Etiket arşivi: Sema Maraşlı

Manevi Darbe 2 (Hadis-i Şerif Düşmanlığı)

Bizim halkımız Kur’an-ı Kerimi pek bilmez. Bu elbette büyük bir eksikliktir fakat yine de dinimizi Peygamber Efendimizin hayatı ile öğrendiğimiz için halkın inancı sağlamdır.

Batılılar yüzyıllar boyunca İslam ülkelerine hoca kılığında misyonerler göndermiş ve bu kişiler İslamı içerden yıkmaya çalışmışlar, din konusunda insanların zihnine şüphe tohumları ekmeye uğraşmışlardır. Bunun içinde en çok kullandıkları metot Kur’an-ı Kerim ile Peygamber efendimizin sözleri birbiri ile çelişiyormuş gibi bir fitne yayıp Kur’an-ı ve Allah’ın Rasulünü birbirinden ayırmaya çalışmak olmuştur. Zira Müslümanları birlik halinde tutan şey sünneti seniyye çizgisidir.

Ortadoğudaki İslam ülkelerinin çoğunluğu hadis-i şerifleri göz ardı eden ve sadece Kur’an-ı Kerimden kafalarına göre hüküm çıkaran ülkelerdir ve kendi aralarında ortak bir dilleri ve birbirlerine bağlılıkları yoktur. Peygamberden uzaklaşan ülkeler, Allah’tan uzaklaşıp Batı ülkelerine yakınlaşmışlardır. Üzerlerinde oynanan oyunlar pek çoğunda etkili olmuştur. Türkiye’nin üzerinde oynanan bu kadar oyunlara rağmen bu güne kadar sağlam durması ise hadisi şeriflere değer verilmesi ve İslamın sünnet-i seniyye çizgisinde yaşanması sayesindedir.

Din fitnecileri son dönemlerde yine hadis-i şerif düşmanlığı ile atağa geçtiler. “Kur’an Müslümanlığı” “Vahiy bize yeter” gibi Peygamberi devre dışı bırakan sloganlarla halkı zehirlemeye çalışıyorlar. Peygamber Efendimiz ve hadisi- şerifler hakkında zihinlere şüphe tohumları ekiyorlar. Halkın anlamakta zorlanacağı hadisleri kötü niyetleri ile yorumlayıp bütün hadisler hakkında şüphe uyandırmaya çalışıyorlar.

Bu hoca kılıklı hadis düşmanlarına karşı uyanık olmak lazım. O kişilere “hoca” değil, “hoca kılıklı” demek lazım. Zira “hoca” sıfatı kıymetlidir, değerlidir.

Bunların uyguladıkları metotların farkında olmalıyız.

Bunların bir kısmı açıkça Peygamber Efendimize saygısızlık eden, hadis-i şerifleri hiç kabul etmeyen, Peygamber Efendimize “Muhammed” diye hitap eden hürmetsiz, saygısız, terbiyesiz kişiler. Allah’ın ve meleklerin salavat ettiği Peygambere onlar sadece ismi ile hitap ediyorlar. Bunların sapkın oldukları belli olduğu için onların peşine ancak dini iyi bilmeyenler düşüyor. Bu hoca kılıklılar beş vakit namazı üçe indirdiler, kadınlara adetli, abdestsiz, başörtüsüz, istediğin şekilde namaz kılabilirsiniz gibi fetvalar verdiler.

İkinci grup hoca kılıklılar ise daha tehlikeli olanlar. Bu sinsi hoca kılıklılar sanki Peygamber efendimizi seviyorlarmış gibi davranıyorlar, bazı hadis-i şerifleri kabul ediyorlarmış gibi duruyorlar, hatta işlerine gelirse kendi fikirlerini desteklemek için hadis-i şeriflerden örnekler gösteriyorlar fakat buldukları her fırsatta hadis-i şeriflerle ilgili zihinlere güvenilmez olduğu ile ilgili fitne tohumları ekiyorlar.

Hadislerin bir kısmına polemik türü rivayetler diyerek rivayetle ilgili şüphelere sebep oluyorlar, bir kısmına Peygamberin kızgınlık anında söylediği sözler gibi uydurma sebeplerle peygamberin sıradan bir insandan farklı olmadığını ve sözlerinin önemsiz hatta insanları yanıltıcı olduğunu zihinlere aşılıyorlar.

Benim gözümde hadis-i şerifleri reddenler ile Fetö ve grubu arasında bir fark yoktur. Birinin tankla tüfekle yapmaya çalıştığını diğeri şüphe tohumları ekerek yapıyor. Biri devlete sızıyor diğeri zihinlere. Devlete sızanlar bir şekilde temizlenir de zihinlere sızanları temizlemek zordur.

Ayetlerden kafalarına göre hüküm çıkararak kendiler dışındakileri, büyük İslam alimlerini bile şirk ehli ilan ettiler. Onlara göre sünneti seniyyeye göre yaşayan müslümanlar;  sahabenin, evliyanın kabrini ziyaret edenler, ölmüş sevdiğine Yasin okuyan halk da şirk ehli. Ve maalesef ki gün geçtikçe bunlara inanlar artıyor ve bu da halkı Kur’an müslümanları ve hadis müslümanları gibi iki keskin kutba bölecek gibi duruyor. Ve gruplaşma başladığında sünneti seniyye çizgisindeki müslümanları şirk ehli gören Kur’an müslümanlarının kendinden olamayan kimseleri öldürmekte bir beis göreceklerini zannetmiyorum. Onlar da bunu Fetö gibi din için yaptıklarını iddia edecekler.

Hadis düşmanlarına göre Kur’an-ı Kerimi okuyan herkes başka bir kaynağa ihtiyaç duymadan her âyeti anlayabilir ve hüküm çıkarabilir. Tabii ki herkesin anlayacağı çok açık âyetler var fakat müteşabih âyetler var ayrıca her âyeti yeterli ilmi olmayan herkes anlayamaz anlamak için gayret göstermesi, en azından iniş sebeplerini okuması, Peygamber efendimizin hayatındaki yansımalarını bilmesi lazım.

Peygambersiz Kur’an yeter demek  “Doktor olmak için tıp fakültesine gitmeye hocalardan ders olmaya gerek yok, al bir tıp kitabı oku doktor olursun” demekten daha farklı bir şey değil. Biri bunu dese adama deli derler fakat birileri çıkıp peygambere ihtiyaç yok, Kur’an-ı oku, anladığın doğrudur diyorlar da onlara inananlar çıkabiliyor.

