Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Abdülkadir Badıllı Ağabeyin Ardından

Peygamberler diyarı Şanlıurfa, son yarım asır içerisinde iki büyük vefat ile mahşeri kalabalığa şahit olmuş, biri asrın dâhisi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin 23 Mart 1960 tarihinde vefatı, diğeri onun talebesi Abdülkadir Badıllıağabeyin 27 Aralık 2014 günü Halilurrahman Dergâhinda defin edildiği gün.Bu iki günlerde binlerce insanların ellerini semaya kaldırıp dua etikleri rahmet dolu günler…

Hadis-i şerifte buyurur ki:“Her kişi için semada iki kapı vardır. Birinden ameli yükselir. Öbüründen rızkı iner. Mü’min kişi ölünce her ikisi de onun için ağ­larlar.”1, Bediüzzaman vefat ettiği gün semanın kırmızılaştığı, kan gibi yağmurun yağdığı birçok insanlar tarafından hâlen söyleniyor.

Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Arapkent köyünde medfun asrımızın büyük âlimlerinden şeyh Muhammed Şerif el- Arapkendi (r.a) Bediüzzaman İçin şöyle demiş:

Muhammed Salih Ekinci anlatıyor: “Bediüzzaman’ın vefat ettiği gün Ramazan idi. Hatırlıyorum, şimdiki gibi hatırlıyorum. Ortalık birden karardı. İkindi vaktinde dünya karardı. Sanki akşam ile yatsı arası gibi oldu. Bir yağmur yağdı. Kan gibi yağıyordu. Sabah kalktık, baktık, her yer kan gibi kıpkırmızıydı. Taş, toprak, ağaç her yer kızarmıştı…

Büyük üstadım Seyda Muhammed Arapkendi o gün bu durumu görünce demiş ki; “bugün büyük bir zat vefat etmiştir.” Hatta gözü Til Maruf tarafındaydı. Oradan tarikat almıştı. Oradan bir şey olabilir diye düşünüyordu. Tabii herkes kendine yakın olan şeyleri düşünüyor.

Sonradan Bediüzzaman’ın o gün vefat ettiği haberi gelince çok teessüf etmiş ve demiş ki;“Bu zatın bu kadar büyük olduğunu bilseydim, mutlaka ona ulaşır, onu ziyaret ederdim”

” Semânın kırmızılaşması, mümin üzerine ağlamasıdır 2,

Bediüzzaman Hayatı boyunca birçok baskılara maruz kalmasına rağmen miras olarak 6.000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bırakmış, naaşı Halilürrahman Dergahı’nda defnedilmiş, vefatından iki ay sonra 27 Mayıs 1960’da DP’ye karşı askeri darbe yapılmıştır. Milli Birlik Komitesi, Bediüzzaman’ın kabrinin nakledilmesine karar verir.12 Temmuz 1960 gecesi Dergâhtaki mezarını kırarak naaşı askeri bir uçakla Afyon askeri havaalanına indirilerek, yeri bilinmeyen bir mezara defnedilir.

Abdulkadir Badıllı, 1953’teBediüzzamanla tanışır, 61 yıl boyunca Risale-i Nur hizmetinde hayatı geçer.Harran Üniversitesi tarafından kendisine fahri doktora unvanı verilmiştir.Arapça,Farsça,Osmanlıca ve Kürtçeyi biliyordu. Bediüzzamana ait birçok kıymetli eşya ve bu arada Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin meşhur cübbesi arşivinde bulunmaktadır.

Halilurrahman Dergâhında Badıllı ağabey defin edilirken, Dergâhın üzerinde yağmurla yüklü bulutlar ve bulutların altında sürü hâlinde kol kanat çırpan yabani kuşların hüzünlü hâlleri âdeta hissediliyordu.

Badıllı ağabey hayatı boyunca ilimle iştigal etmiş, bu arada üç ciltlik Mufassal Tarihçe,Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları, İşaratü’l-İ’caz tercümesi, Mesnevi-yi Nuriye tercümesi, Bediüzzaman ve Din Tılsımları, İslam kardeşliği türk-ilişkileri,Güneş üflemekle sönmez adında eserler yazan Abdülkadir Badıllı, hizmet-i Kur’an’a âşık, belki sakin duruşlu ama;davası için cansiperane mücadele eden, üstadının “korku bilmez” meziyetini taşıyan biri idi. Mekânı cennet-ı âlâ olsun…

Şanlıurfa, asrımızın dehası olan Bediüzzamanı ve onun talebesi olan Abdülkadir Badıllı ağabeyi bağrına basan Halilurrahman diyarıdır.Bu diyarda dar-ı bekaya irtihal etmiş bütün ölülere rahmet; sağ olanlara da selâm ve selâmet olsun.

Ne kadar bahtiyarsınız, Ey Şanlıurfa halkı!…

Rüstem Garzanlı

29.12.2014

www.NurNet.org

1-Tirmizi

2-Mukaddime

Bedîüzzamânın Çarşısında Bulunmayan Şey!

Bedîüzzamân, hayatında iki şeyi bilmediğini ifade eder.

Birisi “havf” diğeri “nisyan” yani korku ile unutma, bu iki hasletle beraber; şiddetle istibdada karşı da gelmiş, “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez” sözü ile hakikat noktasında pervası olmayan bir portredir.

Şöyle ki: “Bilâ-perva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapın! (…) Bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku, elimi tutup men edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluğumu çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasını değil, kırılmasına yardım edene rahmet. Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelâl’in elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zaten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz.”1

Bediüzzaman, yukarıda buyurduğu hakikati şahsı ile birlikte bu kutsi davanın her bir ferdini “kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım- izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz-Her ceza ve idamınıza hazırız” vurguladığı anlaşılmaktadır. Risale-i Nur Talebelerinin birinci esası tahkiki imanı kazanmak ve hakiki imanı elde etmektir. HakikÎ imanı elde eden elbette korkuya tenezzül etmez. “Allah bes, bâkî heves” der. Şunu da ifade etmeden geçmek istemiyorum: Bu güne kadar Risale-i Nurlar üzerinde oynanan oyunların hiçbiri emellerine ulaşmamış ve ulaşamayacaktır, İnşallah…

Bediüzzaman, istibdada karşı var gücü ile karşı çıkmıştır. “İstibdat, tahakkümdür. Keyfi muameledir. Kuvvete dayanarak şiddet uygulamadır. Bir kişinin görüşüdür. Baskı sistemleri sû-i istimale daima açıktır. İstibdadın sonucu zillet ve sefalettir.”2

Bediüzzaman, “İstibdadın her nev’ine karşıyım. Onu nerede görürsem tokadımı vururum.” … Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. İman ne kadar gelişirse hürriyet de o kadar parlar.”3 , sözleri ile istibdada ne kadar karşı olduğu anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman, istibdada karşı yaptığı mücadele tarihçe-i hayatı şahittir.

Konu ile alâkalı bir kaç örnek vermek istiyorum:

1-  31 Mart olayı’ndan sonra Hurşit Paşa’nın başkanlığını yaptığı Divan-ı Harbi Örfi’de birçok insanın asıldığı bir ortamda; Bediüzzaman da yargılanır. Bu yargılama esnasında çok sert konuşan Bediüzzaman, “Bu dehşetli mahkemede idamını beklerken, beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmemiş, Bayezid’den Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, ‘Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!’ nidalarıyla” yolda ilerlemiştir.

2- 1922 yılının sonunda Bediüzzaman, Ankara’ya dâvet edilmiş, TBMM’de merasimle karşılanmış, mebusların namaz kılmadıklarını ve maneviyata uygun hareket edilmediği görünce on maddelik bir beyanname hazırlar. Bu beyannameden hoşlanmayan zamanın Meclis Başkanı Mustafa Kemal, 24 Kasım’da “hiddetle” başkanlık divanına girip; Bediüzzaman Hazretlerine “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin” der.

Bediüzzaman: “Paşa, Paşa İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur” der.

3- Bedîüzzamân, Tillo’da kaldığı yıllarda Kubbe-i Hasiye’de inzivada iken bir rüya görür. 4, Bunun üzerine Bediüzzaman Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’nın yanına gider. Ona: “Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim” der.

