Etiket arşivi: Sorgusuz Sualsiz İtaat

Bediüzzaman Kendisine Sorgusuz Sualsiz İtaati mi İstemiştir?

Risale-i Nurları okuduğumuzda, Bediüzzaman Said Nursi’nin önemle vurguladığı, öğrenilmiş ve öğretilmiş tüm bilgilerin, Kur’ana ve Hadislere uygun olup olmadığını araştırmaktır.Evvela, doğru ve hak olan “Mürşid de olsa insan olduğundan, bir kişi mürşidinin Kur’an ve/veya sünnete aykırı olduğunu düşündüğü emrini sorgulamalı ve gerekirse yerine getirmemelidir.” görüşüdür.
 
İkincisi, ister tasavvuf olsun ister cemaat olsun, her meslek ve meşrep mihenge tabidir. Mihenk ise şeriattır. Şeriata aykırı bir fikir ve amel görüldüğü zaman, kim olursa olsun reddedilir. Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret eder:
 
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. (Mihenk burada şeriattır.) Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”
 
Üçüncüsü, İslam dininin ana kaynakları ve temel ölçüleri Kur’an ve sünnettir. Kur’anve sünnetin de en istikametli ve doğru yorumu ve ümmetin ekseriyetini temsil eden mezhep Ehl-i sünnet vel cemaattir. Onun için İslam alimleri İslam mihengini ve mizanını Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olarak tespit etmişlerdir. Bu temel prensipler İslam’ın mihengidir, bütün düşünce ve fikirler bu mihenge vurulur. Şayet uygunsa kabul edilir, değilse reddedilir. Bu bütün insanlar için geçerlidir.
 
Körü körüne, taassup ile bir fikre ya da şahsa bağlanmak İslam açısından hoş görülmemiştir.
 
Dördüncüsü, mürşitler de dahil, büyüklerin sözlerini mihenge vurmak  genel hatları ile İslam’ın temel kaynaklarının çizmiş olduğu çerçeveye uygun olup olmadığına bakmak ile olabilir. Zaten ehil olanlar genel çerçeveyi bilirler, biz de cahil de olsak, umumi caddeyi takip etmek ile süzgeç görevini yapabiliriz. Yani aydın ve alim insanların oluşturduğu genel kamuoyuna dahil olma sayesinde, yabani ve bidat olan düşüncelerden kendimizi koruyabiliriz. Peygamber Efendimiz (sas) bu manaya
 
“Ümmetim batıl bir şeyde birleşmez.”(İbn Mace, Fiten, 8)
 
hadisi ile işaret ediyor.
 
Zaten Ehl-i sünnet geleneği ve fikri tam olarak ümmetin dem ve damarlarına yerleştiği için, yabani ve bidat fikirler kolaylıkla fark edilebilir bir hale gelmiştir. Bu mülahaza ile tabi olduğumuz mürşit, faraza Ehl-i sünnete uygun olmayan bir görüş söylemiş olsa, biz mürşidimiz söyledi diye kabul edemeyiz, edersek biz de dalalete düşmüş oluruz. Onun için Üstad Hazretleri bizi ehli tahkik olamaya davet ediyor ve taassup ve taklidi zecr ediyor.
 
Dünya işlerinde nasıl en iyisini ve en güzelini bulmak için kılı kırk yararız ve araştırırız. Aynı şekilde saadet-i ebediye  için de aynı gayret ve inceliği göstermek her insanın vazifesidir. Bu sebeple cehalet mazeretten sayılmamıştır.
 
Beşincisi, mürşidimize hak çerçevesinde tabi olmalıyız. Mürşid genel bir kavram olup irşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran,  Peygambere varis olan, kılavuz ve rehber demektir.  Bu yönden bakacak olursak mürşid olmadan insanların hakikati idrak etmesi, her şeyin içyüzünü çözmesi mümkün değildir. Bu hem maddi hem de manevi ilimlerde geçerli olan genel bir kuraldır.
 
Nasıl bir talebe öğretmen olmaksızın kendi başına ilim tahsil edemez, ya da bir çırak ustanın terbiye ve talimi olmadan mesleği talim edemez. Aynı şekilde, müridin mürşidi olmadan manevi makamları tek başına kat etmesi çok zordur. Allah kainatta böyle bir tertip ve kaide koymuş, bunu kimse atlayıp ihmal edemez.
SorularlaRisale

Dînî Lider Olarak Kabul Edilen Şahıslara İtaatin Ölçüsü Ne Olmalıdır?

İslam’ı kaynak göstererek kendilerine itaat edilmesini isteyenler arasında topluluk liderleri ile tasavvuf önderleri (şeyhler) de vardır. Müminler İslam’ın itâatla ilgili temel kurallarını bilmezlerse sırayı şaşırır, yetkileri altüst eder ve sonunda yollarını da şaşırırlar.
 
Bağlayıcı kanun ve kural koyan manasında tek ‘hâkim‘ Allah Teâlâ’dır. Peygamberler ancak onun vahyi ile kural koyabilirler. Doğrudan O’nun vahyine dayanmayan, yorum ve ictihadla ulaşılmış bulunan kurallar tartışmaya ve değişime açıktır.
 
Allah’a, Hz.Muhammed (s.a.)’e ve Ülü’l-emre itaat edilmesi gerektiğine dair emirler Kur’an’da sıkça geçmektedir. Bu sıralama, aynı zamanda bir hiyerarşik sıralamadır. Aşağıdan yukarıya doğru bu hiyerarşiyi açmamız gerekirse: ‘Mahlûk kim olursa olsun Hâlik’a isyan noktasında ona itaat edilemez.‘ Ya da Yaratan ile yaratılanın emirleri yan yana geldiğinde, tercih mutlak olarak Yaratan’ın emirleri doğrultusunda yapılmalıdır.
 
Bu noktadan değerlendirdiğimizde, Ülü’l-emre itaatın şartı, onların emirlerinin Allah’ın emirleriyle mutabık olmasıdır. Resul’e itaat için de aynı şey geçerlidir. Fakat burada bir özellik vardır.
 
Resul kavramının zımnında emri ve buyruklarının, nübüvvetin tabiatı gereğince Allah’ın emir ve buyruklarıyla mutabık ve muvafik olması zaruridir; çünkü dini açıklamada Peygamber’in hataya düşmesi ve günah işlemesi, örnek olacağı için, Allah tarafından engellenir. Şayet hata ve zelle olsa bu da yine ümmete bir örnek tatbikat olarak intikal etmez. Bu yüzden de Allah tarafından mutlaka ikaz edilen beşer nev’i, yalnızca Peygamberlerdir.
 
Bu itaat kavramı bize İslâm’ın siyaset teorisinde, siyasetin aşkın referansını veriyor; İslâm’da siyasetin, siyaset mekanizmasında geçen din-devlet, din-toplum, devlet-toplum ve fert-toplum ilişkisi ve devlet kavramı içerisinde yer alan yasama, denetleme, yürütme, yargı gibi bütün ilişki ve fonksiyonların bir İlâhi referansa bağlı olduğunu ve Allah’a itâat mükellefiyeti içerisinde cereyan edeceğini gösteriyor.
 
Şeyhlerin, liderlerin, imamların dini ve dünyevi/siyasi emirlerine mutlak manada, sorgusuz süalsiz itaat edilemez.
 
Tarikatlar fetva ve ictihad kurumları olmayıp, alimlerin ortaya koydukları şeriat kurallarına tavizsiz uyarak nefis terbiyesi, ilmi ve imanı kesinleştirme; yani ayne’l-yakin, hakka’l-yakin mertebelerine erdirme eğitimi, gizli şirki de aşarak kulluğu yalnızca Allah’a tahsis devletine erme (ihlas)yolu… olarak başlamış ve meşrulaşmıştır.
 
Bu büyük vazifeyi (irşad ve terbiyeyi) yapabilecek kemale ermiş bir şeyh asla ‘laik bir ülkede, şuna değil de buna oy verin’ diye bağlayıcı bir emir çıkarmaz. Çıkarması yakışık almaz. 
 
Şeyhlerin isimlerini kullanarak şayia çıkaran edepsiz ve hırslı ‘sözde müritler’ olabilir.
 
Bir kimse ‘Şeyhler, liderler, başkanlar yanılmazlar, günah işlemezler, hata etmezler, ağızlarından ne çıkarsa Allah’tandır, onlara itaat etmemek Allah’a ve Resulü’ne itaat etmemek demektir‘ dese ve böyle inansa şirke düşer, İslam’dan çıkmış sayılır. 
 
Şeyhi bir yana bırakalım, Allah Resulü bile vahye değil de ictihadına, tecrübesine, beşeri bilgisine dayanarak bir söz söylediğinde hata edebilir. Bu sebeple ashâbı, gerektiğinde O’na ‘Bu sözünüz vahye mi dayanıyor, yoksa kendi reyiniz mi‘ diye sorarlardı ve ‘Bu benin reyim‘ derse onu uygun görmediklerinde kendilerine göre doğru olanı söylerlerdi, Peygamberimiz de bazen onların reyine uyardı. 
 
Din bahsinde hakem Kur’an’dır, Sünnet’tir, icmadır, hasılı şeriattır. Şeriata aykırı bir emir, hangi konuda ve kimden sadır olursa olsun reddedilir, ona itaat edilmez. 
 
Belli bir partiye oy verme ile ilgili emir şeyhin, imamın, liderin reyine, şahsi meyil, menfaat ve kanaatine dayanabilir ve isabetli de hatalı da olabilir. Bu konuda ona itaat edilmediğinde müridin başına kötü bir hal gelmez, manevi eğitimi de bundan zarar görmez.
 
Yetmiş iki bucuk fırka sapkın yollarını hep âyetlere ve hadislere dayandırmışlardır. Her hükmü ve emri için bir ayeti, bir hadisi okuyan önderler anlamada kasten veya bilgi eksikliği yüzünden doğrudan sapmış olabilirler. Ehli ile istişare etmeyen ve tek adamlığa soyunan liderlere körü körüne itaat edenler sorumluluktan kurtulamazlar.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman