Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Dünya Durmuyor Gidiyor, Hazırlan Sen de Yolcusun!

İnsanlar evden işe işten eve, duraktan durağa, trene, gemiye, otobüse, uçağa koşup gidiyor. Ne yazık ki, “hep geç kaldım, acele gitmem lazım” diyor. Hangi vasıtaya binerse binsin acele ve suratla gitmesini ister, çünkü vücut ruha dar geliyor. Bu nedenle insan bilerek veya bilmeyerek ruhunu tatmin edebilecek bir emel ve geniş bir mekânı arıyor.

Bediüzzaman, Ben Allah’ın kuluyum, gaip âleminden bu dünyaya imtihan olmak için gönderildim ve ahiret yolcusuyum.” “…Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”1 diyor.

İnsanın ruhu âlem-i ervahtan yani ruhlar âlemi gibi yüksek bir mekândan gelmiş, gene o yüce mekân ve makamlara yükselecektir. Konu ile alakalı Dahhak’ın görüşü şöyledir: “mü’min kimsenin ruhu alındığında, onu alıp dünya semasına götürürler, her gökte bulunan mukarrebin melekler, onu oradan alıp sırayla ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci semaya çıkarırlar, oradan da Sidretü’l- Müntehaya götürürler ve “Ya Rab! Bu senin filanca kulundur.” Derler, Allah o kulun kim ve nasıl biri olduğunu en iyi bilen olarak, onu azaptan emin kıldığına dair mühürlü bir tezkereyi onlara gönderir.”

“Muhakkak! Şüphesiz iyilerin kitabı “İlliyyûn”dadır. İliyyûn’un ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, yazılmış bir kitaptır.” 2

Beden ile ruhu, ampul ile elektriğe benzetmişler. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor. İnsan da ölünce vücut çürüse de ruh ölmüyor. Cenab-i Allah, ruha münasip bir libas giydirerek berzah âleminde yaşamını devam ettiriyor.

Ruh vücuttan ayrılınca sesin ve ışığın hızından daha suratlı olan, hayal hızı suratından gider. Hızın daha iyi anlaşılması için önce dünyadaki hızlardan örnek vermek istiyorum, şöyle ki:  Işığın hızı saniyede 300.000 kilometredir. İşte ışık bu hızı ile saatte yaklaşık 1080 milyar kilometre yol alır. Sesin hızı saniyede 340 metredir. Saatte yaklaşık 1224 kilometre yol alır.

Bütün var olan hızlara bir bir bakıldığı zaman İnsan gözünün ani bakış hızı ışıktan hızlıdır. Bir anda en uzak gezegene bakıp geri dönebilir, ruh ve hayal suratı ışıktan daha hızlıdır. İnsan hayaliyle bir anda Amerika’ya gidip gelebilir.  Hayal önünde engel yok. Hatta hayal hızı ile kâinatın en uzak noktasına kadar gidip gelmek mümkündür.

Peygamberler ve evliyalar bazen hayal süratinde cismen gezmiş ve dönmüşler. Mesela: Miraç hadisesi, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) hayal ve ruh hızında, cismiyle o yüce makama çıkmış, 149 milyarlık ışık yılı mesafesinden uzak olan mesafeyi kısa bir süre içinde ziyaret etmiş ve geri dönmüştür. Peygamberimizde görülen bu surat ve kabiliyet; ahiret âleminde cennet ehli de nuraniyet sırrıyla, ruh suratında ve hayal hızında bir hayat yaşayacaklar.

İşte bunun içindir ki: Dünyada ruh ve kalp geçici şeylerle rahat edemiyor, ancak daimi bir şeyle mutmain olabiliyor. Hz. İbrahim (as) “ Uful edip batan şeyler alakaya değmez.” demiş, yani burada anlaşılıyor ki: mal, mülk, evlat ve hayatın en güzellikleri dahi geçicidir, insanlar bunlarla oyalanmasın.

Bediüzzaman, Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.“(3) buyurmuştur.

Yâ İlâhi ve Yâ Râbbi! Bizlere iman-i kâmil ve hüsnü hatime ver, ebedi güzellik olan cennette bizleri matluplarımıza kavuştur. Âmin…

Rüstem Garzanlı

02.06.2014

www.NurNet.org

Alıntılar:

1-İşaratü’l  i’caz,

2-mutaffifin, 83/18–21

3-Sözler, On yedinci söz, İkinci makam.

Çağımızın Önemli Bir Hastalığı, Gurur

Gurur, çağımız insanının en önemli hastalıklarından biridir. Kendini biraz güçlü hissetmeye başlayan, biraz gücü ve itibarı artan, biraz cebi ve cüzdanı dolup mal mülk sahibi olmaya başlayan, biraz makam mevki sahibi olup, biraz şan şöhret elde edenler hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp gurur hastalığına yakalanıveriyor ve kendini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyor.

Zira, çağımızda insanoğlunun kendine duyduğu güven zirveye ulaşmış ve beşeriyetin katettiği gelişmeler insan enesini adeta nemrutlaştırmaya başlamıştır. İnsanoğlu büyüklüğün sadece Allaha mahsus olduğunu unutur ve büyüklük davasına cüret eder olmuştur. Gurur hastalığı maneviyatı zayıf insanlara mahsus olmayıp, maalesef dindarlık iddiasındaki kişiler bile bu amansız hastalığa düçar olmaktadır.

Lügat ta kibir, aciz, kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak, boş yere güvenmek ve kendini başkalarından üstün tutmak anlamlarına gelen gurur, Kuran’da ve Hadis-i şeriflerde tel’in edilmiş ve insanlar şiddetle sakındırılmıştır. Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de;

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler… (el-A’râf, 7/146). “Allah büyüklük taslayanları sevmez” (en-Nahl, 16/23).

“Kim, Allah’a kulluktan, O’na ibadetten çekinir ve büyüklenirse, bilsin ki, (Allah) kıyamette herkesi huzurunda toplayacaktır” (en-Nisâ, 4/172).

“Însanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt. “ (Lokman, 31/18). Buyurmuş.

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.”Buyurmuş.

Bediüzzaman, gurur ile ilgili şöyle diyor: “Evet, gurur ile insan maddi manevi kemalat ve mahasinden mahrum kalır, insan eğer gurur saikasıyla başkasının kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kafi ve yüksek görürse, o nakıstır. Böyle insanlar, malumat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşâdat keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve efhama mâruz kalarak Bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslaf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.”( Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır.

“Büyük Görünme Küçülürsün! Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem’iyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu’la tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…” (Lemaat)

İnsan ruhunu çeşitli tezahürleriyle körelten zararlarına Kur’an-ı Kerîm’in genişçe bir açıdan baktığı kibir, maddî hayatta zararın ve kaybın sebebidir. Kibir örneklerinde gördüğümüz gibi büyüklenenler henüz dünyada iken, hareketlerinin cezasını çekerek helâk olmuşlardır.

Bediüzzaman, Risale-i Nur‘da insanı gurur hastalığına yakalanmaktan veya aşağılık kompleksine kapılmaktan kurtaracak çok sağlam bir ölçü veriyor:

“Ey insan! Kur’anın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler.” (Lem’alar, 17. Lema)

Konuyu Bediüzzaman Hazretlerininin şu sözü ile bitirmek istiyorum. “Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır. Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır. “Hizmet Rehberi)

Rüstem Garzanlı

27.05.2014

www.NurNet.org

Miraç Yüksek Bir Hakikattir

25 Mayıs 2014 günü, Pazar gününü Pazartesiye bağlayan gece Miraç Kandilidir. Miraç, İslam dininde Hz. Muhammed (a.s.m.)’in göğe çıkması sonucu mukaddes bir yolculuğun ve manevi bir yükseliş anlamındadır. Hicret’ten bir yıl önce, Recep ayının 26- 27. gecesinde olmuş, kadir gecesinden sonra en kutsal gecedir. Habibi, Hz. Muhammed’i (asm) huzura Kabul etmiş, Melekleri, cenneti ahireti Cenab-i Allah’ın cemalini gözleriyle müşahede etmiş, beş vakit namaz bu gecede farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de İsra suresinin ilk ayetinde bu manevi yolculuk şöyle anlatılmaktadır.

“Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Bediüzzaman hazretleri, Peygamber (asm)’in miraca çıkmasının sebep ve hikmetini bir misal ile şöyle anlatıyor: “Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.” 31. söz.

Bu misalde olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz’i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz’i anlamda ilham etmesi birinciye misaldir.

Efendimi, bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte olduğu için Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinciye misaldir.

İnsanlığın medar-ı iftiharı, Fahr-i kâinat (a.s.m.)’in elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi Miraç’ın bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan Risâlet yönüdür.

Efendimiz (a.s.m.) bütün varlıkları temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkmış, bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (ettehiyattü, elmüberekattü, esselavatü, etteyibattü) dört kelimeyle, adeta dört zarf arz etmiştir. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi,

Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır, fakat her şey ona sonsuz şekilde uzaktır. Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir. Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, ona yanaşmak mümkün değildir. Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak her şeye yakındır, ama her şey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber (a.s.m.), Cenab-ı Hakkın Lütfüyle bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraç’a yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

Yerküremiz, yani dünya yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı âlâya getiremez mi? bir insan bedenini şimşek gibi Arşına çıkaramaz mı?

Kudret sahibi Allah (cc) bütün âlemlerdeki varlıkları ve ibadetlerinin ahiretteki neticesini göstermek için Efendimiz (a.s.m.)’ı o yüce makama, mübarek bedeni ile arşa kadar davet etmesi hikmetin muktezasıdır.

Dünya’da ceset ruha arkadaşlık ettiği gibi, Kudret sahibi Allah (cc) cennette dahi bedeni ruha arkadaş edecektir. Mademki, cennette ruh bedenle birlikte olacaksa, Sidretü’l-Münteha’da da Efendimiz (a.s.m.)’in ruhu, kalbi cesediyle birlikte olması hikmetin ta kendisidir. Deme ki, bedeni ile çıkmıştır. Efendimiz Miraca sadece ruhen çıkmış olsaydı, mucize olmazdı. Zaten her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

Bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir. Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün; diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir. İşte Peygamber Efendimiz (a.sm.), Burak’a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

Mü’min bir insan, namazda bir çeşit Miraçla kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir. Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi kalp gözü açık olan bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları, melekler bir anda yerden Arşa çıkmaları, Arştan yeryüzüne inmeleri gibi,

Netice-i kelam, bütün enbiya ve evliyanın sultanı, bütün mü’minlerin imamı, hatemü’l- Enbiya olan Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir anda Miraca çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi şanına layıktır ve doğrudur.

Yâ İlâhi ve Yâ Râbbi! İçinde bulunduğumuz bu üç ayların hürmetine, bütün İslam âlemi ve memleketimizi münafıkların şerrinden ve doğal afetlerden muhafaza et. Bahusus Soma ilçemizde, maden ocağında hayatını kaybeden şehitlerimize Rahmetinle muamele et, yakınlarına sabr-ı cemil ver, üzüntülerimizi sürura, güçlüklerimizi de kolaylığa çevir. Âmin!

Bu vesileyle tüm İslam âleminin mübarek Miraç Kandilini tebrik ediyorum.

22.05.2014

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Türbe ve Dilek Taşından Medet Beklenmez

Memleketimizin bir çok yerinde, Mayıs ayının ilk haftasından başlayarak Haziran ayına kadar sürdüren geleneksel türbe ziyaretleri devam edilmektedir. Bu mekânlar adeta şenlik ve şölen alanı haline getirilmiştir. Buralara gezmek niyetiyle gidenler olduğu kadar; dua ve dileklerde bulunmak üzere, türbenin civarında bulunan ağaçlara bez-çaput bağlayanlar, dilek taşına taş yapıştıranlar, türbenin toprağından şifa aramak için gidenler de vardır. Bu tür maksadı aşan batıl dua ve dilekler, kimseye faydası olmadığı gibi, berzah alemin (türbe)’de bekleyen o evliyaların da ruhları incinmektedir.

Keza, Kuran’ın Ayet’lerinden belirli bir sayıda Ayetü’l- Kürsü, fatiha-i şerife, İhlâs gibi süreleri bir gayeye (hasta şifası, işsize iş bulmak veya üniversite imtihanını kazanmak vs.) maksat yaparak dua ve dileklerde bulunanların isteği yerine gelmediği zaman; bu sefer inanç ve itikadları kırılıyor. Bu nedenle Kur’an Ayetlerini dilek ve maksatlara vesile değil, esbab-ı kabul dairesinde dua ve ibadet niyetiyle okunmalıdır. Aksi takdirde türbe ve dilek taşlarından medet beklemek veya Kur’an ayetlerini isteklere maksat yapmak ahmaklıktır.

Şark’ta darbı mesel bir söz var. “Huda dağı saman yapabilir. İşlek’i de içine koyabilir. Ama yapmadığı şeyi yapmaz” dolayısiyle esbab-ı kabul dairesinde yapılmayan, lüzumsuz ve malayani dualar, boşuna çene çalmaktan ibaret olur.

Bediüzzaman dua hakkında şöyle diyor: Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. Cenab- ı Allah tarafından Kâinat halk edildikten sonra insan nev’i, onun başında İslam âlemi ve hepsinin başında da Peygamber-i Zişan (asm)’ın duası, bu âlemin yaratılış sebebi olmuştur. Yani Hâlık-ı Âlem, gelecekte Peygamberimizin (asm) insan nev’i adına belki tüm mevcudat hesabına sonsuz bir mutluluk isteyeceğini bilmiş, o gelecek duayı kabul etmiş ve kâinatı halk etmiştir.

Duanın bu kadar büyük ehemmiyeti vardır. Asr-ı saadetten bu güne kadar, her vakitte insanlar, cinler, melekler ve ruhlar âleminde yaşayan varlıklar ve hesaba gelmez mübarek zatlar tamamıyla Peygamber aleyhissâlatü vesselâm için Cenab-ı Allah’tan rahmet ve sonsuz mutluluk istemiş, bu istek kıyamete kadar da devam edecektir. İstenen bu geniş ve kapsamlı dualar mümkün mü kabul olmasın, reddedilsin?

Bu kadar geniş ve devam eden fıtri dualar neticesinde iki cihan serveri Resul-i Ekrem’in (asm) makamı, makamların en yükseğine çıkmıştır.

“İşte, ey Müslüman! Senin ruz-i mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şafaatini kendine celp etmek için sünnetine ittiba et.”

Devamında, Bediüzzaman şöyle diyor: Dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zahiri maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duayenin vakitleridir; hakiki faydaları değil. İbadetin faydası, ahirete bakar. Dünyevi maksatlar hâsıl olmazsa, “ O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi” denilir. (24.Mektubun zeyli)

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

05.05.2014

www.NurNet.org

Derin Devlet Nedir?

Derin devlet herkesin kafasını kurcalayan önemli bir konu. Bu konunun gerçek tanımı yapmak çok zor olsa da, kimi devletin içinde ayrı bir devlet;  kimi Asker, MİT veya Emniyet;  kimi dış güç; kimisi de Osmanlı devletinin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulmuş gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalmadır.  Doğrusu bir muamma!

Derin devlet kimler tarafından teşekkül ediliyorsa edilsin, bu örgütün asıl amacı devletin arkasında gizli bir beyin görevini yürütmek, devlet zaafa düşmeden önce önlem almaktır. Acaba bizdeki derin devlette böyle midir? Derin düşündüğümüzde, her nedense tersi akla geliyor. Yani devlet zaafa düştüğü zaman kurtarmaya çalışılıyor. Türkiye’nin en deneyimli siyasetçilerinden, eski Cumhur Başkanı Sayın Süleyman Demirel, bizdeki derin devlete “ halaskar gazi”  diyor. Sayın Demirel’in sahasına girmeyeyim. “halaskar gazi”den yola çıkılırsa, akla şu geliyor: Yani, derin devlet önce devleti zaafa uğratır, daha sonra da  “Ey devlet, dikkatli ol!” diyor. Bir misal ile konuyu açmak istiyorum: Yüksek bir tepenin başına çıkartılmış bir arabanın, freni gizliden biri patlatır, ondan sonra araba sahibine “frenin patlak, önünde uzun bir iniş, yolun sonunda da viraj var, haberin olsun, ha!..”  İşte “halaskar gazi” buna denir.