Bu hadise, Tarihçe-i Hayat’ta şu şekilde geçmektedir:

“Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeriye girer.

Bediüzzaman’a:

“Benim Cezîre’de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat nehrine atarım.”

Molla Said, “Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden bir şey isterim ki; o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim” der.

Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre’ye giderler. Yolda, Paşa katiyen Molla Said’le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkiye gelince, yorgunluğundan, Molla Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bütün Cezîre âlimlerinin kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir.

Cezîre âlimleri, Molla Said’in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette, çaylarını bile unutarak, Molla Said’in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir iki âlimin çayını da içer; onlar fark edemezler.

Mustafa Paşa, hocalara hitaben: “Ben okumuş değilim; fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti.”5 , der.

Bu cesareti ile Mustafa Paşa’ya geri adım attırır. Kosturma’da esir kampındayken, Rus Çarına kıyam etmediği için hakkında idam kararı verilmesine önem vermeden “Ben ahret diyarına göçmek ve huzur-u Resulullaha (asm) varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır” demiş.

Hülâsa: Bediüzzamanın çarşısında ne korku nede istibdat bulunmamış, asayişi bozmadan zulme karşı mücadele etmiş; hürriyeti savunmuştur.

Rüstem Garzanlı

24.12.2014

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Şuâlar,12. Şuâ.
2- Yeni Asya gazetesi.
3- D. H. Örfi, Emirdağ lah.
4- Nursî Said, Tarihçe-i Hayat, s. 36.
5- Nursî Said, Tarihçe-i Hayat, s. 37.

Bedîüzzamân Diyarbakır’da

Nadire-i cihan, hâdim-i Kur’ân, Bediüzzâman Said Nursî Hazretleri, ilmî münâzaralarla meşgul olduğu dönemde Peygamber ve Sahabeler diyarı Diyarbakır’a 1910 yılının kışında gelen ve bir hafta kalan Bediüzzaman, buradan da Birecik’e sonra Gaziantep’e, sonra Kilis’e, oradan da Halep ve 1911 yılının başlarında Şam’a gittiği biliniyor.1

Diyarbakır’da kaldığı kısa bir zaman içinde yörenin tanınmış âlimleri ve aile reisleri tarafından büyük bir teveccüh görür.

Bediüzzamanın, Diyarbakır’da kaldığı süre zarfındaki hatıralarını, Esat Cemiloğlu ile Hamit Ekinci Ağabeyden naklen Askeri Yıldız Ağabey şöyle anlatıyor:

Esat Cemiloğlu, Diyarbakır’da bilinen ve tanınan Cemiloğlu ailesindendir. Babası Hamidiye Paşalarından Cemil Cemiloğlu’dur. Bediüzzaman, Diyarbakır’a geldiğinde bir hafta Cemil Cemiloğlu’nun evinde kalır.

Esat Cemiloğlu: “Bediüzzaman, Diyarbakır’a geldiğinde tahminen 31-32 yaşlarında, ben de 7–8 yaşlarında idim. Bediüzzaman, evimizde bir hafta kaldı, evin bir hizmetçisi Üstadın, hizmetine verilmişti, zaman zaman Mesudiye Medresesine gider Ulu Cami’de vaaz verirdi.

Babam, Bediüzzaman’a çok kaliteli ve pahalı bir takım şal ve şapık aldı, (yöresel bir kıyafet) ısrarla hediye etti. 2–3 gün sonra biri kapıyı çaldı, Bediüzzaman Hazretleri, hizmetçiye sordu: “kapıyı çalan kimdir?”

Hizmetçi: “eski elbise isteyen bir fakir” dedi.

Babamın hediye ettiği elbiseyi, “fakire verin” diyerek hizmetçiye verdi. Babama da, “Senin hediyeni aldım, kabul ettim, hayrına fakire verdim.” dedi.

Bediüzzaman Hazretleri çok şık giyiniyordu. Tabancası belinde, kabı ve kabzası gümüşten bir kaması vardı, sedeften olan tespihini tabancasının kabzasına bağlardı. Üstad’ı, çok sever ve hürmet ederdik. Bir gün beni yanına çağırdı, “gel sana bir duâ ezberleteceğim” dedi. Birkaç kez okuduğu duâyı bana ezberletti, o günden beri her gün o duâyı okuyorum” diye ifade etmiş.

