Etiket arşivi: ümit şimşek

Bir Mutluluk Formülü

Onlardan bir kısmına, kendilerini sınamak için nasip ettiğimiz dünya hayatının gösterişine gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.Tâhâ Sûresi, 20:131

Bu dünya hayatında huzur isteyen insanlar, en ziyade muhtaç oldukları öğütlerden birini bu âyette bulacaklardır. Özellikle zamanımız insanının, bu öğütü hergün tekrar tekrar hatırlamasında yarar bulunduğunu söylemek herhalde mübalâğa olmaz.

Özellikle zamanımız insanı” diyoruz. Zira modern hayatın işleyişi, tamamen bu âyete ters düşecek şekilde programlanmıştır. Bu hayatı yaşayan insanlar, “Gözünü sadece dünya hayatının gösterişine dik” şeklindeki telkinlere hergün tekrar tekrar maruz kalmaktadır.

İsterseniz, sıradan bir günün sıradan bir saatinde sizi dünyanın gösterişine çağıran telkinlerin sayısını bir hesaplamaya çalışın. Belki de bu çok sağlıklı bir hesaplama olmayacaktır; çünkü o tür telkinler öylesine yaygınlaşmış ve hayatımızın bir parçası haline gelmiştir ki, onları bu hayatın içinden bulup çıkarmak, neredeyse çayın içinden şekeri ayırmak kadar imkânsızlaşmıştır.

Meselâ, tutkun olduğunuz bir dizinin mekânları, sizin hiçbir zaman sahip olamayacağınız mekânlardır. Oralarda, sizin hiçbir zaman erişemeyeceğiniz imkânlara sahip olan insanlar yaşar. Siz bir yandan ipe sapa gelmez maceraların peşine takılmış diziyi izliyorken, bir yandan da, önünüze hedef olarak konmuş bir hayat modelini yavaş yavaş benliğinize sindirirsiniz.

Medyanın putlaştırdığı ve özel hayatının en saçma ayrıntıları hakkında kamuoyunu sürekli olarak bilgilendirmeyi görev edindiği starların yaşam düzeyleri de herkesin iştahını kabartan hedefler olarak ortadadır. İnsanlar onların nerede yaşadıklarını, nerelerde dolaştıklarını, ne yiyip ne giydiklerini tatmin olmaz bir merakla izledikçe, “Nerede bizde o talih!” diye iç geçirirler.

Oysa onlara o imkânları sağlayan kendilerinden başkası değildir. Onların yaptıkları programları izlemek, onların sundukları ürünlere müşteri olmak gibi otomatik davranışlarıyla onlara dünyanın parasını kazandırırlar; sonra da başkalarına kazandırdıkları şey karşısında parmak ısırırlar.

Bu arada dikkatlerden kaçan iki önemli nokta vardır.

Birincisi: Dünya hayatının göz dikecek gösterişleri hiçbir zaman tükenmez. İnsan bu kısacık ömür içinde dünyanın hangi lüksüne erişecek olsa, önünde daima imrenilecek hedefler bulur.

İkincisi: Yaşanan sayısız deneyimler göstermiştir ki, bu hayatın huzur ve mutluluğu böyle şeylerle ele geçmez. Çünkü insan hangi hayat seviyesine erişecek olsa, gözü daima daha yukarılardadır. Gözünü başkasının elindeki imkânlara dikmiş bir kimsenin ise tatmin, huzur, sükûn, mutluluk gibi kavramlarla arasındaki mesafe asla küçülmez.

İşte, âyet, dünyanın süsüyle başı dönmüş modern insana, hasret kaldığı huzurun reçetesini bir cümle ile sunuyor:

“Dünyanın gösterişine gözünü dikme!”

Çünkü bu onlara bir ödül olarak değil, imtihan için verilmiştir. Belki de o imrenilecek imkânlar, sahipleri için bir pişmanlık sebebi olacaktır.

