın bu doğuştan gelen özelliklerinin hayatın içerisinde, hayata uyum sağlayabilme, hayatın içerisinde var olabilme, engelleri aşabilme, karşısına çıkan fırsatları değerlendirebilme sürecinde onların muhafazasının son derece önemli olduğu görüşünü beraberinde getiriyor.

Diğer bir deyişle fıtratı muhafaza etmek çok ama çok önemlidir.

Neden çok önemli?

Çünkü bir insan kendisini bekleyen o hayatı yaşayabilmek için ihtiyaç duymuş olduğu kaynakların önemli bir bölümü nü o fıtratı diğer bir deyişle doğuştan gelen genetik özellikleri  barındırmaktadır.

Bir insanın sorunlarla baş etme, sorunlara çözümler bulma ve bu çözümleri hayata geçirme sürecinde özellikle 3 tür zeka son derece önemli rol oynamaktadır. Bunlardan bir tanesi IQ (    bilişsel zeka      ), ikincisi İQ ( duygusal zeka ) üçüncüsü de SQ ( ruhsal zeka  ).  Bu üçüncüsü  özellikle son dönemlerde çok konuşulmuş bir zeka türü.

Birincisi bilinçsel zeka, ikincisi duygusal zeka, üçüncüsü ise ruhsal zeka diğer bir değişle sağ duyu veya vicdan olarak da bahis ettiğimiz unsurlar. Bir insanın kişiliğinin işleyişinde özelliklede üst beyin de yerleşik korteks olarak tanımladığımız yönetim mekanizması olarak da altını çizdiğimiz o korteks te  yerleşik olan  bu üç zeka türü, diğer bir değişle zeka, yetenek ve vicdan son derece önemli. Ve bunlar büyük ölçüde genetik faktörlere bağlı olarak belirlenmektedir.

Bir insanın bilinçsel zekası doğuştan geliyor. Elbette ki zekanın kişinin almış olduğu eğitime bağlı olarak geliştiği bir gerçek. Fakat kişinin zekasının kat sayısı sabit. Almış olduğu eğitim olsun, içinde bulunduğu koşullar buna çok fazla etki etmiyor. Boy gibi bir şey.  Kişinin beslenmesi , fiziksel aktivitesi, içinde bulunduğu koşullar elbette boyuna etki ediyor fakat sonuçta o kişinin genetik olarak kodlanmış bir boyu var çok iyi beslense de, spor da yapsa o genetik yapının çok fazla üstüne çıkamıyor. Zeka da böyledir.

O zaman bir insanın hayatının işleyişinde eğer bu üç zeka türü son derece belirleyiciyse- ki belirleyici- o zaman kişinin işleyişinde genetik faktörler yani fıtrat da son derece belirleyici.

Madem bu kadar önemli o zaman anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını yani orjinalliğini, özgünlüğünü korumaktır. Eğer o fıtrat, özgünlük, orjinallik bozulursa çocuk hayatın daha sonraki evrelerinde hayatla baş edebilme, engelleri aşabilme, fırsatları değerlendirebilme,  sorunlara çözümler bulup hayata geçirme evrelerinde kendisine bahşedilmiş olan ihtiyaç duyacağı o, IQ, İQ, SQ sunda ciddi anlamda bir bozulma söz konusu oluyor.

Çocuğun hayatla baş edebilmek için ihtiyaç duyduğu tabiri caiz ise o silahları elinden alıyoruz. Onları tutuk hale getirmiş, dumura uğratmış oluyoruz. O açıdan anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını muhafaza etmektir.

Fıtratın korunması son derece önemlidir. Bütün dinler, bütün şeriatlar, bütün hukuk sistemleri  diyelim daha genel anlamla gerek seküler (dini temele dayanmayan) gerek dine dayanan hukuk sistemleri olsun özellikle beş şeyi korumayı esas almıştır. Nedir bu beş şey?

1)      Aklı korumayı esas almıştır. Onun için insanın aklına zarar verebilecek uyuşturcu, alkol vb. şeyler hiçbir hukuk sisteminde serbest bırakılmamıştır.

2)      Malın korunması. Çünkü insanın hayatını idame ettirebilmesi için bir miktar mala ihtiyaç vardır. Mal canın yongasıdır demişler.

3)      Canın korunması . Yani o insanın fiziksel bütünlüğünün korunması önemlidir buna yönelik kanunlar konulmuştur.

4)      Nesli korumak. Onun için nüfus müdürlükleri ihdas edilmiş, kişinin soy bağı orada en ince ayrıntısına kadar işlenmiştir.

5)       Dini korumak. Vicdan ve din özgürlüğü bütün kanunlarda dini temele dayansın veya dayanmasın hepsinde koruma altına alınmıştır.

Baktığımızda bunlar aslında bir şeyi koruyor. Evet hukuk sistemleri bu beş şeyi koruyor fakat bu beş husus başka bir şeyi, çok değerli bir şeyi korumaya çalışıyor. Oda FITRAT dır.