Askeri Yıldız: Aslen Diyarbakırlı, Risale-i Nur hizmetinde bir ömür tüketen bir hizmet erbabıdır. Hâlen Diyarbakır’da yaşamaktadır. Molla Hamit Ağabey ise, Üstad’ın ilk talebelerindendir.

Askeri Yıldız Ağabey, Molla Hamit Ağabeyden de şöyle anlatıyor: “Mola Hamit Ekinci Ağabey 1930 yılında Diyarbakır’da asker iken, arkadaşları ona kaderle ilgili soru sorarlar. Molla Hamit Ağabey de bu meseleyi iyice öğrenip, arkadaşlarına izah etmek için Diyabakır’da Âlim ve müderris olan, Molla İbrahim’e gider. Kaderle ilgili meseleyi anlatır.

Molla İbrahim: “Sa’di Taftazâni’nin halledemediği bir meseleyi ben nereden bileyim, git Bediüzzaman’ın eserlerini oku, o bu meseleleri halletmiştir.” der.

Molla Hamit: “Seyda (hoca) sen Üstadı nereden tanıyorsun?”

Molla İbrahim: “Bediüzzaman Hazretleri Cemil Paşagilde iken Said-i Meşhur ismiyle yâd ediliyordu. Ben de Mesudiye Medresesinde talib (mezun) idim. O zaman Bediüzzaman Hazretleri Diyarbakır’da çok konuşuluyordu. Mesudiye müderrisleri en muğlâk 14 soruyu hazırladılar. Bediüzzamanı, medreseye dâvet edip, imtihan etmeye karar verdiler. Bu dâvet işini de bana verdiler. Bir arkadaşımla beraber Bediüzzaman’ın kaldığı Cemil Paşa konağına gittik.

Cemil Paşanın evine gittiğimizde, bir genç bizi misafir odasına aldı, orada oturan bir kişinin üzerinde çok güzel şark kıyafeti, belinde gümüş bir kama ve tabanca vardı. Çok asil bir duruşu vardı. Her halde bu Cemil Paşaların ileri gelenlerindendir, dedik. Bize kahve ikram edildi. Kahvemizi içtikten sonra, Erkan-ı harp gibi başında sarıklı oturan zat, dedi ki: “bizim şark âdetlerimizde, misafir geldiği zaman ya yemeğini yedikten veya kahvesini içtikten sonra muradını sorarız.” dedi.

Ben de dedim ki: Efendim sizde misafir bulunan Said-i Meşhur ismindeki zâtı, Mesudiye Medresesine dâvet etmek üzere, hocalarımız tarafından gönderildik.

Bediüzzaman Hazretleri: “Said benim; ama meşhurluğu filan yoktur. Madem dâvet ediyorsunuz geleyim” dedi.

Mesudiye Medresesine vardığımızda arkadaşlar çay hazırlamışlardı. Bediüzzaman çay esnasında “denilebilir ki”; diye sözlerine başladı. Hocaların hazırladıkları soruları daha sormadan sırasıyla cevap vermeye başladı. “İşte o zamandan beri Bediüzzamanı tanıyorum,” dedi.

Bediüzzaman, Diyarbakır’da kaldığı kısa süre içerisinde, Mesudiye Medresesinde âlimlerle yaptığı ilmî sohbet ve münâzaralarla, ilminin rüchaniyetini ispat etmiş, yöre halkından da büyük teveccüh görmüş. Ayrıca Hamidiye paşalarından Cemil Paşa gibi tanınmış birinin ikramını çevirmek hakaret sayılacağından, usûlen kabul etmiş ise de;  aldığı hediyeyi bir fakire vererek hem hediye almama kaidesine sadık kalmış, hem de paşanın gönlünü kibarca almıştır.

Rüstem Garzanlı

14.12.2014

www.NurNet.org

KAYNAK

1-Mufassal Tarh.Hayat, A.Kadır Badıllı

Mü’minde Takva Ölçüsü

Takva, özet olarak Allah korkusuyla günahlardan sakınmak ve korunmaktır. Böyle davranan insanlara “muttaki” denir. Mü’min takva oranında, salih amel işleme hassasiyetini artırır.
Takva, şirkten takva, ma’siyetten takva ve masivadan takva olmak üzere üçe ayrılır.

