Etiket arşivi: şükür

Tesbihteki eşleme ve sıralama

Bediüzzaman Hazretleri, namaz tesbihatında otuz üç adet zikredilen üç zikir komutlarını, bilinen ve uygulanandan farklı eşleştirir ve sıralar.

Bilinen ve uygulanan şekil “Zül Celâli Sübhanallah, zül-Kemali Elhamdülillah ve zül-Kudreti Allahuekber” idi. Yani Celâl sıfatı ile Sübhanallah, kemal sıfatı ile elhamdülillah, kudret sıfatı ile Allahuekber şeklinde de zikrediliyordu.

Üstad ise; celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhanallah diye takdisi, kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber diye tazimi, cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen elhamdülillah diye şükrederek zikretmemizi Dokuzuncu Söz’de ifade eder.

Bu tanzim ve eşleştirmede celâl sıfatı ile Sübhanallah, kemal sıfatı ile Allahuekber, cemal sıfatı ile de elhamdülillah zikrini eşleştirerek âdeta komut ifadelerini terennüm eder. Mutad zikir komutlarından farklı olarak, burada celâli Sübhanallah ile cemali elhamdülillah ve kemali de Allahuekber ifadesi ile eşleştirmiştir.

Niçin?

Mesnevi’de[1] Sübhanallah’ın celâl sıfatını, Elhamdüllah’ın cemal sıfatını dolaylı olarak tavsif ettiğini ifade eder. Sonsuz azamet ve haşmet mânâsındaki celâl sıfatına sahip olan Allah’ı, mahlûk ve halife olma hasebiyle insanın, O’dan sonsuz uzak noktadaki konumunda Rabbinin noksansız ve eksiksiz olma vasfını Sübhanallah ile ilan eder ve etmeli. Sonsuz güzellik mânâsındaki cemal sıfatını içine alan elhamdülillah ile Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kula ve mahlûka yakın olduğuna işaret eder. Tıpkı zatı ile milyonlarca kilometre uzakta olan Güneşin aydınlatmak ve ısıtmak sıfatıyla yakınımızda olması gibi.

Benzetmek gibi olmasın ama rahmeti ile çok yakın olan Rabbimize hamd, Zatı ile çok uzak olan Rabbimizi tesbih ediyoruz. Her iki mânâ ve makamı karıştırmamak lazımdır. Eğer karıştırmadan bakılabilirse o zaman her iki mânâ ve makamı hem tebdil ederek hem de birlikte nazar edilebilir. Zat, makamından mahlûk; mahlûk makamından Zat, ayrı ayrı nazar edildiği gibi birlikte de nazar edilir. En âlâsı olan cem noktasında tesbih ve hamd beraberce zikredilebilir.

İmanın tekrarlanan mütalâalarla tabaka tabaka yükselmesinin bir nevi basamakları olan bahsi geçen tesbih ifadelerinde bu mânâların tefekkürü tavsiye edilen bir keyfiyettir.

Üstadın tesbih zikri bilinenden farklıdır ve makamına göre değişmektedir. Uygulanan sıralama Sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber iken Üstad, Dokuzuncu Söz’de Sübhanallah, Allahuekber ve elhamdülillah şeklinde tanzim eder. Bu sıralama Birinci Söz’deki zikir, fikir ve şükür sıralamasında şükür/elhamdülillahın sona konulmasıyla tetabuk ediyor. Bununla beraber mesela Yirmi Dokuzuncu Lem’anın bablarındaki sıralamada elhamdülillah ortadadır.

Niçin?

Dokuzuncu Söz ve Birinci Söz’deki sıralama makamı şükür makamı gereği olan hamd ifadesi sona konulması münasip olurken, Yirmi Dokuzuncu Söz gibi tefekkür ve marifet makamlarında tekbir ifadesi isabetle sıralamada sona konulmuş.

O halde; celâl sıfatıyla Sübhanallahın kavlen zikriyle masivadan elini çeken kalb, nimetiyle ihtiyacını karşılayan Rabbinincemal sıfatını amelen elhamdülillah şükrünün ardından izzet, azamet ve kibriya sahibi Rabbini bütün kemal sıfatların sahibi mânâsında kalben Allahuekber ile tekbir eder ve etmelidir.