Akıl bozuldu mu fıtrat bozuluyor. Kişi vicdan ve din özgünlüğüne sahip olamadı mı fıtrat bozuluyor. Fıtratı en ziyade koruyan şey dindir. Mal gitti mi de fıtrat bozuluyor. Kişi yeterli beslenemediği zaman, barınamadığı zaman, fizyolojik dengesini oluşturabilecek ortamı bulamadığı zaman da fıtrat bozuluyor. Aynı şekilde nesil de çok önemli. Kişinin kendi anne-babasıyla birlikte bulunması, hayata onların yanında hazırlanması da son derece önemlidir.

Bütün bunların var oluş amacı fıtratı korumaktır.

Baktığımız zaman bireyin bu fıtratı korumaya yönelik önemli görevleri vardır. Ailenin, toplumun ve devletin önemli bir rolü rolü vardır burda. Fakat bütün bunların içinde en stratejik olanı AİLE dir. Fıtratı koruyan esas korunaklı yapı ailedir. Aile bozulduğu zaman fıtrat da yıkıma uğramaya başlıyor. Üst beyinde IQ, İQ. SQ da ciddi anlamda sorunlar olmaya başlıyor.

Bu konuda yapılmış ciddi araştırmalar var. Mesela anne sevgisi yeterince alamamış, babasıyla yeterince temas kuramamış, huzurlu bir aile ortamında büyüyememiş çocukların bu üç zeka türünde ciddi anlamda sıkıntılar olduğunu gösteren çok ciddi araştırmalar var.

Bilinçsel zekaları bir kere olumsuz etkileniyor. Dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, odaklanma gibi problemleri olabiliyor. Duygusal zekaları ciddi anlamda zarar görmeye başlıyor. Diyelim ki duygusal zekanın bir alt versiyonu olan sanatsal zekası varsa bu dumura uğruyor. Sosyal zekası varsa bu dumura uğruyor çocuk sosyalleşemiyor. Yine aynı şekilde ruhsal zeka, bizim kültürümüzdeki karşılığıyla vicdan. Vicdani melekeleri zarar görüyor. Neden? Çünkü güvenlik problemi yaşayan bireylerin ruhsal zekaları gelişemiyor. Kişi karnını doyuramamış, kişi kendisini güvende hissedememiş, kişinin fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları karşılanamamışken o insanın dini düşünebilmesi, akli ve vicdani melekelerin gelişmesi son derece  zordur.

Sağlıklı bir aile yapısı fıtratı koruma açısından son derece önemlidir. Sağlıklı bir aile yapısına sahip olmadığımız zaman ne gibi problemler ortaya çıkar. Kısaca ona değinelim.

Mesela bugün aile yapısının ziyadesiyle bozulduğu, yıkıma uğradığı, zafiyet gösterdiği yer batı. Bugün bu aile yapısının bozulmasıyla evlenme oranları çok ciddi oranlarda azaldı. Evlenme yaşı erkeklerden 34-35 kadınlarda, 31-32 ler de geziniyor. Buna bağlı olarak doğurganlık oranı ciddi miktarlarda düşmüş vaziyette. Evlenen çiftelerin büyük bir çoğunluğu çocuk yapmıyor, yapanlar 1 çocukla yetiniyor. Nüfusun artış hızı 2 lerde. İrlanda, italya gibi ülkelerde 1 in altına düşmüş vaziyette. Nüfus hızlı bir şekilde yaşlanıyor.

Babasız çocuklar problemi var.  Çok önemli bir problem.  İngiltere de bugün çocukların %56 sı kendi  öz babaları tarafından yetiştirilmiyor. Babasız çocuklar problemi özellikle erkek çocuklarda eşcinselliğin çok ciddi bir şekilde artması sonucunu beraberinde getirmiş vaziyette. Yine İngiltere de her 100 erkekten 8 inde eşcinsellik probleminin olduğundan bahis ediliyor. İşte bu babasız yetişme, çocuğun kendi babasıyla etkileşim içerisinde bulunamamasından ileri geliyor.

Yine İngiltere de evli her 10 erkekten 8 i, her 10 kadından ise 4 ünün  eşini aldattığını söylüyor . işte bu da neslin bozulmasına sebep olan en önemli faktörlerden birisidir. Çocukların gerçek babalarıyla temas edemiyor olması sık görülen boşanmanın yanı sıra sadakatsizliktir.

Diğer bir deyişle aile yapısı bozuldu. Aile yapısı bozulunca da fıtrat bozuldu.

Bugün batı dünyada intiharın en yüksek olduğu, uyuşturucu ve alkol kullanımının en yüksek olduğu ülkeler kategorisinde. Ne oldu fıtrat bozuldu.

Ve bakıyoruz dini duygular son derece zayıflamış vaziyette. Kendisini ateist olarak tanımlayan insanların, toplam nüfusa oranı %80 lere  hatta bazı ülkelerde özellikle baltık ülkelerinde Estonya, Letonya vb. gibi % 90 lara ulaşmış vaziyette.

Aile bozulunca dinde ortadan kalkıyor. Çünkü insan din eğitimini ailede alır. Aile ortadan kalkınca dinde ortadan kalkıyor.

Huzur evleri, çocuk bakım yuvaları son derece artmış vaziyette. Aileler çocuklara sahip çıkmıyor, çocuklarda büyüyünce anne- babasına sahip çıkmıyor. Sosyal  etkileşim asgari düzeye inmiş vaziyette. Sosyal yardımlaşma asgari düzeye inmiş. Böylesine tehlikeli bir durum söz konusudur.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu – cocukaile.net