Etiket arşivi: ümit şimşek

Hayatının Kontrolünü Eline Almak İçin Tek Kelimelik Bir Kur’an Reçetesi

“Ne  bağışlayacaklarını sana soruyorlar. ‘İhtiyaçtan fazlasını’ de. İşte, Allah, düşünmeniz için âyetleri size böyle açıklıyor.” (Bakara Sûresi, 2:219)

İhtiyaç içinde bulunanları gözetmek, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden başkalarına da bağışta bulunmak hususunda Kur’ân’ın pek çok teşvikleri vardır. Ancak bu teşvikler, kesin sınırlar çizen buyruklar değildir. Kur’ân, genel ilkeler koyarak mü’minlerin önüne bir yarışma alanı açmış, bu alanda herkesi kendi içindeki iyilik istidadını geliştirmek konusunda vicdanıyla baş başa bırakmıştır. Bu âyet-i kerime ise, yine çok keskin bir hat çizmemekle birlikte, genel bir kural belirlemekte ve bu kuralın ışığında, mü’minleri bir iyilik yarışına sevk etmektedir.

“İhtiyaçtan fazlasını bağışlamak.” Bu kuralda, hem bağışlayanı, hem de bağışa muhtaç olanı gözeten bir adalet vardır.

Bağışlayan, kendisini muhtaç duruma düşürmeyecek bir şekilde bağışını yapacak; ama kendi ihtiyacını karşıladıktan sonra, daha fazlasına göz dikmek yerine, ihtiyaç içinde olan başka insanların durumunu gözetmekle kendisini yükümlü bilecektir.

Yalnız, burada, cevaplandırılması gereken başka bir soru var:

İhtiyaç nedir, ne kadardır?

Zamana, zemine, topluma, bireye göre bu soruya çok değişik cevaplar verilebilir. Bir zamana yahut bir topluma ait insanların hayalinden bile geçmeyecek derecede lüks olan şeyler, bir başka yerde ve zamanda sıradan ihtiyaçlar listesine girebilir. Hattâ bir insanın hayatının çeşitli dönemlerindeki ihtiyaç listeleri bile birbirinden çok farklı olabilir. Onun için, bütün insanlar ve bütün zamanlar için geçerli olacak bir ihtiyaç sınırı belirlemek mümkün görünmüyor.

Daha da ötesi, insanlar, kendi ihtiyaç listelerini kendileri belirleyemiyorlar. Reklamlar, görenekler, çevre baskısı gibi dış etkenler, neredeyse insanın iradesini tümüyle elinden almış bir şekilde, her gün yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıyor, yeni hedefler gösteriyor. Bunun sonucunda, insanlar, birkaç sene önce akıllarından geçmeyen pek çok şeyin vazgeçilmez hale gelmiş olduğunu görüyorlar.

İsterseniz, “Bunlar olmadan yaşamaya razı olamam” dediğiniz şeylerin bir listesini yapmayı deneyin. Sonra, bu listeyi, bundan beş on sene önce düzenlediğinizi düşünerek bir daha gözden geçirin. Vazgeçilmez sandığınız pek çok şeyden yoksun bir şekilde pek âlâ yaşayabilmiş olduğunuzu göreceksiniz.

Böyle bir listeyi bundan beş on sene sonra düzenlediğiniz zaman, belki bugünkü listeniz de onun yanında hayli fakir kalacaktır.

Öyleyse bir yerde durup düşünme zamanı değil mi:

“Bu gidiş nereye varır?” diye.

Kendi haline bırakıldığı takdirde bu gidişin varacağı yer, dünyanın bugün varmış olduğu yerden daha iyi bir yer değildir. Bu ise, aynen bugünkü resimde görüldüğü gibi, herkesin ancak kendi iştahını tatmin etmek derdine düştüğü, kimsenin kimseyi umursamadığı bir noktadır.

Fakat işin ibret alınacak yönü de şurada ki, insanlar maddî ihtiyaçlarının peşine düştükçe, doyumdan da uzaklaşıyorlar. Daha fazla şeye sahip oldukça daha da yoksullaşıyorlar. Çünkü önlerine serilen ihtiyaç listesi, gelirlerinden daha hızlı bir şekilde kabarıyor. Böylece gelir ve gider dengesi açıldıkça açılıyor. Ve bu medeniyet, Bediüzzaman’ın dediği gibi, insanı zenginleştirmiyor, eskisinden daha da fakir hale getiriyor.