Bu âyetten, din ehlinin alması gereken pay, dünya ehlinin payından hiç de az değildir. Zira, dine hizmet ediyorum zannıyla dünyaya hizmet edildiğini gösteren nice örnekler vardır. Dünya hayatının sevgisi her taraftan maruz kaldığımız telkinler yüzünden iliklerimize öylesine işlemiştir ki, dünyanın gösterişi olmadan dine hizmet edilemeyeceği, yahut içinde dünyanın gösterişi olmayan bir hizmetin Allah katında da bir değerinin bulunmayacağı sanılmaktadır. Oysa Allah rızasının dünya gösterişiyle kazanılmayacağını herkesten iyi bilmesi gerekenler, dindar ve hizmet ehli olanlardır. Onun için, bu âyetin öğütünü hergün tekrar tekrar hatırlamaya, herkesten ziyade onların ihtiyacı vardır.

Hangi açıdan bakılacak olursa olsun, bu âyetin içerdiği öğütte, bir mutluluk formülü bulunacaktır.

Bu formülün uygulandığı yerde insanlar, erişemedikleri şeyin kıskançlığını değil, eriştikleri şeyin mutluluğunu yaşarlar.

Orada insanlar birbirlerinin elindekine göz dikmez, birbirlerine karşı haset ve düşmanlık beslemezler.

Ve orada insanlar, bir kısa dünya hayatından ibaret sermayelerini, ele geçmeyen şeyler için dövünerek tüketmek yerine, Rablerinin daha hayırlı ve daha sürekli olan ödülüne hak kazanmak için en verimli bir şekilde kullanma imkânını bulurlar.

 Ümit Şimşek

Balarısı

Balarısı, kâinat kitabının pek büyük âyetlerinden biri olduğu gibi, Kur’ân’ın da âyetleri içinde yer almış hattâ uzun bir sûresine (Nahl Sûresi) adını da vermiştir.

Bu sûre içinde, bizi balarısı üzerinde uzun uzun düşünmeye çağıran âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

Rabbin balarısına vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin. Sonra her türlü üründen ye de, Rabbinin sana müyesser kıldığı yollara çık.” Karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlara bir şifa bulunur. İşte bunda düşünenler için bir ibret var. (Kur’ân, 16:68-69.)

BALARISI hakkında özellikle son yüzyıl içinde elde ettiğimiz bilgilerin ışığında bu âyetin incelenmesi, bizi ilginç bir tespite götürüyor:

Tabiatta karşımıza bir mucizeler paketi olarak çıkan balarısı, kitapta da aynen böyle çıkmıştır.

Yukarıdaki iki âyeti bütün kelimelerini ve harflerini içerecek şekilde incelemek, bu sayfaların hacmini aşacağı ve daha ziyade bir tefsir çalışmasını andıracağı için, bu kadar büyük bir yükün altına girmeye teşebbüs etmeden, sadece birkaç ana nokta üzerinde durmakla yetineceğiz.

Birincisi: Âyette, “Rabbin balarısına vahyetti” ifadesinden sonra, doğrudan doğruya balarısına yönelen İlâhî ilham, muhatabın cinsiyeti hakkında bir ipucu verecek şekilde nakledilmiştir. Türkçeye “evler edin ve yollara çık” deyimleriyle çevirmeye çalıştığımız bu ifadelerde, dilimizde bulunmayan bir dişilik eki kullanılmıştır. Gerçekten de, bu emirlere muhatap olan ve onları kusursuz bir şekilde yerine getiren balarıları, kitabımızın başından bu yana görüldüğü gibi, dişi arılardır. Ancak biz bu bilgiye çok yakın zamanlarda ulaşmış bulunuyoruz. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar, insanlar, balarılarına bu gözle bakmamışlar, hattâ topluluğun başında bir de “arı beyi” tasavvur etmişlerdir. Oysa bugün bir balarısı kovanında yürüyen bütün işlerin dişi arılar tarafından yapıldığını ve kovanın başında da arı beyinin değil, bir kraliçenin bulunduğunu biliyoruz. Erkek arılar ise, sadece oğul verme dönemlerinde veya eski kraliçenin ölümü gibi durumlarda yeni bir kraliçeye ihtiyaç duyulduğu zaman—o da sınırlı sayıda olmak şartıyla—dünyaya gelirler ve yeni kraliçeyi döllemekten başka bir işleri de yoktur.