Şirkten takva: Lisanen ve kalben Allah’a, imân edip şirkten korunmaktır. İman zayıflığından fırsat bulup insana musallat olan şirk-i hafi yani gizli şirk denilen riyakârlık, gurur ve üstünlük tasarlamak gibi marazlardan kaçınmak gerekir.

Efendimize, İhsan nedir?” sorulmuş: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmendir. Sen O’nu görmüyorsan, şüphesiz O’ seni görmektedir” buyurmuş. (Buhâr İman, 37; Müslim, İman 57,

Takva ile ilgili Kur’an’ı Kerim’de, mealen: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhilliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takvâ sözü üzerinde durdurdu. Zâten onlar buna pek lâyık kimselerdi. Allah her şeyi bilendir” buyrulur. (el-Fetih,48/26.) Kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvadır. Bu takvanın birinci mertebesidir.

Ma’siyetten takva: Haramların bütününden korunarak, Sırat-i müstakim üzere yaşamak ta takvanın ikinci mertebesidir. Kur’an’ı Kerim’de meâlen: “O ülkelerin halkı inansalar ve takva ile hareket edip (Allah’ın azabından) korunsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket açardık. Fakat yalanladılar. Biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden onları yakalayıverdik” (el-A’raf, 7/96).

Masivadan takva: Kalbinde Allah’tan başka her şeyi çıkarıp Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve azametini tefekkür etmektir. Takvanın üçüncü mertebesi olan bu takva da imanın en yüksek mertebesidir. Kur’an’ı Kerim’de meâlen şöyle buyurur: “Ey imân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilden korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin” (Âli İmran, 3/102) (Elmalı Muhammed Hamdi Yazır, Hak dini Kur’an dili)

Takvanın esası haramların terkidir. Haramdan sonra mekruh, şüphe; daha sonra mubah ve helâl gelir. Mubah ve helâl dairesinde tasarruf serbest olsa da; israfa kaçmamak takvadandır.

Efendimiz,(asm.)Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.” buyurmuş.

Haramın en yakını şüpheli maldır. Onun için şüpheli her şeyden kaçınarak takva ile amelleri muhafazaya çalışmak lazımdır. Şüpheden düşen harama da düşer. Fark etmeden kazandığı salih amellerini de kaybeder.

Bediüzzaman takva ile ilgili diyor ki:”Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır.” “Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.”

“Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”Kastamonu lahikası, 103.mektup.

Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetli olduğu için, takvayı bu tahribata karşı en büyük esas olarak gören Bediüzzaman, farzları yapan, büyük günahları işlemeyen, kurtulur, demesi de, bir nevi ahir zaman mü’minlerine bir mükâfat olarak görmektedir. Bu nedenle Bediüzzaman, takva içinde bir çeşit salih amelin olduğunu söyleyerek, insanları takvaya teşvik etmiştir.

Hasan-ı Basrî (ra.) takva hakkında: “Zerre kadar takva sahibi olmak bin nafile namaz ve oruçtan daha hayırlıdır,” diyerek takvanın önemini vurgulamıştır.

Keza, Hz. Ömer (r.a.): “Mü’minin keremi, takvasıdır” buyurmuştur. Muvatta, Cihâd, 35,

Hülasa, gerek mukaddes kitabımız olan Kur’an’ı kerim’de, gerekse hadislerde takva ile ilgili birçok dikkat çekici mesajlar vardır. Son sözü gene Kur’an’ı kerim’den mealen bir ayetle bitirmek istiyorum. “İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” el-Mâide, 5/2) diyerek, mü’minde takva ölçüsü ve önemine değinmiştir.

Rüstem Garzanlı

11.12.2014

www.NurNet.org

Malatya’dan Bir Portre, Celal Yalçın!

