Etiket arşivi: şükür

Amaçsızca koşuştururken anlamlı ‘hayat trenini’ kaçırırız!

Metropol, şehir hayatı, kaos, trafik ve daha bir çok kavram insana durmaksızın hareket eden bir yaşamın tüyolarını veriyor. Oradan oraya yetişmek, bir programdan diğerine gitmek, hızlanmak, duraklamamak…

Yazarken bile insanın içini huzursuz eden bu kavram ve yaşam şekli maalesef ki yaşadığımız çağın iskeletini oluşturuyor. Bu iklimde yaşıyoruz. Durup bir düşünmeye, niçin bu kadar koştuğumuzu tefekkür etmeye fırsatımız yok. Zaman elimizin altından kaçıp gidiyor sanki…

Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ise bize hep durup düşünmeyi, maddeden geçip manaya bakmayı öneriyor. Düşünmeye, hissetmeye davet ediyor. Merter ile yaptığımız söyleşide çağımızın koşuşturmacasında bizi mutsuzluğa iten nedenleri, “hızın” kişiliğimiz üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini, histen, şükürden, tefekkürden uzak hızlı yaşamın sebeplerini irdeledik.

Günümüz dünyasında hızlı, koşturucu bir tempo ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Başarı için koşuyoruz, yetişmek için koşuyoruz…  Bu, sürekli telaş içerisinde insanın iç âleminde, kişisel dünyasında nasıl etkiler oluşturuyor?

İnsanı bir noktadan diğerine yönlendiren motivasyon, en basit bir şekilde ifade edersek iki yönlü olabilir. Birincisi kişiye şahsî menfaat sağlayan koşuşturmalar, ikincisi ise insanlığa fayda sağlayan hizmetler. Eğer birinci varoluş tarzı ağır basıyorsa, bu tarz bir hayata, “ben merkezli (egosantrik, menfaatperest) hayat” denir. İkincisi ise “diğergam (altruist) hayat”tır.

Çağımızda, bahusus maddeci, tüketim toplumu hayat tarzı ağır basmakta ve insanlar, mecazi olarak ifade edersek, sürekli “nefeslerini” içeri çekip, vermeyi unuttukları için, ölesiye sıkılmaktadırlar. Halbuki dengeli bir varoluş, hem almayı ama hem de vermesini bilmeyi gerektirir. Sadece “amenu” da yetmez, “amilü’s-salihati” olmadan; “kuş” uçmaz tek kanatla, döner döner ve düşer. İngiliz şair W. Yeats bakın bu gerçeği şiirinde nasıl dile getiriyor:

Hep daha geniş dairelerle dönerken,

Şahin artık terbiyecisini duymaz,

Eşya dağılmaya başlar,

Merkez onları tutamaz…

Evet başı dönmüş insanlık, hep daha yükseklere uçacağım derken, artık mürebbisinin, yani Rabbinin “sesini” duyamamaktadır. Ve eşya da dağılır (çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması), çünkü “sıratu’l-mustakim” hattından (merkez) uzaklaşırız. Bu kaos insanın derununda kaygı ve esef uyandırır, “la havfun aleyhim velâhum yahzenûn” hali (onlar ne korkarlar ne de mahzun olurlar) silinmeye başlar. Nefs-i emmare mertebesinin temel dengesi, havf (temel varoluş kaygısı) ve reca (temel varoluş ümidi), reca aleyhine bozulur ve karamsarlık artar. Batılı mütefekkirler bu yaşadığımız çağa “kaygı çağı” derler.

Hızlı koşuşturmaca içinde insanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi için ne yapması gerekir?

Eğer koşuşturmaca anlamlı ise ve rıza-yı ilahîye uygunsa, insan farkına varmadan tekâmül eder. Veya nefis psikolojisi diliyle ifade edersek, nefs-i mülhime (ilham alan nefis) mertebesine uruc edebilir (yükselebilir) ve Rabbimiz biz bildiklerimizle amel ederken, bize bilmediklerimizi, fuyuzat-ı Rabbani, ilhamat-ı Rabbani vasıtasıyla öğretir. Hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmedikleriniz öğretir” der. Yoksa cüzî irade ile “Ben kendimi keşfedeceğim, farkındalık vs. kazanacağım” demek, delik kovayla su taşımaya benzer. Bencilliğin karşı kutbu olan amilü’s-salihati veya infak (canını acıtacak kadar sahip olduklarından vermek), isar (başkasını kendine tercih etmek) varoluş tarzlarına geçmeden tekâmül mümkün değildir.

İnsanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi ona ne kazandıracaktır?

Müşahede, mükaşefe, basiret, feraset halleri yaşanmaya başladıkça insan ontolojik olarak daha ferah, daha geniş, daha aydınlık, daha kaygısız, daha esefsiz, kedersiz ve hepsinden önemlisi daha özgür varoluş mertebelerine yükselir. Cenab-ı Mevlana’mızın buyurduğu gibi, dünya zindanından veya kuyusundan kurtulur. Nefs-i mutmainne, evliyaullah hazeratının bizlere öğrettiği gibi, aksiyon halindeyken, hatta aksiyonun en meşakkatli safhalarında bile, huzur, sekine, selam, reca (temel varoluş ümidi), itminan (temel varoluş güveni) ile hayat yolculuğuna devam etmektir.

Hızlı yaşamın insanın kişilik yapısına olumlu bir katkısı var mıdır?

Hızlı hayatın kişilik yapısına müspet tesiri… Eğer teknolojinin getirdiği fırsatlar sadece bencil amaçlarla değil de, insanlığa ve dünyaya yararlı bir şekilde kullanılırsa, hem hizmet kalitesi ve hem de hizmet etkinliği artar. Araştırmacılar, internet üzerinden bilgi alışverişi yaparak, tecrübelerini karşılaştırıp, küresel bir bilgi bankası sayesinde daha yaratıcı olabilirler. Seyahat imkânlarının artması ve harcıâlem hale gelmesi, değişik ülkeleri ziyaret edip daha sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olabilme imkânlarını getirir. Önemli olan tüm bu teknolojik imkânların, akl-ı selim (sağduyu) ve vicdan filtresinden geçirilerek tatbikata konmasıdır. Ama tekrar tekrar kendimize sormamız gereken soru, “Benim bu hızlı hayatımın dünyaya ve insanlara ne faydası var” sorusudur. Yoksa amaçsızca bir oraya, bir buraya koşuşturup, anlamlı “hayat trenini” kaçırırız.

Hayatı “hissederek yaşamak” için ne yapmalıyız?

İnsan dünyayla iki algı organı vasıtasıyla irtibat kurar. Bunlardan birincisi beş duyu organının ulaştığı akıl veya rasyonel zekâdır. Zekâ, ölçer, biçer, tartar, sıralar, tasnif eder ama temas kurduğu neyse, onun derinliğine nüfuz edemez, gerçek anlamını kavrayamaz. Bu sebeple Efendimiz (a.s.m.) “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye buyurmuştur. İşte bu hakikati “görme”, hissetme, sezme organı kalptir. Sağlıklı bir görüş ki buna bizim ıstılahımızda, müşahede, basiret, feraset, rü’yet, mükaşefe denir, ancak akıl ve kalp bir araya geldiklerinde zuhur eder, farkındalık oluşur. Hissederek yaşamak bu manada daha “kalbî” olmak demektir. Kalbî olabilirsek, temas kurduğumuz her insan ve her şey başka bir mana kazanır, daha latif (incelmiş) bir tad alır. Kanaat, şükür, hamd hallerini yaşamaya başlarız.

Sahip olduğumuz nimetlerin çok da farkında olmadığımız bir gerçek… Telaşe içerisinde sahip olduklarımızı fark edemiyoruz. Şükretmemiz gereken yerlerde şükredemiyoruz. Neler söylersiniz?

Şükür mastarı, öncelikle açmaya, meydana çıkarmaya (izhar etmeye) işaret eder. Bizim anladığımız manadaki şükr kelimesinin -keşr- den dönüştüğü rivayet edilir. Keşr, “keşf etme ortaya çıkarma” demektir.

Bunun karşıtı ”küfür”dür ve örtme manası taşır. Yani insan herhangi bir ilişki kategorisine girdiği zaman ya “gölgesi” ile o ilişki nesnesi (veya insan) neyse onu örter ya da onu gölgeden kurtarır, ışığa kavuşturur, sanki yeniden keşf eder veya modern manada, ”var eder”. Mesela alıp “kul“lanıp (kul haline getirip) derin anlamı üzerine tefekkür edilmeyen, sadece bencil nedenlerle “tüketilen” herhangi bir nesne, ne bizim nefis katlarında yükselmemize vesile olmuş, ne de başka bir insana yararlı olmuştur. Bu tarz bir varoluşta, o nesnenin üzerine, sahip olma tutkusu ile hırslı gölgemiz yansıtılmış ve o nesne bu nedenle karanlıkta kalmıştır. Halbuki o nesnenin gerçek manasını ortaya çıkarabilsek, o nesneye aslında sahip olduğu şerefi yeniden kazandırabilir, bir manada o nesneyi “aydınlık” hale getirebiliriz.

Şükür tefekkürle ortaya çıkıyor o zaman…

Nesneye şeref kazandırmak, örneğin o nesnenin yapısı üzerine tefekkür etmekle başlayabilir. Diyelim bir cep telefonu aldık ve elimizde tutuyoruz. Aslında çoğunluğu poliüretan sert plastik maddeden oluşan o telefon, milyonlarca sene önce dünya üzerinde yaşamış bitkilerin oluşturduğu petrolden elde edilmiştir. Yani elimizde tuttuğumuz o nesne bir zamanlar canlı olan bir varlık idi. Sadece bu görüş bile o nesneye değişik bir gözle bakmamıza neden olabilir (cep telefonunuzu elinize alıp, 1-2 dakika tefekkür edin, bakın kalbinizde hangi duygular oluşacak), sanki biz o telefonu yeniden keşf ediyoruzdur. Bir zamanlar rengârenk çiçekleri, yemyeşil yaprakları olan, üzerinde kuşların, böceklerin dolaştığı bir bitkiyi elimizde tutuyor olmak, mesela kalbimizde o nesneye karşı hürmet uyandırabilir.

Bu nedenle ehl-i tasavvuf herhangi bir nesneyi eline aldığında, verdiğinde, mesela bir kalem veya çay bardağı, hafifçe öperek alır, verir. Tasavvufî hayatı yaşayabilmek baştan aşağı böyle inceliklerle doludur.

Bakın o nesneye odaklaşıp, üzerine biraz tefekkür etmek nasıl yavaş yavaş bizi şükür haline getiriyor, yani nazardan müşahede haline geçerek o nesneyi “aydınlatmaya” başlıyoruz. Rasyonel görüşten, kalbî görüşe geçiyoruz. Bir sonraki aşamada o nesne, eğer bencil değil de, dünyaya ve insanlara yararlı bir amaçla kullanılırsa, o nesne bir anlam daha kazanır. Diyelim ki o telefonla anlamsız boş konuşmalar yapmak yerine, anne-babamızın hal ve hatırlarını sorduk, bir dostumuzun gönlünü aldık, hayır faaliyetlerinde bulunduk; hele hele o telefonun acil bir durumda, mesela Allah korusun, ücra bir yerde yaşadığımız trafik kazasından sonra, bizim veya bir yakınımızın hayatını kurtardığını düşünürsek, ona verdiğimiz anlam radikal bir değişimden geçer. “Çok şükür ki varsın” deyip, öpüp başımıza koyabiliriz ve sonra da belki gönlümüzde “Seni kim yarattı, sen nereden çıktın, nasıl varsın?” soruları oluşabilir.

İşte tüm bu derin düşünceler, anlam arayışları vasıtasıyla herhangi bir ilişki nesnesi ile o nesnenin ilk kaynağı arasındaki bağ tekrardan fark edilir, çünkü gerçekte bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır, bizim yaklaşım tarzımız onu sadece örtmüştür. Demek ki insan derûnunda muhteşem bir yetenek taşır: İlişki kurduğu her şeyi ve diğer insanları, bir manada, var veya yok etmek potansiyeli.

Fatma Şenadlı Kavak

MoralDunyasi.com

Şükürle Borçlu İnsan (Şiir)

Ey insan! Bak kendine, gör büyük Allahını,

Kim yaptı tek hücreden mucize varlığını?

Yüz bin kilometre incecik damarlarını?

Şakir Allah’ına karşı şükrünü biliyor.

 

Söyle bakalım! Görmeyen göz yapabilir mi?

Acaba gözün mucidi,  o akılsız  tabiat mi?

Yoksa mu’cize eserler tesadüf eseri mi?

Yok Allahtır ki onların tümünü yapıyor.

 

Hulasa-i mahlukat, şerefli mahluk sinsen!

Kainat senin için yaratıldığını bilsen?

Mahlukatta şerefli kul olduğunu görsen?

Sonra sen gibiler kendini secdeye veriyor.

 

Evet! O sana göz vermiş, ona  muhtaç sinsen ,

Burnunla koku alasın karanfil ve gülden,

Kulaklar vermiş kalmayasın hisse siz sesten,

Bunların hepsi sana  Allahın’dan geliyor.

 

Dişlerini kim yaptı, onlara kaç para verdin?

Boynun sabit olsaydı, saga  nice dönerdin?

Arka dişlerin önde olsaydı nasıl yerdin?

Rabbine şükret, çünkü o seni çok seviyor.

 

Topal olurdun, bir ayağın kısa olsaydı,

Ne olurdu halın böbreğin çalışmasaydı?

Böbrek Kıymet kazanır kişi onsuz kalsaydı,

Bunlar için Allah kulundan şükür bekliyor.

 

Kalbin saniyede altı litre kan pompalar,

Böbreklerin iki sıvıyı ayırır  salar,

Kara ciğerin kanı temizlemeye yarar

Bu cevarihler için senden şükür istiyor.

 

Safra kesede ki asit  kabuk eritiyor,

Bu hal mide gömleğini iki günde yiyor,

İki gün sonra Allah yenisini yapıyor.

Bizim faydamıza, bu işleri kim yapıyor?

 

Vücutta saniyede elli milyon hücre ölür,

Yerine başkası gelince vücut treni yürür,

İnsanın hayatı, ancak böyle devam görür,

Bunları senin faydan için Allah yapıyor.

 

Beyinde küçük yerde bin kitap yazılıyor,

Bunu annen- baban yapmadı, nasıl oluyor?

Yenilen cansız maddeler mi oluşturuyor?

Ölü maddelerden canlı insan kim yapıyor?

 

Her insanın ellerinde beşer parmak olmuş,

Baş parmak hariç ikişer menteşe konmuş,

Hücre olan vücut tuğlası yüz trilyonmuş,

Vücutta, yerlerine onları kim koyuyor?

 

Vücudumuzun yüzde altmış beşi su imiş,

Yaratıcı suyu hassas  bir madde yaratmiş,

Tesisatçı, kalaycı işini suyla denermiş,

Hiç denemeden akmadığını inanmazmiş.

 

Bak,bizim hiçbir tarafımızdan su sızmiyor,

Bizi utandıracak vaziyete sokmuyor,

Yoksa insan onu anahtarla mı sıkıyor?

Yok,bunu Allah bize komando ettiriyor.

 

Şikâyet etme  sana ni’met verene şükre,

Kanserliyi görsen, parmak ağrısı değil dert,

Her zaman dertlerin beterini gör, rahat et,

Ağlaşmak yok, nimetler senden şükür bekliyor.

 

Ey insan! Oku ve düşün, seni yapanı bil,

Sende gafil olup, sağa sola uzatma dil,

Didin ve uğraş, olumsuzları kafandan sil,

Silmezsen, seni de o hesap günü bekliyor.

 

Risaleleri oku var olan Allah’ı bul,

Me’mur olduğun ibadeti zevkle yap  kurtul,

Cenneti kazanmak için hiç durma, koş yorul,

Bunu bil ki cennet ucuza, kazanılmıyor.

 

Kafanı çalıştırsan eğer değilsen alil,

Bunlar Rabbini gösteren yalnız bir kaç delil,

Uğraş kafandaki şüphelerin tümünü sil,

Unutma ki, ölümün yolda çıkmış geliyor.

 

Abdülkadir Haktanır

Ağustos 2013

Şükür ve Hamd, Nimeti Verene Karşı Borçtur… (Şiir)

Mademki dünyamıza hâlâ etmedik veda,

Hamd-u senayı Rabbimize lazımdır edâ,

Çünkü odur ehl-i vicdan indinde hoş sedâ,

Yüce Rabbim, rahmetinden bizi, kılma cûda.

 

Ey insan! Nankör olma Kerim olan Rabbine,

Teşekkürün yok mu seni yoktan var edene,

Sana cömertçe sonsuz  ni’metleri verene,

Muhtaç olduğun şeyleri önüne serene.

 

Allah bu insanı şuurlu bir meyve yapmış,

Bütün duygularını yerli yerine takmış,

Yok âleminde bırakmayıp varlığa atmış,

Dalaletten kurtarıp muvahhid’lere katmış.

 

Dünyada san’atın ustasına inanırken,

Tablacı hükmünde, satana para verirken,

Ama meyve yersin yaratanı düşünmeden,

Unutma ki ter dökeceksin hesap verirken.

 

Halbuki Rabbimiz bizden  istediği üçtür,

Başta zikir, en son şükür, ortada tefekkür,

Tabiatçı kanununda da varken teşekkür,

Onu vicdanı brakımı etsin tabiata şükür.

 

Çünkü vicdan eşyanın yaratanını bilir,

Eşyayı kim yarattı, onlar nereden gelir,

Sebebe vermemek için duramaz ezilir,

Halikın korkusundan titrer buz gibi erir.

 

Unutma! Kötülerden iyiyi seçmek senden,

Yaşarsın Allahın kudretini öğrenmeden,

Bir gün pişman olacaksın söylemesi benden,

Gidiyorsun, varacağın yeri hiç düşünmeden.

 

Azrail geldiğinde senin ne olur hâlin,

Ruhunu teslim ederken  nice olur melalin,

Bahane uydurmaya yetecek mi mecalin,

Vah! şükretmediğin için vahimdir visalin.

 

Ey yüce Rabbim bizi nankörlerden eyleme,

Ni’metleri yerken teşekkürü bilelim kime,

Sakın layık olmayalım korkunç cehenneme,

Yoksa bu vücut ateşte olur lime lime.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Namaz

Cin ve insanların en büyük işi                            

olan Namazımızı kılmayalım mı?

 

namaz kılan adamİster erkek olduk ister se dişi,

İbadetimizi yapmayalım mi?

 

Büyük imtihanı kazanmak için,

Var olduğumuzu bilmeyelim mi?

 

Geldik nimetlere şükretmek için,

Biz şükredenlerden olmayalım mi?

 

Bizi, şuurlu bir insan yapanı,

Kimdir o arayıp sormayalım mı?

 

Yaratıcımızı bulduktan sonra,

Şükrümüzü ifa etmeyelim mi?

 

Kur`ân’da mükerrer emir var iken,

O emre biz kulak asmayalım mi?

 

Uzun yolculuğumuza çıkar  iken,

Seccade almadan yola çıkılır mi ?

 

Her yanda cenazeyi görür iken,

Bizde öleceğiz demeyelim mi?

 

Sonsuz dertlerimizi saymak için,

Rabbin Huzuruna çıkmayalım mı?

 

İhtiyaçlarımızı saymak için,

Allaha kıyama durmayayım mı?

 

Madde telâşından kurtulmak için,

Birazda manaya dalmayalım mı?

 

Kulluğun şuuruna  ermek için,

Rükû ve secdeye varmayalım mı?

 

Sayısız nimetleri bahşedene,

Muhabbetle minnet etmeyelim mi?

 

Sonsuz bir mutluluk bize va’d Edene,

Severek ibadet yapmayalım mı?

 

Sorulacak ilk soru namaz iken,

Namazlı bir mümin olmayalım mi?

 

Namazsızın hesabi zor olacak, 

Biz bunu nazara almayalım mı?,

 

Cehennemde insan la taş yanacak,

Bundan dersimizi almayalım mı.?

 

Abdülkadir Haktanır

Kel, Kör ve Alatenli

BENÎ İSRAİL’DEN üç kişi vardı: biri alatenli, biri kel, biri de kör. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksatla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi.

Melek önce alatenliye geldi. Ve:

“En çok neyi seversin?” dedi.

Adam:

“Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren hâlin gitmesini!” dedi.

Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti; güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu.

Melek ona tekrar sordu:

“Hangi mala kavuşmayı seversin?”

“Deveye!” dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi.

Melek:

“Allah bunları sana mübarek kılsın!” deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.

“En ziyade istediğin şey nedir?” dedi.

Adam:

“Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu hâlin benden gitmesi!” dedi.

Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi.

Melek tekrar:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu.

Adam:

“Sığırı!” dedi ve hemen kendisine hamile bir inek verildi.

Melek:

“Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!” diye dua etti ve körün yanına gitti. Ona da:

“En çok neyi seversin?” diye sordu.

Adam:

“Allah’ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!” dedi.

Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti.

Melek ona da:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu. Adam:

“Koyun!” dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi.

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu.

Sonra melek, alatenliye, onun eski hâli ve heyetine bürünmüş halde (alatenli bir adam kılığında) geldi ve:

“Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Tâ ki onunla yoluma devam edebileyim!” dedi.

Adam:

“(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!” dedi ve yardım talebini reddetti.

Melek de:

“Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi” dedi.

Ama adam:

“(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevârüs ettim!” diyerek onu tersledi.

Melek de:

“Eğer yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin!” dedi ve onu bırakarak kelin yanına geldi. Buna da onun eski hâlinde, (yani) kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti.

Melek buna da:

“Eğer yalancıysan Allah seni eski hâline çevirsin!” deyip, köre uğradı. Buna da onun eski hâli heyeti üzere (yani bir kör olarak) göründü.

Ona da:

“Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânım kalmadı. Bugün, evvel Allah, sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; tâ ki yolculuğuma devam edebileyim!” dedi.

Kör adam cevaben:

“Ben kör idim. Allah gözümü iade etti. Fakirdim, (mal verip) zengin etti” dedi. “İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!”

Melek de:

“Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı, ama diğer iki arkadaşına gadap edildi” (dedi ve gözden kayboldu).       

[Prof. İbrahim Canan’ın tercümesiyle sunduğumuz bu kıssa, Resûlullah’ın dilinden Ebu Hureyre’nin(r.a.) rivayeti olarak, Buhârî, Enbiya 50; Müslim, Zühd 10’da zikredilmektedir.]

08/12/2001

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen