Etiket arşivi: ümit şimşek

Kalplerin Katılaşmaması İçin

“İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.”

Hadîd Sûresi, 57:16

Allah’ın âyetleri karşısında duyarsız davrananlar hakkında Kur’ân’ın pek çok uyarıları vardır ki, bunların çoğunluğu, birinci derecede, iman etmeyenleri ilgilendirmektedir. Burada ise, doğrudan doğruya, inananlara yönelik olarak bir duyarsızlaşma, bir kalp katılaşması durumu söz konusu edilmekte ve uyarıda bulunulmaktadır. Bu âyet, bizden, sadece “İman ettik” demekle veya sadece kuru söz ve ruhsuz davranışlarla yetinmememizi istiyor, bundan daha ötesini bekliyor, “Zaman hâlâ gelmedi mi?” diyerek bir de sitemde bulunuyor.

Kur’ân âyetlerine bugün inmiş gibi bakabildiğimiz zaman, onlarda ders alacak çok fazla şey buluruz. “Kalplerin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi?” sözü de, sanki bugün inmişçesine, özellikle zamanımıza hitap ediyor gibidir. Kur’ân’ın inişi sırasında ona muhatap olanların kalp yumuşaklığı ile bugün bizim yüzlerce defa işittiğimiz Kur’ân âyetlerine karşı tavrımız arasındaki fark, böyle bir hitaba bizden daha lâyık kimse olamayacağını gösteriyor.

Âyetin işaret ettiği gibi, bu duyarsızlaşmanın zamanla da yakın ilgisi vardır. Bir mevsim meyvesinin ilk tadıldığı an, onun en tatlı olduğu andır. Nimetler kesintiye uğradığı zaman da insan bu tadı bütün canlılığıyla yakalayabilir: kışın ardından ilk defa solunan çayır kokusu, uzun bir hastalıktan sonra ilk defa deniz kenarında yürüyüş, bir iftar sofrasında tadılan zeytin veya bir yudum su, yahut en tatlı yerinde bölünmüş bir uykuya tekrar dalmak gibi…

Bu örneklerin hepsi de, aynı zamanda, Sahabenin Kur’ân okuyuşunu anlatan örneklerdir. Bediüzzaman, Sahabîler ve içtihad ile ilgili 27. Sözde bu konuda son derece önemli bir tespit yapar: Kur’ân-ı Hakîmin nurlarıyla hasıl olan o muazzam inkılâbın etkisi altında, Sahabîler, bütün duygu ve yetenekleriyle Kur’ân’a ve Allah’ın zikrine yönelmişlerdi. Öyle ki, onlar herhangi bir zikir veya bir tesbih sözünü söyledikleri zaman, dalgın zihinlerle ve dillerinin ucuyla söyleyip geçmezler, bütün anlamlarıyla o sözü söylerler ve bütün varlıklarıyla o sözden feyiz alırlardı.

Yine Bediüzzaman’ın 13. Sözdeki bir tespiti de aynı istikamette, Kur’ân’ın indiği çağda meydana getirdiği tesirle ilgilidir: Herşeyin vahşet ve cehalet karanlıklarına büründüğü bir zamanda, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” meâlindeki âyetleri, gecenin karanlığını gündüze çeviren bir gündoğumu gibi tesir bırakmış; bu âyetlerin canlandırdığı kâinatta bütün varlıklar dirilerek candan bir dost oluvermiş, hepsi birden canlanarak en tatlı dillerle ve en gür sadalarla Yer ve Gökler Rabbini zikretmeye başlamışlardır. Risale-i Nur Müellifi, bu manzarayı gerçekten zevk edebilmek için, insanın kendisini o cahiliyet asrında hayal ederek Kur’ân âyetlerini “ilk defa” dinlemesi gerektiğini söyler. Zira Kur’ân’ın tasvir ettiği kâinat, zaman içinde insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir hakikat halini almış; bu arada meyvenin turfanda tadı da küllenmiş, manzaranın parlaklığı kalın bir ülfet perdesi altında canlılığını yitirmiştir.

Kur’ân ise, bu durumu, “kalplerin katılaşması” olarak niteliyor. Ve ibret nümunesi olarak, daha önce kendilerine kitap verilenlerin âkıbetlerini gösteriyor: Aradan uzun zaman geçince onların da kalpleri katılaşmıştı. Daha başka âyetlerde de Kitap Ehlinin bu özelliği şiddetle yerilir. Bakara Sûresinin 74. âyeti, İsrailoğullarının, eriştikleri onca nimetlerden ve tanık oldukları mucizelerden sonra, kalplerinin yine katılaştığı, hattâ taştan da katı kesildiği bildirilir. Yine Bakara Sûresinin 88. âyeti ile Nisâ Sûresinin 155. âyeti ise, onların kendi dillerinden “Kalplerimiz örtülüdür” sözünü nakleder ve bu sebepten lânetlendiklerini bildirir.

Bunlar, zaman içinde katılaşma eğilimi taşıyan kalplerin, kendi haline bırakıldıkları takdirde nasıl bir âkıbetle karşılaşacağını gösteren en uç örneklerdir. Öyle bir noktaya varıldığı zaman, zaten, uyarıların fayda vermeyeceği bir yere gelinmiş olacağı için, kulaklarımız henüz uyarılara açık iken Kur’ân bize bu sonucu göstererek ondan sakınmak için önlem almaya bizi çağırmaktadır.

Bu konu, bizi “Kalpler nasıl yumuşar?” sorusuna getiriyor ki, bu, bir defa sorulup da cevaplandırılacak bir soru değildir. Bu soru hergün tekrar tekrar sorulsa ve her defasında yeni baştan ona cevap aransa, yeridir diyebiliriz. Bediüzzaman’ın, Kur’ân dinlerken kendimizi o cahiliyet asrında farz etmek yönündeki tavsiyesi de, hiç kuşkusuz, kalp yumuşatma egzersizleri arasında yerini alacak önemli bir öğüttür.

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

Tek Kelimelik Bir Kur’an Reçetesi: “Yeter”

“Ne bağışlayacaklarını sana soruyorlar. “İhtiyaçtan fazlasını” de. İşte, Allah, düşünmeniz için âyetleri size böyle açıklıyor.”

Bakara Sûresi, 2:219

İhtiyaç içinde bulunanları gözetmek, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden başkalarına da bağışta bulunmak hususunda Kur’ân’ın pek çok teşvikleri vardır. Ancak bu teşvikler, kesin sınırlar çizen buyruklar değildir. Kur’ân, genel ilkeler koyarak mü’minlerin önüne bir yarışma alanı açmış, bu alanda herkesi kendi içindeki iyilik istidadını geliştirmek konusunda vicdanıyla baş başa bırakmıştır. Bu âyet-i kerime ise, yine çok keskin bir hat çizmemekle birlikte, genel bir kural belirlemekte ve bu kuralın ışığında, mü’minleri bir iyilik yarışına sevk etmektedir.

“İhtiyaçtan fazlasını bağışlamak.” Bu kuralda, hem bağışlayanı, hem de bağışa muhtaç olanı gözeten bir adalet vardır.

Bağışlayan, kendisini muhtaç duruma düşürmeyecek bir şekilde bağışını yapacak; ama kendi ihtiyacını karşıladıktan sonra, daha fazlasına göz dikmek yerine, ihtiyaç içinde olan başka insanların durumunu gözetmekle kendisini yükümlü bilecektir.

Yalnız, burada, cevaplandırılması gereken başka bir soru var:

İhtiyaç nedir, ne kadardır?

Zamana, zemine, topluma, bireye göre bu soruya çok değişik cevaplar verilebilir. Bir zamana yahut bir topluma ait insanların hayalinden bile geçmeyecek derecede lüks olan şeyler, bir başka yerde ve zamanda sıradan ihtiyaçlar listesine girebilir. Hattâ bir insanın hayatının çeşitli dönemlerindeki ihtiyaç listeleri bile birbirinden çok farklı olabilir. Onun için, bütün insanlar ve bütün zamanlar için geçerli olacak bir ihtiyaç sınırı belirlemek mümkün görünmüyor.

Daha da ötesi, insanlar, kendi ihtiyaç listelerini kendileri belirleyemiyorlar. Reklamlar, görenekler, çevre baskısı gibi dış etkenler, neredeyse insanın iradesini tümüyle elinden almış bir şekilde, hergün yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıyor, yeni hedefler gösteriyor. Bunun sonucunda, insanlar, birkaç sene önce akıllarından geçmeyen pek çok şeyin vazgeçilmez hale gelmiş olduğunu görüyorlar.