Celal Yalçın 1932 Malatya doğumlu, evli dört çocuk babasıdır. Maddi imkânsızlıktan dolayı Malatya, Endüstri Meslek Lisesi son sınıfta iken okulu terk eder, Risale-i Nur hizmetiyle 1950 yılında tanışır, ilerlemiş yaşına rağmen aktif; fakat yumuşak bakışlıdır. Sözlerine pek ara vermeden uzun soluklarla her noktasını, her virgülünü koyarak konuşur. Zaman zaman “hey gidi günler, hey!” mazinin bam teline dokunur, Celal ağabey…

Seksen iki yaşına rağmen hemen hemen haftanın üç günü Risale-i Nur sohbetlerine katılır, sohbetlerin en heyecanlı bir anını yakalar, “durun! Bir hatıramı anlatayım.” Celal ağabey kırmızı işaret engelline takılmaz, istikameti İmandır; yeşil ışıkta zaten hiç durmaz. “hey gidi günler, hey!…”

Celal ağabeyden hatıralar dinlemek üzere, Malatya’nın mukimlerinden ehl-i hizmet Hâtem Levent bey kardeşimizle bir akşam üzeri Celal abinin kapısını çaldık, Celâl abi, refika-i hayatı Güldane ablamızla tek katlı bahçeli bir evde otururlar. Evin içi sade, günün fantaziyelerinden uzak, misafir odasında iki adet sedye, mütevazi bir ev ve mütevazi bir hayat..

Celal ağabey hoşgörülü, sohbeti tatlı, hatıraları bol biri, rahat bir ev ortamı yakalamışken bağdaş kurup, minderin üzerinde oturdum. Celal abi misafirperver, hemen ablamıza talimat vermeye başlar:“Güldane, çabuk çay bırak, yemek getir.” Celâl ağabeyin meşhur yemek ikramlarından biri de mercimekli bulgur pilavıdır. Gecenin geç vaktinde Celâl abi ne bizi ne de Güldane ablamızı dinlemez, ısrar üstüne ısrar yemek yemeden bırakmam, diyor. Abim, şu mercimekli bulgur pilavından vaz geç, bize birkaç hatıra anlatsan, daha makule geçer, dedim.

Celal ağabeyin Risale-i Nur hizmetinde geçen altmış dört yıl gibi uzun bir ömür, elbette anlatacak birçok hatıralar var.

Celal abi başlar, hatıraları anlatmaya: “Efendim sene 1950 Malatya Sümerbank, iplik fabrikasında laborant olarak işe başladım. Çok zayıf 43 kilo ağırlığındaydım. Laboratuvar şefi Ayşe Hanım beni çağırdı, “Celâl sen çok zayıfsın, her gün karşıdaki kasaba git, hesabıma yarım kilo et al, biraz canlan” dedi. “Olmaz” dedim. “O zaman sana üç aylık yemek fişi vereceğim, memurların bölümünde yemek yiyeceksin” tamam şefim” dedim. Ayrıca mutfak sorumlusuna “Celal’e bol yemek verin,” tembihte bulunmuştu.

Üç ay yemekhanede bol yemek yememe rağmen, kilo alamadım. Ayşe Hanım, biraz toparlamam için büyük çaba harcıyordu, ne yazık ki fakir bir aile çocuğu olduğum için küçükken normal gıdamı alamadığım için bu güne kadar vücudumda pek gelişme olmadı. Ayşe Hanım, beni İstanbul özel besleme ve bakım ünitesine gönderdi, üç ay orada kaldım. Her türlü itina ve beslemeye rağmen ancak üç kilo alabildim. Malatya’ya dönmek üzere, Haydarpaşa garına gittim, üç gün, üç gece yolculuk devam etti.Malatya’ya varıncaya kadar tekrar aldığım üç kiloyu geri verdim. Hey gidi günler, hey!..”

Celal abi: Bir hatıramı daha anlatayım mı? “Anlat abi, anlat,” dedim. Allah’ı pek tanımaz, bir servis şefimiz vardı, birkaç kişiyle sohbet ederken ben de yanlarına gittim, Şef: “Allah dediğiniz kişi, işini bilmiyor. Kimi güzel, kimini çirkin; kimi fakir kimini zengin yaratmış.” dedi. Ben de kravatından tuttum, pencerenin önüne kadar götürdüm. “ Şu kâinata bak, sapan taşı gibi çeviriyor, Allah’a inanmıyor musun?” dedim. O sırada bir zelzele oldu. Yarabbi! Beni mahcup etmediğin için sana şükürler olsun, dedim.