Mehmet Çetin

Rahmeti İnciten ‘Gerçek’ler

İnsanlık, var olduğu günden bu yana, belli sebeplerin ardından belli sonuçların geldiği görsel bir düzlemde yaşıyor. Yağmur buluttan geliyor, tohum toprakta büyüyor, ateş yakıyor… Evrendeki herşey akıyor, ve akan herşey zamanın değişimiyle değişiyor, başkalaşıyor. Bu değişimde sonuçların hemen önünde görülen sebepler, etkinlik iddiasıyla boy gösteriyorlar. Ya da, insan öyle algılamak istediği için, etkin ve yetkin görülüyorlar. Sebeplerin etken olarak görüldüğü bir zihinde ise teşekkür, hamd, övgü gibi mânâların Allah’a yöneltilmesi imkânsızlaşıyor. Böyle bir zihne sahip olan kişi Allah’ın varlığına inansa bile netice değişmiyor.

katreBulutlu bir havada güneşin ışıklarının bulutların üzerinde dağılıp gitmesi gibi, bu mânâlar sebeplerin üzerinde dağılıyor, dağıtılıyor. Bu dağılmanın içerisinde, öncelikle rahmet, kerem, ihsan gibi latif sıfatlar inciniyor. Merhametin, ikramın, ihsanın olmadığı veya görülmediği bir yerde, kime ve niçin teşekkür edeceksiniz? Etseniz bile, taklitten öteye geçebilmeniz, akıldan kalbe inebilmeniz artık mümkün değildir. Oysa sebepler insanın hür bir zeminde özgürce inkişaf ederek teşekkür ve hamd edebilmesini temin için gözönüne serilmişlerdir.

Gerçekte, sebeplerin hiçbir tesiri olmadığını, yağmurun buluttan gelmediğini, bulutla gönderildiğini bilmektedir ehl-i iman. Görünüşte, evrendeki herşey gibi, bulut da hareket etmektedir. Hareketin mümkün olmadığı ise, Yunanlı düşünür Zenon tarafından binlerce yıl önce isbat edilmiştir. Zenon, hareket eden herşeyin hareket ettiği an bir mesafe katettiğini, katedilen mesafenin sonsuz parçaya bölünebileceğini, nazarımıza sınırlı bile görünse her mesafenin gerçekte sonsuz olduğunu, sonsuz mesafeleri aşmanın sınırlı kuvvetlerle mümkün olmadığını, bu nedenle hareketin mümkün olmadığını düşünmüştür. Bu önermesini “Belli bir mesafeyi katedemezsiniz, çünkü katetmek için yolun yarısına, sonra da kalan yarısına ulaşmak zorundasınız ve bu böyle sonsuza değin sürer gider. Yine, hareket imkânsızdır, çünkü sonlu zamanda sonsuz konumlardan geçmek imkânsızdır” diyerek isbat etmiştir. Zenon’un ortaya attığı bu isbatlı iddia, düşünürlerin asırlar boyu zihnini meşgul etmiş, nihayet modern bilim bu önermeyi ‘limit’ kavramıyla “Geriye kalan mesafe sıfıra yanaştığı zaman, mesafe tükenmiş demektir” diyerek dogmatik bir ön kabulle aşıp gitmiştir.

Yunanlı düşünür Zenon’un aklının gücüyle sınırında dolaştığı, ancak vahyî gerçeklere dayanmadığı için ulaşamadığı, modern felsefenin ise hiç uğraş vermeden körcesine atladığı gerçek, Kur’ânî ifadeyle ‘her an yaratılma’1 gerçeğidir. Cisimlerin kendiğinden hareket edebilmesi gerçekten imkânsızdır. Bırakın hareket edebilmeyi, varlığın kendiliğinden ayakta durması bile mümkün değildir. Herhangi birşey hareket ettiği an bir mesafe katedeceğine ve bu mesafe sonsuz parçalara bölünebileceğine göre, hareket etmek istediği an sonsuz bir mesafeyi aşması gerekecektir. Varlık bu sonsuz mesafede, ansızın yokluğa gömülüp gidecektir. Öyleyse, varlığın hareket halinde devam edebilmesi için—bir film sahnesindeki görüntü karelerinin perdeye her an yenilenerek, farklı bir görüntü olarak yeniden akması gibi—her an yokluktan kurtarılması, yani her an yeniden yaratılması gerekecektir. Bir tek şeyin bile yoktan var edilmesi için sonsuz bir kudretin devreye girmesi zorunludur. Kâinatta ise hem varlık hem de hareket, imkânsız olduğu halde gerçekleşmektedir. Öyle ise her oluşun, her varlığın ve olayın arkasında bilerek iş gören, imkânsızları mümkün kılan mutlak bir kudretin mevcudiyeti zarurîdir.

Bu kâinat, böyle bir kudreti ve bu kudretin sahibini, içerisindeki herşeyle akla göstererek isbat etmektedir. Tasdik etmek ise, insanı insan yapan şuurun bir gereği değil midir? Bir sanatkârın kendisine ikram edilmiş duygularının gücüyle bir ilâhî sanat eseri olan kâinata bakarak gerçekleştirdiği eserlerin kendisinden başkasına atfedilmesi öfke ve sitem nedeni olurken, bu koca kâinatın gerçek sanatkârı olan mutlak kudret sahibi Allah’tan başkasına atfedilmesi kabul edilebilir bir hata mıdır?

Tarih boyunca insanlığın özel zamanlar ve şahıslar dışında genelleşen hatası, varlık perdesi arkasında kendisini gösteren kudreti doğrudan inkâr etmek değildir. İnsanlık boyunca bu tarz bir hata çok az genelleşmiş; böylesi bir hata toplumun geneli tarafından kabul gördüğü vakit, ilâhî kudret, peygamberler gönderilmesi suretiyle hem sözlü olarak, hem de mucizelerin ışığında gözle görülür şekilde isbat edilmiştir. Uyarılara rağmen inatla direnenler ise kahrın pençesine düşmüşlerdir.

Genelleşmeye en müsait olan ve tüm zamanlarda insanlığı en fazla etkileyen hatalı düşünce, ilk yaratılışı Allah’a vermekle birlikte, sonraki tüm olayların sebeplerin etkisiyle gerçekleştiği zannına kapılmaktır. İşte, böyle bir atmosferde rahmet, kerem ve ihsan gizlenmekte, herşeyin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Rabbimizin hakkı olan teşekkür, hamd ve sena, sebeplerin arasında dağılıp gitmektedir. Gafletli zihinlerde sebepler sonuçlara öylesine sıkı bir şekilde bağlanmaktadır ki, sanatın arkasında sanatkâr, nimetin arkasında ikram görülemeyip, minnetsiz, hamdsiz ve teşekkürsüz bir hayat tarzına düşülmektedir. Oysa, ifade ettiğimiz gibi, herşey her an O’nun kudretine muhtaçtır. Kudretinin sonsuzluğu açıkça görünen Birinin yaratıp ikram ve ihsan etmesi, O’nun rahmetinden başka ne ile açıklanabilir?

Ne var ki, yaşadığımız çağın alacakaranlık atmosferinde tanımını yitiren kavramlardan birisidir merhamet. Halbuki, bizi yaratarak binbir ikram ile bu hayata gönderen Allah’ın bize en yakın sıfatıdır o. Ehl-i imanın içerisine düştüğü açmaz ise, ne inkârın zifirî karanlığı, ne de gafletin alacakaranlığıdır.

Gafletin genelleşerek kalınlaştığı şu çağda, ilâhî kudret ve rahmetin varlığından zerrece şüphe etmeyen zihinler, sebep-sonuç bağlantılı determinist felsefeden fark edilemeyecek boyutta etkilenerek, farklı bir hataya düşmektedirler. Düşülen bu hata ise, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmenini incitmektedir. Merhamet, vermenin olduğu, buna karşılık alma tasavvurunun olmadığı noktada geçerli bir kavramdır. Maddî bir beklenti içerisinde vermek, en iyi ihtimalle, ticaret için geçerlidir. Hayatın devamı için ticaret elbette gereklidir, ancak ticaretin prensiplerinden olan gerçekler, hayat için gerçekten gerekli de olsalar, merhametin tanımına uygun değildir. Rahmet, sebepler üzerinde kendini gösterse de, sebepsizdir.

Herhangi bir etkenin zorlaması altında yapılan bir ikram sofrasına oturduğunuzu düşünün. Bu gerçeği fark etmek duygularınızı derinden incitmeyecek midir? İkramı ikram olmaktan çıkarmayacak mıdır?

Yine, tamamen güzel niyetlerle düzenlediğiniz bir davete icabet eden insanlardan bir kısmının, bir menfaat düşünerek bu daveti düzenlediğiniz zannına kapılıp teşekkür etmeden çekip gitmeleri, yahut tam aksine, bir menfaat umarak size yaranmaya çalışmaları da sizi incitecektir. Bu incinmenin neticesi olarak, onlara, beklentilerinin tersiyle cevap vermek isteyecektir insan.

İkram ve ihsan, görülmesi ve doğrudan fark edilmesi imkânsız olan rahmetin, görülebilir alemde açığa çıkışıdır. Aldığımız her nefes, içtiğimiz her yudum su, yediğimiz lokmalar, gördüğümüz harikulâde tablolar rahmet-i ilâhiyenin tezahürü olan birer ikram ve ihsan hükmündedir. Bu nedenle, mü’min için ibadet, Allah’tan gelecek ikramlar için kurgulanmış bir seremoni değil, ikram edilmiş nimetler için bir hamd ve teşekkür niteliğindedir, böyle olması gerekir.

Bundan sonra yapılması beklenen ikramlar için ibadet veya amel yapılması ise, rahmeti incitmektedir. Neticesi ise, çoğunlukla niyetin tersiyle karşılaşmaktır. Allah, takdir ettiği sebepler neticesinde, rahmetinin bir tezahürü olarak, bizim O’nun kudretini, rahmetini anlayıp kavrayabilmemiz için genellikle aynı sonuçları yaratır; bu doğrudur, gerçektir. Ancak, sebepler ve sonuçlar arasındaki bu insicam, bu örgü, O’nu belli sebepler sonrasında belli sonuçları yaratmaya mecbur bilircesine hareket ederek rahmetini incitmemiz için yaratılmakta değildir. Hele hayırlı işlerde bu determinasyonu takip etmek, “Ben şöyle şöyle yaparsam, O da bu beklentimi ikram eder” gibi bir zanna kapılmak, özünde çelişki taşıyan, ilâhî rahmeti inciterek niyetin aksiyle karşılaşılması neredeyse kaçınılmaz olan bir haldir.

Yapmamız gereken, ilâhî vazifeye karışmadan kendi işimize bakmak, anı değerlendirmek, her an en hayırlı yolu tercih etmek, neticeleri Allah’ın merhametli ve kudretli ellerine bırakmak, her bırakış sonrasında neticeyi beklemeden yeni bir işe koyulmaktır. Bu noktadaki zaaflar yüzünden, şu ahirzamanın dehşetli hallerinde bir felah bulamıyor ehl-i din. Tasavvur ötesi, projesiz bir hayata geçemediği için…

Bu acı gerçeği teşhis için, dileyen kendi hayatına bakabilir. Dileyen ise, tüm güzel planları akim kalan, tüm hayırlı projeleri hüsranla sonuçlanan, planları ve projeleri terk ettiği andan ve zamandan sonra ise manevî ikramlara boğulan, gecelerini ağlayarak, gündüzlerini yazarak geçiren ve böylece bir neslin ihyasına sebep olan bir insanın, Bediüzzaman’ın hayat seyrine bakabilir. 1 Bkz. Kur’ân, Nahl suresi, âyet: 20; Furkan suresi, âyet: 3.

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

Kendini Tanıyan Allah’ını Tanır!

Hadiselere ve eşyaya, Risale-i Nur merceğinden bakıldığında, görülüyor ki: Her şeyde bir dersi ibret var. Fakat hakikati  net görmek için, eşyaya “Hükmü evvel” ( (Ön yargı) ile bakmamak lazım.

1-Kainatta en şerefli mahluk olan insana dikkatle baksak  göreceyiz ki, insanları ölü atomlardan yaradan Allah, Hazret-i Ademden bu güne kadar yarattığı insanların hiçbiri’nin simasını bir başkası ile eşit yapmamış. O ufacık yüzlerine farklı birer mühür vurmuş. Düşünün 20 x 20cm çapındaki simaları tanınmaları için, Allah c.c. onların yüzlerine özel ve güzel bir mühür damgasını vurmuş. Peki düşünebiliyor musunuz bu değerli  varlık olan insanların simalarını farklı yaratmasa idi ne olurdu? Anne teyzeye benzese idi ne olurdu ? Kız kardeşin senin hanımına benzese idi ne olurdu? Amcanla dayın babana benzese idi ne olurdu?

Ne mi olurdu? Hak hukuk, nikâh ile miras ortadan kalkardı. Ortalık hayvandan beter bir vaziyet alarak yaşanmaz hale gelirdi. Hatta ve hatta Allah c.c. insanların  seslerini dahi farklı yaratmış. Öyle ki, telefonda Hasanı aradığın zaman, kimsin sen, diye sormadan, karşıdaki konuşunca sesinden kim olduğunu fark edeyorsun ve devam ederek Hasan nasılsın evdekiler nasıl. İşin nasıl gidiyor diyebiliyorsun.  Çünkü insanların simalarını farklı yaratan Allah, onların ses tellerini de farklı yaratmış ve herkesin sesi farklı çıkıyor.  

İnanmazsanız deneyin, bir marangoza: Biri diğerinden benzememek şartı ile, fazla değil yalınız bin kapı ısmarlayın, kesinlikle olmaz yapamam cevabını alacaksınız. Çünkü her kapıyı yapınca önceden yaptıklarına bakacak ki yeni yapılanın farkı meydana çıkmış olsun. On, elli, yüze doğru ilerlerken, önce yaptıklarına benzetmemek için iş ağırlaşacak ve marangozun  yapması imkânsız  olacak.             

2- Bize verilen sağlık nimeti için Allah bizden şükür istiyor.

Bugünkü nankör insana bak ki Allah tarafından ona verilen sağlık ni’metine karşı şükretmeyip, sağlığını başına bela yapmıştır.

Sağlık, şükrünü eda edenler için çok güzel bir ni’mettir. Fakat siz söyleyin elimizde iken onun kaçta kaçımız şükrünü eda ediyoruz. Ağzımızda sakızı çiğner gibi hiç düşürmeden sağlık, sağlık olsun söyler dururuz. Fakat o sağlığı bize kim verdi düşünmeyelim mi? O’na karşı şükrümüzü eda etmeyelim mi? Şükrü eda edilmeyen sağlık, parası ödenmeyen mala benzer ki, o, akıllı insanı yer bitirir.

Herhalde sağlığına şükredip o sağlığı Allah yolunda harcayanların sayısı az olduğundan ötürüdür ki; Allaha karşı isyan etmemeye gayret gösterenler, ya dertli veya vücudunda ki sağlık nimetlerinden bazıları  elinden gidip sakat kaldıklarından ötürü, onları manen sapsağlam görüyoruz. Çünkü insanların %80 ni ona verilen sağlık ni’metini, sıhhat ve afiyetini, gururlanmak için bir sebebi bir vesile gördüğü için onun sağlığı ona bir bela olmuş. O sebepten, yoksul, hasta, sakat olanlar ma’nen daha sağlam olmuş oluyorlar. Evet Allahı hiç anmayana Allah bir sancı veriyor. Zavallı hemen bağırarak Allahhh diyor.

Biz bu iki sınıf insanı bu vaziyette görünce, hemen el açıp, Allah’ımız bize sağlık vereceksen bizi şükrünü eda edenlerden eyle, diyoruz. Yok şükrünü eda edemeyeceğimizi bildiğin için, rahmet kucağına atmak maksadıyla bize hastalık verir isen, o zaman bize sabır ihsan eyle ki, o hastalığın mükâfatından mahrum kalmayalım.

Böylece cenneti kazanmak için bize verilen bu geçici hayatta nefsimize, şeytanlara ve şeytanları geride bırakan insanların hilelerine aldanmamak için, Allah’ımıza gün gece dua edip yalvaralım.

Bu ve buna benzer ciddi meseleleri sizinle paylaşmamın tek sebebi: Materyalist ve natüralistlerin neticesiz boş fikirlerinin imkansızlığını göstermek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olabilme ümididir.                                 

Abdülkadir Haktanır  

www.NurNet.Org

İletişim: abdulhak@albnur.com

Şükürle Borçlu İnsan (Şiir)

Ey insan! Bak kendine, gör büyük Allahını,

Kim yaptı tek hücreden mucize varlığını?

Yüz bin kilometre incecik damarlarını?

Bu yol, Allah’ına minnettar olmaya gider.

 

Söyle bakalım! Görmeyen, göz yapabilir mi?

Acaba gözün mucidi,  o akılsız  tabiat mi?

Yoksa mu’cize eserler, tesadüf eseri mi?

Hayır varlıklar manen bize Allah yapti der.

 

Hulasa-i mahlukat, şerefli mahluk sin sen!

Kâinat senin için, yaratıldığını bilsen?

Mahlukatta şerefli kul, olduğunu görsen?

Buna, aklı olanlar, secde yapmaya gider.

 

Evet! O sana göz vermiş, ona  muhtaç sinsen ,

Burun vermiş, koku alasın kavun ve gülden,

Kulaklar vermiş, hissesiz kalmayasın sesten,

Bu ni’metler senden ciddi bir teşekkür ister.

 

Dişlerini kim yaptı, onlara kaç para verdin?

Boynun sabit olsaydı, saga  nice dönerdin?

Arka dişlerin önde olsaydı, nasıl yerdin?

Rabbine şükret, çünkü bu ni’metler onu ister.

 

Topal olurdun, bir ayağın kısa olsaydı?

Ne olurdu halın, böbreğin çalışmasaydı?

Böbrek Kıymet kazanır, insan  onsuz kalsaydı?

Bunlar için Allah, kulundan şükretmek ister.

 

Kalbin, saniyede altı litre kan pompalar,

Böbreklerin, iki sıvıyı ayırır  salar,

Kara ciğerin, kanı temizlemeye yarar

Bu cevarihler,  senden Allaha kulluk ister.

 

Safra kesede ki asit,  kabuk eritiyor,

Bu hal, mide gömleğini iki günde yiyor,

İki gün sonra, Allah yenisini yapıyor.

Bizim faydamız için, bunu kim yaptı göster?

 

Vücutta, saniyede elli milyon hücre ölür,

Yerine başkası gelince, vücut treni yürür,

İnsanın hayatı, ancak böyle devam görür,

Bunlar kimin san’atıdır, sen kullukla göster.

 

Beyninde küçük yerde bin kitap yazılıyor,

Bunu annen- baban yapmadı, nasıl oluyor?

Yenilen cansız maddeler mi oluşturuyor?

Ölü maddeden yaptıranı, şükürle göster.

 

İnsanın ellerine, Allah parmaklar  koymuş,

Baş parmak hariç, ikişer menteşe konmuş,

Hücre olan vücut tuğlası, yüz trilyonmuş,

Bütün bunlar, senden günülden teşekkür ister.

 

Vücudumuzun yüzde altmış beşi su imiş,

Yaratıcı, suyu hassas  bir madde yaratmiş,

Tesisatçı, kalaycı işini suyla denermiş,

Denemeden olursa, sonra su akar gider.

 

Bak,bizim hiçbir tarafımızdan su sızmiyor,

Bizi utandıracak vaziyete sokmuyor,

Yoksa insan onu anahtarla mı sıkıyor?

Bütün bunlar, bize Allahına şükret derler.

 

Şikâyet etme,  sana ni’met verene şükret,

Kanserliyi görsen, parmak ağrisi değil dert,

Her zaman senden daha dertliyi gör, rahat et,

Ağlaşmayı bırak, nimet senden şükür ister.

 

Ey insan! Oku ve düşün, seni yapanı bil,

Sende gafil gibi, sağa sola uzatma dil,

Didin ve uğraş, olumsuzları kafandan sil,

Silmezsen, bilmezsin ni’metler kimden geldiler.

 

Risaleleri oku, var olan Allah’ı bul,

Me’mur olduğun ibadeti, zevkle yap  kurtul,

Cenneti kazanmak için hiç durma, koş yorul,

Sen koşup yorulmazsan,  cennet elinden gider.

 

Kafanı çok çalıştır, eğer değilsen alil,

Bunlar Rabbini gösteren, yalnız bir kaç delil,

Uğraş, kafandaki şüphelerin tümünü sil,

Silmezsen, yaptığın sevaplar elinden gider.

 Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.Org

Bayram Ziyaretimiz ve Şükür..

Sonsuz acz, sonsuz fakr, sonsuz şevk, sonsuz şükür.

Allah’a karşı acizlik ve ihtiyacını hissetme esasına dayanan bu yolda lazım olan dört şey.

Bayram ziyareti için gittiğimiz bir evde bayram tebriği ve hal hatırdan sonra evin beyi ve hanımının suratlarından düşen bin parça olduğunu fark etmem pek uzun sürmedi, belli ki evde yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ali İhsan Tola ağabeynin formülü imdadıma yetişti..

Bir evde huzursuzluk varsa şükür azalmıştır deyip hemen şükür risalesini okurlarmış.

Bende kısa bir güncel konuşmadan sonra Halikımızın bizden istediği en önemli şeyin şükür olduğunu Allah(cc) Kur-an’da bizi defa atla şükre davet ettiğini şükürsüzlüğün neredeyse inkara kadar götürebileceğini anlattım.

Kâinatta her şeyin insana hizmet ettiğini, diğer canlılara bakmamız hatta diğer insanlara bakmamız gerektiğini,şimdi bizim yeme içme ihtiyacımız olduğu gibi aynı zamanda diyalize, kemoterapiye muhtaç nice insanlar olduğunu bu sıcacık yuvayı bulamayan sokaklarda yatan bir dama muhtaç insanların olduğunu elini öpecek anne ve babaları olmayan çocuklar olduğunu anlattım.

Yediklerimiz içtiklerimizin kokusuna tadına bakıp farkında olmamız gerektiğini tam midemize ağzımıza layık tadlarının olması burnumuza layık kokularının olması bize bir şeyler düşündürmesi gerektiğinden bahsettim, bunları gönderenin adeta üzerine adımızı yazdığını gönderen Allah(cc) alıcı Ayşe, Ali yazısını okumanın okuyabilmenin lezzetleri nasıl arttıracağından konuştum, bunları yemeden önce Bismillah yedikten sonrada Elhamdülillah demekle cennette layık bir şekilde cennette tekrar yaratılacağını söyledim,

Kanaat etmez, şükretmez, iktisat etmezsek, hırs gösterip hürmetsizlik edersek Allah korusun haram helal gözetmesek kâinatın Halikına hürmetsizlik etmiş olacağımızı anlattım.

Karıncanın yılda birkaç buğday tanesiyle doyabilecek iken yıl boyu hiç doymayacakmış gibi hırs gösterdiği için ayaklar altında yaşadığını, oysa arının ikram etmek için çalıştığından dolayı başımızın üzerinde gezdiğini söyledim.

Şükrümüzün en güzel edasını da namaz kılarak yapabileceğimizi hatırlattım.

Allah(cc) insana esmasının hepsini tanıyabilecek cihazat vermiştir, adeta kendine bir ayna yapmıştır, kainatta yaratılmışları, nimetleri en iyi şekilde tanıyacak tanıyabilecek yalnız insandır bunun için insanı çok şeye muhtaç etmiştir. İnsan güneşe muhtaçtır, yağmura muhtaçtır, toprağa muhtaçtır, göze, kulağa mideye, muhtaçtır. Onlarsız hayatını idame ettiremeyeceğini çok iyi bilen insan dolayısıyla bunları yaratana muhtaç verenede şükür borçludur, şükrederse iyi bir kul olup alayı illiğine şükür etmezse kötü bir kul olup esfeli safiline düşeceğini söyledim.

Sonsuz aciz sonsuz fakir olan biz kulların da sonsuz şevke sonsuz şükre ihtiyacı vardır elbet.

Bunları anlatınca ev sahibimiz, meğer ne kadar da küçük şeyler için kendimizi sıkıntılara sokup bir birimizi üzmüşüz diyerek teşekkür ettiler ve bizi güler yüzlü bir şekilde uğurladılar.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