Kur’an-ı Kerîme, Allah Rasulü’nun sözleri ve yaşantısı ile baktığımızda ancak doğru anlayabiliriz. Allah Rasulü Kur’an-ı Kerimin indirildiği 23 yıl boyunca âyetler indikçe onları tefsir etmiş, açıklamıştır. En doğru anlamlar Allah Rasulü”nün açıklamalarıdır. Bunun dışında Allah Rasulü”nün günlük hayatı da herhangi biri gibi değildi. Davranışları, sözleri hep bir hikmete binaendi. Allah’u Tealâ “Sana kitabı ve hikmeti verdik” buyruyor. O hikmetten faydalanmak için sünnet-i seniyeye uygun davranmaya elimizden geldiği kadar dikkat etmemiz gerekiyor.

“Andolsun ki Allah’n rızasını ve âhiret gününün saadetini umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Resûlü’nde, sizin için, pek güzel bir örnek vardır.”  (Ahzap suresi 21. âyet-i kerîme)

Kur’an-ı Kerimde  “Allah’a ve Rasulüne itaat edin” diye başlayan pek çok âyet var. “Ben Peygambere karşı değilim sadece hadislerin güvenilir olduğuna inanmıyorum” diyen ya cahildir, hadis ilmini hiç okumamıştır ya da haindir, güvenilir olduğunu bildiği halde şüpheli olduğunu iddia eder. Zira hadisler güvenilmez  ise o zaman yukarıdaki Peygamberi örnek alın âyetinin hükmü kalkmış mı oluyor. Haşa Allah’u Tealâ hadislerin bozulacağını bilememiş mi de bizden Peygamberi örnek almamızı mı istiyor. Rabbimiz bizden Peygamberimizi örnek almamızı istiyorsa bu hadis-i şeriflere güvenebileceğimizin de delilidir zaten.

“O gün o (her inkârcı) zalim, ellerini ısırıp: “Keşke ben, peygamberle beraber kurtuluş yolunu tutsaydım.” diyecek.” (Furkan suresi 27. âyet-i kerîme)

Eğer Kur’an-ı Kerimden kendi kafamıza göre anlam çıkarırsak insan sayısı kadar farklı hükümler çıkabilir ve anne-evlat başka dinden gibi olurlar. Fetöcular da IŞİD de Kur’an-ı Kerimden kafalarına göre anlam çıkarıyorlar. Aynı dinden insanlar birbirine düşman oluyorlar.

Devlet büyüklerinin bu konuda hassas olması lazım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu hadis düşmanları ile mücadele etmesi ve halkı da bu konuda bilgilendirmesi lazım. Çünkü hadis düşmanlığı edenler aslında din düşmanlığı ediyorlar.

Zira hadislerin güvenilir olmadığını iddia ettiğinde o hadislerin günümüze gelmesine vesile olan ömrünü ilme adamış o kıymetli alimleri yalancı konumda bırakmış olursun. Aynı zamanda o alimlerin ilminden faydalanmış bütün alimlerin ilmini reddetmiş olursun.

Hadisleri reddettiğinde siyer ilmini de reddetmiş olursun, zira peygamberin sözlerinin yalan yanlış aktarıldığına inanıyorsan hayatı ile ilgili bilgilere de güvenemezsin. Bu durumda hakkında hiçbir şey bilmediğin bir Peygamber kalır ortada. Onunla olan bağların da kesilir.

Hadis reddettiğinde fıkıh ilmini de reddetmiş olursun. Zira fıkıh bilgisinin kaynağı Peygamber efendimizidir. Mesela Kur’an-ı Kerim de namaz emri vardı fakat nasıl kılınacağı tarif edilmez, biz detayları peygamber efendimizin hayatında buluruz.

Yani hadisleri reddettiğinde din adına elinde okuyacak bir kitabın olur; fakat yaşayacak bir dinin olmaz.

Sema Maraşlı – cocukaile.net

Manevi Darbe 1 (Aileye Darbe)

“Baş mimar olan Fethullah Gülen ağabeyimizi saygı ve sevgi ile selamlıyoruz .”

Merak etmeyin yukarıdaki cümle bana ait değil. Bir zamanlar Aile Bakanı olan Fatma Şahin’e ait. 2010 olimpiyatlarında sahneden teşekkür konuşmasında Fethullah Gülen hareketine övgüler dizerek “yapılanları bir idealin zafere ulaşması” olarak tanımlayan Fatma Şahin konuşmasının sonunda:

“Baş mimar olan Fethullah Gülen ağabeyimizi saygı ve sevgi ile selamlıyoruz .” Diyor. Bir zamanlar Fetö’yü milletin çoğu hoca zannetti hocaefendi dedi tamam da tanınmış birine, saygın görünen birine samimi değilsen ağabey  diyemezsin. Ağabey diyebilmek için çok yakın bir hukukunuzun olması gerekir. Fatma Şahin çok rahat bir şekilde ona ağabey diyebiliyor.

Fethullah ağabeyine teşekkürden iki yıl sonra 2012 de Fatma Şahin, hükumet düşmanı feminist derneklerle oturup aile kurumuna dinamit koyan yeni aile kanunun çıkarttı. Bu arada Aile Bakanlığı”nda da ne kadar ona muhalefet edecek kişi varsa onları psikolojik tacizlerle gönderip yerine kendi takımını aldı. Şu anda Fetö operasyonlarında Aile Bakanlığı”ndan atılanlar hep onun döneminde alınanlarmış. Bu durumda Fatma Şahin’in geçmişi ve yaptıkları da incelenmeli diye düşünüyorum.

O dönemde aile kanunu çıkmadan önce çok yazılar yazıp uyarılar yaptım. O yazılarımın linkini de yazının sonuna ekleyeceğim.

Fatma Şahin’in iddiası neydi: Bu kanunla kadın şiddeti azalacak, kadınlar korunacaktı. Peki ne oldu? Bu kanundan sonra kadın şiddeti azalmadı arttı.

Mağdurlar tarafından “Fatma Şahin kanunları” diye anılan 2012 aile kanunu, kadınları erkeklere karşı kışkırtmaktan, aralarına düşmanlık ekmekten, boşanmaları ve şiddeti artırmaktan başka bir işe yaramadı.

Neymiş bu kanunlar Avrupa’da da varmış. Avrupa’da da aile kurumu diye bir şey kalmadı zaten, çoğunluk nikahsız ilişki yaşıyor. Aynı evde karı-koca gibi yaşayıp çocuk yapıyorlar fakat evlenmiyorlar. Kanunlar yüzünden erkekler evlenmek istemiyor.

Sen Müslüman bir ülkede bakan isen ve kanun çıkarıyorsan bu ülkenin dinini de göz önüne almak zorundasın. Halkın çoğunluğu batılılar gibi nikahsız ilişkiler yaşamak istemez. O zaman da bu kanunla nasıl bir tahribat yapacağını düşünmek zorundasın.

Özetle bu kanunla Fatma Şahin ve ekibi ne yaptı?

1- Önce şiddet kavramı genişletildi. Erkeğin kadına kızması, bağırması, cinsel birliktelik istemesi, az para vermesi gibi pek çok şey şiddet kavramı içine dahil edildi. Sonra Avrupa destekli şiddet araştırmaları yapıldı ve çok yüksek rakamlara ulaşıldı. Zira bu araştırma öncesi katılanlara bilgilendirme yapıldı. “Kocanız size bağırıyorsa, kızıyorsa bu şiddete girer soruların ona göre cevaplayın” diye yönlendirmeler yapıldı. Bu yüzden şiddet araştırmalarında çok yüksek sonuçlar çıktı. Bu araştırmaları okuyanların şiddet deyince aklına dayak geldi, oysa erkeğin sesini bile yükseltmesi şiddet sayılmıştı. Böylece erkeklerin çoğunluğu kadınların gözünde “şiddet yanlısı” ilan edildi. Kadınların erkeklere bağırması, psikolojik şiddet uygulaması ise görmezden gelindi yok, sayıldı.

2-Kadınların şikayeti ile delil aranmadan erkekler suçlu kabul edildi.

Bir kadın “kocam bana şiddet uyguluyor” diye şikayet ettiğinde tek fiske vurmamış dahi olsa en hafifinden (!) evden uzaklaştırma cezası aldı. Binlerce erkek aylarca evinden sokağa atıldı.

3-Boşanma durumunda erkekler eski karılarına tazminata ve ömür boyu nafakaya mahkum edildi. Hiçbir Avrupa ülkesinde ömür boyu nafaka yok, biz onları da geçtik. İslam da ise kadın hamile ise doğurana kadar değilse sadece dört ay nafaka vardır. Bundan fazlasını erkek gönlüyle verirse verir, vermezse zorla alamazsınız haram olur. Erkek sadece çocuklarına nafaka vermek zorundadır.

Feministler nafakanın kadının hakkı olduğunu iddia ediyorlar. Nerden hakkı oluyor ben onu anlamadım. Bir adamla evlendin anlaşamadın ayrıldın diye artık sana el olmuş bir adamın kazancını yemenin, sülük gibi yakasına yapışıp sömürmenin, kazancına ortak olmanın neresi hak anlamadım. Bence bu kadın onuruna yakışan bir şey değil.

Zaten sağlık afiyetle yiyemezsin o parayı. Pek çok erkek gözü kala kala, kötü söyleye söyleye veriyor o parayı. O paradan hayır gelmez. Ancak kadın da adamla birlikte çalışmışsa kadın kendi kazancı kadarını alabilir.

Eski karısına nafaka ödeyen pek çok erkek yeniden evlenip yeni bir hayat kuracak maddi imkana da sahip olamıyor.

Boşandıktan sonra kadınlar nasıl geçinecek diyorlar. Bekarken nasıl geçiniyorsa aynen öyle. Aile desteği ise aile desteği, çalışıyorsa çalışmaya devam etsin. İki imkanı da yoksa devlet bakmak zorunda. Erkekler sigorta şirketi değil, eski karılarına aylık ödemek zorunda değiller. Bu yüzden erkekler evlenmekten korkuyorlar. Nafakaya güvenen kadınlar evliliği devam ettirmek için gayrette göstermeyebiliyor.

Feministler kadınların güçlü olduğunu iddia ediyorlar. Madem güçlüler niye onları eski kocaya muhtaç gösterip, aciz durumda bırakıyorsunuz, yakışıyor mu?

Bu haksızlığa acilen dur demek lazım. Kadınlara hak vermenin yolu, erkeklere haksızlık etmek olmamalı. “Kadın hakları” deyip erkeklere çok zulmedildi. İnsan hakkı olarak bakıp adaletle hareket edilmeli. Dün yerden yere vurulan erkekler, bugün canları pahasına vatanı kurtardı. Vatan için canını ortaya koyan kahramanları, kadınların karşısında çaresiz, aciz bırakırsanız bir gün o kahramanları da bulamazsınız.

Velhasıl Fatma Şahin’in “Fethullah ağabeyi” bize manevi darbeyi 2012 de Fatma Şahin eliyle vurmuş gibi duruyor , tabii ikisinin birlik olduğundan yüzde yüz emin değilim fakat öyle oldukları yönünde işaretler çok, bu yüzden araştırılsın. Zira bu çok önemli bir konu. Velev ki birlikte yapmış olmasalar dahi aile kanunu muhakkak değişmeli.

Sema Maraşlı – cocukaile.net

Haydi Milyonlar Duaya!

Bismillahirrahmanirrahim

7 Ağustos’taki muhteşem mitingden sonra fetö’nün yayınladığı kısa videosunu “Biz ettik sen etme” başlığı ile yayınlayanlar  “Yalvarmaya başladı” diye yorumlamış. Oysa fetö’nün beden dilinde asla yalvaran bir ifade yok, tam aksi sakin sakin, kendinden emin tehdit ediyor. Zaten  firavun gibi onun da Azrail’i görmeden pişman olacağını zannetmiyorum. Açıkça pişmanım dese bile bu bir oyun olabilir ancak.

Fetö videoları ile militanlarına mesaj veriyormuş. Mesaj ne olabilir diye birkaç kez dinledim. Mesajın içinde kullandığı iki kelimeyi araştırdım. Mesaib ve devahi diyordu. Mesaib: Felaket, uğursuzluk, güçlük, demekmiş.  Devahi: Büyük bela, afet, kaza demekmiş.

Fetö’ nün bugün yayınlanan mesajı şöyle:

“Keşke haddimizi bilsek, Mesaib (Felaket, uğursuzluk, güçlük)  ve devahi  (Büyük bela, afet, kaza) tohumlarını kendimize attığımızı bilsek, o yüzümüzü ona döndürmeye vesile olur. Halk ifadesi ile içimizde şu duyguyu tetikler. Biz ettik sen etme. Nolur Yarab nolur Yarab. Neyin noksan olur Ya Rab. Biz ettik sen etme.”