İsterseniz, “Bunlar olmadan yaşamaya razı olamam” dediğiniz şeylerin bir listesini yapmayı deneyin. Sonra, bu listeyi, bundan beş on sene önce düzenlediğinizi düşünerek bir daha gözden geçirin. Vazgeçilmez sandığınız pek çok şeyden yoksun bir şekilde pek alâ yaşayabilmiş olduğunuzu göreceksiniz.

Böyle bir listeyi bundan beş on sene sonra düzenlediğiniz zaman, belki bugünkü listeniz de onun yanında hayli fakir kalacaktır.

Öyleyse bir yerde durup düşünme zamanı değil mi:

“Bu gidiş nereye varır?” diye.

Kendi haline bırakıldığı takdirde bu gidişin varacağı yer, dünyanın bugün varmış olduğu yerden daha iyi bir yer değildir. Bu ise, aynen resimde görüldüğü gibi, herkesin ancak kendi iştahını tatmin etmek derdine düştüğü, kimsenin kimseyi umursamadığı bir noktadır.

Fakat işin ibret alınacak yönü de şurada ki, insanlar maddî ihtiyaçlarının peşine düştükçe, doyumdan da uzaklaşıyorlar. Daha fazla şeye sahip oldukça daha da yoksullaşıyorlar. Çünkü önlerine serilen ihtiyaç listesi, gelirlerinden daha hızlı bir şekilde kabarıyor. Böylece gelir ve gider dengesi açıldıkça açılıyor. Ve bu medeniyet, Bediüzzaman’ın dediği gibi, insanı zenginleştirmiyor, eskisinden daha da fakir hale getiriyor.

Öyleyse, gittikçe yoksullaşan insanlar, ihtiyaç fazlasını nerede bulup da başkalarına bağışlayacaklar?

Bu sorunun çözümü, Kur’ân’ın bize gösterdiği yöndedir. Yoksa, bu hayatta doyumu maddî ihtiyaçların tatmininde arayanlar, ne kadar çok şeye sahip olurlarsa olsunlar, “Bu kadarı bana yeter” diyecekleri bir noktaya hiçbir zaman erişemezler. Kur’ân’ın insanı yükselttiği hayat mertebesinde ise, doyum, insanî meziyetlerde, faziletlerde ve manevî hazlarda aranır.

İşte o zaman, tatmine ulaşmış ve hayatını insana yaraşır bir idealle doldurmuş olan insan, dünya hayatında ipleri ele alabilir. Neye ihtiyacı olup neye olmadığını o zaman bizzat belirleyebilir; dış dünyanın tahriklerinden o kadar etkilenmeksizin, “Bu kadarı bana yeter” diyebileceği bir çizgiyi çizebilir.

Bu çizgi bireyden bireye değişebilir; bu o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan şey, o çizgiyi çizebilmektir. Bu çizgi çok yüksekte de olsa, en azından, bir başlangıçtır.

Çünkü, “Yeter” demesini öğrenen insan, iki şeyi birden kazanmıştır:

Birincisi: Bunu söyleyebildiği müddetçe onun hayatında herşeye sahip olmak, yığmak, biriktirmek, istiflemek gibi bir amaç yer bulamaz.

İkincisi: İhtiyaç içinde olan hemcinsleri, artık onun görüş alanındadır. O artık kendisinden başkalarını da düşünen bir insandır.

Zaten âyetin sonunda da belirtildiği gibi, bunlar, üzerinde düşünelim diye açıklanmış olan âyetlerdir. Düşünen insanlar için ise, “ihtiyaç fazlasını bağışlama” emri, içlerindeki tüm fazilet yeteneklerini gün ışığına çıkaracak bir potansiyele sahip, son derece özlü bir emirdir ve insanlık âleminin yaralarını tedavi edebilecek tek kelimelik bir reçetedir.

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

Mü’minin Bakışı

Sen onları yüzlerinden tanırsın.
Bakara Sûresi, 2:273

İlk anlamıyla Hz. Peygambere hitap eden bu cümle, daha geniş anlamıyla mü’minleri de kapsıyor. Onların, imanlarından gelen bir sezgi ve kavrayışla, bir kısım insanları yüzlerinden tanıyabileceklerini bildiriyor. Veya, “Peygamberiniz onları yüzlerinden tanır; siz de öyle olmaya çalışın” şeklinde bir hedef gösteriyor, bir feraset dersi veriyor.

Önce âyetin tamamını okuyalım:

Yapacağınız yardımlar, kendilerini Allah yoluna vermiş yoksullar içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp da geçimlerini sağlamaya imkân bulamazlar. Onların halini bilmeyenler, tokgözlülükleri yüzünden, onları zengin sanır. Sen ise onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar halktan yüzsüzlükle birşey istemezler. Sizin hayır olarak harcadığınız şeyi ise muhakkak ki Allah bilir.

Âyetin özel anlamı, yoksul kimselerin yüzlerinden tanınmasıyla ilgilidir ki, bundan alınabilecek büyük ibretler vardır. Ve bu ibret dersleri bir yandan dilenciliğin kapısını kapatacak, bir yandan da mü’minler arasındaki şefkat ve dayanışmayı en yüksek düzeye çıkarabilecek bir potansiyele sahiptir.

“Onların halini bilmeyenler, tokgözlülükleri yüzünden, onları zengin sanır.” Peki, herkesin zengin sandığı insanların, gerçekte yardıma muhtaç kimseler oldukları, onların yüzlerinden nasıl anlaşılır?

Üstelik burada insanın en belirgin, en ayırt edici özelliği olan “yüzleri” söz konusu edilmiş, böylece, bu tanıma işleminin hiçbir tereddüde meydan bırakmayacak kadar kesin bir tanıma olduğuna işarette bulunulmuştur.

Bir Peygamberin böyle bir yeteneğe sahip olması elbette ki şaşırtıcı değildir. Ancak âyetin amacı, sadece Peygamberin bir özelliğini sayıp geçmekten ibaret olamaz; bunda, Peygamberini örnek almakla yükümlü olan mü’minlere verilen bir ders vardır. Peygamberin en üst seviyede sahip olduğu böyle bir beceri, onun ümmetine de hedef olarak gösterilmektedir.

Âyet-i kerimenin bu dersinden nasibini almış ve böyle bir beceriyi kazanmış insanların oluşturduğu bir toplumu düşünün:

Orada insanların bir sıkıntı içine düşmesine neredeyse fırsat kalmaz. Çünkü etrafında, “alıcıları açık” kardeşleri vardır. Onlar, mü’min kardeşlerinin başındaki dertlerin kokusunu çok uzaklardan alırlar. Zaten, rızık arayan kuşlar yahut bal alacak çiçek arayan arılar gibi, onlar da sürekli olarak etraflarındaki hayır vesilelerini araştırmakta, kalplerinden taşan o yüksek şefkat duygusunu aktarabilecekleri kardeşlerini bulup çıkarmaktadırlar. Öyle bir toplulukta kimse kimsenin karşısında eğilmez; kimse kimsenin minnetini çekmez; kimsenin onuru kırılmaz, haysiyeti incinmez.

Çok geniş ölçekte düşündüğümüz zaman belki bir hayal gibi gelebilir; ancak küçük ölçeklerdeki topluluklarda böyle bir sonuca ulaşmak imkânsız değildir. İnsanlar eğer “alıcılarını” en yakınlarına yöneltecek olurlarsa, bunun sonucunu kendi çevrelerinde alabilirler. Bütün bir toplumu düzeltecek imkâna kimse kendi başına sahip değildir, zaten bununla da kimse yükümlü değildir. Fakat insanın akraba, komşu, sokak ve mahalle gibi yakından uzağa doğru genişleyen daireler içinde, elinin ulaşabildiği bir veya birkaç daire bulunabilir. Ve insan, Rabbinin kendisine bağışladığı yetenekleri kullanmak ve geliştirmek suretiyle, bu daireler içindeki hayatı, huzurla yaşanan bir hayat haline getirebilir.

Âyet-i kerime, işte, mü’minlere böyle bir hedef gösteriyor ve onların, yoksulları yüzlerinden tanıyacak bir beceriye sahip olmalarını öngörüyor. Aslında, bu, ilk bakışta zor gelse de, kazanılması büsbütün imkânsız bir beceri değildir. Nitekim dünya hayatı söz konusu olduğunda, böyle bir beceri, bizim pek de yabancımız sayılmaz. Bir esnaf için potansiyel müşteriyi yahut dürüst alıcıyı yüzünden tanımak, olmayacak bir iş değil, tam tersine, onun mesleğindeki tecrübesini gösteren bir beceridir. İşini ciddîye alan ve ticaretinde zarar etmek istemeyen kimse, böyle bir beceriyi elde etmekte de çok fazla zorlanmaz.

Dinini ciddîye alan kimseye de Kur’ân’ın gösterdiği hedeflere ulaşmak için çaba harcamak zor gelmemelidir. Çünkü bu bir eğitim ve gelişim meselesidir; dünya işlerinde bir yerlere gelmenin bir fiyatı olduğu gibi, Allah’ın rızasına ulaşacak bir kul haline gelmenin de bir fiyatı vardır. İslâm toplumlarının içine düştüğü sıkıntıların asıl nedeni, bu fiyatta pazarlık etmeye kalkmamızdan başka nedir ki?

ÜMİT ŞİMŞEK

Mü’mine Güzellik Yaraşır

“Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.”

Zümer Sûresi, 39:18

Yüce Allah’ın, kitabında övgüyle tarif ettiği kulların bir özelliği de,

(1) sözü, yani Allah’ın kelâmını dinlemek,
(2) sonra da, dinlediği şeyin en güzeline uymak

şeklinde anlatılıyor. Bu öylesine kapsamlı bir tanımdır ki, ideal bir mü’mini anlatmak için, başka bir tarife ihtiyaç yok dersek, herhalde abartmış olmayız.

“En güzeli” deyiminde, birkaç yönden büyük bir kapsamlılık vardır.

Birincisi: Mü’min, zaten güzel olanın peşindedir ve güzel olan şeyleri yapmakla emrolunmuştur. Onun kulak verdiği söz, sözlerin en güzeli olduğu gibi, ağzından çıkacak sözün ve ortaya koyacağı davranışların da güzel olması, zaten kendi yaratılışının ve imanının gereğidir.

Yine Zümer Sûresinin 23. âyeti, “Allah sözlerin en güzelini indirmiştir” buyurur.

İsrâ Sûresinin 53. âyetinde ise, “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” emri vardır.

Nahl Sûresinin 125. âyetindeki “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır” buyruğu da aynı yöndedir.

Gökleri ve yeri güzel isimlerinin hesapsız güzellikleriyle donatan Allah, en güzel bir şekilde yarattığı insana da, kendi çabasıyla erişeceği güzellikleri hedef olarak göstermektedir.

İkinci kademede, güzel olan şeyler arasında bir seçim vardır. Yüce Allah, kullarının önüne, hepsi de güzel olan çeşitli davranış örneklerini, buyruklarını, öğütlerini sermiş; bunlar arasında bir tercih yapacağı zaman ise, kuluna yaraşan şeyin, iki güzel arasında daha güzelini seçmek olduğunu bildirmiştir. Kur’ân’da bunun pek çok örnekleri vardır.

Daha önce sözünü ettiğimiz Bakara Sûresinin 237. âyetinde bu örneklerden birini görmüştük. Yine aynı sûrenin 271. âyetinde, açıktan verilen sadakalar “güzel” olarak nitelendikten sonra, bundan daha güzeli dikkatlere sunulur ve teşvik edilir: gizlice vermek.

Yine Bakara Sûresinin 280. âyetinde, borçlu borcunu ödemekte güçlüğe düşecek olursa, rahatlayıncaya kadar ona süre tanınması emredilir; sonra da bundan daha güzel bir yol öğütlenir:

“Onun borcunu bütünüyle bağışlamak ise, bir bilseniz, sizin için daha da hayırlıdır.”

Bir başka örnek, ceza ve af arasında serbest kalındığı zaman, tercihin af yönünde kullanılması şeklindedir. Meselâ, zulme uğradıktan sonra hakkını isteyen kimsenin suçlanamayacağını bildiren Şûrâ Sûresinin 41-43. âyetleri şöyle son bulur:

“Bununla beraber, kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.”

Hz. Musa’ya Tevrat levhalarının verilişinden sonra Yüce Allah’ın ona “Kavmine de emret, onun en güzelini alsınlar” buyurduğunu bildiren A’râf Sûresinin 145. âyetinde de, inanan insanı en güzel olana yönlendiren bir teşvik vardır.

Üçüncü aşamada ise, kötü olan şeye en güzel bir şekilde karşılık vermek vardır. Bunu da Yüce Kitabımızın âyetleri tekrar tekrar bize hatırlatır:

Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları iyi bilir; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.[1]

Sabretmelerinden dolayı onlara ödülleri iki kat verilecektir. Çünkü onlar kötülüğü iyilikle savarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan da bağışta bulunurlar.[2]

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe en güzeliyle karşılık ver.[3]

Mü’minler için bir hidayet ve rahmet olan Yüce Kitabımız, böylece,

(1) güzel olana uymak,

(2) güzel şeyler arasında en güzelini tercih etmek,

(3) kötülüğe karşı da en güzel olan şeyle karşılık vermek

şeklinde üç aşamalı bir terbiye ile, insanın içindeki bütün güzellikleri ortaya çıkarıyor ve onu, bütün güzel isimlerin müsemmâsı ve sonsuz güzellik sahibi olan Yer ve Gökler Rabbinin hoşnutluğuna yaklaştırıyor.

[1] Nahl Sûresi, 16:125.

[2] Kasas Sûresi, 28:54.

[3] Fussılet Sûresi, 41:34.

 

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

Zamanımız Vardı Bir Zamanlar

Bu medeniyet bize hangi konuda bir iyilik yapmışsa, orada bizi eskisinden daha kötü duruma getirmiştir.

Bugün eskisinden çok daha fazla para kazanıyoruz, çok daha fazla şeylere sahip oluyoruz. Fakat bu zenginleştiğimiz mânâsına gelmiyor. Çünkü sahip olduğumuz şeyler üçer beşer artarken, gözümüzü diktiğimiz şeyler onar, yüzer artıyor. Bir yandan zenginleşiyor, diğer yandan da fakirleşiyoruz. Ama fakirleşme hızımız zenginleşme hızımızı geride bıraktığı ve arayı açmaya da devam ettiğimiz için, “Zenginleştikçe yoksullaşıyoruz” diyebiliriz.

Medeniyetle beraber sağlık hizmetleri de baş döndürücü bir hızla ilerledi. Bir iki nesil önce ölümcül olarak bilinen öyle hastalıklar var ki, artık sıradan bir tedaviyle onlardan kurtulabiliyoruz. Fakat bu arada evvelce bilinmeyen veya yaygın şekilde görülmeyen nice hastalıklar da ilerleyen sağlık hizmetlerinin yanı sıra hayatımıza girdi. Medeniyetin günahlarından en uzak bir şekilde yaşayan dindar kesimlerimizde bile bu hızlı bozulmanın eserini görmek için, camilerimizdeki tabure sayısının artışını dikkate almak yeter. Bu çizgiyi istikbale doğru uzattığımız takdirde, birkaç nesil sonra camilerimizde taburesiz namaz kılanların azınlığa düşeceğini tahmin edebiliriz; hattâ bunlar da ekseriyetle çocuk yaşta kimseler olacağı için, muhtemelen kendilerine taburelerin arkasında yer ayrılacaktır!

***

Medeniyetin bize en çok kazandırdığı alanların başında ise zaman vardır. İlerleyen teknolojiyle birlikte hayatımıza giren âlet, cihaz, vasıta, makine cinsinden ne varsa, hemen hemen hepsi de bize şu veya bu ölçüde zaman kazandırmıştır. Ev hanımlarının çamaşır, bulaşık gibi dertleri artık ninelerinin hatıralarında kaldı. Alışveriş için bile eğer evimizden dışarı çıkıyorsak, keyfimizdendir; yoksa oturduğumuz yerden birkaç tuşla istediğimizi sipariş etmekten kolay ne var? Bütün bunları üst üste koyup toplayacak olsanız, herhalde, günün yirmi dört saatinde medeniyetin bize kazandırdığı vakit bir haftadan aşağı düşmeyecektir. Fakat bu, bir günde bir haftalık hayat yaşadığımız mânâsına mı geliyor?

Hayır. Hattâ hafta bir yana dursun, bir günü bile doğru dürüst yaşayabildiğimizi söyleyecek pek az kimse vardır.

Çünkü medeniyetin bize armağan ettiği âlet ve imkânlar sayesinde bazı şeylere zaman ayırmaktan kurtulmuş olsak bile, daha önce bizimle alışverişi olmayan çok daha fazla şey de bu âletlerle beraber hayatımıza girmiş ve zamanımızı işgal edivermiştir. Dakikada bir maillerimizi kontrol etmeden durabilir miyiz? Ya günün haberlerinden uzak bir saat geçirecek olsak, bu arada dünyanın batıp batmadığını bize bildirecek kim var? Hergün birkaç saatimizi aptalca dizilerin karşısında harcamazsak ertesi gün ahbap arasında neyi konuşacağız? Ne var ki, hayatımıza yeni giren şeyler bu kadar zamanımızı işgal ederken, evvelce hayatımızda olanlar da onlara yer ayırmak için birer ikişer bize veda ediyor.

***

“Medeniyetin bize çıkardığı faturalar neden en fazla zaman cephesinde kabarıyor?” diye soracak olursanız:

O, bize verdiği herşeyi, “zaman” karşılığında satar. Bir otomobil bize çok zaman kazandırır; bu doğrudur. Fakat onu alabilmek için ömrümüzün yıllarını harcarız; aldıktan sonra da yakıtını ve sair masraflarını karşılamak için yine zamanımızı harcarız. Bir cep telefonu, daha onun için harcadığımız ömür sermayesini telâfi etmeden çağdışı olur; onun yerine aldığımız yeni model telefonla birlikte eski bilgilerimiz de sıfırlanır; biz bir yandan yeni âletin borcunu ödemek, bir yandan da sıfırlanan bilgilerimizi yeniden öğrenmek için yine nihaî sermayemiz olan zamandan harcama yaparız.

Bu arada hayatımızdan çıkan şeylerin hasretini hiç çekmez olur muyuz? Daha doğrusu, biz o hasreti henüz hissetmeye fırsat bile bulamamışken medeniyet bunun kokusunu alıp da onu tekrar bize pazarlamaya kalkmaz mı?

İşte yeşillikler arasında ailenizle birlikte huzur içinde yaşanacak mekânlar!  Ama o özlediğiniz şeye kavuşmak için daha fazla çalışmalı, daha fazla zaman harcamalı, ailenizden ve özlediğiniz diğer şeylerden daha fazla uzak kalmalısınız. Böyle hikâyeler ekseriya aynı şarkıyla biter:

“Ömür tükeniyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor…”

***

Medeniyetin bu tuzaklarından kendisini kurtarabilenler yok mu?

Var tabii; lâkin çağdaş medeniyet onların yaşayışlarında bize satacak birşey bulamadığı için, ne reklamlarında, ne de haberlerinde bizi onlardan haberdar etmez. Onları ancak sıradan ve sessizce yaşayanlar arasında bulabilirsiniz.

Saçlarını neşriyat hizmetlerinde ağarttıktan sonra geçenlerde emekli olan Ahmet Vural dostumuza yeni hayatının nasıl geçtiğini sorduğumda, artık doya doya kitap okuyabildiğini söyledi. Zaten hayatını verimli bir şekilde değerlendiren bir insandı; yeni hayatında da fazladan bir zamana kavuşmuştu ve bunu kimseye kaptırmadan, kendi belirlediği şekilde kullanıyordu.

Fakat böyle bir huzuru ve mutluluğu yakalamak için, daha doğrusu, Allah’ın bize bağışladığı zamana gerçekten sahip olabilmek için, onun da fiyatını ödemek gerekiyor. Çok şükür ki, bu fiyat, ömrümüzü bozdurarak elde edilecek bir ücret değil. Medeniyetin oyuncak ve tuzaklarına göz ve kulaklarımızı kapatıp ruhumuzun ihtiyaçlarına yönelmek yeter.

Sadece bu kadarını yaptığımız takdirde, hemen kullanıma hazır o kadar çok zamanımız olacak ki!

ÜMİT ŞİMŞEK