Bediüzzaman, gerek Türkiye’ye gerekse tüm dünya ülkelerine anarşinin yaymasına Fransız ihtilali sebep olduğunu şöyle ifade eder: “Evet, ihtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir, bilâhare bolşevikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek.”5.Şua,

Bin seneden beri ayni toprak üzerinde yaşamış, adeta et kemik gibi birbirlerine kaynaşmış, ayni Allah’a, ayni kitap’a, ayni kıble’ye, ayni dine mensup olan bu milletin içine nifak tohumu sokmakla meşgul olan dış güçler, sağ – sol; suni- alevi; Türk – Kürt gibi ayrışmalara ve isyanlara sebebiyet vermişler.

Keza, ABD 40 seneden beri Müslümanların yakasına yapışmış, içişlerine müdahale ederek binlerce insanların ölümüne neden olmuştur. İşte Afganistan, Irak, Lübnan, Libya, Suriye, Mısır vs. Kim bilir yarın hangi İslam devletine sıra gelecektir.  Birkaç varil petrol için değer mi, İnsanlık bu mudur? Ey Amerika! Artık, kirli elini bu mazlum halkın yakasından çek…

Son, Osmanlı döneminden bu yana, her fırsatta ülkemizi de rahatsız etmişler. İşte, 31 Mart 1909’de ittihatçılar; İngilizlerin oyununa gelerek Sultan Abdulhamid’i tahttan indirmeye teşebbüs edilmesi, 27 Mayıs 1960 darbesi; çok partili döneme geçişi hazmedemeyen CHP, laikliği koruma bahanesiyle darbeye gerekçe gösterilerek, hukuksuz mahkeme sonucunda Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu İmralı Adası’nda idam edilmiştir.

12 Mart 1971’ de ordu komutanları Demirel’e bir muhtıra verip, kardeş kavgası ve anarşinin engellenemediği gerekçe gösterilmiştir.

12 Eylül 1980 darbesi, askeri darbe ile yönetime el koyulmuş. 13 sıkıyönetim bölgesine, 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanmış, Emniyet Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiş, birçok idamlar gerçekleştirilmiştir.

18 Haziran 1988’de Özal’a yapılan suikast girişimi, 17 Şubat 1993’te Eşref Bitlis’in helikopter kazası, 24 Mayıs 1993’te Bingöl Elazığ Karayolunda şehit edilen 33 asker, hepsi de aynı senaryo değil mi?

28 Şubat 1997’de, Refah-Yol Hükümeti döneminde MGK’dan çıkan kararları, merhum Necmettin Erbakan’ı imzalamaya zorlayan cuntacılar, parlamentoyu devre dışı bırakılarak, yasama organı tamamen MGK’nın eline geçirilerek hukuksuz işlemlerle zulüm yapılmıştır.

 İşte, 28 Şubatın bilânçosu:

1-Refah-Yol hükümeti düşürüldü.

2–8 yıllık kesintisiz eğitimle İHL’lerin orta kesimleri kapatıldı, üniversiteye yönelik sınırlamalarla lise kısımları işlevsiz hale getirildi.

3-Kamu kurum ve kuruluşlarında, üniversitelerde, imam-hatiplerde başörtüsü yasaklandı.

4-Kur’an kursları kapatıldı.

5-Devlet kadrolarında dindar memurlar tasfiye edildi.

6-Refah Partisi kapatıldı.

7-Parti yöneticileri, Refahlı belediye başkanları yargılandı, tutuklandı, siyaset yapmaları yasaklandı.

8-Vakıf ve dernekler üzerinde baskı kuruldu,

9-Anadolu sermayesine ambargo konuldu,

10-YAŞ kararlarıyla ailesi dindar, başörtülü olanlar ve içkili toplantılara katılmayan subaylar askeriyeden ihraç edildi.

11-Çok sayıda yazarlar ve gazeteciler gözaltına alındı, işkence ve tutuklamalar oldu.