Şef, tekrar gevezelik yaptı, “işte bu zelzele yerin sularının kaynamasından dolayı oluyor.” Şefe, bana bak dedim: Cenab-i Allah’ın Kudreti her şeyin üstündedir. Onsuz hiçbir şey olamaz. Senin bu oturduğun masanın üzerinde bir silah var, horozu kalkıktır,birisi tetiğine dokunmasa silah patlar mı? “hayır patlamaz” dedi. İşte bu depremin tetiğine de Allah dokunuyor, “Ey! Zelzele ol diyor,” zelzele oluveriyor. Biz konuşuyorduk bir daha zelzele oldu. Şef, kaçacak yer bulamadı, Celal “affet beni” dedi. Ben de, “haydi ulan git” dedim. Hey gidi günler, hey!..,

 

Celal abi, biliyorum, sende hatıra çok, ablayı da daha fazla rahatsız etmeden, son bir hatıranı anlat, biz de gidelim, dedim.

Efendim, geçmişte kiralık bir dershanemiz vardı, ay sonu geldi, kira ödeyecek paramız yok, sağ sol derken biraz topladık, 5 lira eksik kaldı, hasta bir komşumuz var, bir arkadaşımla onun ziyaretine gittik.

Hasta: “ Ben öleceğim,” dedi.

Arkadaşım: “Dershanemizin kirasını ödeyemedik, beş lira eksik, eğer beş lirayı verirsen, beş sene daha yaşarsın” dedi. Hasta, kurtulmak için beş lira veriyor, beş lira vermesine rağmen, rüyasına hazreti Azrail geliyor.

Hasta: “Hz. Azrail’e hayırdır,” demiş.

Hz. Azrail: “canını almaya gelmişim”

Hasta:“ Ben yeni beş lira verdim, git filan komşumuzun canını al,” demiş.

Takdir-i Huda aynı gece, komşu ölüyor. Hastamız, “iyi ki beş lira verdim de ölümden kurtuldum. yoksa ölecektim. Hikmet-i İlâhî hastamız da beş sene yaşadıktan sonra ölüyor. Hey gidi günler, hey!..

 

Ara sıra Güldane abla, Celal abinin sözlerine müdahale eder, Celal abi, celali bir seda ile karışma be kadın, sen bilmezsin, mutfağa git, bir şeyler hazırla”

Ben de, Celal abi yanımızda Güldane ablaya hünerlerini gösteriyorsun, acaba tek kaldığınızda da öyle celali misin? Celal abi şair olduğu için, şairane yengeye seslenir:

“ Güldaneme, gül atmıyorum, incinir” diye, iltifatta bulundu. Celal abi, münasebet gelmişken bir dörtlük okur musun? Sanki Celal abi böyle bir teklif bekliyordu. “Hay- hay…

Üstadım!

Kur’an’dan ilham alıp ırmak gibi çağlayan,

Kalp ve ruhu fethedip hemen nura bağlayan.

Kendini düşünmeyip, İslam için ağlayan.

Zamanın mücedidi üstad, Bediüzzaman.

 

Celal abi, gençlere var mı bir tavsiyen?

“Evet, Risale-i Nur’u okusunlar, okusunlar, okusunlar. Celal abi, 82 yaşında olmasına rağmen günde en az 70 sayfa Risale-i Nur, çevşen ve Kur’an okur.

 

Celal abi, vakit bihayli ilerledi, artık müsaade isteme zamanı geldi, dedim. Celal abi ile Güldane ablamız yaşlı olmalarına rağmen Leyla ile mecnun, Aslı ile Kerem, Ferhat ile Şirin gibi iki maşuk, iki beden bir ruh gibi, dış kapıya kadar çıkıp bizleri uğurladılar. O masum insanların gözlerinde ki muhabbet ve sevgi pırıltıları karanlık gecemizi aydınlattı. Hey gidi günler, hey!..

 

Rüstem Garzanlı

02.12.2014

www.NurNet.org