İkincisi: Âyet, balarısına “ürünlerden yeme” emrinin vahyedildiğini bildirmiştir. Oysa böyle bir bağlamda ilk olarak akla gelecek şey, balarısının ürünleri değil, çiçekleri dolaştığıdır. Ancak âyet, her zaman herkesin ilk olarak aklına gelebilecek olan bu kelimeyi değil, “ürün” anlamına gelen “semerât” kelimesini kullanmıştır ki, böylelikle balarısı ve ürünler—hem de her türlü ürün—arasındaki bir ilişkiye bizim dikkatimiz açık bir biçimde çekilmiş olmaktadır. Yine bizim bugünkü bilgilerimiz ışığında vardığımız sonuç, bu ilişkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü balarısı, bize bal üreterek sunduğu hizmetin kat kat fazlasını, hemen hemen bütün ürünlerimizin tozlaşmasını sağlayarak sunmaktadır. Eğer arılar olmasaydı, biz, hububat ve sebzeleri de içine alan bu kadar geniş bir sofra yerine, buğday, pirinç ve mısır gibi birkaç ürün türüyle idare etmek zorunda kalacaktık.

Gerçi çiçek tozlaşmasında rol oynayan yegâne böcek cinsi balarıları değildir. Ancak bu konuda balarısının çok özel bir yeri vardır ve bu da onun çalışma tarzından ileri gelmektedir.

Balarıları, büyük pazarlar peşinde koşan holdingler gibi iş görürler. Onlar tek tük çiçekler etrafında dolaşmak yerine, gerek kalite, gerekse miktar itibarıyla değeri yüksek tarlalar bulur ve orada çalışırlar. Bu ise, aynı tür ürünün çiçekleri arasında dolaşmak ve tozları yabancı yerlere taşımamak anlamına gelmektedir.

Üçüncüsü: Âyet, balın çıkış mahalli olarak “karınlar”dan söz etmiştir. Yine oldukça yeni sayılan bilgilerimiz, bu konuda da ilginç bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü balarısının bir değil, iki midesi vardır. Ayrıca bal, tek bir arının karnında da üretilmez. Çiçeklerden topladığı özsuyunu, balarısı, “bal midesi” adı verilen midede biriktirerek kovana getirir. Burada, kovandaki genç arılardan biri, onun bal midesindeki balı hortumlayarak kendi midesine aktarır; daha sonra da, tükürüğü ve diğer özel salgılarıyla bu özsuyunu karıştırarak yarım saat boyunca çiğner ve bal yapar.

Dördüncüsü: Bal, içilecek kıvamda bir mayi olmadığı halde, âyet, onun hakkında “şerbet” deyimini kullanmıştır. Burada da, oldukça yeni sayılabilecek bilgilerimizin ışığında bir inceliği görebiliyoruz. Çünkü arının karnından çıktığı zaman, bal, gerçekten de içilecek kıvamda bir sıvıdan ibarettir. Balarıları, bu sıvıyı peteklere doldurduktan sonra, bal kıvamını alıncaya kadar kurumaya terk ederler; eğer kovandaki hava sıcaklığı buna yetmezse, kendileri peteklerin üzerinde kanat hareketleriyle baldaki su fazlasını buharlaştırırlar.

Beşincisi: Balda insanlar için şifa bulunduğu, gerçi eski çağlardan beri bilinen bir gerçektir. Ancak son yıllar, balın bu özelliği üzerinde yapılan pek çok bilimsel çalışmaya ve yaygın uygulamalara tanık olmuştur. Bugün balın antibakteriyel özelliğinden çok geniş şekilde yararlanılmakta, ameliyatlarda ve kapanmayan yaraların iyileştirilmesinde bu mucize maddeye başvurulmaktadır. Daha da ötesi, balın diş üzerinde tabaka üreten bakterilere karşı olduğu kadar, çürümeye yol açan bakterilere karşı da etkili olduğu, yani, çürümeyi önleyici özellik taşıdığı artık bilinmektedir. Yanıkların çok kısa sürede iyileştirilmesinde de balın hayret verici bir özelliğe sahip olduğu gözlenmiştir. Kalp ve damar hastalıklarından koruyucu, gastrit ve ülsere karşı iyileştirici etkisi, antioksidan özelliği gibi daha pek çok özellikler, balın şifa olarak nitelenmesini haklı çıkarmakta ve henüz keşfedemediğimiz daha pek çok sırları bulup çıkarmak üzere bizi bu mucize besini incelemeye sevk etmektedir. Tıp dünyasının en önemli referanslarından birini teşkil eden Medscape / Medline sitesine (www.medscape.com) başvuranlar, burada, sadece son birkaç yıl içinde dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde balın şifa verici özelliğine dair yapılmış yüzlerce araştırmaya ait bilimsel tebliğlere ulaşabilirler.

Balarısını bize anlatan âyetin birkaç satırı içinde topladığı mucizeler, yukarıda saydığımız beş maddenin çok daha ötelerine taşmaktadır. Bunların arasında bizim keşfedebildiklerimizin ne kadarlık bir yekûn tuttuğu konusunda ise hiçbir fikir sahibi değiliz. Çünkü balarısı hakkında bildiğimiz ne varsa, tamamına yakın kısmını, yirminci yüzyılın yarısına doğru öğrenmeye başlamış bulunuyoruz. Bununla beraber, âyetin hemen başında, şimdiye kadar öğrendiklerimize de, bundan sonra öğreneceklerimize de anlam kazandıran ve kazandırmaya devam edecek olan bir kelime var ki, onu, balarısının söz konusu olduğu hiçbir yerde hatırdan uzak tutmamak gerekiyor:

Senin Rabbin.”

Âyet, balarısına vahyedeni, bu isimle yâd ediyor. O aynı zamanda balarısının, yerin ve göklerin, yerdekilerin ve göktekilerin de Rabbi olduğu halde, balarısını muhatap alan ilhamı “Senin Rabbin” unvanı ile bize naklediyor. Bu ise, balarısı denilen mucizeler yumağının, bütün harikulâdelikleriyle beraber, insana yönelik bir rububiyet eseri olarak yaratıldığını gösteren apaçık bir iltifat değilse nedir?

Kaldı ki, âyet, “Sizin Rabbiniz” diyerek insanlığı da bir bütün olarak muhatap almaktan da ötede, “Sen” diyerek, mucize parmağını herbirimizin alnına ve gönlüne doğrultmuş, Yer ve Gökler Rabbinin muhatabı olan herbir insan ferdine, herbir mü’mine, tek tek herbirimize hitap etmektedir.

İşte bunda düşünenler için bir ibret var!

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Sermaye Harcama Yarışı

Bütün insanların ortak bir özelliği varsa, o da sermayeleridir. Kim ne yapacak olsa veya neye sahip olmak istese, o sermayeden harcar. Onu harcamayıp bir köşede biriktirmek de kimsenin elinden gelmez. Fark eden, bu sermayenin ne kadarını nereye harcadığımızdır. Lâkin çoğu zaman onu nereye harcadığımızın değil, harcamakta olduğumuzun bile farkına varmadan tüketiveririz.

Bu sermayemiz, ömrümüzden başka birşey değildir. Kulağa pek hoş gelmeyebilir; ama acı gerçek şu ki, yaşamak için vazgeçilmez derecedeki temel ihtiyaçlarımızı bir yana bırakırsak, biz ömrümüzün çoğunu eşya için harcarız. Çünkü eşya için verdiğimiz parayı kazanmak için ömrümüzün saatlerini, günlerini, aylarını, hattâ yıllarını bozdurmuşuzdur. Elimize kalemi ve kâğıdı alıp da bunun hesabını yapmaya kalksak, ürkütücü sonuçlarla karşılaşabiliriz. Meselâ:

Aylık 1000 YTL gelire sahip bir kişi 1500 lira verip de bir koltuk takımı aldığı zaman, bunun insan ömrüne yansıması, bir buçuk aylık çalışmaya denk gelen zamandır. Bir başka deyişle, o kimse, bir buçuk aylık ömrünü koltuk takımı için yaşamış yahut harcamış demektir. Araba, ev gibi alışverişlerde bu maliyet yıllara kadar yükselir. Nihayet sahip olduğumuz ve olmaya çalıştığımız her türlü eşyanın maliyetini üst üste koyduğumuzda, sermayeyi peşin olarak tüketmiş bulunduğumuzu bile fark edebiliriz.

Bu durum, ilk bakışta, gelir düzeyi yüksek olanların lehine görünebilir. Eğer onlar dar gelirlilerin sahip olabildiği eşya ile yetinselerdi, hiç şüphesiz, bu tahmin doğru çıkardı. Çünkü onlar aynı miktarda parayı kazanmak için ömürlerinin daha az kısmını bozdurmak zorundadırlar. Gelin görün ki, harcama eğilimindeki artış, hiçbir zaman gelir düzeyindeki artışın gerisinde kalmaz. Ve kişinin geliri arttıkça, hattâ artma ihtimali ufukta görünür görünmez, aldığı eşyaların da hem fiyatı, hem sayısı, üçer beşer katlanmaya başlar.

Zira çağdaş hayatın standartları içinde insanın değer kazanması için gösterişli şeylere sahip olması ve gösterişli harcamalar yapması gerekir. Çünkü çağdaş hayat modeli bizim kendimizde bir değer bulmaz; onun için, bize güya değer kazandıracak şeyleri satmaya çalışır. Fakat bu satışların sonu bir türlü gelmez. Ne kadar çok eşya alırsak, o kadar çok deniz suyu içmiş gibi, tüketim hararetimiz daha da artar. Zira hayalimizdeki elbiseyi, mobilyayı, arabayı, evi alınca huzur ve mutluluğu yakalayacağımıza inandırılmışızdır. Oysa bize mutluluğu getirecek olan şeye henüz yaklaşmışken, aradığımız şey bizden daha uzaktaki başka birşeyin ardına gizlenir.

Fakat ömür tükenmeden ümit tükenmez. Biz her seferinde bir köşe daha dönünce huzura kavuşacağımızı hayal ederek bize pazarlanan şeylerin peşinde koşarız. Böylece, yolumuzun üzerindeki eşyaları toplaya toplaya birgün gerçekten “huzura” kavuşuveririz! Sade hayat akımının savunucularından Joe Dominguez ile Vicki Robin, bu durumu oyuncak toplama yarışına benzetiyor ve oyunun kuralını “Kim daha fazla oyuncakla ölürse o kazanır” şeklinde özetliyor. Bu gerçeğin Kur’ân’daki ifadesi ise pek keskindir:

Şunu bilin ki, dünya hayatı bir oyundan, bir eğlenceden, bir şatafattan, aranızda bir övünmeden, mal ve evlât yarışından ibarettir. O bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de onu sapsarı görürsün. Sonra saman olur gider. Âhirette de çetin bir azap, bir de Allah’tan bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir. (Hadîd Sûresi, 57:20.)

Ömrümüzden iki ay kaldığını bilseydik, hiçbirimiz bunu bir koltuk takımıyla değiştirmeye razı olmazdık. Çünkü biz ömrümüzün son kısmı hakkında o kadar cömert davranmayız. Bugünkü hovardalığımızın sebebi, kendimizi ömrümüzün başlarında hayal etmemizdir. Yirmisinde de olsak, yetmişinde de olsak, bu özelliğimiz değişmez. Nasıl olsa şu eşyayı alınca mutluluğu yakalayacak, ondan sonra da sonsuza kadar yaşayacak değil miyiz?

Gökdelenin tepesinden atlayan kişi on sekizinci katın hizasından geçerken, pencere kenarında duranlar, “Şu âna kadar herşey yolunda” dediğini işitmişler. Yirmi otuz sene daha yaşamayı umanlara, bu birkaç saniyelik iyimserlik pek gülünç geliyor. Ya ebediyet tarafından bakanlar için bizim dünya hayatı hakkındaki iyimserliğimiz nasıl görünüyor acaba?

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com