Öyleyse, gittikçe yoksullaşan insanlar, ihtiyaç fazlasını nerede bulup da başkalarına bağışlayacaklar?

Bu sorunun çözümü, Kur’ân’ın bize gösterdiği yöndedir. Yoksa, bu hayatta doyumu maddî ihtiyaçların tatmininde arayanlar, ne kadar çok şeye sahip olurlarsa olsunlar, “Bu kadarı bana yeter” diyecekleri bir noktaya hiçbir zaman erişemezler. Kur’ân’ın insanı yükselttiği hayat mertebesinde ise, doyum, insanî meziyetlerde, faziletlerde ve manevî hazlarda aranır.

İşte o zaman, tatmine ulaşmış ve hayatını insana yaraşır bir idealle doldurmuş olan insan, dünya hayatında ipleri ele alabilir. Neye ihtiyacı olup neye olmadığını o zaman bizzat belirleyebilir; dış dünyanın tahriklerinden o kadar etkilenmeksizin, “Bu kadarı bana yeter” diyebileceği bir çizgiyi çizebilir.

Bu çizgi bireyden bireye değişebilir; bu o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan şey, o çizgiyi çizebilmektir. Bu çizgi çok yüksekte de olsa, en azından, bir başlangıçtır.

Çünkü, “Yeter” demesini öğrenen insan, iki şeyi birden kazanmıştır:

Birincisi: Bunu söyleyebildiği müddetçe onun hayatında her şeye sahip olmak, yığmak, biriktirmek, istiflemek gibi bir amaç yer bulamaz.

İkincisi: İhtiyaç içinde olan hemcinsleri, artık onun görüş alanındadır. O artık kendisinden başkalarını da düşünen bir insandır.

Zaten âyetin sonunda da belirtildiği gibi, bunlar, üzerinde düşünelim diye açıklanmış olan âyetlerdir. Düşünen insanlar için ise, “ihtiyaç fazlasını bağışlama” emri, içlerindeki tüm fazilet yeteneklerini gün ışığına çıkaracak bir potansiyele sahip, son derece özlü bir emirdir ve insanlık âleminin yaralarını tedavi edebilecek tek kelimelik bir reçetedir.

Ümit Şimşek – Zafer Dergisi

“Geçim Darlığı Niçin Yakamızı Bırakmıyor?” Diyenlere / Güzel Bir Geçim ve Huzurlu Bir Hayatın Formülü

Geçim darlığından şikâyet etmeyen kalmadı gibi. Ama geçim darlığının asıl sebebini bulabilmek herkese nasip olmuyor.

Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz.

O “Rabbim,” der. “Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.”

“Öyleydin,” buyurur Allah. “Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.”

(Tâhâ Sûresi, 20:124-126)

Hayat şartlarından yakınmak, zamanımızın yaygın bir âdeti haline geldi. Kime “İşler nasıl?” diye soracak olsanız, alacağınız cevap aşağı yukarı aynıdır. Hayat pahalılığından, müşteri yokluğundan, piyasanın cansızlığından, ve daha akla gelebilecek ne varsa hepsinin olumsuzluklarından şikâyet edilmekte…

Bu yakınmalarda, hiç kuşkusuz her zaman bir gerçek payı vardır. Yakınan insanlar, daima darlık içinde yaşarlar. Bu, mutlaka maddî anlamda bir darlık olmayabilir. İnsanın kasası ağzına kadar dolmuş, karnı tıka basa doymuş olabilir; sırtında en pahalı elbiseleri taşıyabilir, en lüks konutlarda oturabilir. Fakat hayatın yükü yine ağır, geçim yine dar, yaşamak yine zor, yine zordur. Lâkin yakınmakla kişi bu dertlerinden hiçbirini hafifletmiş olmaz. Çünkü içine düşmüş olduğu darlığın sebebi, onun görmediği yahut görmek istemediği yerdedir.

Gerçi sebepler, bu âleme Allah tarafından konulmuş kanunlardır; hayatımızı devam ettirebilmek, bu kanunlara uygun şekilde çalışıp çabalamakla mümkün olur. Ancak kanun koyucunun kudret ve iradesini unutur, sebepler perdesi arkasında yaşatan ve rızıklandıranın kim olduğundan habersiz davranırsak, imanımızın gerektirdiği şekilde bir hayat yaşamış olmayız. Hele bu durum bize dünyaya geliş amacımızı unutturacak bir dereceye varmışsa, o hayattan genişlik ve huzur beklemek için bir neden de kalmamış demektir. İşte âyet de bizi bu konuda uyarıyor ve diyor ki: “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur.”

Zikir, “Allah’ı anmak” anlamında alınabileceği gibi, Kur’ân’ın birçok yerinde geçtiği üzere, bizzat “Kur’ân” olarak da anlaşılabilir. Her iki halde de sonuç aynıdır:

Kim Allah’ı anmaktan uzaklaşırsa, kim Âlemlerin Rabbinden kendisine gönderilmiş olan o yüce kitaptan yüz çevirirse, kendi eliyle hayat şartlarını zorlaştırmış olur.

Bunun zıddı olan durum ise, daha başka âyetlerde şöyle açıklanmıştır:

“Erkek olsun, kadın olsun, kim mü’min olarak güzel işler yaparsa, Biz ona huzurlu bir hayat yaşatır; yaptıklarının daha güzeliyle de ödüllerini veririz.”1

“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu nasip eder. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.”2

Âyetler, böylece hadisenin iki yüzünü de açıkça ortaya koyuyor:

Bu dünyada da, âhirette de güzel bir geçim ve huzurlu bir hayat isteyen, Rabbine hakkıyla iman etsin ve imanının gerektirdiği gibi hareket etsin. Kendisini yaratıp yaşatan ve gökten ve yerden nimetleriyle rızıklandıran Rabbinden yüz çeviren de meşakkatli bir hayata hazırlansın.

Gariptir ki, insanlar, hayat şartları ağırlaştıkça, kendilerine asıl ferah kapılarını açacak olan çözüme yönelecekleri yerde, problemi ağırlaştıran sebeplere daha fazla hırsla sarılıyorlar; Allah’ı anmaktan ve Allah’ın kitabına kulak vermekten daha da uzak düşüyorlar. Bu ise, insanın başına dünyayı daha da çok darlaştırıyor. Hadis-i kudsîde de aynen bu durum haber verilmiş ve Allah’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:

“Ey Âdemoğlu! Kendini ibâdetime ver ki gönlünü zenginlikle doldurayım, ihtiyaçlarını gidereyim. Böyle yapmazsan ellerini meşguliyetle doldururum, ihtiyaçlarını da kapamam.”3

Allah’ın zikrinden yüz çevirmenin dar bir yaşamdan başka, âhirette körlüğe yol açması da ibret vericidir. Belki de bu durumu, dünyamızda geçerli olan İlâhî yasalardan “atalet atrofisi” ile açıklamak daha doğru olacaktır.

Bu yasa, “Çalışmayana ekmek yok” esasına dayanan bir yasadır. Bir organımız eğer uzunca bir süre kullanılmaz ise, oraya gönderilen besinler kısılır ve bir zaman sonra da artık o organ iş göremez hale gelir. Uzun bir hastalıktan sonra ayağa kalkan kimsenin yürümekte güçlük çekmesi, yahut alçıdaki bir organı tekrar canlandırmak için fizik tedavi ve egzersiz gibi önlemlere başvurulması bu yüzdendir.

Bu dünyada iman nuruyla aydınlanmayan, görmesi gereken şeylere dönüp bakmaksızın bir ömür geçiren ve Allah’ın kitabına karşı körlük eden bir kimseyi bekleyen âkıbet de böyle bir atalet atrofisinden başka bir şey değildir. İsrâ Sûresindeki bir âyet de bu durumu haber verir:

“Kim bu dünyada kör ise, işte o âhirette de kördür ve daha da şaşkın bir yoldadır.”4

Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi Tâhâ Sûresinin âyetlerini bir daha okuyalım ve toplumumuzun en önemli dertlerinden birinin sebebini de, çözümünü de zihnimize nakşedelim:

Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz.

O “Rabbim,” der. “Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.”

“Öyleydin,” buyurur Allah. “Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.”

Kaynaklar:

1. Nahl Sûresi, 16:97.

2. Talâk Sûresi, 65:2-3.

3. Tirmizî, Kıyamet: 30; İbni Mâce, Zühd: 2.

4. İsrâ Sûresi, 17:72.

Âyetler, böylece hadisenin iki yüzünü de açıkça ortaya koyuyor:

Bu dünyada da, âhirette de güzel bir geçim ve huzurlu bir hayat isteyen, Rabbine hakkıyla iman etsin ve imanının gerektirdiği gibi hareket etsin.

Kendisini yaratıp yaşatan ve gökten ve yerden nimetleriyle rızıklandıran Rabbinden yüz çeviren de meşakkatli bir hayata hazırlansın.

Ümit Şimşek

Vermeyi Öğrenmek

“Onlar bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar.” (Âl-i İmrân, 134)

 

Kur’ân’ın âyetleri, ideal insan tanımlarıyla doludur. İçimizdeki insanlık cevherini ortaya çıkarıp geliştirecek, bizi olgunlaştıracak ve Allah’ın rızasına eriştirecek olan bu âyetler, önümüze alabildiğine geniş bir yarışma ufku açarlar.

Bu yarışın bir alt sınırı vardır ki, Kur’ân, muhatabı olan her akıl sahibini bu sınırlara riayet etmekle yükümlü tutmuştur. İnanılması gereken şeylere inanmak, namaz ve zekât gibi farzları yerine getirmek, yasaklanmış olan şeylerden de kaçınmak suretiyle insan bu alt sınıra riayet etmiş olur. Bunun sonucu da, âyet ve hadislerin haber verdiği şekilde, bağışlanma ve Cennet ile ödüllendirilmektir.

Fakat bu hayatın sonucunu sadece birtakım yükümlülükleri yerine getirerek sorumluluktan kurtulmaktan ibaret görmez ve daha fazlasına talip olursak, Kur’ân’ın bize gösterdiği hedefler arasında, hiç tükenmeyecek feyizler, bereketler, yüce idealler buluruz. Zaten Kur’ân’ın ruhu da buradadır. O bize yüce hedefler göstermekte ve bu hedeflere ulaşmak için yeteneklerimizi seferber etmeye bizi teşvik etmekte, bizi açıkça bir yarışa çağırmaktadır. Yalnız bu yarış, dünya işlerindeki yarışlar gibi rekabete dayanan ve tek galibi olan bir yarış değildir.

Dünya hayatının yarışlarında bir kişi kazanır; diğerleri onun gerisinde kalır ve kaybeder. Allah’ın rızasını ve Cennette yüksek dereceleri kazanmak için yarışanlar ise, ne kadar çok olsalar ve ne kadar büyük ödüllere de erişseler, Allah’ın rahmet hazinelerinden hiçbir şeyi eksiltmiş olmazlar. Âlemlerin Rabbi, gökler ve yer kadar genişliklerdeki Cennetlerinde yarışın bütün galiplerini birden göz görmemiş, akla gelmemiş nimetleriyle sonsuza kadar ödüllendirir.

İşte, Âl-i İmrân Sûresinin 133. âyetinde, Yüce Allah bizi böyle bir ödül için koşuşmaya çağırıyor:

Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve genişliği göklerle yer kadar olup da takvâ sahipleri için hazırlanmış bir Cenneti kazanmak için yarışın.

Kimdir o takvâ sahipleri?

Bu âyetin devamında ve daha başka âyetlerde bu özellikler madde madde sayılmış; hangi davranışlarla insanların böyle bir dereceye erişebilecekleri bildirilmiştir. Biz, bugünkü konumuz itibarıyla, bu maddelerden birine kısaca değineceğiz:

Bollukta ve darlıkta Allah için harcayanlar.

Burada çıtanın daha yükseldiğini ve zekât deyince aklımıza gelen zorunlu bağışın daha yukarılarına konduğunu görüyoruz. Zekât, bilindiği gibi, Kur’ân’ın pek çok âyetinde imanın bir özelliği olarak ve namazla beraber sayılan son derece önemli bir emirdir. Bu emrin alt sınırı ise fıkıh kitaplarında ayrıntılarıyla incelenmiştir; genel bir ifadeyle belirtecek olursak, dinin “zengin” olarak tanımladığı bir kimse, malının kırkta birini yoksula bağışlayarak bu sorumluluktan kurtulur.

Bu âyette ise, Yüce Allah, bu alt sınırın hakkını veren ve daha da ötesine geçmek isteyen kullarına son derece geniş bir kapı daha açmakta ve onlara hedef olarak en yüksek Cennet mertebelerini ve kendi hoşnutluğunu göstermektedir. Eğer insan dilerse bu imkânı kullanır ve ömrünün her gününü, her saatini, her ânını, ebedî âlemlerde hiç tükenmeyen kazançlar sağlayacak yatırımlara dönüştürebilir; kelimenin tam anlamıyla, sürekli olarak iyilik üretmeye programlanmış bir hayır makinesi halini alabilir. İşte bunun bir anahtarı; yahut, sürekli şekilde iyilik ve güzellik üreten bir hayır makinesinin özelliklerinden biri:

“Bollukta ve darlıkta Allah için harcamak.”

Bu özellik, sadece âhiret ödülünün değil, dünya hayatındaki huzur ve mutluluğun da bir anahtarıdır. Zira Yüce Allah, insanı, almakla değil, vermekle huzur bulacak şekilde yaratmıştır. Onun içindir ki, kendilerini devamlı olarak almaya şartlandıranların hayatta doyuma ulaştıklarını göremezsiniz. Vermeyi öğrenenler ise, hayatın hazzını yakalamış kimselerdir; onlar en büyük zevklerini alırken değil, verirken yaşarlar.

Ve yine bu yüzdendir ki, maddeci medeniyetin insanları darlığa düştükleri zaman, ilk olarak hayırlarından kısıntıya giderler. Kur’ân’ın terbiyesi altında yetişen insanlar ise, böyle durumlarda hayır musluklarını daha da açarlar. Böyle yapmakla kendi insanî yeteneklerini inkişaf ettirerek en yüksek Cennetlere lâyık bir hal alırken, aynı zamanda, Yer ve Gökler Rabbinin rahmetine olan iman ve itimatlarını da bir kere daha göstermiş olurlar. Kendisi darda iken Rabbinin rahmetine güvenen ve kendi sıkıntısına aldırmadan başka kulların derdine Allah’ın rahmetinden derman yetiştirmeye çalışan insan kadar hangi şey Allah katında sevimli olabilir?

Allah, elbette ki, öyle kulların ümitlerini dünyada da, âhirette de boşa çıkarmaz.

Ümit Şimşek – yazarumit.com

Allah’ın hoşnutluğu böyle kazanılır

“Onun rızasına erişmek için vesile arayın.” (Maide Sûresi, 5:35)

Bu, iman edenlere, Rabbimizin bir hitabı: “Onun rızasına erişmek için vesile arayın.”

İman eden kimseler, bu hitap ile, imanlarının gereğini yerine getirmeye çağırılıyor. Aynı zamanda, onlara, pek yüksek ve şerefli bir ödül de hedef olarak gösteriliyor.

İmanın gereği olan şey, Kur’ân’ın pek çok âyetinde tekrar tekrar vurgulanan güzel işlerdir. Âyetler, iman eden kulları överken, onların nitelikleri arasında, iman ile beraber güzel işleri de sayarlar. Zira iman bir güzelliktir ve aynı zamanda bütün güzelliklerin anahtarıdır; İlâhî sanat galerisi halinde donatılmış olan bu âlemi baştan başa dolduran güzellikler, ancak iman sayesinde görülür ve gösterilir.

Kâinat dolusu güzellikleri ortaya çıkaran imanın kendisine yaraşan şey ise, çirkinliklerden uzak durmak ve kendisine has güzelliklerle süslenmektir. Aksi takdirde, “İnandım” dediği halde imanına uygun davranışlar sergilemeyen kimse, bu sözüyle kâinatı doğrularken davranışlarıyla da onu yalanlamış olur.

Bu dünyayı dolduran rahmet eserleri de mü’minden bir karşılık ister. Besbelli ki yerin ve göğün yüzünü güldüren bu eserlerle, Rabbi ona kendisini tanıtmakta ve sevdirmektedir. Kendisini eserleriyle ve nimetleriyle sevdiren bir Rabbe mü’minin vereceği karşılık ne olabilir?

Hiç kuşkusuz, o da kendi fiilleriyle, söz ve davranışlarıyla, kendisini Rabbine sevdirmek ister.

Bundan sonrası bir muhabbet alışverişidir.

Rabbi onu rahmetiyle ağırlar.