Büyük bir bela geleceğini haber veriyor ve bu belanın ona manevi olarak haber verildiğini (Peygamberimizle konuştuğunu iddia ediyor ya) ima ediyor ve bunun üzerine güya “Biz ettik sen etme. Nolur Yarab nolur Yarab.” dese de bela geleceğini ima ediyor ya da halkın bu bela üzerine “Biz Fetöye dil uzattık, biz ettik sen etme” diye yalvaracağını ima ediyor.

Yazıyı yazarken başka bir videosunu gördüm. Fetö aynen şunları söylüyor:

“İhsan ederek onları da zulümden vazgeçirsinler. Zira bu zulmün sonu onlar için de başkaları için de hezimettir. Yüreğim ağzıma geliyor her zaman Marmara kırılmaya muheyyeb faylar üzerinde duruyor. O faylar sizin üzerinde atom bombaları patlatmanızla değil de zulüm bombaları patlatmalarınızla hafizanallah kırılabilir.”

Yani açık açık atom bombaları ile fay hatlarını patlatmakla tehdit etmiş daha önceden zaten. Amerika’lı dostlarıyla fay hatlarını tetikleyip büyük bir depreme sebep olmayı planlıyor. Konu ile ilgili Yeni Akit gazetesinde yayınlanan bir yazıyı da okuyunca iyice emin oldum ve sizlerle paylaşmak istedim.

Depreme sebep olabilirse de millete “benim gibi birine dil uzatıp belaya uğradınız” diyecek. Mesajı da yayınlıyor ki bana manevi olarak haber verilmişti demek için. Kendini mehdi zannediyor ya. Körü körüne onu destekleyenler de, işte hocamız demişti, diyecekler. Kendi militanları da zarar görecek onu da söylüyor zaten. Fakat onun umurunda mı zerre değil. Kendini aklayabilmek için mucize gibi bir şey yaratmaya çalışıyor.

Bu hain plan için yapabileceğimiz tek şey dua etmek. Milyonlar nasıl miting için toplandıysa milyonlar hep birlikte dua okumalıyız. Gayretle içten ve samimiyetle. Özellikle şu bir hafta 7 gün 15 Ağustosa kadar dua ile manevi bir set oluşturmalıyız gelebilecek belaların önüne.

“Dua müminin silahı, dinin direği, yerlerin ve göklerin nurudur.” buyuruyor Allah’ın Rasulü. Şimdi daha çok silahlanma zamanı. Okuyalım da yerler ve gökler nurlansın inşallah.

Kaza, bela, afet ve her türlü tehlike için Yusuf suresi 64. Âyet-i kerîmesinden bir bölümün okunması tavsiye ediliyor.

Âyet-i kerîme:

“Fallâhu hayrun hâfizan ve huve erhamurrâhimin.”

Anlamı:“En iyi koruyan Allah’tır, O merhametlilerin en merhametlisidir.”

Bu âyet-i kerimeyi dilimizden düşürmeyelim. Günde en az 1001 kez okumaya çalışalım. Hatta gündüz 1001 gece 1001 okusak daha iyi olur inşallah. 1001 kez okumak yarım saati bulmuyor. Bolca âyetel kürsi ve salavatlar okuyalım.

İçimiz rahat, Allah izin vermedikçe hiçbir zarar dokunamaz, dünya bir araya gelse hiç bir şey yapamazlar. Bunun için ise bizim Rabbimize sığınmamız lazım.

Niyet edip besmele çekip hemen başlayalım inşallah. Allah vatanımızı, milletimizi, devlet büyüklerimizi, bizleri her türlü âfetlerden, kaza, belalardan ve hainlerden iç ve dış düşmanlardan korusun. Haydi milyonlar duaya!

Sema Maraşlı – cocukaile.net

 

İŞTE O YAZI;

Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün 15 Temmuzdaki başarısız darbe girişiminden sonra yaşananlar herkesin malumu. Bu nedenle, o konulara girip yazı kalabalığı yapmak istemiyorum.  Zaten yazının aşırı uzun olacağını şimdiden kestirmek mümkün. Çünkü yaptığım araştırmalar sonucu karşılaştığım komplo teorileri dudak uçuklatacak cinsten.  Her neyse inşallah sadece “komplo” olarak kalmasını ümit ettiğim yazıya başlayalım!..

Bildiğiniz gibi darbe sonrası başlayan operasyonlarda Fuat Avni hesabı ile ilgili olarak Başbakanlık’ta çalışan Mustafa Koçyiğit’in gözaltına alınmasının ardından, onun ismiyle abisine ait olduğu iddia edilen bir hesap açıldı ve   “14.08.2016’da tekrar görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.” Şeklinde bir tweet atıldı.

İnsanlar, 14 Ağustos nedir – ne değildir? diye tartışırken bu sefer de FETÖ lideri Fetullah Gülen’in bir sözü tekrar gündeme geldi.

Gülen, üstü kapalı bir tehdit barındıran ‘kuluçka’ örneğinde; “Ne kadar ağır gelirse gelsin dişini sık ve sabret. Beklentilerin karşısında kuluçkada yumurtaların 20 gün çevrildiği gibi sabret” diyordu.

Sonrasında ise Amerikan CNN kanalına verdiği röportajda kameranın kadrajına giren iki çerçeveden birinde, Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin vurularak öldürüldüğü tarihi Diyarbakır 4 Ayaklı Minaresi bulunuyordu. Tabi bir minare ve dört ayak tablosuyla, 1 ve 4 rakamlarına göndermede bulunarak subliminal olarak 14 Ağustos’a göndermede bulunduğu iddia edildi.

Ayrıca, 3 Ağustos’ta kapatılan Mevlana Üniversitesi’nin twitter hesabından; “14 Ağustos’ta görüşmek üzere..” diye atılan tehdit tweeti, tedirginliği artıran başka bir unsur oldu.

14 Ağustos’un neden tercih edilmiş olabileceği sorusunun en net cevabı, Ak Parti’nin kuruluş yıl dönümüne denk geliyor olması.

Zaten, Twitter’da FETÖ yandaşı bir hesaptan:

“14Ağustos AKP’nin kurulduğu gündür. Bu tarihte mağlup olacaklar..” diye bir tehdit tweeti atıldı bile..

14 Ağustos ile ilgili olabileceklere dair ortaya atılan onlarca iddia var. Bana göre, bu seferki tehdit çok farklı. Darbe kalkışması, suikat gibi bir atraksiyon beklemiyorum. En azından o kadar gözaltı sonrası, yaklaşık bir ay gibi kısa sürede yeni bir kalkışma mümkün görünmüyor.

O halde FETÖ’cülerin sır gibi sakladığı tehdit planı daha az insan gücü isteyen bir girişim olmalıydı. İşte tam bunları düşünürken, Twitter’da tesadüfen karşılaştığım ve Gülen’in depremden bahsettiği video’yu görünce,  14 Ağustos’ta tehdit edildiğimiz saldırı planının “deprem” olduğundan şüphelenmeye başladım.

Hele bir de Fransız Le Figaro Gazetesi’nin “İstanbul’da deprem basıncı en yüksek seviyede” başlığıyla yayınladığı ve 7 ila 8 büyüklüğünde bir depremin olacağını iddia ettiği haberini görünce tamamen ikna oldum.  Her ne kadar Kandilli Rasathanesi, Le Figaro’nun “yüsek basınç” iddiasını reddetse de, FETÖ’cülerin 14 Ağustos’ta gerçekleşeceğini iddia ettikleri tehdit kesinlikle depremdi.

Nereden mi çıkardım?..

Buyurun benim daha önce yayınlanan haber ve makalelerden derlediğim komplo teorilerini birlikte okuyalım;

Öncelikle, Yazar Mehmet Ali Bulut’un Haber7’de   25 Ocak 2010’da yazdıklarına göz atalım;

(..)

“İki yüz bin kişinin hayatını yitirdiği tahmin edilen Haiti depremi, sanırım tarihe, 200 bin kişinin hayatını kaybettiği deprem olarak değil, Çin ile ABD’nin, küresel güç gösterisi yaptıkları bir afet olarak geçecektir.

Çin; güya, deprem sonrasında yaşanan yağmalama olaylarını önlemek için Haiti’ye 3 bin asker gönderince, Amerika arka bahçesini Çin’e kaptırmamak için hemen bölgeye Çin’in üç katı asker çıkardı. Conilerin Haiti caddelerinde sergilediği tavır, Irak işgal manzaralarından farksızdı. Artık o askerlerin Haiti’yi ne zaman terk edeceklerini Allah bilir.

Bu da gösteriyor ki deprem, artık bir ülkenin işgal sebebi olabiliyor!

Esasında deprem, Rusya, Fransa ve özellikle Amerika/İsrail gibi –bilmiyorum Çin de onlara katıldı mı?- ülkeler için, artık kurgulanıp yönlendirilebilir bir silah halini almış olmalı.

(..)

Şimdi tarihini net hatırlayamadığım – 1997- 98 gibi bir tarih kalmış aklımda- bir haberde, Fransa ile bilmem kimin, Avustralya’nın bilmem kaç mil güney batı açıklarında yapay ve yönlendirilmiş bir deprem denemesi yaptıkları ve ana karada amaçlanan bölgede ‘deprem yaratma’ denemelerinin başarıldığı bildiriliyordu. Tıpkı uzaktan atılan bir füze gibi, denizin içinde bir yerlerde yapılan bir patlama ile bir fay hattı tetiklenip hedeflenen yerde deprem meydana getirilebilmişti.

Bu hala mümkün mü ve bu tür çalışmalar yapılıyor mu yapılmıyor mu bilmem ama büyük tahribatlara sebep olan fay hatlarında birikmiş enerjinin yavaş yavaş boşaltılması çalışmalarının var olduğunu biliyorum.

Şimdi bu konuya nokta koyarak, artık hep İstanbul ile birlikte anılan Marmara depremine bir satır başı açalım.

Bilindiği gibi Marmara’nın altından biri güney, diğeri kuzey iki fay hattı geçiyor… 1999’daki deprem, güney hattında gerçekleşti. Bir de Kadıköy ve Eminönü’nden geçen ve tarihte ‘İstanbul depremleri’ diye şöhret bulan depremlere kaynaklık etmiş kuzey fay hattı var.

(…)

Esasında Marmara’nın altında kilometrelerce devam eden ve lav çıkışlarının açık açık görüldüğü  öyle bir hat var ki, o hattı bile bile İstanbul’da müsterih yaşayabilmek mümkün değil. Fransızların deprem araştırma gemisinin çektiği o görüntüleri ben de gördüm. Halen daha o görüntülerin, AKOM’un elinde mevcut olması lazım. İstanbul gerçekten açık bir magma yarığının yanı başında kurulmuş gibidir. Ne zaman harekete geçeceği belli olmasa da adeta ağzını açıp emir bekleyen bir ejderha gibi orada o hat, hep açık duruyor.

İstanbullular için tek teselli bu hattın güney fay hattı olmasıdır. Ama kuzey fay hattı da en az onun kadar tehlikelidir. -Boğaz’ın bir tektonik yırtılma sonucu oluştuğunu unutmamak gerekir.-  Tarihte İstanbul’u, en az iki kere yerle bir etmiştir. Bunlardan biri 1509 depremi ki ‘küçük kıyamet’ diye de bilinir… 109 cami ve 1070 ev yıkılmıştır. -Üstelik o zaman İstanbul’un bina stokunun yüzde doksanı ahşaptır- Diğeri de 1894’te gerçekleşmiş ve gerçek anlamda İstanbul’u adeta harap etmiş depremdir ki o depremde Kapalıçarşı tamamen yıkılmıştır.

Keza İstanbul’u yerle bir eden 1766 depremi var ki, aynı zamanda büyük bir tusunami yaşanmış, sular surları aşıp İstanbul’un birçok yerlerini basmıştır. Öyle şiddetli gerçekleşmiş ki mezar taşları bile kırılmıştır.

İstanbul’un, Toledu, Gırnata, İşbiliye, Budapeşte, Belgrat, Budin, Sofya, Selanik gibi yeniden Hıristiyan toplumların eline geçmesi için birilerinin can attığını çok iyi biliyorum. Ve birilerinin, Byzantium 1200 konseptiyle, İstanbul’u yeniden yapılandırma –minarelerden arındırma- hayalleri kurduklarını da biliyorum. Ve deprem gibi bir afeti böyle bir iş için kullanmaktan sakınmayacaklarını da…

(..)

Mehmet Ali Bulut’un yazısından da anlaşılacağı üzere; küresel güçler İstanbul’u elimizden almak için suni bir deprem yapabilirler..

Peki bu mümkün mü?

Milliyet Gazetesinden Tunca Bengin, 19 Eylül 2000’de “Yapay sarsıntı” yapılabileceğine dair yazısında, 2002 yılında vefat eden Prof. Dr. Aykut Barka’nın;

“Fay hattının kırılması patlayıcı ile değil sıvı enjekte edilerek olur.

1970’li yıllarda Amerika’da böyle bir araştırma yapıldı. Ama belli bir noktada bırakmak zorunda kaldılar. İstanbul için son derece riskli bir olay. Durduk yerde 7.2’lik bir sarsıntının sorumluluğunu kim alabilir?” sözlerine yer veriyordu.

Tabi araştırmama devam ederken;

Şu sıralar FETÖ/PDY ile olan iltisakı yüzünden yurtdışına kaçan Nuh Gönültaş, 13 Haziran 2003’te Nazlı Ilıcak’a ait Tercüman gazetesinde;

“Genelkurmay’ın, deprem silahlarının varlığını kabul ettiğini, yapay depremlerin kitle imha silahı olarak kullanımı konusunda personelini bilgilendirdiğini ve depremi tetikleyici silahların bilinenden daha ileri düzeyde olduğunu” iddia ediyordu.

Gönültaş’ın elinde bulunan Harp Akademileri Bülteni’nde, bir Yarbay’ın yazdığı deprem tetikleyici silahların çetelesi şöyle: “Deprem Tetikleme Silahı (Earthquake Triggerin Weapon) EWT, Elipton silahı, Yüksek Frekans Aktif Kutupsal Işık Geliştirme Projesi, elektromanyetik Deprem Tetikleyici Silah Teknolojisi, Elektromanyetik ateş Topu, Nükleer Silahlar.”

Gönültaş ayrıca, “deprem silahlarının varlığı bilimsel olarak ispatlanamayacağını ancak Rus Siyasetçi Vilademir Jirinovski tarafından Elipton Silahı olarak açıklanan silah sisteminin yerçekimi girişimi ile ilgili bir silah sistemi olduğu ve bu silah sisteminin kullanılmasıyla deprem meydana gelmesi arasında bir irtibat bulunduğu belirtilmektedir. Çekiç olarak adlandırılan bu silah ile Ermenistan depreminin başlatıldığı ve yerkabuğunda birikmiş gerilimin bulunduğu bölgelerdeki yer çekimi ivmesinin değiştirilerek depremlerin başlatıldığı”nı ileri sürülmektedir.”

Gönültaş, Harp Akademileri Bülteni’ndeki makaleyi yazan Yarbay’ın “yapay deprem yaratılarak kitle imha silahı olarak kullanılması konusunda henüz bilimsel anlamda bir delil bulunmadığını ancak bilimsel anlamda delilin olmamasının bu tür silahların olmayacağı anlamına gelmeyeceğini” iddia ettiğini yazıyordu.

Yazının bu kısmında size küçük bir sürprizim var!..

Bilin bakalım Nuh Gönültaş’a konu ile ilgili detaylı bilgileri kim vermiş?

Kim mi?

Aydoğan Vatandaş!..

Yani nam-ı diğer cemaatin twitter fenomeni Fuat Avni..

Hani şu Ergenekon Terör Örgütü adını ilk kez kullanan ve Fethullah Gülen’in “Süper çocuğu” olarak bilinen FETÖ’cü terörist.

Meğer Aydoğan Vatandaş’ın “HAARP-KIYAMET TEKNOLOJİSİ” adlı bir kitabı varmış. Bu kitapta 17 Ağustos 1999 Gölcükte meydana gelen depremin gizlenen gerçeklerinden bahsediyormuş.

Tabi gizlenen gerçek tahmin ettiğiniz gibi “Yapay Deprem”!..

Aydoğan Vatandaş’ın kitabından özet olarak alınan ve “17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ BİLİNMEYEN VE GİZLENEN GERÇEKLER” başlığıyla internette yayımlanan uzunca bir makale var. Özetin özetini yayımlayacağım yazının tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz.

https://bilinmeyenler.wordpress.com/2007/07/07/17-agustos-1999-depremi-bilinmeyen-ve-gizlenen-gercekler/

(NOT: Vakti olanların önce linki verilen yazıyı okumaları, ardından benim yazıma devam etmelerini tavsiye ederim!..)

Aydoğan Vatandaş yani namı-ı diğer Fuat Avni kitabında; Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı ve mucit Nicola TESLA tarafından “düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla yüksek enerji nakli” tekniğinden yararlanılarak ABD ve İsrail’in “TESLA Deprem Makinesini” geliştirdiği ve bu makineyi Kaliforniya San Andreas fay hattında meydana gelebilecek ve Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vermesi beklenen olası bir depremin etkilerini test etmek için kullanmaya karar verdiklerinden” bahsediyor. Tabi bu test için en uygun fay hattı; Kaliforniya San Andreas fay hattıyla benzerlik gösteren Kuzey Anadolu Fay hattı.

ABD ve İsrail zaman kaybetmeden planı uygulamaya koyulur ve İsrailli subaylar Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, 17 Ağustos 1999 tarihindeki Donanma Komutanlığı’nda düzenlene rütbe devir teslim törenine katılılar.

Çünkü, yüksek askeri gizlilik gerektiren Tesla Deprem Makinesi ve donanımlarının    taşınması ve kurulum vazifesi İsrailli uzmanlara verilmişti. Denizaltılarla Gölcük Üssüne getirilen sistem yeraltı-denizaltı korunaklarına kurulur. Haliyle Türk makamları detaylardan haberdar değildir. Bunu İsraillilerle yürütülen askeri tatbikatın bir parçası olarak düşünürler.

Aydoğan Vatandaş’a göre, böyle bir makinenin test edileceğini, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakanı Bülent Ecevit ve Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun bildiğini, fakat olası İstanbul merkezli bir deprem ihtimaline karşı gece şartlarında “elektro-sismik haberleşme tatbikatı” yapılacağını sanmaktadırlar.

İsmi “Gece Şahini Tatbikatı” (Operation Night Hawk) olan operasyon için gece saat tam 03:00’te düğmeye basılır, uzay filmlerini andıran devasa cihazlar çalışmaya başlar. Tesla Deprem Makinesi’nin tetiklediği deprem 45 saniye sürer ve beklenenin 10,000 kat üstünde bir güçle her şeyi yerle bir eder. On binlerce insan enkaz altında can çekişirken, İsrailliler “Q planı” devreye sokup geride koca bir enkaz ve binlerce ceset bırakıp kaçar.

İsraillilerin “Q planı” ise; bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi sistemlerini felç etmek.

Bu size 31 Mart 2015’te tüm yurtta yaşanan elektrik kesintisini hatırlatmış olmalı..