Mart 2003’te balyoz darbesi: 1. Ordu Komutanlığı’nda AKP Hükümetini devirmek için hazırlandığı iddia edilen askeri darbe planı. Keza, 27 Nisan 2007 e-muhtıra, 17 Aralık 2013 Operasyonu vs… hepsi de darbe yapmaya birer bahane…

Sonuç: Darbe, ihtilal veya muhtıra; neyi yapmak istemişlerse hemen bir bahaneyi de bulmuşlar. Birkaç örnek vermek istiyorum, mesela: “1980 ihtilali için 30 Ağustos 1980’de Öğle saatleri. Yer Konya Orduevi. Vali Lütfi Tuncel ile Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, Ordu Komutanı Org. Bedrettin Demirel’in konuğu. Keçeciler: Paşam bu anarşi nasıl önlenecek? Org. Demirel: Reis bey çok yakında önlenir, merak etme. Nasıl önlenir paşam? Önleyeceğiz… Nasıl önleneceğinin kurallarını da koyacağız… Yakında görürsünüz.

4 Eylül 1980’de Konya’da, Ordu Komutanlığı Karargâhı’nın karşısına dev bir afiş asılır:”Şeriat İslam’dır.” Org. Demirel, Belediye Başkanı Keçeciler’i arar: Bu afişi asacak başka yer kalmadı mı? Paşam, ben astırmadım. Derhal indiriyorum. Afiş indirilir ve afişi kimin astırdığı da bulunamaz.

Derin devletin deli kadrosu. 6 Eylül 1980’in İhtilal sebepleri arasında sayılan meşhur Konya mitinginin sabahında, Belediye Başkanı Keçeciler, şehri dolaşmaya çıkar. Ve kentin “kimseye zararı olmayan, halkın harçlık verdiği” delileriyle karşılaşır. Örneğin Deli Kazım, Deli İsmail. Esnafın “sabah erkenden dükkânıma uğrarsa işlerim rast gider” dediği Deli Mustafa. Yine zararsız delilerden “İbibik Selahattin.”40–50 deli.”Yeşil cüppeleri” giymişler, başlarında “yeşil sarık”, ayaklarında “çizme”, Konya sokaklarında “şeriat istiyorlar.”Keçeciler: Lan Mustafa, bu kılık kıyafet ne böyle?  Reis abi, reis abi bizi giydirdiler. Kim giydirdi?  Birileri giydiriverdi… İyi olmuş mu reis abi? Konyalı delileri “kimlerin giydirdiği” hiç öğrenilemedi. (Sabah: 1 Şubat 2007)

Rizgari, Kawa, Özgürlük yolu, DDKD, KUK ve Tekoşin gibi Kürt örgütlere karşı PKK’yi; daha sonra; PKK’ya karşı Hizbullah örgütü kullandırılmış ise de, her iki örgütte; karanlık güçlerden aldıkları desteği millete ve devlete karşı koz olarak kullanmışlar. Ey vah! “kaş yaparken göz çıkarma” misali…

Acıklı bir portre: Sene 1992, Batman’da, gündüz sat 12- 13 civarı, işlek bir caddede, bir kıraathanenin önünde, çarşaflı bir erkek, kirli yüzünü gizlemek için, sol eliyle çarşafın bir ucunu burnun üstünde tutmuş, sadece görünen hain bir göz, sağ ellinde namlusu çarşafın altına kadar uzanmış bir kalaşnikof… Duvar dibinde avını bekleyen adeta canavar bir avcı, kim bilir belki birkaç dakika sonra hangi evin ocağını söndürecek, hangi kadın dul, kaç çocuk yetim bırakacak, o hain… Bu cellâda müdahale yok, hem de çok rahat… Yirmi iki senedir, unutamadığım acı bir vahşet, halen gözümün önünde görünen bir canavar… Kim bilir, kimlere hizmet ediyordu, o canavar… İşte muamma bir derin devlet… Her halde bu millet derin ferasetiyle neyin ne olduğunu artık iyi anlamıştır. Geride kalan o karanlık günler; gelecek günlerimize ders olsun…

Rüstem GARZANLI/ Diyarbakır

08.05.2014

www.NurNet.org