Kul, Rabbinin rahmetine uygun davranışlarla kendisini Ona sevdirir.

Rabbi ona elçiler ve kitaplar gönderir.

Kul “İşittim ve inandım” der.

Rabbi ona buyruklarını bildirir.

Kul “İşittim ve itaat ettim” der.

Bu kadarla kalmaz ne Rabbinin ihsanları, ne de kulun cevapları.

Rabbinin maddî ve manevî nimetleri kulun üzerine yağar durur.

O yağmurlar, kulun gönlünde kat kat muhabbet güllerine dönüşür.

Artık onun gözünde tek birşey vardır:

Rabbinin hoşnutluğu.

Kul sadece bunun için yaşar.

Hayatının her ânında, Onun hoşnutluğuna yaklaşmak için vesileler arar.

Bu arayış, onu tepeden tırnağa güzelliklere büründürür. Güzel görür, güzel düşünür, güzel dinler, güzel söyler, güzel konuşur, güzel davranır.

Ve baştan aşağı güzelliklerle süslü bir âlemde, Rabbinin rızasını arayan kul, varlıkların en güzeline dönüşür.

Artık onun yaptığı işler, söylediği sözler, işlediği güzellikler, her adımda onu Rabbine biraz daha yaklaştıran birer vesiledir.

İşte, Yüce Allah, iman edenlere yaptığı “vesile arama” çağrısında, onlara böyle bir hedef gösteriyor. Bu âyetlerin anlamını daha da açan bir hadis-i kudsî ise, sadece vesilelerin adresini göstermekle kalmıyor; o vesilelere yapışacak olan kullara, hayatlarının her ânında Rablerinin muhabbet ve himayesinde olmak gibi bir müjde de veriyor:

Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli hiçbir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz.

Farzlardan başka, mecburî olmayan ibadetlerle de kulum Bana sürekli olarak yaklaşır. Nihayet Ben onu severim. Onu sevince de artık Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olmuşumdur. O Benden birşey isteyecek olsa veririm; Bana sığınacak olsa onu korurum.[1]

Bu hadis-i kudsînin ışığında, Yüce Allah’ın hoşnutluğuna yaklaştıracak şeyler iki madde halinde netleşmiş bulunuyor.

Birincisi: Farzlar, yani yükümlülüklerimiz. Allah ve Resulünün bize emrettiklerini baş üstünde kabul edip gönül rızasıyla yerine getirmek.

İkincisi: Bunun da ötesine geçerek, yükümlü tutulmadığımız güzel işlerle hayatımızı ve imanımızı süslemek.

Bundan sonrası, artık bir dostluk, bir muhabbet, bir hoşnutluktur ki, uğruna dünya verilecek olsa yine pek ucuz düşerdi.

Fakat bizden istenen fiyat, sadece “vesile” olabilecek güzelliklerden ibaret…

[1] Buhârî, Rikak: 38.

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

Herkesin Her Duasına Cevap

“Kullarım senden Beni sorarlarsa, Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasına cevap veririm. Onlar da Bana cevap versinler ve Bana iman etsinler ki doğru yolu bulmuş olsunlar.”

Bakara Sûresi, 2:186

KUL ile Rabbi arasındaki yakınlığı en sıcak bir şekilde ortaya koyan âyetlerden birisi de budur.

Bir defa, âyette geçen “kullarım” nitelemesiyle, Yüce Allah, bize büyük bir lütufta bulunmaktadır. Zira bu sözde bir mensubiyet ifadesi vardır. Bu söz ile herbirimiz, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbi ile irtibatlandırılmış oluyoruz. Arada ise başkaca hiçbir şey, hiçbir vasıta yoktur.

İkinci olarak, Yüce Allah, kullarına her zaman açık bir kapı bağışlamaktadır ki, kâinatta, bu nimetle kıyaslanabilecek kadar büyük bir başka nimet düşünmek mümkün değildir. Üstelik bu büyük lütuf, âyetin ifadesinde birkaç kat vurgu ile pekiştirilmiştir.