Olay yetkililerce “aşırı yüklenme” diye izah edilse de dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız bunun bir “siper saldırı” olabileceğini söylemişti.

Tekrar Fuat Avni’nin kitabına dönersek; Patlamadan 4 dakika sonra İsrail Ben Gurion’un Lod askeri havaalanından 4 adet savaş uçağı eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanır. 2 dakika sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı’na bağlı tüm birlikler DEFCON-4 acil durumuna geçirilir, Amerikan 6’ncı filosuna bağlı gemiler de Pentagon’un emriyle rotalarını İstanbul’a çevirmiştir.

Bu sırada, Deprem Makinesinin denediğini anladıktan sonra yardım için gelen Rus gemisi de boğazdan içeri alınmaz. Çünkü patlamadan sonra etrafa dağılan Tesla Deprem Makinesinin parçaları henüz toplanmamıştır.

Furkan Dergisi, Temmuz 1999 sayısında, “Gölcük askeri tesislerinde garip olayların meydana geldiğini ve mühimmat depoları içinde siyahi ziyaretçilerin görüldüğünü” iddia etmiş..

Tabi diğer bir iddia da, önceki depremlerde bir benzerine rastlanmayan ve Gölcük’ten İstanbul Avcılar’a kadar geniş bir alanda insanlar tarafından görülen “Ateş Topu”. Ne olduğu hala açıklanamayan parlaklık, Aydoğan Vatandaş’a göre makinenin patlamasıyla ortaya çıkan enerjiydi. Türkiye’de 7.4 olarak ölçülen deprem, 8.’lik bir sarsıntıya karşı dayanıklı olarak imal edilen askeri tesisleri yerle bir etmişti. O patlamada kaç İsrailli askerin öldüğü, hiçbir açıklama yapılmadığı için hala muamma.

Vatandaş’ın kitabında bahsettiğine göre, ilginç bir şey daha olmuş. 20 Ağustos akşamı bir İsrail uçağının Ataköy açıklarında denize düştüğü duyurulmuş. Olaydan bir gün sonra Aydoğan Vatandaş’ı Deniz Kuvvetleri’nden bir dostu aramış, kanatları hasar gören uçak, düştükten kısa süre sonra teknesiyle o sırada Ataköy açıklarında olan balıkçı Abdullah KAPLAN tarafından kurtarılmış. Abdullah Kaplan olayı anlatırken: “Uçağın düştüğünü görünce derhal yardıma gittik. Uçağın kanatları yara almıştı. Hemen uçağı bağladık ve Zeytinburnu limanına çektik. Teşekkür beklerken küfür yedik. Ne olduğunu bile anlamadık.” demiş.

Kaza o gece o bölgede görev yapan Sahil Güvenlik 4. Botunun sorumluluk alanındaymış fakat onlar bu konuyla ilgilenmemiş. Olay yerine gelen televizyon ekipleri ise çekim yapmaktan vazgeçmişler. Abdullah Kaplan, olayı Kumkapı’daki Gümrük Muhafaza’ya iletmiş fakat onlarda tutanak tuttuğuna pişman olmuş. O gece ne olduğuna kimsenin anlam veremediği kazaya karışan uçağın sahibi İsrail asıllı biriymiş.

Fuat Avni mahlaslı Aydoğan Vatandaş’ın yazdıklarının ne derece gerçeklik payı var bilmiyorum. Belki de sıradan bir komplo teorisidir bu yazılanlar.

Fakat başarısız darbe girişiminin ardından 14 Ağustos ile tehdit ettiklerine göre bildikleri bir şey var.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir siber saldırıdan bahsetti ve gerekli tedbirleri aldıklarını söyledi. Peki, bu saldırı ihtimalleri ve tedbirleri arasında “deprem” ile ilgili bir çalışma var mı?

Öyle ya,

Gülen “deprem” diyor, Le Figaro “deprem” diyor, Gülen’in süper çocuğu Aydoğan Vatandaş “yapay deprem” ile ilgili kitap yazıyor.

Hatırlanacağı üzere yazının başında Mehmet Ali Bulut’un makalesinden yaptığım alıntıda, depremin bir kitle imha silahı olduğundan bahsediliyordu. Haiti’de olduğu gibi deprem bahane edilerek NATO ve Amerika’nın, Türkiye’ye asker gönderip bir nevi istila girişiminde bulunma ihtimali yok mu?

Avrupalı dostlarımız(!)’ın darbede kalkışmasından sonra yaptıkları açıklamaların küstahlık derecesine vardığına bakılırsa, müdahale ihtimal dahilinde. İşte bu ihtimal tam da Fethullah Gülen’in “Türkiye’ye müdahale edin” çağrısıyla bağdaşıyor.

Bence;

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 9 Ağustos’ta Putin ile görüşmek üzere Rusya’nın St. Petersburg şehrine yapacağı ziyarette, uçak krizi sonrası “Türkiye’ye atom bombası atalım” dese de, daha sonra dostane ve yapıcı mesajlar gönderen ve yazının başında ismi geçen Rus siyasetçi Vladimir Jirinovski ile bir görüşme tertip etmeli. Ve, bu komplo teorisinin aslının olup olmadığını ilk ağızdan öğrenmeli. Tabi 14 Ağustos’tan önce kamuoyuna yapay depremler ile alakalı geniş bir izahat yapılmalı.

Zira Fethullahçı teröristlerin ne kadar alçalabileceğine, ne tür ihanetler içerisinde yer alabileceklerine, sivilleri uçaklarla, helikopterlerle bombaladıklarında şahit olduk.

***

Rabbim, zalimlere ve ülkemiz üzerinde kötü emelleri olan şer odaklarına fırsat vermesin!..

yeniakit.com.tr

Eş En Yakın Arkadaş

“En yakın arkadaşına iyilik et.” (Nisa suresi, 36)

“En yakın arkadaşına iyilik et.” âyet-i kerîmesinde en yakın arkadaştan eşin kastedildiğini söylüyorlar âlimler. Karı-koca arasındaki özel durumları göz ardı etmeyerek, dinimizdeki arkadaşlık hukukunun, karı-koca hukuku için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Karı-koca her ikisi de arkadaşlık hukukuna dikkat etmelidir. Allah Rasûlü’nün kıymetli sözleri ile arkadaşlık hukukuna bakalım:

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Tirmizi)

“Arkadaşın ile güzel arkadaşlık etki mümin olasın.” (Tirmizi)

“Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz.” (Buhari,Tirmizi)

“Sizden biri arkadaşını sevdiği zaman sevdiğini ona duyursun.” (Tirmizi)

“İki arkadaşın Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik davranandır.” (Hakim)

“Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir.”  (Buhari-Müslim) 

“Arkadaşınla mücadele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme.” (Tirmizi)

“Haksız olduğu halde mücadeleden vazgeçen kimseye Allah’u Teâlâ cennetin kenar yerinde bir ev inşâ ettirir.  Haklı olduğu halde mücadeleden kaçının kimseye Cennetin ortasında bir köşk inşâ ettirir.” (Tirmizi)

“Mücadeleyi terk edin zira onun karı azdır. Mücadeleyi terk edin, faydası az olduğu gibi, sevenler arasına husumetin girmesine sebep olur.” (Taberani)

 “Mümin ünsiyet eder ve kendisi ile ünsiyet edilir. Hoş geçinmeyen ve hoş geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.”  (Taberani)

Sema Maraşlı / cocukaile.net

 (“Huzur Bulalım Diye” kitabından)

Kadınların İktidar Kazançları

Cinsiyetler arasındaki savaşın kazananı olamaz. Herkes düşmanla fazla haşır neşir.”  (Henry Kissinger)

KADINLARIN İKTİDAR KAZANÇLARI (“Huzur Bulalım Diye” kitabından)

Kadınların iktidar kazançları: Bolca fıtık, kalp rahatsızlığı, baş ağrısı, kas ve sinir hastalığı…

İktidar, kadın fıtratına asla uygun olmayan, kadının nazik omuzlarına ağır bir yüktür. Fakat kadınlar erkeğin karşısında mücadele etmeyi, kaliteli bir hareket zannedip; itaat etmeyi eziklik olarak algıladıkları için iktidara talip oluyorlar.

Erkek ile mücadele etmeyi, hakkını aramak olarak görüp, güç savaşına bile isteye atlıyor kadınların çoğu. Zira kadınlar erkeğin onun hakkını yiyeceği ön yargısı ile yaşıyorlar. Sonuçta huzursuz, yorgun, gergin, kavgacı bir kadın ortaya çıkıyor. Oysa kocalarına yumuşaklıkla davransalar kocaları onların hakkını daha iyi korur.

İktidar ile kadın çok şey kaybeder:

Kadın, kadınlığını kaybeder: Otorite kadınlığın latif yönlerini yok eder; kadın, kötü bir erkek taklitçisi olur. “İyi bir erkek gibi” bile olamaz.

Anneliğin şefkatli yönlerini kaybeder: Çocuklarına hem annelik hem babalık yapmaya uğraşırken çocuklarına yeterince sevgi ve şefkat veremez. Anne otoritesinde büyüyen çocuklar, anneden yeterince sevgi almadıklarını söylüyorlar.

Kocasını kaybeder: Boşanma ile kaybetmemişse evin içinde her yönü ile kocasını kaybeder.

Koca sorumsuz bir adam olur: Erkekler kendilerine ihtiyaç duyulduğu kadar harekete geçerler. Muktedir bir kadın erkekte “sana ihtiyacım var” hissi uyandırmaz. O zaman erkek, kadının; sevilme, ilgi görme, korunup kollanma gibi ihtiyaçlarını da görmezden gelir. Erkek muktedir olan kadının bunlara gerçekten ihtiyacı olduğuna da inanmaz.

Evinde reis olmayan erkek, suçluluk psikolojisine girer ve karakter yapısına göre ya içine kapanır, karısı ile arasına görünmez bir duvar örer ve onu sevgiden mahrum eder ya da ince ince kadını sinir eder, böylece öç alır. Bazıları da evde misafir sanatçı gibi yaşar. Karısı istediğinde üzerine düşen bir görev olursa yapar, yoksa hiçbir şeye karışmaz, bir köşede yer, içer, yatar. Bu erkeklerin sonları genellikle depresyondur.

Kocası ile muhabbeti kaybeder: Erkekler kırgınlık duyduklarında hiçbir şey yokmuş gibi davranabilirler. “Tatsızlık olup konu uzamasın” diye fakat karısıyla bir muhabbete girmek de istemezler. Zaten duygusal anlamda baskı altında olduklarında suskunlaşırlar.

Erkekler pek göstermezler fakat aslında çabuk incinen cinsiyet onlardır. “Erkek acı çeker fakat kadının ruhu duymaz.” atasözünde ifade edildiği gibi. Erkekler kadınlar gibi duygularını, incinmişliklerini pek dile getirmezler. Kadınlar rahat rahat ağlayıp sızlarlar, birbirlerini teselli ederler. Oysa erkekler zayıf görünmemek için incinmişliklerini kendi içlerinde yaşar, söylemezler.

Cinsî hayatları biter: Kadın-erkek arasındaki cazibeyi sağlayan şey iki cinsin kendine has meziyetleridir. Kadın kadınlık vasıflarını kaybettiğinde -çok güzel bir kadın dahi olsa- kocası onu erkek gibi algılamaya başlar. Karısı cinsî olarak ona çekici gelmez olur.

Kadın, iktidarı eline alarak, kocası ile yaşayacağı cinsî hayatın da sonunu getirir.  Erkekler baskı altında kaldıklarında dokunmaktan kaçınırlar. Zira cinsellik erkek için sevgisini göstermenin bir yoludur. Karısına kırgınlık ve kızgınlık duyan erkek dokunarak onu sevmiş olmak istemez. Cinsî beraberlik yaşadıkları az zamanlarda da erkek karısına kırgınlıkla dokunduğu için kadın bu dokunuşlardan zevk alamaz. Karı-kocayı rahatlatması, kaynaştırması sükûna erdirmesi gereken cinsî beraberlik, iki taraf için de kırgınlıkların artmasına, aralarının daha da soğumasına sebep olur.

İşin içinde bir de isteksizliğe sebep olan erkeğin “iktidar hormonu testosteron”un etkisi de var. Erkek oturma odasında iktidar sahibi değilse yatakta da iktidarını kaybediyor. Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi “Cinsi İktidarsızlık” bölümünde.

Koca mutsuz bir adam olur: Erkeklerin cinsiyet hormonu olan bilinen testosteronun az bilinen bir yönü de erkeğe neşe ve keyif vermesidir. Kadın erkeği baskı altında tuttuğunda erkeğin testosteronu düşer; keyifsiz ve neşesiz bir adam olur. Adamın evde bir tek varlığı kalır. O da çoğunlukla kadına sıkıntı verir.

Sema Maraşlı / cocukaile.net