Birincisi: “Ben çok yakınım.” Kulun Rabbine ihtiyaç arz etmesi, çok uzaklardaki bir makama dilekçe göndermeye benzemez. Bu, hemen yanı başındaki birisine hitap etmek kadar basit bir iştir. Hattâ ondan da kolay, belki en gizli bir arzuyu kalbinden geçirmek kadar kolay birşeydir. Nitekim bir başka âyette de Allah’ın kuluna şahdamarından daha yakın olduğu bildirilmiştir.[1]

İkincisi: “Dua edenin” duasına cevap verileceği bildirilmiştir. Cevap almanın tek şartı dua etmektir; Yer ve Gökler Rabbinin huzuruna kabul edilmek için gerekli yegâne nitelik, “dua eden” olmaktan ibarettir. Bunun ötesindeki sıfatlar, özellikle dünya hayatına ait rütbeler, ünvanlar, mevkiler Allah huzurunda bir değer taşımaz. Buna karşılık, insanlar arasında önem verilmeyen, hattâ adamdan sayılmayan, itilip kakılan, horlanan, yahut adı sanı bilinmeyen bir kimse de, “dua eden” birisi olmakla, İlâhî huzura kabul edilmeye hak kazanabilir.

Üçüncüsü: Bana dua ettiğinde” buyurulmuştur. Huzura davet edilmek için kulun bütün yapacağı bundan ibarettir. Başka bir aracıya başvurmak, randevu talep etmek gibi hiçbir külfete, resmiyete, muameleye, tevessüle gerek kalmadan, dua edecek olan herkes, doğrudan doğruya Rabbine hitap edebilir. Tıpkı telefon numarasını tuşlar tuşlamaz muhatabını hattın diğer ucunda bulan birisi kadar rahat ve zahmetsiz bir şekilde Rabbine hitap edip Ona dert ve ihtiyaçlarını arz edebilir.

Dördüncüsü: “Dua ettiğinde.” Dua için yer veya zaman gibi bir sınırlama yoktur. Kul, Rabbine herhangi bir anda, herhangi bir yerde dua edebilir. Duası bekletilmez, sıraya konmaz, ihmal edilmez. O dua ettiği anda Rabbi onu dinliyordur; onu dinlediği gibi de cevabını verir.

Beşincisi: Duasına cevap verir.” Dua eden ile ilgili bir sınırlama olmadığı gibi, duanın kendisiyle ilgili bir sınırlama da söz konusu değildir. Küçük-büyük, gizli-açık, az-çok, önemli-önemsiz, dünyaya veya âhirete ait her işinde, her arzusunda, kul, doğrudan doğruya Rabbine müracaat edebilir. En küçük ve en önemsiz görünen birşeyi Ondan istediği gibi, ebedî âlemlere ait en büyük lütufları da yine doğrudan doğruya Ondan isteyebilir. Ne olursa olsun, kuldan Rabbine ciddiyetle arz edilecek herhangi bir duaya cevap verileceğini âyet açıkça bildiriyor.

Altıncısı: “Cevap veririm.” Kimden gelirse gelsin, ne zaman ve ne hakkında edilirse edilsin, duaya bizzat Yüce Allah’ın cevap vereceği müjdeleniyor. Bu pek büyük bir lütuf ve paha biçilmez bir müjdedir: Herkesin, her duasına, Yer ve Gökler Rabbinin bizzat kendisinden cevap var! Cevabın ne olacağı ayrı bir konudur. Yüce Allah, rahmetinin ve hikmetinin gereği olarak, duayı kendi dilediği gibi bir şekilde cevaplandırır; ya isteneni aynen verir, ya erteler, yahut yerine başka birşey verir. Ama her duaya bizzat Allah tarafından cevap verileceği, açık bir dille ifade ediliyor.

Böyle kat kat lütuflar içine sarılmış bir İlâhî ikram karşısında kula düşen şey, Rabbinin çağrısına tam bir iman ile cevap vermektir. Yoksa, Rabbi onun duasına cevap vereceğini müjdeleyip dururken, o Rabbinin çağrısına cevap vermekte kusur ederse, bu apaçık bir nankörlükten başka birşey mi olur?

Kaldı ki, kulun vereceği cevabın yararı da yine kulun kendisinedir. Rabbi onun cevabıyla birşey kazanmış olmaz; çünkü O her türlü ihtiyaçtan ve eksiklikten münezzehtir. Fakat kul, böyle bir cevapla, kendisi için doğru yolu bulmuş olur. İşte, âyet, dua ile ilgili müjdenin içinde, kullara, doğru yolun adresini de böylece gösteriyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Kaf Sûresi, 50:16.